Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
  • Dosya:Iman-ve-Kufur-Muvazeneleri.pdf
  • Bakınız

    D İman ve küfür müvazeneleri.
    Risale:İman Ve Küfür Müvazeneleri

    Bakınız.

    D
    Drive'dan word indir
    http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/
    * Türkçe + Eng + Arapça PDF : [1]
    Portal:RNK .
    Şablon:Risale bakınız


    RNK
    RNK/Search
    RNK/Sesli/Arcive.org
    BSN
    Şablon:BSN bakınız.
    Risale şablonları

    Risale-i Nur Külliyatı
    TARİHÇE-İ HAYAT.
    SÖZLER .
    Küçük Sözler.
    MEKTUBAT .
    LEM'ALAR .
    ŞUALAR .
    ASÂ-YI MUSA -
    HUTBE-İ ŞAMİYE .
    İŞARATÜ’L-İ’CAZ -
    SÜNUHAT -
    TULÛAT -
    MÜNAZARAT .[
    MESNEVÎ-İ NURİYE .
    MEYVE RİSALESİ .
    GENÇLİK REHBERİ
    HANIMLAR REHBERİ.
    HİZMET REHBERİ.
    SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ .
    ZÜLFİKAR .
    İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ

    Lahikalar:
    Kastamonu Lâhikası
    .BARLA LÂHİKASI .
    Emirdağ Lahikası-I .
    Emirdağ Lahikası-II

    Eski Said Dönemi Eserleri;
    Makalat;
    Kızıl İcaz;
    İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi Yahut Divan-ı Harb-i Örfi ve Said Nursi;
    Nutuk;
    Bediüzzamanın Selanik'de Hürriyete Hitabı.
    Münazarat;
    Münazarat/İlk Baskı
    Hutbe-i Şamiye;
    Deva’ül-Yeis Zeylinin Zeyli;
    Nokta;
    Hutuvat-ı Sitte;
    Sünuhat;
    Rumuz;
    Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi;
    Tuluat;
    İşarat;
    Hakikat Çekirdekleri I ve II;
    Lemaat)

    RNK/Fihrist .
    Fihriste-i Mektubat .
    Sözler/Fihrist.


    RNK/Tercümeleri.
    RNK/English
    RNK/Arabi
    RNK/Azerice
    Wikimedia
    Risale:RNK
    Risale:Risale-i Nur
    Risale:Sözler

    * RNK/Ansiklopedik bilgiler
    * RNK/Almanca
    * RNK/Audio
    * RNK/Ayasofya
    * RNK/Azerice:[2]
    * RNK/Cemil Meriç
    * RNK/Cemiyet-i Muhammmediye * RNK/Descartes
    * RNK/Diyanet İşleri Başkanlığı ve Bakanlar Kurulu Kararı<br< * RNK/Dua

    * RNK/Ekolleri
    * RNK/English
    * Türkçe + Eng + Arapça PDF : https://www.reflections-rn.org/risalei-nur-1 * RNK/English/VİDEO
    * RNK/Ey nefsim
    * RNK/Ebter
    * RNK/Evrad

    * RNK/Farisi
    * RNK/Fihrist
    * RNK/Lügat, Tefsir, Şerh ve İzah Meselesi
    * RNK/Gıybet

    * RNK/Hata-Savab Cetveli Hata-Savab Cedveli
    * RNK/Hayal
    * RNK/Hizb
    * RNK/Hasbi * Hikem-i Ataiye
    * RNK/Kedi
    * RNK/Şazeli
    * RNK/İlk Dönem Eserleri

    * RNK/Japonya

    * RNK/Konyalı Mehmet Vehbi Efendi
    * RNK/Kürtçe
    * RNK/Kadir gecesi
    * RNK/Kadir Mısıroğlu
    * RNK/Kartal
    * RNK/Kedi
    * RNK/Kişiler

    * RNK/Müdafaaları
    * RNK/MüddeiUmum/İddianamesi/Hata-Sevap Cetveli
    * RNK/Mikrop
    * RNK/MP3
    * BSN/Matematik
    * RNK/Mapusları
    * RNK/Mektubat
    * RNK/Münacaat

    RNK/Namaz
    RNK/Nefs
    RNK/Nurun bekçisi

    * RNK/Rusça
    https://risalecomparative.com/?lang=ru
    --- * RNK/Şahıslar * RNK/Sesli/Arcive.org
    * RNK/Signs of Miraculousness * RNK/Savunma
    * RNK/Search
    * RNK/Sosyalizm
    --- * RNK/Talebeleri
    * RNK/Tercümeleri
    * RNK/Taziye YİRMİ BEŞİNCİ LEM'A
    * RNK/Tahiyyât
    * RNK/Talebeleri
    * RNK/Türkçe
    * RNK/VİDEO

    * RNK/Vehhabiler
    * Risale:Hizb-ül Hakaik .
    * Risale:Hizb-i Nur'il Ekber (Zülfikar) .
    * Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî .
    * Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri .
    * Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi

    RNK/Diyanet İşleri Başkanlığı ve Bakanlar Kurulu Kararı
    RNK/MüddeiUmum/İddianamesi/Hata-Sevap Cetveli

    WORDS.
    THE FIRST WORD/English&Turkish for students
    Kaynaklar:
    Karşılaştırmalı web
    https://risalecomparative.com/?lang=ru
    52 dilde
    Nur Külliyatı Okuma Konu fihristli: http://www.yeniasya.com.tr/risaleinur/ --- Risale-i Nur Cep/Web indir: http://www.nurunsozu.com/ Risale-i Nur Kütüphanesi: https://play.google.com/store/apps/details?id=org.feyyaz.risale_inur Risale-i Nur Enstitüsü: http://www.risaleinurenstitusu.org/ Köprü Dergisi (Risale-i Nur Eksenli Akademik Çalışmalar): http://www.koprudergisi.com/
    Audio&Video
    Risale-i Nur Videoları
    Archive.org dinleme/indirme sayfası: https://archive.org/bookmarks/nurvideolari
    Youtube RNK Videoları (Altyazılı): [3] MP3 formatında Archive.org dinleme/indirme sayfası: https://archive.org/details/sesli-risale-i-nur-kulliyati-mp3 İndirme
    İngilizce PDF ve Word [4] Arabi [5] Azeri:[6] Necmettin Şahiner

    Risale-i Nur Külliyatı’ndan
    İman ve Küfür Muvâzeneleri
    (Hidâyet ve Dalâlet Mukayeseleri)
    Bediüzzaman Said Nursî

    Risale:İman ve Küfür Muvazeneleri

    Lemeât[]

    Bir Meclis-i Misâlîde Şeriatla Medeniyet-i Hâzıra, Dehâ-yı Fennî ile Hüdâ-yı Şer’î Müvâzeneleri

    Hakikî Bütün Elem Dalâlette, Bütün Lezzet İmândadır

    İman ve Küfür Muvâzeneleri

    (On Beşinci Şuâ’ın İkinci Makamı’ndan)

    Mühim Bir Suâle Cevap ......

    Gayet mühim bir suâle verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o suâl ve cevabı yazacağız, şöyle ki: Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar ki:

    “Neden bu kadar muârızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukabil, Risale-i Nur mağlup olmuyor? Milyonlar kıymettar hakikî kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece set çektikleri hâlde, sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçâre gençleri ve insanları hakâik-i imaniyeden mahrum bıraktıkları hâlde, en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhte yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları hâlde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, hatta çoğu el yaz- ması ile altı yüz bin nüsha risalelerin kemâl-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dâhil ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturmasının hikme ti nedir, sebebi nedir?” diye bu meâlde çok suâllere karşı elcevap, deriz ki: elcevap, deriz ki:

    1 Ancak O’ndan yardım dileriz.

    2 Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah’a, üzerimizdeki hadd ü hesaba gelmez lütufları adedince hamd ü senâ.. bütün insanlığa rahmet ve kurtuluş vesilesi olarak gönderdiği habibi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’a, nezih aile fertlerine ve seçkin ashabına salât ü selam olsun.

    İMAN ve KÜFÜR MUVAZENELERİ[]

    Kur’ân-ı Hakîm’in sırr-ı i’câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi; imanda dahi, bu dünya- da mânevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî, elîm elemleri gösterip hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefâhet ehli ve dalâlete düşenlerin –o cihetle– aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü bu zamanda iki dehşetli hâl var:

    Birincisi[]

    Akibeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lez- zetlere tercih eden hissiyât-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden; ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemi- ni gösterip hissini mağlup etmektir.

    Ve 1ة ا א ا ة ا ن âyetinin işaretiyle bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetleri- ni bildiği hâlde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, –ehl-i iman iken– ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlike- sinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemlerini göstermekle olur ki; Risale-i Nur o meslekten gidiyor.

    Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâ- hetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra.. ve cehennemin vücudunu isbat ile.. ve onun azâbı ile insanları fenalıktan, seyyi- âttan vazgeçirmek yoluyla onda, belki yirmide biri ders alabilir. Ders aldıktan sonra da “Cenâb-ı Hak, Gafûr-u Rahîm’dir, hem cehennem pek uzaktır.” der, sefâhetine devam edebilir. Kalbi, ruhu, hissiyâtına mağlup olur...

    İşte Risale-i Nur, ekser muvâzeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefis-perest insanları dahi o menhus, gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Seki- zinci Sözler’deki kısa muvâzeneler ve Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’n- daki uzun muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ âyet-i nûrdaki2 seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetlere gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiye’nin âhirine baksın.

    1 “Bile bile dünyayı (âhirete) tercih ederler.” (İbrahim sûresi, 14/3). 2 Nûr sûresi, 24/35.

    ON BEŞİNCİ ŞUA / İkinci Makamı’ndan

    Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, rızka muhtaç hayvanât âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım. Hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlık- larıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gös- terdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryat eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye ve imanın dürbünü ile gördüm: Rahmân ismi Rezzâk burcunda, parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç, bîçâre zîhayat âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

    •Sonra hayvanât âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi, gördüm ki: Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi, sevinçli âle- me çevirip ışıklandırdı ki; şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen göz yaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

    •Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki; kalbimin en derinliklerinden feryat ettim. “Eyvah!” dedim. Çünkü insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri.. ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları.. ve ebedî bekâ ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddî isteyen himmet- leri ve fıtrî istidatları.. ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri.. ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları.. ve zaaf ve aczleriyle beraber,1 hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve âdaları ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat yaşamak için gayet perişan bir maîşet içinde; kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet olan mütemâdî zeval ve firak belasını çekmek içinde –ehl-i gaflet için zulümât-ı ebediye kapısı suretinde görülen– kabre ve mezaristana bakı- yorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümât kuyusuna atılıyorlar. İşte bu insan âlemini bu zulümât içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla, bütün le- tâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken, birden Kur’ân’dan gelen nur ve kuvvet-i iman o dalâlet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi; gördüm ki: Cenâb-ı Hakk’ın dil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm bur- cunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda, yani manasında; Bâis ismi, Vâris bur- cunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş

    1 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/28; Fâtır sûresi, 35/15.

    gibi tulû ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat adedince, 2 כ ا ، 1 ا dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki;

    “İmanda mânevî bir cennet ve dalâlette mânevî bir cehennem bu dün- yada da vardır.” yakînen bildim.

    •Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânîn-i ilmiyeleri, hayalime deh- şetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden.. ve her vakit dağıl- maya ve parçalanmaya müstaid (kabil).. ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğun- da seyahat eden bîçâre nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye ve imaniyeyle ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:

    Hâlık-ı arz ve semâvât’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semâvâti ve’l-ard ve Müsahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri rahmet, azamet, rubûbiyet burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki; o hâlette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi.. ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulatını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerrâtı adedince 3نא ا ا dedim.

    İşte buna kıyasen, Risale-i Nur’da pek çok muvâzenelerle isbat edilmiştir ki; ehl-i sefâhet ve dalâlet, dünyada dahi mânevî bir cehennem içinde azap çektiklerini.. ve ehl-i iman ve salahat, dünyada dahi mânevî bir cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyât ve cilveleriyle, mânevî bir cennet lezzetleri tadabilirler. Belki derece-i imanlarına göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan

    1 Bütün hamdler, övgüler Allah’adır. 2 Her türlü şükran ve minnet Allah’adır. 3 İman nimetini bahşeden Allah ’a hamdolsun..

    ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki; ehl-i dalâ- let, mânevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini takdir edemiyor.

    Bu Asırda İkinci Dehşetli Hâl[]

    Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüt, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhak- kiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkûku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vaz- geçebilirlerdi. Şimdi ise eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüt ile hakâik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece zi- yade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-i imaniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

    İşte, Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yara- sına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mucize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvâzenelerle en dehşetli mu- annid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zer- releri adedince vahdaniyet-i ilâhiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor.

