Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Wikipedia-logo-tr
'den İstibdâd ile ilgili bir şeyler var
Bakınız

Şablon:İstibdad - d


İstibdad - İstibdat
~ Ar istibdād إستبداد [#bdd X msd.] başına buyrukluk, kural tanımazlık, bağımsızlık
Ar badd بدّ [msd.] saçma, dağıtma
Tarihçe (En eski kaynak)
Eflatun
Şehir halkı huy ve tabiat itibariyle iyi olmadıkları zamanlarda istibdat idaresine ihtiyaç duyabilir. İdareci karakter itibariyle müstebitse istibdat o zaman kötülenebilir. Köleler ve kötüler için istibdat en üstün iyiliktir. Telhis-u Nevamis-ul Eflatun
"müstakil olmak" [ Meninski, Thesaurus (1680) ]
Kelime Kökeni
Arapça bdd kökünden gelen istibdād إستبداد "başına buyrukluk, kural tanımazlık, bağımsızlık" sözcüğünden alıntıdır.
Arapça sözcük Arapça badd بدّ "saçma, dağıtma" sözcüğünün istifˁāl vezni (X) masdarıdır.
Ek Açıklamalar
Keyfi yönetim anlamı muhtemelen 20. yy aşlarında türemiş olmalıdır.
İstibdat dönemi
Devr-i İstibdad
İstibdad rejimi
Müstebid
İstibdadçı

Abdulhamid II
İttihat Terakki
Tek Parti İdaresi

İstibdad - Mehmet Akif Ersoy - Safahat
İstibdad ve meşrutiyet
İstibdad, ittihada engeldir
İstibdad basamakları
istibdad türleri
İstibdad-ı ilmiye

Bediüzzaman'ın dikkat çektiği 12 çeşit istibdat [[]][[]]
Acem şahı
Teması ve muhteşem beyitleri: 1. Paşa keyfi 2. Abdülhamid - Üç Müstebit (Talat Paşa - Cemal Paşa - Enver Paşa) ve sonrası müstebidleri ve mutabasbısları anlatılır. 3.

  • Cehalet + Fakirlik = Şikayet
  • Cehalet + Zenginlik = İsraf
  • Cehalet + Hürriyet = Anarşi
  • Cehalet + Güç = İstibdad
  • Cehalet + Din = İfrat - Tefrit


  • TDK[]

    www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=İSTİBDAT

    istibdat -dı isim (istibda:dı) eskimiş Arapça istibd¥d. isim

    Uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm.

    İstibdat Devri[]

    Sultan Abdülaziz'in saltanatı zamanında 1870'den itibaren başlayan ve II. Abdülhamid'in padişahlığı süresince devam eden mutlakiyet rejiminin adıdır.

    II. Abdülhamid devrinde "istibdat" adı verilen şahsi yönetim, Meclis-i Mebusan'ın süresiz kapatıldığı 13 Şubat 1878'den II. Meşrutiyet'in ilanına yani 23 Temmuz 1908'e kadar devam etti. 30 yıl 5 ay 9 gün devam eden bu zaman içerisinde II. Abdülhamid, siyasi ve kanuni hakları kaldırmak için yeni kanun çıkarılması teşebbüsünde bulunmadığı gibi, bu hakları koruyan kanunların da yürürlükten kaldırılması için teşebbüste bulunmadı.

    Buna rağmen hürriyetleri baskı altında tuttu, özellikle Meclis-i Mebusan'ı süresiz olarak kapattıktan sonra, ilk işi basın hürriyetini kaldırarak ağır sansür koymak oldu. Kendi yönetimini benimseyen bir kısım gazete sahipleri ve gazetecilere çıkarlar sağladı. Mizah gazeteleri ve karikatür yayımı yasaklandı. Toplanma hürriyeti yok edildi. Hatta devlet adamlarının birbirlerinin evlerine gitmeleri bile yasaklandı. Hükumetin yetkilerini büyük ölçüde şahsında topladı. Kurduğu hafiye teşkilatı ile devlet memurları arasında tam bir korku ve endişe havası estirdi. II. Abdülhamid, Meclis-i Mebusan'ın tüm yetkilerini şahsında topladı. Hal'inden sonra 23 Temmuz 1908'de ilan edilen İkinci Meşrutiyet'le istibdat devri kapandı.

    Daha şiddetlisini doğuran `zayıf istibdat`[]

    Menfi ve Müsbet Siyaset

    Çünkü, mutlakiyet rejimine şiddetle muhalefet eden Üstad Bediüzzaman, bir eserinde `Sultan Abdülhamid`in mecbur olduğu istibdat` diye de bir ifade kullanıyor.