    Evet Risale-i Nur’da iman ve küfür muvâzeneleri ve hidayet ve dalâ- let mukayeseleri, bu mezkûr hakikatleri bilmüşâhede isbat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci Söz’ün İki Makamı’nın Burhanları ve Lem’aları’na.. ve Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı’na.. ve Otuz Üçüncü Mektup’un Pencerele- ri’ne.. ve Asâ-yı Mûsâ’nın On Bir Hücceti’ne, sâir muvâzeneler kıyas edilse ve dikkat edilse, anlaşılır ki; bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecellî eden ha- kikat-i Kur’âniye’dir.

    İnşaallah nasıl Tılsımlar Mecmuası’nda, dinin mühim tılsımlarını ve hil- kat-i âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış.


    Aynen öyle de, ehl-i dalâletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidaye- tin dünyada dahi lezâiz-i cennetlerini gösteren.. ve imanın, cennetin mânevî bir çekirdeği ve küfrün ise cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gös- teren Nur’un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazıla- cak ve inşaallah neşredilecek. Said Nursî

    Birinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ

    “Bismillâh” her hayrın başıdır.1 Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nef- sim! Şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân -ı hâl ile vird -i zebân ıdır.

    “Bismillâh ” ne büyük tükenmez bir kuvvet , ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin. Tâ, şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını te- darik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır.

    İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevâzi idi, diğeri mağrur. Mütevâzii, bir reisin ismini aldı, mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kâtıu’t-tarîka rast gelse, der: “Ben, filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî def olur, ilişemez. Bir çadıra gir- se, o nâm ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Dâima titrer, dâima dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezîl oldu.

    İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Ac- zin ve fakrın hadsizdir.2 Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik- i Ebedî’si ve Hâkim- i Ezelîsi’nin ismini al.. tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.

    Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki; senin nihayetsiz aczin ve

    1 Cenâb-ı Hakk’ın ismi zikredilmeyen bir işin eksik kalacağına dair bkz.: İbni Mâce, nikâh 19; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/359; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/127-128. 2 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/28.

    fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr -i Rahîm’ in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki; askere kaydolur, devlet nâmına hareket eder. Hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. “Kanun nâmı- na, devlet nâmına” der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

    Başta demiştik: Bütün mevcudât, lisân -ı hâl ile ‘Bismillâh ’ der. Öyle mi?

    Evet, nasıl ki görsen; bir tek adam geldi. Bütün şehir ahâlisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi nâ- mıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki, o bir askerdir. Devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

    Öyle de her şey, Cenâb-ı Hakk’ı n nâmına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldı- rıyorlar. Demek her bir ağaç “Bismillâh” der; hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan “Bismillâh” der; matbaha-yı kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit, pek çok, muhtelif lezîz ta- amlar, içinde beraber pişiriliyor. Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar, “Bismillâh” der; rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzâk nâmına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bis- millâh” der; sert olan taş ve toprağı deler geçer. “Allah nâmına, Rahmân nâmına” der, her şey ona musahhar olur.

    Evet, havada dalların intişârı ve meyve vermesi gibi, o sert olan taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhûletle intişâr etmesi ve yer altında yemiş ver- mesi, hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyûn un ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını soku- yor ve diyor ki:

    “En güvendiğin salâbet ve hararet dahi, emir tahtında hareket edi- yorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ -yı Mûsâ (aleyhisselâm) gibi; 1 ا كא ب ا א emrine imtisâl ederek, taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenîn yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (aleyhisselâm) gibi ateş saçan hararete karşı, 2 إ א و اد כ رא א âyetini okuyorlar.”

    1 “(Bir zaman da Mûsâ, kavmi için su arayıp Allah’a yalvarmıştı.) Biz de: ‘Asânı taşa vur!’ demiştik.” (Bakara sûresi, 2/60 ). 2 “(Ateşe şöyle ferman ettik Biz:) Ey ateş! Dokunma İbrahim’e! Serin ve selâmet ol ona!” (Enbiyâ sûresi, 21/69 ).

    BİRİNCİ SÖZ[]

    Madem her şey mânen “Bismillâh” der. Allah nâmına, Allah’ın nimet- lerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz, Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.1

    Suâl: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah , ne fiyat istiyor?

    Elcevap:Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise; üç şeydir:

    Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta “Bismillâh” zikirdir. hirde “El- hamdülillâh” şükürdür. Ortada, “Bu kıymettar harika-yı sanat olan nimetler; Ehad -i Samed’ in mucize-i kudreti ve hediye- i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek” fikirdir.

    Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâ- hirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’im-i Hakiki’yi unutmak ondan bin derece daha belâhettir. Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver.. Allah nâ- mına al.. Allah nâmına başla.. Allah nâmına işle..2 vesselâm.

    1 Bkz.: “Allah adına kesilmeyen hayvanın etini yemeyin!” (En’âm sûresi, 6/121); “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah’a da, ahirete de inanmadığı hâlde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumu- na düşmeyin.” (Bakara sûresi, 2/264 ). 2 Bu tür fiilleri Allah için yapanın, kâmil imanı elde edeceğine dair bkz.: Tirmizî, sünnet 15; Ebû Dâvûd, kıyâmet 60; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/438, 440.

    İkinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ 1 א ن ا

    İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

    Bir vakit iki adam; hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin , tâlihsiz, bir tarafa; diğeri, hudâbîn, bahtiyar, diğer tarafa sülûk eder, giderler.

    Hodbîn adam, hem hodgâm, hem hodendîş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fenâ bir memlekete düşer. Bakar ki; her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatların- dan vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hâli görür. Bütün memleket bir mâtemhâne-i umumî şeklini almış. Kendisi, şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çâre bulamaz. Çünkü her- kes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müthiş cenazeleri ve me’yûsâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı , azab içinde kalır.

    Diğeri; hudâbîn, hudâ-perest ve hakendîş, güzel ahlâklı idi ki; nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umu- mî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürûr, bir şehrâyîn, bir cezbe ve neşe içinde zikirhâneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşa- sınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umûmiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrûrâne ahz-ı asker için bir davul, bir mûsikî sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın, hem kendi hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi hem umum halkın sürûru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticâret eline geçer, Allah ’a şükreder.

    1 “O müttakîler ki görünmeyen âleme inanırlar.” (Bakara sûresi, 2/3 ).

    İKİNCİ SÖZ[]

    .....

    Sonra döner, öteki adama rast gelir, hâlini anlar. Ona der: “Yahu sen divâne olmuşsun. Bâtınındaki çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmalı ki; gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ, şu musibetli perde senin nazarından kalksın. Hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, mukte- dir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyât ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

    Sonra o bedbahtın aklı başına gelir; nedamet eder. “Evet, ben işretten divâne olmuştum. Allah senden razı olsun ki, cehennemî bir hâletten beni kurtardın.” der.

    Ey nefsim!

    Bil ki; evvelki adam kâfirdir veya fâsık, gafildir. Şu dünya onun nazarında bir mâtemhâne-i umûmiyedir. Bütün zîhayat, firak ve ze- vâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle par- çalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudât; ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neşet edip, onu mânen tâzib eder.Diğer adam ise mümindir. Cenâb-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun na- zarında şu dünya bir zikirhâne-i Rahmân, bir tâlimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihân-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise terhisattır.

    Vazife-i hayatını bitirenler bu dâr-ı fâniden, mânen mesrûrâne, dağda- ğasız diğer bir âleme giderler. Tâ, yeni vazifedârlara yer açılsın, gelip çalış- sınlar.Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakîm memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasın- daki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrîh veya işlemek neşesin- den neşet eden nağamâttır. Bütün mevcudât, o müminin nazarında, Seyyid-i Kerîm’i nin ve Mâlik-i Rahîm’i nin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latîf, ulvî ve lezîz, tatlı hakikatler, imanından tecelli eder, tezahür eder.

    Demek, iman bir mânevî tûbâ- yı cennet1 çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mâ- nevî bir zakkum -u cehennem 2 tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’ te ve imandadır. Öyle ise, biz dâima: 3نא ا لא כو م ا د ا demeliyiz..

    1 Tûbâ’nın, cennetteki bir ağaç olduğuna dair bkz.: Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 4/183; İbni Hibbân, es-Sahîh 16/429, 430; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 17/127, 128. 2 Zakkum ağacı için bkz.: İsrâ sûresi, 17/60; Sâffât sûresi, 37/62-65; Duhân sûresi, 44/43-44; Vâkıa sûresi, 56/ 51-53; Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 42, kader 10; Tirmizî, tefsîru sûre (17) 4. 3 Bize ihsan ettiği İslâm Dini ve tam, yüksek iman nimeti sebebiyle Rabbimize hamd olsun.

    Üçüncü Söz[]

    ا ا ا ــــــ 1او ا سא ا א أ א

    İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefâhet, ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, din- le:

    Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber gi- derler, tâ yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcu- sundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki; intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.”

    O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur.

    Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır. Nizama tâbi olmak istemez. Sola gider. Cismi, bir batman ağırlıktan kurtulur. Fakat kalbi, binler batman min- netler altında ve ruhu, hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci , hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir surette gider. Tâ mahall-i maksuda yetişir. Orada âsî ve kaçak cezasını görür.

    1 “Ey insanlar! (Hem Sizi hem de sizden önceki insanları yaratan) Rabbinize ibadet ediniz.” (Bakara sûresi, 2/21 ).

    Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise; kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat -ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlup şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir nâmuslu askere münâsib bir mükâfat görür.

    İşte ey nefs -i serkeş![]

    Bil ki: O iki yolcu, biri; mutî-i kanun-u ilâhî, birisi de; âsî ve hevâya tâbi insanlardır. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervâhdan gelip kabirden ge- çer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır. İbadetin çendan zâhirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü; âbid, namazında der: 1 ا إ إ نأ أ Yani; “Hâlık ve Rezzâk, O’ndan başka yoktur! Zarar ve menfaat, O’nun elindedir.2 O hem Hakîm’dir; abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur.” diye îtikat ettiğinden, her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür. Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip, her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tâmme verir.

    Evet, her hakiki hasenât gibi cesâretin dahi menbaı imandır,3 ubûdi- yettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir!4 Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ih- timâldir ki onu korkutmaz. Belki harika bir kudret- i samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu ser- seri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti hâne lerini terk ettiler.)

    Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu hâlde, sermayesi hiç hük- münde... Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu hâlde, iktidarı hiç hük- münde bir şey... deta sermaye ve iktidarının dâiresi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dâiresi, gözü, hayâli nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.

    1 “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Müslim, salât 60; Tirmizî, salât 216; Ebû Dâvûd, salât 178; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 1/292) 2 Bkz.: Bakara sûresi, 2/102; l-i İmran sûresi, 3/26; A’râf sûresi, 7/188; Fetih sûresi, 48/11; Mücadele sûresi, 58/10; Ayrıca bkz.: Tirmizî, kader 10; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 6/441. 3 Bkz.: l-i İmran sûresi, 3/173. 4 Bkz.: l-i İmran sûresi, 3/151; Enfâl sûresi, 8/12.

    İşte bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere1 ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.

    Malûmdur ki; zararsız yol, zararlı yola –velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa– tercih edilir. Hâlbuki meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise –hatta fâsıkın itirafıyla dahi– menfaatsiz olduğu hâlde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür de- recesinde, hadsiz ehl-i ihtisası n ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevk in ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.

    Elhâsıl: hiret gibi dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyle ise, biz dâima 2 او א ا ا demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

    1 Bkz.: Fâtır sûresi, 35/15. 2 Bize yardımını ve kendisine itaat etmeyi nasip eden Rabbimize hamd olsun.

    Dördüncü Söz[]

    ا ا ا ــــــ 1 ا دא ة ا Namaz, ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir mas- raf ile kazanılır; hem namazsız adam, ne kadar divâne ve zararlı olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, gör:

    Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını her birisine yirmi dört altın verip iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir is- tasyon vardır. Hem araba , hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermayeye göre binilir.”

    İki hizmetkâr; ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr; bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara-mumara verip zâyi eder. Bir tek altını kalır. Arkada- şı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ bu uzun yolda yayan ve aç kal- mayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.” Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akıl- sız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı? 1 “Namaz, dinin direğidir.” el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/135, 136; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 3/39; ed-Deylemî, el-Müsned 2/404.

    İşte ey namazsız adam ! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim![]

    O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlık ’ımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mü- tedeyyin, namazını şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise yirmi dört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise cennett ir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre , haşre , ebede gidecek beşer yol- culuğudur; amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayâl gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’eder. Kur’- ân- ı Azîmüşşân şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.1 O bilet ise namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdest le kâfi gelir.

    Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat -ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse –hâl- buki kazanç ihtimâli binde birdir– sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde dok- san dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

    Hâlbuki namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mâl edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.

    1 Bkz.: “Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’na yükselir.” (Secde sûresi, 32/5 ); “Melekler ve Ruh, O’nun Arş’ına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler.” (Meâric sûresi, 70/4 ).

    Beşinci Söz []

    ا ا ا ــــــ 1ن او ا ا ا ا نإ

    Namaz kılmak ve büyük günah ları işlememek,2 ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münâsib bir netice-i hilkat- i beşeriye oldu- ğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

    Seferberlikte bir taburda, biri muallem vazife-perver; diğeri acemi nefis- perver iki asker beraber bulunuyordu. Vazife-perver nefer, tâlime ve cihada dikkat eder, erzak ve tâyinâtını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki; onu besle- mek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta inde’l-hâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi tâlim ve ci- haddır. Fakat bazı erzak ve cihâzât işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: “Ne yapıyorsun?” “Devletin angaryasını çekiyo- rum.” der. Demiyor: “Nafaka m için çalışıyorum.”

    Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. “O devlet işidir. Bana ne!” derdi. Dâim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi.

    Bir gün muallem arkadaşı ona dedi: “Birâder, asıl vazifen tâlim ve mu- harebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin, her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücâhede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana ‘âsidir’ der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri; padişahın vazi- fesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshîlât ile yardım eder ki, tâlim ve harptir.”

    1 “Allah fenâlıktan korunanlar ve hep güzel davrananlarla beraberdir.” (Nahl sûresi, 16/128 ). 2 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/31; Şûrâ sûresi, 42/37; Necm sûresi, 53/32.

    Acaba o serseri nefer, o mücâhid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır, anlarsın!

    İşte ey tembel nefsim!

    O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya ha- yatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise, cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın Cemaat-i İslâmiye’sidir. O iki nefer ise; biri, ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için, nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslüman’ dır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakiki’yi itham et- mek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk eden ve maîşet yolunda rast gele günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o tâlim ve talimat ise başta namaz , ibadettir. Ve o harb ise, nefis ve hevâ , cin ve ins şeytan larına karşı mücâhede edip, günahlardan ve ahlâk- ı rezîle den, kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır. O’na tevekkül edip emniyet etmektir. Evet, en parlak bir mucize-i sanat -ı samedâniye ve bir harika-yı hikmet - i rabbâniy e olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de O’dur.1 O’ndan başka olmaz! Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan , en iyi beslenir, meyve kurt ları ve balıklar gibi.. hem en âciz , en nâzik mahlûk, en iyi rızkı o yer, çocuklar ve yavrular gibi. Evet, vâsıta-yı rızk-ı helâl , iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvâzene etmek kâfidir.

    Demek derd-i maîşet için namazını terk eden,2 o nefere benzer ki; tâli- mi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat, namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîm’i n matbaha-yı rahmetinden tâyinâtını aramak, baş- kalara bâr olmamak için kendisi bizzat gitmek güzeldir, mertliktir; o dahi bir ibadettir.


    Hem insan ibadet için halk olunduğunu,3 fıtratı ve cihâzât-ı mâneviyesi gösteriyor. Zira, hayat -ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat, hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarrû ve ibadet cihetinde hayvanâtın sultânı ve kumandanı hükmündedir.


    1 Bkz.: Yûnus sûresi, 10/31; Hûd sûresi, 11/6. 2 Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/132. 3 Bkz.: Zâriyât sûresi, 51/56.

    Demek ey nefsim! Eğer hayat -ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona dâim çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olur- sun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen1 ve ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandan ı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hak k’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

    İşte sana iki yol.2 İstediğini intihâb edebilirsin. Hidâyet ve tevfiki Erhamür- râhimîn ’den iste...

    1 “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” mânâsındaki hadis için bkz.: el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/19; es- Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.497; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.205. 2 Bkz.: “Şükür” ya da “küfür” yolu (Dehr sûresi, 76/3); “iki yol (hayır ve şer yolu)” (Beled sûresi, 90/10); “kötülük” ya da “takvâ” yolu (Şems sûresi, 91/8); “en kolay yol” ya da “en güç yol” (Leyl sûresi, 92/5-10).

    Altıncı Söz[]

    ا ا ا ــــــ 1 ا ن ا أو أ ا ى ا ا نإ

    Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk ’a satmak ve O’na abd olmak ve asker ol- mak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:

    Bir zaman bir padişah , raiyetinden iki adama, her birisine emaneten bi- rer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah , o iki nefere kemâl-i merha- metinden bir yâver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:

    “Elinizde olan emânetimi bana satınız. Tâ sizin için muhafaza edeyim. Beyhûde zâyi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra, size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emânet malınızdır, pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim nâmımla ve be- nim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yüksele- cek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedârik edemezsiniz. Bütün masârifâtı ve levâzımâtı ben deruhte ederim. Bütün vâridâtı ve menfaati size vereceğim. Hem de terhisât zamanı- na kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!..


    Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacak. Hem beyhûde gidecek, hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymettar âletler, 1 “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe sûresi, 9/111 ).

    mîzânlar istîmal edilecek şâhâne mâdenler ve işler bulmadığından, bütün bü- tün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emânette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret!.. Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim nâmımla tasarruf etmek demektir. di bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yâver-i askeri olursunuz.”

    Onlar, şu iltifâtı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:

    “Baş üstüne, ben maaliftihâr satarım. Hem bin teşekkür ederim.” Diğeri mağrur, nefsi firavun laşmış, hodbin , ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzele ve dağdağalarından haberi yok. Dedi:

    “Yok, yok!.. Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi boz- mam!..”

    Biraz zaman sonra birinci adam, öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes hâ- line gıpta ederdi. Padişahın lutfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hâle giriftar olmuş ki; hem herkes ona acıyor, hem de “Müstehak!” diyor. Çünkü; hatasının neticesi olarak, hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.

    İşte ey nefs -i pürheves! Şu misalin dürbünü ile hakikatin yüzüne bak.


    Amma o padişah ise; ezel- ebed Sultân’ı olan Rabb’in, Hâlık’ ındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise; senin dâire-i hayatın içindeki mâ- melekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayâl gibi zâhirî ve bâtınî hâsselerindir. Ve o yâver-i ekrem ise, Resûl-i Kerîm’ dir. Ve o fermân-ı ahkem ise, Kur’ân- ı Hakîm’dir ki; bahsinde bulunduğumuz ticaret -i azîmeyi şu âyetle ilân ediyor:

    1 ا ن ا أو أ ا ى ا ا نإ

    Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; dur- muyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Madem her şey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak; acaba bâkîye tebdil edip ibkâ etmek çâresi yok mu?” deyip düşünürken birden semâvî sadâ-yı Kur’ân

    1 “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe sûresi,

    9/111 ).

    işitiliyor.

    Der: “Evet var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çâresi var.”

    Suâl: Nedir?

    Elcevap:Elcevap: Emaneti sahib-i hakikisine satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var.

    Birinci Kâr: Fânî mal bekâ bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zül- celâl’e verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder. Bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları; âdeta tohumlar, çekirdek- ler hükmünde zâhiren fenâ bulur, çürür. Fakat, âlem- i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzâh ta ziyâdâr, mûnis birer manzara olurlar.

    İkinci Kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

    Üçüncü Kâr: Her âzâ ve hâsselerin kıymeti, birden bine çıkar.

    Meselâ akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk ’a satmayıp, belki nefis hesabı- na çalıştırsan; öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş za- manın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifânesini senin bu bîçâre başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki; fâsık adam, aklın iz’âc ve tâcizinden kurtulmak için, gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik -i Hakiki’sine satılsa ve O’nun hesabına çalıştırsan; akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan ni- hayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediye ye müheyyâ eden bir mürşid -i rabbânî derecesine çıkar.

    ◆Meselâ göz bir hâssedir ki; ruh, bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk ’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur.

    Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’i ne satsan ve O’nun hesabına ve izni dâi- resinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı sanat-ı rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arı sı derecesine çıkar.

    ◆Meselâ dil deki kuvve-i zâikay ı, Fâtır-ı Hakîm ’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit, midenin tavlasına ve fabrika sına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm’ e satsan; o zaman, dildeki kuvve-i zâika, rahmet -i ilâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kud- ret -i samedâniye matbahlarının bir müfettiş -i şâkiri rütbesine çıkar.

    İşte ey akıl! Dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz! Güzel bak! di bir kavvad nerede? Kütüphâne-i ilâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil! İyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-yı rahmet nâzırı nerede?..

    Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki; haki- katen mümin cennet e lâyık ve kâfir cehennem e muvâfık bir mâhiyet kesbe- der. Ve onların her biri öyle bir kıymet almalarının sebebi; mümin, imanıyla Hâlık’ ının emânetini, O’nun nâmına ve izni dâiresinde istîmal etmesidir. Ve kâfir, hıyanet edip nefs -i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.

    Dördüncü Kâr: İnsan zayıftır, belâları çok.. fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde.. âcizdir, hayat yükü pek ağır... Eğer Kadîr-i Zülcelâl ’e dayanıp tevekkül etmez- se ve itimat edip teslim olmazsa, vicdanı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.

    Beşinci Kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede ittifak etmişler.

    İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin.

    Birinci Hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât.. ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ.. ve meftûn olduğun gençlik ve hayat zâyi olup kaybolacak. Senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yük- letecekler.

    İkinci Hasâret: Emânette hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymet- tar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

    Üçüncü Hasâret: Bütün o kıymettar cihâzât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp, hikmet -i ilâhiye ye iftira ve zulmettin.

    Dördüncü Hasâret: Acz ve fakrın ile beraber,1 o pek ağır hayat yükünü, zayıf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında dâim vâveylâ edeceksin. 1 Bkz.: Fâtır sûresi, 35/15.

    Beşinci Hasâret: Hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhreviye levâzı- matını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz, dil gibi güzel hediye- i rahmâ- niyeyi cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

    Şimdi satmaya bakacağız... Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok!.. Kat’â ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.1 Ferâiz-i ilâhiye ise hafiftir, azdır. Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi Allah nâmına işlemeli, başlamalı.. ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı.. ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı.. kusur etse istiğfar etmeli:

    “Yâ Rab! Kusurumuzu affet. Bizi, kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar, bizi emanette emin kıl, âmîn...” demeli ve O’na yalvarmalı...

    1 “Allahım, haramına karşı helâlinle beni doyur!” anlamındaki duâ için bkz.: Tirmizî, deavât 110; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 1/153.

    Yedinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ

    Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan 1 ا م א و א ا ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden, ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkül-küşâ ol- duğunu.. ve sabır ile Hâlık’ı na tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâk’ından suâl ve dua, ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilaç olduğunu.. ve Kur’ân’ ı dinlemek, hükmüne inkıyâd etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek; ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnakdâr bir bilet, bir zâd-ı âhiret , bir nur- u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

    Bir zaman bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverâ- nında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:

    Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında ce- sîm bir arslan , ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor. Onu da bekliyor. Hem bu hâli ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor. O bîçâre, şu dehşet içinde me’yusâne düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhâh, nurânî bir zât peydâ olur.

    Ona der: “Me’yûs olma! Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istîmal etsen, o arslan sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilaç vere- ceğim. Güzelce istîmal etsen, o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) denilen latîf çiçeğe inkılâb ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin. İşte eğer inanmıyorsan bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.” Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti.

    1 “Allah’a ve âhiret gününe iman ettim.” Allah’a ve âhiret gününe iman ile ilgili bazı âyetler için bkz.: Bakara sûresi, 2/8, 62, 126, 177, 228, 232, 264; l-i İmran sûresi, 3/114; Nisâ sûresi, 4/38, 39, 59, 136, 162.

    Evet ben, yani şu bîçâre Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tec- rübe ettim. Pek doğru gördüm.

    Bundan sonra birden gördü ki; sol cihetinden şeytan gibi dessâs, ayyaş, aldatıcı bir adam; çok zînetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu hâlde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:

    “Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretle- rine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.”

    Suâl: Ha ha!.. Nedir ağzında gizli okuyorsun?

    Cevap:Cevap: Bir tılsım .

    – Bırak şu anlaşılmaz işi!.. Hazır keyfimizi bozmayalım. Suâl: Ha!.. Şu ellerindeki nedir?

    Cevap:Cevap: Bir ilâç .

    – At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.

    Suâl: Ha!.. Şu beş nişanlı kâğıt nedir?

    Cevap:Cevap: Bir bilet. Bir tâyinat senedi.

    – “Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsimind e yolculuk bizim nemize lâ- zım..” der. Her bir desîse ile onu iknâa çalışır. Hatta o bîçâre ona biraz mey- leder.Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessâsa aldandım.

    Birden sağ cihetinden, ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma! Ve o dessâsa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kal- dırıp, sağ ve solumdaki yaraları defedip, peşimdeki yolculuğu men edecek bir çâre sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!.. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin...”