    Birinci Meşrutiyetin askıya alınmasından itibaren Sultan II. Abdülhamid`e karşı şiddetli bir muhalefet hareketi başlar.

    Bu hareketin içinde yer alan aykırı ve başıbozuk tiplerin yanı sıra, tanınmış değerli birçok şahsiyet de var: Namık Kemal, Ziya Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Resneli Niyazi Bey, Enver Bey, Said Halim Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Akif, Bediüzzaman Said Nursi gibi...

    Bu şahıslar arasında Sultan Abdülhamid`in siyaseti ile birlikte şahsına da hücum eden, hatta şeni` hakarette bulunanlar da var.

    Yine bunlardan bazıları var ki, yaptığı hakaretlerden sonradan pişmanlık duymuş ve Sultan Abdülhamid`in ruhaniyetinden özür dilemiştir. Rıza Tevfik ve Mehmed Akif gibi...

    Vaktiyle Padişah Abdülhamid`e demediğini bırakmayan şair-feylesof Rıza Tevfik, bilahare yazdığı özür dileme mahiyetindeki uzun şiirinde duyduğu derin pişmanlığı şöylece mısralara döker:

    Padişah hem zalim, hem deli dedik; İhtilale kıyam etmeli dedik; Şeytan ne dediyse `Beli` dedik; Çalıştık fitnenin intibahına. Divane sen değil, meğer bizmişiz; Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz; Sade deli değil, edepsizmişiz; Tükürdük atalar kıblegahına.


    Müstesna şahsiyet[]

    Yine, Sultan Abdülhamid`e muhalif görünen meşhurlar arasında, padişahın şahsi meziyetini takdir ettiği halde, onun takip ettiği siyaseti şiddetle tenkit eden müstesna bir şahsiyet vardır ki, o da Bediüzzaman Said Nursi`dir.

    Evet, Sultan Abdülhamid`in şahsından söz ederken, diğer bazı kimselerin yaptığı gibi tahkir ve tezyife zerrece tenezzül etmeyen Üstad Bediüzzaman, sonradan da ne yazdıklarından dolayı bir pişmanlık duymuş ve ne de Feylesof Rıza gibi padişahtan özür dileme gereğini duymuştur.

    Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman`ın uğraştığı ve muhalefet ettiği, Sultan Abdülhamid`in şahsı değil, belki onun uyguladığı `zayıf istibdat` siyasetiydi.

    İşte, dünkü yazımızdan da yola çıkarak bu konu hakkında detaylı bilgi talep eden patent uzmanı değerli Murat Ayna, özellikle Üstad Bediüzzaman`ın hangi hususlarda Abdülhamid siyasetine karşı çıktığını sorup öğrenmek istiyor.

    Esasında bu konunun kitap hacmini dahi aşacak boyutları var. Zira, bu konunun hakkını verecek bir çalışma ortaya koyabilmek için, Sultan Abdülhamid`in otuz üç yıllık devr-i istibdadını bilmek de yetmiyor, belki ondan evvelki kanlı/ihtilalli saltanat değişikliğine sebebiyet veren gelişmeleri de bilmek lazım geliyor.

    Aynı şekilde, `küçük kıyamet` diye ifade edilen 93 Harbini, Ali Suavi`nin ihtilal teşebbüsü gibi kritik gelişmeleri, ihtiyarlaşmış bir devletin asırlardır birikmiş olan iç ve dış sıkıntılarını da hesaba katmak gerekir.

    Çünkü, mutlakiyet rejimine şiddetle muhalefet eden Üstad Bediüzzaman, bir eserinde `Sultan Abdülhamid`in mecbur olduğu istibdat` diye de bir ifade kullanıyor.

    Demek ki, görünen kusur ve yanlışlıkları padişahın şahsından ziyade, onun belki de mecbur olduğu politikalarda görmek lazım. (Meşrutiyet idaresinde ise, durum tam tersinedir. Rejimin adı iyi, güzel, hoş; ancak, ülke idaresi yetersiz, kifayetsiz, liyakatsızların elindedir. Tıpkı, cumhuriyet idaresinde olduğu gibi...) Her ne ise...

    Şimdi, Üstad Bediüzzaman`ın eleştirel bakış nazarıyla, şu mutlakıyet rejiminde uygulanan zayıf istibdat politikalarını biraz irdelemeye çalışalım Mutlakıyetin zararları, meşrutiyetin faydaları Bazı tarihçiler, meşrutiyet dönemindeki maddi-manevi kayıpları, Sultan Abdülhamid karşıtlığına tahvil ile hasıl olan bütün kusur ve günahı da meşrutiyete fatura etmeye çalışır.

    Halbuki, bu tarz bir görüş ve yaklaşım, temelinden yanlıştır. Zira, dahilde ve hariçte biriken yıkıcı düşmanlık, mutlakıyetin susturucu ve baskıcı politikaları sayesinde geliştiği gibi, yaşanan dramatik gelişmelerin asıl sebebi ve kaynağı da meşrutiyetin kendisi değildir. (Bediüzzaman, `İstibdat zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır` diyor.)

    Dahilde kurulan `Hafiye teşkilatı` ile uygulanan sansür ve sürgün politikaları sayesinde, hem Sultan Abdülhamid`e, hem de onun şahsında mukaddes İslam dinine karşı şiddetli bir kin, öfke ve düşmanlık cereyanı meydana geldi.

    1908`de ise, bu öfke patlama noktasına geldi ve bir yıl sonra da patladı. Patlama, sadece Abdülhamid`i devirmekle kalmadı, aynı zamanda mukaddes İslamiyet de çirkin hücumların hedefi haline getirildi.

    Bediüzzaman`ın tabiriyle, `O ism-i mukaddese de hücum edildi.` (Münazarat, s. 83.) Şüphesiz, Sultan Abdülhamid iyi niyetli bir idarecidir. Fakat, bu iyi niyet iyi netice almaya yetmiyor. Niyet iyi olsa bile, uygulama kötü olduktan sonra, netice çoğu kez felaket oluyor.

    Hele hele din ve İslamiyet adına yapılacak kötü icraatların bedeli çok ağır şekilde ödeniyor. İşte, dikkatleri özellikle bu noktaya çeken Bediüzzaman Said Nursi, iyi niyetle sürdürülen yanlış politikanın altını çizdikten sonra, pusuda yatan fitnekarlığın nasıl meydan bulduğuna şu ibretamiz sözleriyle açıklık getiriyor:

    `Din, dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz.` (Sünuhat, s. 67.)

    Bu paragrafta geçen `menfi tarz`dan kasıt, istibdada dayalı siyaset metodudur. Oysa, dinin böyle bir tarz-ı siyasete ihtiyacı yoktur. Din, olduğu gibi anlatılsa, ayrıca herhangi bir kuvvete, şiddete, baskıya ihtiyaç kalmaz.

    `Otuz sene halife` diye kast edilen şahıs, hiç şüphesiz Sultan II. Abdülhamid`dir. `İstifade edildi zannı` tabiri ise, Sultan Abdülhamid`in gerçekten `iyi niyet` sahibi bir yönetici olduğunu hatırlatmakla beraber, baskıcı bir mekanizma kurduğu için de, onun bu menfice siyasetinin, İslama gelen çirkin tecavüzü değil durdurmaya, bilakis besleyip büyütmeye yaramış olduğu hususu da, burada ayrıca nazara veriliyor.

    Hasılı, gerçekte hiç ihtiyaç olmadığı halde, İslama hizmet adına tatbik edilen `zayıf istibdat` politikaları, ne yazık ki, daha şiddetli bir istibdadın perde altında gelişmesini tetikleyip beslemiştir.

    Bu, sonradan da, önüne geçilmez bir felaket halini almış ve birçok mukaddesatı çiğneyerek ilerleyen gaddar bir canavara dönüşmüştür. Burada, Üstad Bediüzzaman`ın Sultan Abdülhamid`in mutlakıyet rejimine ve devlet eliyle uygulanan baskıcı politikalarına karşı gelmesinin sebebi, umarım bir nebzecik de olsa anlaşılmıştır.

    06.08.2005 Yeni Asya

    Emine Eroğlu : Aczin kibre ve tahakküme karşı zaferi[]

    “İnsanlar bir yönüyle hayvan oldukları için şu pis istibdadı da beraberlerinde getirmişler,” der Muhakemât'ta. Yani “zorbalık tarihi” insanlık tarihi kadar eskidir. Kendi aczini idrak ve itiraf edemeyen, istemese de kibir kuyusuna düşer, bir nevi ilahlık ilan edip mahlûkatın aczini tahakküme dönüştürür.

    Üstad, zorbalığı mücerred bir kavram olarak bırakmaz, bütün teferruatı ile tanımlar. Öyle ki, onun tasvir ettiği detaylarla bir müstebidi görür görmez tanırsınız.