    İşte ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil!.. O bî- çâre asker ise sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm ve zevâl ve firaktır ki; gece-gü ndüzün dönmesinde her dost vedâ eder, kaybolur. Ve o iki yara ise; birisi, müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri, elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.1 Ve o nefy ve yolculuk ise; âlem-i ervâhtan, 1 Bkz.: Fâtır sûresi, 35/15.

    rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzâh- tan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır. Ve o iki tılsım ise Cenâb-ı Hakk ’a iman ve âhiret e imandır. Evet, şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mümini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna, huzûr-u Rahmân’ a götüren bir musahhar at ve burak suretini alır. Onun içindir ki; ölümün hakikatini gören kâmil insan lar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelme- den ölmek istemişler.1 Hem zevâl ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürûr-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâl ’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, havârık-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini, kemâl-i lez- zetle seyr ve temâşâya vâsıta suretini alır. Evet, güneşi n nûrundaki renkleri gösteren aynaların tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değiş- mesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder. Ve o iki ilaç ise; biri, sabır ile tevekküldür. Hâlık ’ının kudretine istinad, hikmetine itimattır. Öyle mi? Evet, emr-i kün feyekûn’e2 mâlik bir Sultân-ı cihan’a, acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın, ne pervâsı olabilir? Zira, en müthiş bir musibet karşı- sında; 3ن ار إ א إو א إ deyip itmînân-ı kalb ile Rabb-i Rahîm’i ne itimad eder. Evet, ârif-i billâh; aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet, havfda lezzet vardır. Eğer, bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edil- se: “En lezîz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak, yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındı- ğım hâlettir.” Hâlbuki; bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-yı tecelli-i rahmet- tir.4 Onun içindir ki kâmil insanl ar, aczde ve havfullahda öyle bir lezzet bul- muşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah ’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçi yapmışlar. Diğer ilaç ise şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm ’in rah- metine itimattır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-yı nimet eden ve bahar mevsimin i bir 1 Bkz.: Yûsuf sûresi, 12/101. 2 “(O, bir şeyi yaratmak isteyince sadece) ‘ol!’ der, o da oluverir.” (Bakara sûresi, 2/117 ; l-i İmran sûresi, 3/47 , 59 ; En’âm sûresi, 6/73 ; Nahl sûresi, 16/40 ; ... ) 3 “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.” (Bakara sûresi, 2/156) 4 Mahlukatta bulunan acıma hissinin; Cenâb-ı Hakk’ın yüz rahmetinden sadece birinin, bütün mahlukat arasında taksim edilmiş hâli olduğuna dair bkz.: Buhârî, edeb 19; Müslim, tevbe 17, 20, 21.

    çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Ce- vâd-ı Kerîm ’in misafirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır. İştiha gibi fakrın tezyîdine çalışır. Onun içindir ki kâmil insanl ar, fakr ile fahretmişler.1 (Sakın yanlış anlama! Allah’ a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilen- cilik vaziyetini almak demek değildir.) Ve o bilet, senet ise; başta namaz olarak, edâ-yı ferâiz ve terk-i kebâirdir . Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşâhedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda zâd ve zahîre , ışık ve burak ; ancak Kur’ân ’ın evâmirini imtisâl ve nevâhîsinden içtinâb ile elde edi- lebilir. Yoksa fen ve felsefe , sanat ve hikmet , o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.2

    İşte ey tembel nefsim![]

    Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâir i terk etmek ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi , faydası ne kadar çok, mühim ve büyük olduğunu aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefâhete seni teşvik eden şey- tana ve o adama dersin: “Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp, kabir kapısını kapamak çâresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus!.. Kâinat mescid- i kebîrinde Kur’ân, kâinatı okuyor. O’nu din- leyelim.. o nur ile nurlanalım.. hidâyetiyle amel edelim.. ve O’nu vird- i zebân edelim... Evet, söz O’dur.. ve O’na derler. Hak olup, Hak’tan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nurânî hikmeti neşreden O’dur!..” 3نا او نא ا ر א ر ا 4כ ءא א א و כ إ رא א א أ ا 1 Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/70, 71; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.745; Aliyyülkârî, el- Esrâru’l-merfûa s.320. 2 Ölüyü, mezara kadar takip eden üç şeyden ailesi ve malının geriye dönüp, sadece amelinin kendisiyle kalacağına dair bkz.: Buhârî, rikak 42; Müslim, zühd 5. 3 Allahım, kalbimizi iman ve Kur’ân nûruyla nurlandır. 4 “Allahım, Sana karşı fakrımızla bizi zengin kıl; Senden istiğnâ ile bizi fakir düşürme.” el-Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân s.129.

    כ ا א א ،כ و כ إ א او ،א و א כ إ א أ ،تא او ا راو א راو ،כ א او ،א أ إ א כ و ،כ כ و ככ لא و כ و כ و כ و ك א و و כ ر و כ ر لא و כ نא و כ ا و כ א و כ כ א ئאכ אכو כ א ة כ כ و جا و כ اد ف و نא و كدא و כئא أ ز כ ف و כ א و כ ر ل دو رأ ي ا כ رو כ و كدא إو كد را و כ ر لא تا و כ א ا ، او ا ا إ و ، أ و ا و ، א ر 1. ا ، א ا كدא و ، ا כ כئ و 1 Allahım! Biz kendi havl ve kuvvetimizden teberrî edip Senin havl ve kuvvetine iltica ettik. Sen de bizi, Sana tevekkül edenlerden eyle. Bizi nefsimizle başbaşa bırakma. Bizi hıfzınla koru. Bize ve erkek, kadın bütün müminlere rahmet et. Kulun, nebîn, safiyyin, halîlin; mülkünün cemâli, masnûâtının melîki ve sultanı, inâyetinin göz bebeği, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin misali, mahlûkatının nûru, mevcudâtının şerefi, mahlûkatının kesreti içinde vahdetinin sirâcı, kâinatının tılsımının kâşifi, saltanat-ı rubûbiyetinin dellâlı, marziyyâtının mübelliği, esmâ-yı hüsnânın hazinelerinin tarif edicisi, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümanı, cemâl-i rubûbiyetinin aynası, Senin görülüp gösterilmene vesile olan habîbin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resûlün olan Efendimiz Muhammed’e (sal- lallâhu aleyhi ve sellem), bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan nebî ve resûllere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm et, âmîn.

    Sekizinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ 2م ا ا ا نإ ، 1م ا ا إ ـ إ ا Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mâhiyet ve kıymetlerini ve eğer din- i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz in- san , en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran ا א ve 3 ا إ إ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Eski zamanda iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide tâ yol ikileşti. O iki yol başında, ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda, kanun ve nizama teba- iyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekâvet vardır. Şimdi intihabtaki ihtiyar sizdedir.” Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola 4 ا כ deyip gitti. Ve nizam ve intizâma tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vazi- yette giden bu adamı hayâlen takip ediyoruz. İşte bu adam, dereden tepeden aşıp gitgide tâ hâlî bir sahraya girdi. Bir- den müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki; dehşetli bir arslan , meşelikten çıkıp ona 1 “Allah o ilâhtır ki kendisinden başka ilâh yoktur. Hayy (Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan) O’dur, Kayyûm (Kendi zâtı ile var olup, zevâl bulmayan ve bütün varlıkları varlıkta tutup onları yöneten) O’dur.” (Bakara sûresi, 2/255 ; l-i İmran sûresi, 3/2 ). 2 “Allah katında hak din, İslâmdır.” ( l-i İmran sûresi, 3/19 ). 3 “Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Sâffât sûresi, 37/35 ; Muhammed sûresi, 47/19 ) 4 “Allah’a tevekkül ettim. (Allah kerîm..!)” (Hûd sûresi, 11/56)

    hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyu ya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare; biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki; arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki; dehşetli bir ejderha içindedir. Başını kaldırmış otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrub etmiş. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyu nun duvarına baktı, gördü ki; ısırıcı muzır haşerât etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacıdır. Fakat harika olarak muhtelif çok ağaçların meyveler i, ceviz- den nar a kadar başında yemişleri var. İşte şu adam sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki; bu, âdi bir iş değildir. Bu işler tesâdüfî olamaz. Bu acîb işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryâd u figân ettikleri hâlde; nefs-i emmâre si, güya bir şey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Hâlbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadîs -i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: 1 ي א أ Yani: “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sû-i zan ile ve akılsızlığı ile gördüğünü, âdi ve ayn -ı hakikat telâkki etti. Ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek!.. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor.2 Böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu, bu azapta bırakıp döneceğiz. Tâ öteki kardeşin hâlini anlayacağız. İşte şu mübarek, akıllı zât gidiyor. Fakat birâderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet eder. Hem birâderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshîlât görür. sâyiş ve emniyet içinde serbest gidiyor. İşte bir bahçeye rast geldi. İçinde, hem güzel çiçek ve meyve ler var, hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine gir- mişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, 1 Buhârî, tevhid 15, 35; Müslim, zikir 2, 19, tevbe 1; Tirmizî, zühd 51, deavât 131. 2 A’lâ sûresi, 87/13.

    hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Her şeyin iyisine bak!” kaidesiyle amel edip, murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifâde etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor. Sonra gitgide bu dahi evvelki birâderi gibi bir sahra-yı azîmeye girdi. Bir- den hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat birâderi kadar korkma- dı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimâli var.” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Birâderi gibi ortasında bir ağaca eli ya- pıştı; havada muallâk kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı, arslan; aşağıya baktı, bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acîb vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif... Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş. Ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: “Bu acîb işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız de- ğilim; o gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevk edip davet ediyor.” Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neşet eder ki: “Acaba beni tec- rübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acîb yol ile bir maksada sevk eden kimdir?” Sonra tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neşet etti. Ve şu muhabbetten tılsımı açmak arzusu neşet etti. Ve o arzudan tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak irâdesi neşet etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır; fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki; bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümûnelerini bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehâlet ediyo- rum ve sana hizmetkârım. Ve senin rızânı istiyorum. Ve seni arıyorum.”

    Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şâhâne, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılâb etti. Ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler. Ve onu içeriye davet ediyor- lar. Hatta o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi. İşte ey tembel nefsim! Ve ey hayâlî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvâzene edelim. Tâ iyilik nasıl iyilik getirir1 ve fenâlık nasıl fe- nâlık getirir, görelim, bilelim. Bakınız: Sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedâr ve revnakdâr bir bahçeye davet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, lezîz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir ma- rifet içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor. Hem o bedbaht, vahşet ve me’yûsiyet ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, kendini vahşî canavar- ların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir azîz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandâr-ı Kerîm’ in acîb hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor. Hem o bedbaht, zâhiren lezîz, mânen zehirli yemiş leri yemekle azabını tâcil ediyor. Zira o meyveler nümûnelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder. Ve intizar ile telezzüz eder. Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir haki- kati ve parlak bir vaziyeti, basîretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümâtlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kim- seden şekvâya hakkı vardır. Meselâ bir adam; güzel bir bahçede, ahbâblarının ortasında, yaz mevsi- minde, hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip, ba- ğırmaya ve ağlamaya başlasa; nasıl şefkate lâyık değil... Kendi kendine zulme- diyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir. Ve şu bahtiyar ise hakikati görür –hakikat ise güzeldir– hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenâlığı kendinden, iyiliği Allah’ta n bil”2 olan hükm-ü Kur’ânî’ni n sırrı zâhir oluyor. Daha bunlar gibi sâir farkları muvâzene etsen anlayacaksın 1 Buhârî, cihâd 27; Müslim, zekât 123. 2 Bkz.: Nisâ sûresi, 4/79 .

    ki; evvelkisinin nefs-i emmâre si, ona bir mânevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş. Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak is- tersen, Kur’ân’ ı dinle ve hükmüne mutî ol! Ve O’na yapış! Ve ahkâmıyla amel et!.. Şu hikâye- i temsiliyede olan hakikatleri eğer fehmettin ise hakikat-i din ve dünya ve insan ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleye- ceğim. İncelerini sen kendin istihraç et. İşte bak! O iki kardeş ise; biri, ruh-u mümin ve kalb-i sâlih dir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsık tır. Ve o iki tarîkten sağ ise; tarîk-i Kur’ân ve imândır. Sol ise; tarîk-i isyan ve küfrândır. Ve o yoldaki bahçe ise cemiyet-i beşeriye ve medeniyet- i insaniye içinde muvakkat hayat- ı içtimâiyedir ki; içinde hayır ve şer , iyi ve fenâ , temiz ve pis şeyler beraber bulunur. kıl odur ki; 1ر כ א عدو א א kaidesiyle amel eder, selâmet- i kalb ile gider. Ve o sahra ise şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise beden-i insan ve zaman-ı hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise ömr-ü vasatî ve ömr-ü gâlibî olan altmış se- neye2 işarettir. Ve o ağaç ise müddet-i ömür ve madde-i hayattır. Ve o iki siyah ve beyaz hayvan ise gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise ağzı kabir olan tarîk-i berzâhiye ve revâk-ı uhrevîdir. Fa- kat o ağız, mümin için zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.3 1 “Duru ve saf olanı al, karışık ve bulanık olanı bırak.” İbni Düreyd, el-İştikâk s.146; ez-Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa s.703; ez-Zebîdî, Tâcü’l-arûs 14/22 (k-d-r maddesi). 2 Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem); ümmetinin ömrünü, “60 ile 70 sene arası” diye belirttiğine dair bkz.: Tirmizî, zühd 23, deavât 101; İbni Mâce, zühd 27. 3 Bkz.: Buhârî, cenâiz 68, 87; Müslim, cennet 70.

    Ve o haşerat-ı muzırra ise musîbât-ı dünyeviyedir. Fakat mümin için, gaf- let uykusuna dalmamak için tatlı îkazât-ı ilâhiye ve iltifâtât-ı rahmâniye hük- mündedir. Ve o ağaçtaki yemişler ise dünyevî nimetlerdir ki; Cenâb-ı Kerîm- i Mut- lak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşâbihleri, hem cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümûneler suretinde yapmış.1 Ve o ağacın birliğiyle beraber, muhtelif, başka başka meyveler vermesi ise; kudret -i samedâniyenin sikkesine ve rubûbiyet-i ilâhiyenin hâtemine ve saltanat-ı ulûhiyet in turrasına işarettir. Çünkü “Bir tek şeyden her şeyi yap- mak” yani, bir topraktan bütün nebatât ve meyveleri yapmak.. hem bir su- dan bütün hayvanâtı halketmek..2 hem basit bir yemekten bütün cihâzât-ı hayvaniyeyi îcad etmek.. bununla beraber “Her şeyi bir tek şey yapmak” yani, zîhayatın yediği gayet muhtelifü’l-cins taamlardan o zîhayata bir lahm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi sanatlar; Zât-ı Ehad -i Samed olan Sultân-ı Ezel ve Ebed’ in sikke-i hâssasıdır, hâtem- i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır . Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr- i külli şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir. Ve o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet -i hilkat tir. Ve o miftah ise, 4م ا ا إ ـ إ ا ، 3 ا إ إ ا א ’dur. Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalâlet ve tuğyân için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejder- ha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu hâlde; ehl-i Kur’ân ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekâya ve meydan-ı imtihandan rav za - yı cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet -i Rahmân ’a açılan bir kapıdır.5 Ve o vahşi arslanın dahi mûnis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar bir at olması ise, işarettir ki: Mevt , ehl-i dalâlet için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. Hem kendi cennet- i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve 1 Bkz.: Bakara sûresi, 2/25. 2 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/30. 3 Ey, Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allahım! 4 “Allah o ilâhtır ki kendisinden başka ilâh yoktur. Hayy (Her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan) O’dur, Kayyûm (Kendi zâtı ile var olup, zevâl bulmayan ve bütün varlıkları varlıkta tutup onları yöneten) O’dur.” (Bakara sûresi, 2/255 ; l-i İmran sûresi, 3/2 ). 5 Kabrin, mümin ve kâfir için iki farklı yönü olduğuna dair bkz.: Tirmizî, kıyâmet 26; Dârimî, rikak 94.

    tard ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhâl ve hapis olduğu hâlde; ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbâblarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına ve ebedî makam- ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna bir davettir. Hem Rahmân -ı Rahîm ’in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtiha- nın ta’lîm ve talimatından bir paydostur...

    Elhâsıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zâhiren bir cen- net içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyn e mazhardır. Dünyası ne kadar fenâ ve sıkıntılı olsa da; dünyasını, cennet in intizar salonu hükmünde gördü- ğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...1 و ا ، ا نא او نا او او ةدא ا أ א ا ا تא כ ا כ ا تא و ا د و ا و א כ نا ا כ כ ةءا ءا ا تא א ا ا نذ ا تא او ا راو א اوو א راو ،نא ا ا إ لو ا لوأ ئرא 2. א ا بر او ، ا ، ا ا رأ א כ א د 1 Sabır içinde şükretmek tâbiri ile ilgili bkz.: İbrahim sûresi, 14/5; Lokman sûresi, 31/31; Sebe sûresi, 34/19; Şûrâ sûresi, 42/33. 2 Allahım! Bizi saadet, selâmet, Kur’ân ve iman ehlinden eyle, âmîn. Allahım, Efendimiz Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve âline ve ashâbına, nüzûlünden zamanımıza kadar Kur’ân okuyan her bir okuyucunun okuduğu her bir kelimenin, hava dalgalarının aynalarında Rahmân’ın izniyle temessül eden bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince salât ve selâm et. Ve bunlar adedince, bize, anne ve babamıza, erkeğiyle kadınıyla bütün müminlere rahmetinle merhamet et, ey Erhamürrâhimîn, âmîn... lemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.

    On İkinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ 1ا כ ا وأ כ ا ت و ......

    İkinci Esas[]

    Kur’ân -ı Hakîm’in hikmeti, hayat -ı şahsiyeye verdiği terbiye -i ahlâkiye ve hikmet -i felsefe nin verdiği dersin muvâzenesi: Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasîs şe- ye ibadet eden bir firavun -u zelildir. Her menfaat li şeyi kendine “Rab ” tanır. Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için, nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir men- faat-ı hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şâkird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-yı istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfürûştur. Hem o şâkird, menfa- at-perest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır. Amma, hikmet- i Kur’ân’ ın hâlis tilmizi ise bir abddir. Fakat, âzam-ı mah- lûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd -i azizdir. Hem hakiki tilmizi; mütevâ- zidir, selim, halimdir; fakat, Fâtır ’ının gayrına, daire-i izni hâricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir; fakat onun Mâlik-i Kerîm ’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyid’inin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rızâ -yı ilâhî için, fazilet için amel eder, çalışır. 1 “Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.” (Bakara sûresi, 2/269 ).

    İşte, iki hikmetin verdiği terbiye , iki tilmizin muvâzenesiyle anlaşılır.

    Üçüncü Esas

    Hikmet -i felsefe ile hikmet -i Kur’ân iye’nin hayat -ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler: Amma hikmet-i felsefe ise hayat-ı içtimâiyede nokta-yı istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidâl” tanır. Cemaatlerin râbıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti ” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâni- yeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Hâlbuki kuvvetin şe’ni, “tecâvüz”- dür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde “boğuşmak”tır. Düstur-u cidâlin şe’ni, “çarpışmak”tır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan; “tecâvüz”dür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

    Amma hikmet- i Kur’âni ye ise nokta-yı istinadı, kuvvete bedel “hakk” ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rızâ- yı ilâhî ”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidâl yerine, “düstur-u teâvün” ü esas tutar. Cemaatlerin râ- bıtalarında unsuriyet , milliyet yerine “râbıta -yı dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecâvüzâtına sed çekip; ruhu, maaliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât -ı insaniyeye sevk edip insan eder...

    Hakkın şe’ni, “ittifak”tır. Faziletin şe’ni, “tesânüd”dür. Düstur-u teâvü- nün şe’ni, “birbirinin imdadına yetişmek”tir. Dinin şe’ni, “uhuvvet” tir, “inci- zap”tır. Nefsi, gemlemekle bağlamak; ruhu, kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, “saadet-i dâreyn ”dir... ......

    On Üçüncü Söz[]

    ......

    İkinci Makam[]

    ا ا ا ــــــ Câzibedâr Bir Fitne İçinde Bulunan ve Daha Aklını Kaybetmeyen Bazı Gençlerle Bir Muhaveredir Bir kısım gençler tarafından, şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında “ hiretimizi ne suretle kurtaracağız?” di- ye Risâle-i Nur’ dan medet istediler. Ben de Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi nâmına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez! Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda “Üç Yol”dan başka yol yok. •Birinci Yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1 •İkinci Yol: hiret i tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yal- nız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek. •Üçüncü Yol: hiret e inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idam-ı ebedî kapısı. Yani; hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedîhî- dir, delil istemiyor, göz ile görünür. 1 Bkz.: Buhârî, cenâiz 68, 87; Müslim, cennet 70. 2 Bkz.: Dârimî, rikak 94; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 3/38.

    Madem ecel gizlidir. Her vakit ölüm başını kesmek için gelebiliyor ve genç - ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde, öyle büyük dehşetli bir mese- le karşısında bîçâre insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferid- den kurtulmak çâresini aramak ve kabir kapısını bir âlem- i bâkîye, bir saadet-i ebediyey e ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

    Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık,1 ellerinde ni- şâne-i tasdik olan mucizeler bulunan enbiyâlar ve o enbiyâların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhûd ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehâdetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat’î delilleriyle o enbiyâ ve evliyanın verdikleri aynı haberleri; aklen, ilmelyakîn derecesinde2(Hâşiye) isbat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihti- mâl-i kat’î ile “İdam ve zindan- ı ebedî den kurtulmak ve o yolu saadet-i ebe- diyey e çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir.” diye ittifâken haber veriyorlar.

    Acaba yüzde bir ihtimâl-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın endişe-i helâketten gelen elem- i mânevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı hâlde; böyle yüz binler sâdık ve musaddak muhbirlerin: “Yüzde yüz ihtimâl ile dalâlet ve sefâhet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve iman, ubûdiyet; yüzde yüz ihtimâl ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray- ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor.” diye ih- bar eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri hâlde, bu acîb ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan bîçâre insan ve bâhusus Müs- lüman, eğer iman ve ubûdiyeti olmazsa; bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbe- tini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum. Madem ihtiyarlık, hastalık, musîbet ve her tarafta vefiyâtlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefâhet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

    1 124 bin nebî, 315 (veya 313) rasûl olduğuna dair bkz.: Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 5/265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2/77. 2 (Hâşiye) Onlardan birisi Risâle-i Nur ’dur. Meydandadır.

    Madem ehl-i iman ve tâat, göz önünde gördüğü kabri, bir hazine-i ebe- diyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmas ları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel biletini al!” diye bekleme- sinden derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk- i mânevî öyle bir lezzettir ki: Eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmü- ne geçtiği hâlde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik sâikasıyla, hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhâne ve heveskârâne muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşrûayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü; onlar Peygamber’i inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de, Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medâr olacak bazı güzel hasletler bulunabi- lir. Fakat bir Müslüman; hem enbiyâyı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı, Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm) vasıtasıyla biliyor. O’nun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez. Çünkü peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve dâveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizâtça ve dince umuma fâik ve bütün nev-i be- şere bütün hakâikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette isbat eden ve nev-i beşerin medâr-ı iftihârı bir Zât’ın terbiye -i esâsiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden; elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur. İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbâl ile istik- bâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçâreler! Dünyanın lezzetini, zevki- ni, saadetini, rahatını isterseniz; meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz. O, keyfinize kâfidir.1 Haricinde ve gayrimeşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sâbık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hâl-i hazırda gös- terdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi –meselâ elli sene sonraki hâlleri– bir sinema ile gösterilse idi; ehl-i sefâhet şimdiki güldüklerine, yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaklardı. Dünya ve âhiret te ebedî ve dâimî sürûru isteyen, iman dairesindeki terbi- ye -i Muhammediy e’yi (aleyhissalâtü vesselâm) kendine rehber etmek gerektir. 1 “Allahım, haramına karşı helâlinle beni doyur!” anlamındaki duâ için bkz.: Tirmizî, deavât 110; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 1/153.

    Birkaç Bîçâre Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır[]

    Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Ben de eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, onlara dedim ki: Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmaz- sanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve na- musluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

    Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir.

    Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten ge- len hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmünde- dir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulun- duğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasın- da mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulümatlar, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatı- na zulümatlar veriyor. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve en- vâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesi’nde, Yedinci Rica’da izahı var; ona bakmalısınız.

    İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz, hayatınızı imanla hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekin- mekle muhafaza ediniz. Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gös- terdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size –başka gençlere söylediğim gibi– bir temsil ile beyan ediyorum:

    Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihâl, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zâhiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz, siz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bakınız bu darağacını da, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çeki- yorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zâhiren onlar da o darağacına çıkıyorlar; fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan ko- layca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar, milyar- lar şahitler var, haber veriyorlar.

    İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar bü- yük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar, haber veriyorlar ki o darağacına giden- leri aynelyakin gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar al- dıklarını hiç şek ve şüphe getirmez, görür gibi, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

    İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-i meşru dai- redeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hük- münde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zâhiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

    Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-i meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukad- derat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini ala- cağına, yüz yirmi dört bin enbiyâ1 (aleyhimüsselâm) ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat ve ehl-i tahkik müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar. Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhi- rette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istîmal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere; veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere; veya mânevî elem- lerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisân-ı hâlinden, gençlik sâikasıyla isra- fat ve sû-i istîmalden gelen hastalıktan “eninler”, “eyvahlar” cevabını işittiği- niz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik sâikasıyla gayr-i meşru da- iredeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüfâtını işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik sû-i istîmalatının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalar- dan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayı- nız” diyecekler. Çünkü beş-on senelik gençliğin gayr-i meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar2 belâsını çeken adam, en acınacak bir hâlde olduğu hâlde, 3 ر א ا ا sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çün- kü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn... 1 124 bin nebî, 315 (veya 313) rasûl olduğuna dair bkz.: Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 5/265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2/77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/217. 2 Bkz.: Kamer sûresi, 54/48; Müddessir sûresi, 74/26, 27, 42. 3 Bkz.: İmâm Rabbânî, el-Mektûbât 2/83 (49. Mektup). Risale-i Nur Mîzânlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir 1 א א Risâle-i Nur ’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Husûsan gençlik darbesini yeyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nur’lara ekmek kadar ihtiyaçları var. Evet, gençlik damarı, akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise, kördür. kıbeti görmez. Bir dirhem hâzır lezzeti, ileride bir batman lezzete ter- cih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemle- rini çeker. Ve bir saat sefâhet keyfiyle bir nâmus meselesinde; binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur. Bunlara kıyasen, bîçâre gençlerin çok vartaları var ki; en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar ve bilhassa şimâlde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü: kıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i nâmusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. Belki hamamlarında erkek- kadın beraber, çıplak ola- rak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyâtı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor. İşte, bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihet- ten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risâle-i Nur ’un “Meyve ” ve “Gençlik Rehberi ” gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçâre genç ; hem dünya istikbâlini, hem mesûd hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat -ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder. Ve sû-i istîmal ve sefâhetle hastahânelere ve hissiyâtın taşkınlıkları ile hapishânelere düşer. Ey- vahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye- i Kur’âni ye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç.. ve mükemmel bir insan.. ve mesûd bir Müslüman.. ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur. 1 Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ın adıyla.

    Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse; ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip, sâir zararlı, elemli günah- lardan çekilse; hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on-on beş senelik fâni genç- likle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını; başta Kur’ân -ı Mu’cizü’l-Beyân1, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye kat’î haber verip müjde ediyorlar. Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, tâatle şükretse; hem zi- yâdeleşir2, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur; hem elemli, gamlı, kâbuslu olur; gider.3 Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeğe sebebiyet verir. Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise; farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi; o hapis onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler. Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise; farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathâne ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethâne, bir terbiyehâne, bir dershâne hükmüne geçer. O hapiste dur- makla; hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbes- tiyetten daha ziyâde hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir kâtil, bir müntakim olarak değil; belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hatta Denizli hapsind eki zâtların az zamanda Nu- r’lardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa; on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar, daha ziyâde onları ıslah eder.”


    Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir,4 her vakit gelebilir.. ve madem ka- bi r kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar.. ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîd en terhis tezkeresine

    1 Bkz.: Bakara sûresi, 2/25, 82, 155; l-i İmran sûresi, 3/107; Nisâ sûresi, 4/13, 57, 122; A’râf sûresi, 7/42; Tevbe sûresi, 9/20-22, 112; ... 2 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/7. 3 Bkz.: İbrahim sûresi, 14/7. 4 Bkz.: Lokman sûresi, 31/34 ; Buhârî, istiskâ 29, tefsîru sûre (6) 1, (13) 1, (31) 2, tevhîd 4; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 2/24, 52, 58, 122.

    çevrildiği, hakikat-i Kur’âni ye ile gösterilmiş..1 ve ehl-i dalâlet ve sefâhet hak- kında, göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudâttan bir firak-ı lâyezalîdir. Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki: En bahtiyar odur ki; sabır içinde şükretmek2 ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nur’ların dersini alarak, istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân ’a hiz- mete çalışmaktır. Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrü- belerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki: Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tânesini yedirir, on tokat vurur gibi, ha- yatın lezzetini kaçırır. Ey hapis musibetine düşen bîçâreler! Madem dünyanız ağlıyor ve haya- tınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten istifâde ediniz. Nasıl bazen ağır şerâit altında, düşman kar- şısında bir saat nöbet , bir sene ibadet hükmüne geçebilir.3 Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup; o zahmetleri rahmetlere çevirir. f 4 א א 5 אכ و ا رو כ م ا Aziz, sıddık kardeşlerim,

    Hapis musibetin e düşenlere ve onlara merhametkârâne sadâkatle ha- riçten gelen erzaklarına nezâret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi “Üç Nokta”da beyan edeceğim:

    Birinci Nokta: Hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar

    1 Bkz.: Bakara sûresi, 2/156; A’râf sûresi, 7/121-16; Mü’minûn sûresi, 23/60; Şuarâ sûresi, 26/47-51; Tahrîm sûresi, 66/11; Fecr sûresi, 89/27-30. 2 “Sabır içinde şükretmek” tabiri ile ilgili bkz: İbrahim sûresi, 14/5; Lokman sûresi, 31/31; Sebe sûresi, 34/19; Şûrâ sûresi, 42/33. 3 Bkz.: Buhârî, cihâd 5, 73; Müslim, imâre 112-115, 163. 4 Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ın adıyla. 5 Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

    bir ibadet kazandırabilir.. ve fâni saatleri –meyveleri cihetiyle– mânen bâkî saatlere çevirebilir.. ve beş-on sene ceza ile milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.1 İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tev- be etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis, çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

    İkinci Nokta: Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzet- tir. Evet herkes; geçmiş, lezzetli, safâlı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah!” der.. ve geçmiş, musibetli, elemli gün- lerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki: “Elhamdülillâh, şükür ! O belâ, sevabını bıraktı, gitti.” der. Ferah ile teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis elem bırakır. Madem hakikat budur.. ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş.. ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur.. ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez.

    Meselâ: Birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimâlinden, bugün o niyet- le mütemâdiyen ekmek yese ve su içse, ne derece dîvaneliktir. Aynen öyle de geçmiş ve gelecek elemli saatleri –ki hiç ve mâdum ve yok olmuşlar– şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp, Allah’ tan şekvâ et- mek gibi “Of!.. Of!..” etmek dîvaneliktir. Eğer sağa-sola, yani geçmiş ve gele- ceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hâzır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir. Sıkıntı ondan bire iner. Hatta şekvâ olmasın, ben bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiye’de, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî, sıkıntılı, has- talıklı musibetimde, husûsan Nur’un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me’yûsiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet- i ilâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. Çünkü: “Benim gibi kabir kapısında bir bîçâreye, gafletle geçebilir bir saatini, on adet ibadet saatleri yapmak büyük kâr- dır.” diye şükreyledim.

    Üçüncü Nokta: Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellîlerle

    1 İşlediği suçtan dolayı dünyada cezalandırılmış kimse için, bunun keffaret sayılacağına dair bkz.: Buhârî, îmân 11, ahkâm 49, hudûd 8, tefsîru sûre (60) 3, menâkıbü’l-ensâr 43; Müslim, hudûd 41.

    merhem sürmekte, az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek; aynı o yemek kadar, o gardiyan ve gardiyan ile beraber dahilde ve hariçte çalışanların –bir sadaka hükmünde– defter-i hase- nâtına yazılır.1 Husûsan musibetzede ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-yı mâneviyenin sevabı çok ziyâdeleşir. İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Tâ ki; o hiz- meti, lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadâkat ve şefkat ve sevinç ile ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır. f 3ه إ ء نإو ، 2 א א 4א ئاد ا أ אכ و ا رو כ م ا

    Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,[]

    Size; hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir haki- kati beyan etmek kalbime ihtar edildi. O da şudur: Meselâ birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl , milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabı- nı çektirir. Ve maktulün akrabası dahi, intikam endişesiyle ve karşısında düş- manını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku , hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çâresi var: O da, Kur’ân ’ın emrettiği5 ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktizâ ve teş- vik ettikleri olan, barışmak ve musâlaha etmektir.

    Evet, hakikat ve maslahat sulhtur.6 Çünkü; ecel birdir, değişmez.7 O mak- tul, her hâlde ecel geldiğinden daha ziyâde kalmayacaktı. O kâtil ise, o kazâ- yı ilâhiyeye vasıta olmuş.

    1 Bir hayra sebep olana, onu yapan kadar mükâfat verileceğine dair bkz.: Müslim, imâre 133; Tirmizî, ilim 14; Ebû Dâvûd, edeb 114-115; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 4/120, 5/273. 2 Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ın adıyla. 3 “Hiç bir şey yoktur ki, O’nu hamd ile beraber tesbih (tenzih) ediyor bulunmasın.” (İsrâ sûresi, 17/44) 4 Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun. 5 Bkz.: Hucurât sûresi, 49/10. 6 Bkz.: Bakara sûresi, 2/208; Nisâ sûresi, 4/128; Enfâl sûresi, 8/6. 7 Bkz.: Nahl sûresi, 16/61; Münâfikûn sûresi, 63/11.

    Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çe- kerler. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mümin diğer bir mümine küs- memek”1 İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl, bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münâfık o fitneye vesile olmuş ise; çabuk barışmak elzem- dir. Yoksa o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.

    Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o hâlde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader- i ilâhî ye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risâle-i Nur dersini dinlemişler, el- bette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya, hem maslahat ve istirahat -ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktizâ ediyor.

    Nasıl ki, Denizli hapsin de birbirine düşman bütün mahpuslar, Nur’lar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup –hat- ta dinsizlere, serserilere de– o mahpuslar hakkında “Mâşâallah, bârekâllah” dedirttiler. Ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler. Ben burada gördüm ki: Bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip, beraber teneffüse çıkmıyorlar. On- lara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mümin, küçük ve cüz’î bir hatâ veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hatâ etse, verse, çabuk tevbe etme k lâzımdır.

    f 3ه إ ء نإو ، 2 א

    Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

    Benim kat’î kanaatim gelmiş ki; buraya girmemizin inâyet-i ilâhiye ci- hetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani Nur’lar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararla- rından ve boşu boşuna gam ve hüzün ile giden hayatınızı faydasızlıktan, bâd- i hevâ zâyi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir. Madem hakikat budur; elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebe- leri gibi birbirinize karşı kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki; bir bıçak 1 Bkz.: Buhârî, edeb 57, 62, isti’zân 9; Müslim, birr 23-26. 2 Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ın adıyla. 3 “Hiç bir şey yoktur ki, O’nu hamd ile beraber tesbih (tenzih) ediyor bulunmasın.” (İsrâ sûresi, 17/44)

    içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadâkatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz, güya canavar ve vahşi gibi birbirinize saldıracaksınız. İşte şim- di sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlık ile heyet-i idareye deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve rovelver verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçâre ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düş- manlık ve adâvetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya ça- lışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik.” diyerek, bu hapsi bir mübarek dershâneye çeviriniz. Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme (On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Zeyli)

    Evvelâ: Leyle-i Kadir’de kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

    Nev-i beşer, bu son Harb-i Umumî’nin eşedd-i zulüm ve istibdadıyla.. ve merhametsiz tahribatıyla.. ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle.. ve galiplerin dehşetli te- lâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerin- den gelen dehşetli vicdan azaplarıyla.. ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle.. ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla.. ve gaflet ve dalâle- tin, en sert, sağır olan tabiatın Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıy- la.. ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rûy-u zeminde pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle.. ve el- bette hiçbir şüphe yok ki, şimalde, garpte, Amerika’da emareleri göründü- ğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak... ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdikle imza basan ve her dakikada mil- yonlar hâfızların kalbinde kudsiyetle bulunup lisanlarıyla beşere ders veren

    ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla belki sarihan ve işareten on binler defa dâvâ edip, haber verip, sarsılmaz kat’î delillerle, şüp- he götürmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi.. elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyâmet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlan- diya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabule çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi, rûy-u zeminin kıtaları ve hükûmetleri, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ı arayacaklar ve hakikatlerini anla- dıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasın- da katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz. Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniye’nin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zın- dıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, “Ta- biat Risalesi”y le parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ’daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş. ......

    On Dördüncü Söz[]

    ......

    Hâtime[]

    ا ا ا ــــــ 1رو ا عא إ א ا ة ا א و

    Gafil Kafaya Bir Tokmak ve Bir Ders-i İbrettir.[]

    Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşun a: Avcıyı görür, uça- mıyor.. başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin.. koca gövdesi dışarda, avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış görmez.

    Ey nefis! Şu temsile bak, gör; nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalbeder.

    Meselâ şu karyede (Yani Barla’ da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbâbı İstanbul’ a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış, o dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştak- tır, orayı düşünür, ahbâba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse: “Oraya git!” sevinip gülerek gider.

    İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Peri- şan olup gitmişler zanneder. Şu bîçâre adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı ka- pamak ister.

    Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar.

    1 “Bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” ( l-i İmran sûresi, 3/185 ).

    Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme! Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder! Erkekçesine ölümün yüzüne gül , bak, ne ister! Sakın gafil olup ikinci adama benzeme!

    Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünya- ya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor, firak bekâya kalbolup başkalaşmıyor. Acz- i beşerî, fakr- ı insanî değişmiyor, ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peydâ ediyor.[]

    Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü; herkes sana kabir kapı- sına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

    Hem kendini başıboş zannetme! Zira, şu misafirhâne-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?[]

    Zelzele gibi vâkıalar olan şu hâdisât-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.

    Meselâ zemine nebatât ve hayvanât envâından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler , baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemâl-i intizam ile meczup mevlevî gibi devredip dön- dürmesini bildiğin hâlde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın ; benîâdemden, bâhusus ehl-i imand an beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden, omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi1(Hâşiye) mevt-â lûd hâdisât-ı hayatiyesini –bir mülhidin neşrettiği gibi– gayesiz, tesâdüfî zannederek bütün musîbetzede- lerin elîm zâyiâtını bedelsiz, hebâen-mensûr gösterip müthiş bir yeise atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hâdiseler bir Hakîm -i Rahîm’i n emriyle, ehl-i imanın fâni malı- nı, sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günahlara keffârettir.

    Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin; yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk- âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık’ ın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ ın emriyle ehl-i şirki cehennem e döker, ehl-i şükre: “Haydi, cennete buyurun.” der. ...... 1 (Hâşiye) İzmir ’in zelzele si münasebetiyle yazılmıştır.

    On Yedinci Söz[]

    ا ا ا ــــــ ۝ أ أ א ز ضر ا א א א إ 1از ا א א ن א א إو 2 و إ א ا ة ا א و (Bu Söz, İki lî Makam ve Bir Parlak Zeylden İbarettir.)

    Birinci Makam[]

    Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm ; şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin suretinde yapıp bütün esmâsının garâib-i nukûşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî her bir ru- ha, ona münasip ve o bayram daki ayrı ayrı hesapsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeğe muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücûd -u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

    Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, se- nelere, mevsimlere hatta günlere, kıtalara taksim ederek her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi, hatta bir cihette her bir günü, her bir kıtayı , birer tâife ruhlu mahlûkatına ve nebatî masnûâtına birer resmi geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rûy-u zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnûât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki; tabakât-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre 1 “Biz, dünyada bulunan her şeyi ona bir zinet kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleşti- receğini ortaya koymak istedik. Ve elbette Biz onun üstünde ne varsa hepsini, kupkuru yapıp dümdüz edeceğiz.” (Kehf sûresi, 18/7 -8 ). 2 “Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir.” (En’âm sûresi, 6/32 ).

    celbedecek bir câzibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mü- tâlaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat bu ziyâfet-i ilâhiye ve bayram -ı rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî’ nin tecellilerine mukabil ism-i Kahhâr ve Mümît, firak ve mevt ile karşı- larına çıkıyorlar. Şu ise: 1ء כ و رو rahmetinin vüs’at-i şümûlüne zâhiren muvâfık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

    Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, her bir tâifenin resmi geçit nöbeti bittikten ve o resmi geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfir edip usandırıyor.. istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor.. ve vazife-i hayat tan terhis edildikleri zaman, vatan -ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

    Hem o Rahmân’ ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki; nasıl vazife uğ- runda, mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücûd- u bâkî vererek, Sırat üstünde, sahibine Burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâ- fatlandırıyor...2 Öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i rabbâniyelerinde ve evâmir-i sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfât-ı ruhâniye ve onların istidâdlarına göre bir nevi ücret -i mâneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinden baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. 3 ا إ ا Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftûn ve müptelâ olduğu hâlde, dünyadan nefret ve âlem-i bekâya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-e ngîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder. Rahat- ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intaç eden vecih- lerden, numûne olarak beşini beyan edeceğiz.

    1 “Rahmetim her şeyi kaplar.” (A’râf sûresi, 7/156) 2 “Kurbanlarınızı hoş tutun; zira onlar Sırat köprüsünde sizin bineklerinizdir.” anlamındaki hadis için bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 1/85. 3 Hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.

    Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve câzibedâr şeyler üstün- de fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâkî matlubu arattırıyor.1

    İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbâblardan yüzde doksan do- kuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâi- kasıyla, o ahbâbın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrûrâne karşılattırıyor.2

    Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve acizliği, bazı şeylerle ihsâs et- tirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istira- hate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.

    Dördüncüsü: İnsan-ı mümine nûr -u iman ile gösterir ki:


    Mevt, idam değil, tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nûrâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla âhiret e nisbeten bir zindan hükmündedir.3 Elbette, zindan-ı dünyadan bostan-ı ci- nâna çıkmak ve müz’iç dağdağa-yı hayat -ı cismâniyeden âlem -i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmân ’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

    Beşincisi: Kur’ân ’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nûr -u hakikatle dünyanın mâhiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek mâ- nâsız olduğunu anlatmaktır.4 Yani, insana der ve isbat eder ki: “Dünya; bir kitab-ı samedânîdir. Hurûf ve kelimâtı, nefislerine değil; belki, başkasının zât ve sıfat ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise, mânâsını bil, al.. nukûşunu bırak, git!..

    Hem bir mezraadır.5 Ek ve mahsulünü al, muhafaza et.. müzahrafâtını at, ehemmiyet verme!..

    Hem birbiri arkasında daim gelen geçen aynalar mecmuasıdır. Öyle 1 Bkz.: l-i İmran sûresi, 3/185; Hadîd sûresi, 57/20. 2 Bkz.: Yûnus sûresi, 10/7-11. 3 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/38; Nahl sûresi, 16/30; Furkan sûresi, 25/15; Ankebût sûresi, 29/64; Muhammed sûresi, 47/36. 4 Bu konudaki bazı ayetler için bkz.: l-i İmran sûresi, 3/14; Kehf sûresi, 18/45-46; Tâhâ sûresi, 20/131. 5 “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” mânâsındaki hadis için bkz.: el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/19; es- Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.497; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.205.

    ON YEDİNCİ SÖZ / BİRİNCİ MAKAM[]

    ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör.. ve onlarda tezahür eden esmâ- nın tecelliyâtını anla ve müsemmâlarını sev.. ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes!.. Hem seyyâr bir ticaretgâhtır. Öyle ise, alış verişini yap, gel.. ve senden kaçan ve sana iltifât etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorul- ma!..Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil; belki, Cemîl -i Bâkî’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön.. ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme!..Hem bir misafirhânedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandâr-ı Kerîm’i n izni dairesinde ye, iç, şükret.. kanunu dairesinde işle, hareket et.. sonra arkana bakma, çık, git.. herzekârâne, fuzulî bir surette karışma.. senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğul- ma!..” gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip, dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyâr olanlara sevdirir ve rahmetinin her şeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir. İşte Kur’ân şu “beş vecih ”e işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor... Veyl o kimseye ki, şu beş vecihden bir hissesi olmaya!..

    İkinci Makam[]

    ......

    Kalbe Fârisî Olarak Tahattur Eden Bir Münâcât رא ا نא א ا כ ا تا ةא א ا ه Yani bu münâcât, kalbe Fârisî olarak tahattur ettiğinden Fârisî yazıl- mıştır. Evvelce matbu olan “Hubâb Risalesi ”nde dercedilmişti. م د نא رد ارد درد ،مد כ !بر א Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime der- man aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, der- man sana!” ر را زور يد : כ م د ار رد Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fa- kat gördüm ki; dünkü gün, pederimin kabri.. ve geçmiş zaman, ecdâdımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü.. teselli yerine vahşet verdi.(Hâşiye) Hâşiye: İman ; o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı ahbab gösterir. اد : כ م د ردو Sonra soldaki istikbâle baktım. Derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbâl ise, emsâlimin ve nesl-i âtînin bir kabr-i ekberi sure- tinde görünüp, ünsiyet değil belki vahşet verdi.(Hâşiye) Hâşiye: İman ve huzur-u iman, o dehşetli kabr-i ekberi, sevimli saadet sa- raylarında bir davet-i rahmâniye gösterir. با ا ت א :زو إو Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbûhânede olan cismimin cenazesini ta- şıyor.(Hâşiye)

    Hâşiye: İman , o tabutu, bir ticaretgâh ve şâşaalı bir misafirhâne gösterir.

    ا هدא ا ۀزא İşbu cihetten dahi devâ bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrü- mün başına baktım. Gördüm ki; o ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.(Hâşiye) Hâşiye: İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından, yıldızlarda gez- mek için çıktığını gösterir. مא כא و ـכא با :م رد O cihetten dahi me’yûs olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki: Aşağıda, ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine ka- rışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.(Hâşiye) Hâşiye: İman , o toprağı, rahmet kapısı ve cennet salonunun perdesi oldu- ğunu gösterir. رد دא ءא د ا : ،م رد ن Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki; esassız, fânî bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümâtında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti.(Hâşiye) Hâşiye: İman, o zulümâtta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış mektûbât-ı samedâni- ye ve sahâif-i nukûş-u sübhâniye olduğunu gösterir. ا هدא رد ، כ ۀزا ا : ـ ردو را زارد ورو ا هارو Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönder- dim. Gördüm ki; kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.(Hâşiye) Hâşiye: İman, o kabir kapısını, âlem- i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur. د رد ي يرא ا ء ا

    İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-ü ihtiyârîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.(Hâşiye) Hâşiye: İman , o cüz-ü lâyetecezzâ hükmündeki cüz-ü ihtiyârî yerine, gayr-i mütenâhî bir kudrete istinad etmek için bir vesika verir ve belki iman bir vesi- kadır. رא כ و هא כ ، א ء وا כ Hâlbuki o cüz-ü ihtiyârî denilen silâh- ı insanî hem âciz, hem kısadır, hem ayarı noksandır, îcâd edemez, kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez.(Hâşiye) Hâşiye: İman , o cüz-ü ihtiyârîyi, Allah nâmına istîmal ettirip her şeye karşı kâfî getirir. Bir askerin cüz-î kuvvetini, devlet hesabına istîmal ettiği vakit , binler kuv- vetinden fazla işler görmesi gibi... ذ را رد ،ل لא א رد Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfûz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faydası yoktur.(Hâşiye) Hâşiye: İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp; kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfûz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü kalb ve ruhun daire-i hayat ı geniştir. א نا כ و ،لא نא ز ا وا نا O cüz-ü ihtiyârînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hâzır ve bir ân-ı seyyâldir. ، ا هرאכ ا تر ،א و א ا א او ا :«א ت رد» İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczim le beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir hâlde iken; kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir surette yazılmıştır, mâhiyetimde dercedilmiştir. ، כ

    Belki dünyada ne varsa nümûneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum. راد ر ئاد א جא ا ۀ ئاد İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. ر جא ا ر ما כ لא جא ا رد د رد Hatta hayâl nereye gitse ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ih- tiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise, hadsizdir. א כ هא כ د ئاد را ا ۀ ئاد Hâlbuki; daire-i iktidar kısa, elimin dairesi kadar kısa ve dardır. א ر א تא א و Demek fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır. ا «ا ء » א א و Sermayem ise, cüz-ü lâyetecezzâ gibi cüz’î bir şeydir. ؟ ا כ تא א تא ئאכ او ما כ ء ا İşte şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsâl edilen hâcet nerede ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyârî nerede? Bununla onların mübâyaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise, başka bir çâre aramak gerektir. ا ۀرא زא ء ا زا ، هار رد O çâre ise şudur ki; o cüz-ü ihtiyârîden dahi vazgeçip, irâde-i ilâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Cenâb-ı Hakk’ı n havl ve kuvvetine ilticâ ederek, hakikat-i tevekküle yapışmaktır. “Yâ Rab! Madem çâre-i necât budur. Senin yolunda o cüz-ü ihtiyârîden vazgeçiyo- rum ve enâniyetimden teberrî ediyorum... ا هא ـ א ر ،د ـ د א א

    Tâ senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, tâ senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.” ا א ر א כ כ نا ا ه כ כ يرא ا ء ا כ כ Evet her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa elbette bir katre serâb hükmünde olan cüz-ü ihtiyârına itimad etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez... א א ز ا !ها ا دא دא و Eyvah aldandık!.. Şu hayat- ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan se- bebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider... ا א م آ א لא آ ، ا א א د لاو نא ا Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevâle mahkûmdur. Süratle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümât-ı ade- me sukut eder. Emeller bekâsız, elemler ruhda bâkî kalır. כ ا ار א د و !مא א يا א دو ا כ ارد א Madem hakikat böyledir. Gel ey hayata çok müştak ve ömre çok tâlib ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller ile ve elemler ile müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldız böceği, kendi ışık- çığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümâtında kalır. Bal arı sı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçek- leri, güneşin ziyâsıyla yaldızlanmış müşâhede eder. Öyle de kendine, vücûduna ve enâniyetine dayansan, yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen fânî vücûdunu, o vücûdu sana veren Hâlık’ı n yolunda fedâ etsen bal arı- sı gibi olursun. Hadsiz bir nûr-u vücûd bulursun. Hem fedâ et; çünkü şu vücûd sende vedîa ve emânettir.

    ، א א א כ א هداد واو وا כ و ا تא ا « » : כ ي نا زا Hem O’nun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekâ bulsun. Çünkü; nefy-i nefy, is- battır. Yani yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur. زا د ارد כ د م כ يا راد هא يا هداد نا يא Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıyme- tini yükselttiriyor. Yine sana hem bâkî, hem mükemmel bir surette vere- cektir. Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Tâ beş hasâretten kurtulup, beş ribhi birden kazanasın.1 1 Buradaki beş kâr ve beş hasâret için Altıncı Söz’e bakınız. ا ا ا ــــــ 1 ا أ لא أ א ا « ا أ » אכ أ İbrahim (aleyhisselâm)’dan sudûr ile, kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden nây-ı ا أ beni ağlattırdı. ا نو تא כא تا Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi döktüğü her bir damlası da o kadar hazindir, ağlattırıyor. Güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Fârisî fıkralardır. ا م כ يأ כ م כ İşte o damlalar ise, nebiyy ü peygamber olan bir Hakîm-i ilâhînin, Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir. ب ن «ه أ» א ز Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü; zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz. Aşk- ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli! ب ن «ه و » دزرأ Bir matlub ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor; âmâle merci olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki; kalb , ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın? د ن «هدא » א Bir maksud ki fenâda mahvoluyor, o maksudu istemem. Çünkü fâniyim, fâni olanı istemem, neyleyeyim?.. 1 “(Gece bastırınca İbrahim bir yıldız gördü, ‘(İddianıza göre) Rabbim budur!’ dedi. Yıldız sönünce de) ‘Ben öyle sönüp batanları tanrı diye sevmem’ (dedi).” (En’âm sûresi, 6/76 ).

    د ن د «ه اوز» א

    Bir mâbud ki zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. ciz olan; benim pek büyük derd- lerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden ken- dini kurtaramayan nasıl mâbud olur? ور ز « ا أ » ءا ،دراد دא

    Evet zâhire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmek ile me’yûsâne feryâd eder.. ve bâkî bir mahbubu arayan ruh dahi ا أ feryâdını ilân ediyor.

    ا א א א

    İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfarakati...

    رد لاوز ا « ا » دزرا

    Der-akab zevâl ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyâka hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların dîvânları, yani aşknâmeleri olan manzum kitabları, şu tasavvur- u zevâlden gelen elemden birer feryattır.

    Her birinin bütün dîvân-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryâd damlar.

    ز « ا أ » درد نا زا

    İşte o zevâl-âlûd mülâkatlar, o elemli, mecâzî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki; kalbim, İbrahimvârî ا أ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

    ندא د א يزא א א ا رد

    Eğer şu fânî dünyada bekâ istiyorsan; bekâ, fenâdan çıkıyor. Nefs- i emmâr e cihetiyle fenâ bul ki, bâkî olasın.

    «ندא » هار « א » א د زا כ ، م ، כ ا ، א

    Dünya-perestlik esâsâtı olan ahlâk-ı seyyie den tecerrüd et, fânî ol!

    Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakîkî yolunda fedâ et! Mevcudâtın adem- nümâ âkıbetlerini gör! Çünkü; şu dünyadan bekâya giden yol, fenâdan gidiyor. نا و ز « ا أ » ا ،دراد را כ Esbap içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele -i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp me’yûsâne fîzâr ediyor. Vücûd -u hakîkî isteyen vicdan , İbrahimvârî ا أ enîniyle mahbubât-ı mecâziyeden ve mevcudât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcûd -u Hakîkî’ye ve Mahbub-u Sermedî’ye bağlanıyor. هار ود א زا د رد : כ ! ادא يا نا א א نא ود ، א א

    Ey nâdân nefsim! Bil ki; çendan dünya ve mevcudât fânidir, fakat her fâni şeyde bâkîye îsâl eden iki yol bulabilirsin ve can ve cânân olan Mahbub-u Lâyezâl’in tecelli-i cemâl inden iki lem’ayı , iki sırrı görebilirsin. An şart ki suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...

    א نا א رد ن و ،ي ـ א ا א رא ا و مא ا א رد כ Evet, nimet içinde in’âm görünür; Rahmân’ı n iltifâtı hissedilir. Nimet- ten in’âma geçsen Mün’im’i bulursun. Hem her eser-i samedânî; bir mektup gibi, bir Sâni- i Zülcelâl ’in esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun. Madem şu masnûât-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et.. mânâsız kabuğunu, kışrını, acımadan fenâ seyline atabilirsin.

    اد نا ا رد ن و א نא א א از ، א رא ا

    Evet masnûâtta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lafz-ı mücessem ol- masın, Sâni- i Zülcelâl ’in çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnûât elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâ-pervâ zevâlin havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma!

    يا ن « ا أ » ثא ،دراد دא

    İşte zâhir-perest ve sermayesi âfâkî mâlûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, böyle silsile-i efkârı hiçe ve ademe incirâr ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me’yûsâne feryâd ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem ufûl edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti.. kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti.. vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçâre nefsim, İbrahimvârî 1 ا أ gıyâsını çek, kurtul!

    ي « א » ا وا ش

    Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmî , kes- retten vahdete yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:

    ي כ ،ناد כ ، כ ،ي כ ،نا כ ،ها כ demiştir.2(Hâşiye) •Yalnız Bir’i iste, başkaları istenmeye değmiyor. •Bir’i çağır, başkaları imdada gelmiyor. •Bir’i taleb et, başkaları lâyık değiller. •Bir’i gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanı- yorlar. •Bir’i bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. •Bir’i söyle, O’na ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir. ،ب ا ؛ א يا د ا ،د ا ،ب ا Evet Câmî , pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mâbud yalnız O’dur!.. א ا «3 إ إ » כ Çünkü bu âlem, bütün mevcudâtıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla zikr-i ilâhînin halka-yı kübrâsında beraber إ إ der, 1 “Ben öyle sönüp batanları Tanrı diye sevmem.” (En’âm sûresi, 6/76 ). 2 (Hâşiye) Yalnız bu satır Mevlâna Câmî ’nin kelâmıdır. 3 “Allah, o hak Mabuddur ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara sûresi, 2/163 , 255 ; l-i İmran sûresi, 3/2 , 6 , 18 ; Nisâ sûresi, 4/87 ; ... ) 72 ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ İMAN ve KÜFÜR MUV ZENELERİ vahdâniyete şehâdet eder. 1 ا أ ’nin açtığı yaraya merhem sürü- yor ve alâkayı kestiği mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezâlî’yi gösteriyor.

    Bundan yirmi beş sene kadar evvel, İstanbul Boğazı’ ndaki Yûşa Tepesi ’nde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız, istihâre edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutûr etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hâtıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmi Üçüncü Söz ’ün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

    Birinci Levha[]

    Ehl-i Gaflet Dünyasının Hakikatini Tasvir Eder Levhadır.

    Beni dünyaya çağırma Ona geldim fenâ gördüm. Demâ gaflet hicâb oldu Ve nûr -u Hak nihân gördüm. Bütün eşyâ ü mevcudât Birer fâni muzır gördüm. Vücûd desen, onu giydim h! Ademdi.. çok belâ gördüm. Hayat desen, onu tattım Azab ender azab gördüm. Akıl, ayn-ı ikâb oldu Bekâyı bir belâ gördüm. Ömür, ayn-ı hevâ oldu Kemâl, ayn-ı hebâ gördüm. Amel, ayn-ı riyâ oldu Emel, ayn-ı elem gördüm. Visâl, nefs -i zevâl oldu Devâyı ayn-ı dâ gördüm. Bu envâr, zulümât oldu Bu ahbâbı yetim gördüm. Bu savtlar, nây-ı mevt oldu Bu ahyâyı mevât gördüm. Ulûm, evhama kalboldu Hikemde bin sekam gördüm. Lezzet , ayn-ı elem oldu Vücûdda bin adem gördüm. Habîb desen onu buldum h! Firakta çok elem gördüm.

    1 “Ben öyle sönüp batanları Tanrı diye sevmem.” (En’âm sûresi, 6/76 ).

    İkinci Levha[]

    Ehl-i Hidâyet ve Huzurun Hakikat-i Dünyalarına İşaret Eder Levhadır. Demâ gaflet zevâl buldu Ve nûr -u Hak, ayân gördüm. Vücûd , burhan-ı Zât oldu Hayat , mir’ât-ı Hak’tır gör. Akıl , miftâh-ı kenz oldu Fenâ , bâb-ı bekâdır gör. Kemâlin lem’ası söndü Fakat, şems-i cemâl var, gör. Zevâl, ayn-ı visâl oldu Elem , ayn-ı lezzettir gör. Ömür, nefs -i amel oldu Ebed, ayn-ı ömürdür gör. Zalâm, zarf-ı ziyâ oldu Bu mevtte hak, hayat var, gör. Bütün eşya, enîs oldu Bütün asvât, zikirdir gör. Bütün zerrât-ı mevcudât Birer zâkir, müsebbih gör. Fakrı, kenz-i gınâ buldum Aczde tam kuvvet var, gör. Eğer Allah ’ı buldunsa Bütün eşya, senindir gör. Eğer Mâlik -i mülk ’e memlûk isen Onun mülkü senindir gör. Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen Bilâ-addin belâdır gör, Bilâ-haddin azaptır tad, Bilâ-gayet ağırdır gör. Eğer hakiki abd -i hudâbîn isen Hudûdsuz bir safâdır gör. Hesabsız bir sevab var, tad Nihayetsiz saadet gör... ...... Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fâniyim, fânî olanı istemem! cizim, âciz olanı istemem! Ruhumu Rahmân ’a teslim eyledim, gayr istemem! İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender hiçim, fakat bu mevcudâtı umûmen isterim. ...... Yirmi Üçüncü Söz (Şu Söz’ün İki Mebhas’ı vardır.) ا ا ا ــــــ ۝ א أ هא ددر ۝ أ نא ا א 1تא א ا ا و ا ا ا إ

    Birinci Mebhas[]

    İmanın binler mehâsininden yalnız beşini “Beş Nokta” içinde beyan ederiz. Birinci Nokta İnsan; nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar. Cennet e lâyık bir kıy- met alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîn e düşer. Cehennem e ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni-i Zülcelâl ’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat -ı ilâhiye ve nukuş-u esmâ-yı rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür , o nisbeti kat’eder. O kat’dan sanat-ı rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise; hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir. Bu sırrı bir temsil ile beyân edeceğiz. Meselâ insanların sanatları içinde, nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen müsavi, bazen madde daha kıymettar, bazen olu- yor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. 1 “Biz insanı en mükemmel surette yarattık. Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük. Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır.” (Tîn sûresi, 95/4 -6 ).

    Belki bazen, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı hâlde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat , antikacıların çarşısına gidilse; harika-pîşe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek, o sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer, kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir pahasına alınabilir. İşte insan, Cenâb-ı Hak k’ın böyle antika bir sanatıdır. Ve en nazik ve nâ- zenin bir mucize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır. Eğer nur-u iman içine girse; üstündeki bütün mânidâr nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisapla okutur. Yani: “Sâni-i Zülcelâl ’in masnûuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla insandaki sanat -ı rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni’ine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhar eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı rabbaniyeye göre olur ve âyine-i samedâniye itibarıyladır. O hâlde şu ehem- miyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı ilâhî ve cennet e lâyık bir misafir-i rabbanî olur. Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür , insanın içine girse; o vakit bütün o mânidâr nukuş-u esmâ-yı ilâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni ’ unu- tulsa, Sâni’a müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. deta baş aşağı dü- şer. O mânidâr âlî sanatların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesa- düfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi; kısacık bir ömürde hay- vanâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir hâlde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür; böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder. İkinci Nokta İman; nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bü- tün mektûbât-ı samedâniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklan- dırıyor. Zaman-ı mâzi ve müstakbeli, zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir


    Advertisement