    Zorba, değişik biçimlerde her devirde tezahür eder. Hangi zamanın zehirli meyvesi olursa olsun cehaletten beslenir. En belirgin özelliği, sanki kendinde bir kuvvet varmış gibi hile ve dayatma ile korku ve baskı oluşturmasıdır. Etrafına köle muamelesi yaparak, insaniyetlerini yok eder. Başarı ve iyilikleri kendi defterine yazdırır, hatalar ve kötülükleri başkalarına yükler. Kendini büyütmek için milletin etini yer, mazlumların ve mağdurların omzuna basıp yükselerek bütün âleme sadece kendini göstermek ister. Kuvveti kanunda değil, şahıslarda toplar . Kanunları kendi keyfine tabi kılmak suretiyle hakkı kuvvet karşısında mağlub eder. Bu şartlarda millet hiçbir işini riya karıştırmadan yapamaz hale gelir, zira yağcılığa ve yalancılığa alışmanın en büyük tehlikesi samimiyet ve ihlası terk etmektir. Neticede insan gayret ve emeğinin motoru olan çalışma isteği de söner. Ümitsizlik ruhları işgal eder.

    Mâmehuran hırsızları

    Bediüzzaman, kâinatta hayır galip olsa da istibdada karşı mücadelenin dönemsel olmadığının, kıyamete kadar süreceğinin altını çizer. Öyleyse ona karşı herkesin aktif ve sürekli bir mücadelesi olmalı, temel hak ve özgürlükler koruma altına alınmalıdır. Üstad, Kürt aşiretlerine seslenirken, zorbalığa karşı direniş yöntemi olarak Mâmehuran aşiretinin hırsızlarla mücadelesini örnek gösterir:

    “Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın idaresine vermişsiniz. Hâlbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir? Yoksa her biriniz çobanın yetersizliğini bilmekle gaflet uykusunu terk edip, hanesinden bir kahraman gibi koşsun. Koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel, bin muhafız olmakla emanete sahip çıksın. Hiçbir kurt ve hırsız koyunlara saldırmaya cesaret etmesin, daha mı iyidir?"

    Görünüşe göre Mâmehuran aşireti hırsızlıkla etkili mücadele etmişler. İşi sadece bekçiye veya çobana bırakmamış, rahatlarını terk ederek, müstebit kurtlara ve hırsızlara karşı koyunlarını korumuşlar.

    Öykünün devamı şöyle:

    İşsiz kalan Mâmehuran hırsızları, bu esnada, çölde Şeyh Ahmet adında bir zatın önünü kesip onun üzerindekileri çalmak istiyorlar. Şeyh Ahmet ise, “Önce bana on dakika müsaade edin ve beni dinleyin, sonra ne yapacaksanız, ne alacaksanız alın,” diyor.

    Müsaade alan ve kendisini dinleyen Mâmehuran hırsızlarına, Şeyh Ahmet tesirli ve anlamlı bir nasihatte bulunuyor. Neticede hırsızlar tevbekâr Sûfiler haline geliyor. Yani baskı ve tahakküme karşı etkin mücadele “ruhları ağlayarak arınmak isteyen” ama bunun için bir bahaneye ihtiyaç duyanların ıslahına da imkân sağlıyor. Hatta zorbalık devam etse de hürriyet ve adalet, sosyal hayatın bazı şube ve sınıflarında hayatiyetini devam ettirebiliyor.

    Velhasıl istibdatla mücadele ciddi bir birey olma bilinci gerektiriyor.

    Kaçan da kovalayan da ne kadar güçsüz

    Rivayet edilir ki, Halife Mansur minberde hutbe irat ederken burnuna bir sinek konar. Halife, cemaatin huzurunda ellerini hareket ettirmek istemez. Sineği kovmak için başını sallar. Fakat burnundan uçan sinek, bu sefer gözüne konar. Mansur başını salladıkça uçup konmalar devam eder. Sonunda dayanamaz ve elini kullanarak sineği uzaklaştırmak zorunda kalır.

    Minberden indiğinde kızgınlıkla Amr b. Ubeyd'e “Allah sineği ne için yaratmış acaba?” diye söylenir. Amr, bir medenî cesaret örneği gösterir ve, “Zorbaların burnunu sürtmek için” diye cevap verir. Mansur, şaşkınlıkla “Niçin böyle söylüyorsun?” diye sorar. Amr, görüşünü bir âyete dayandırır:

    “Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi kurtarıp geri alamazlar. İsteyen de, kendinden bir şey istenilen de, kaçan da kovalayan da ne kadar güçsüz!..” (Hacc, 73)

    Rivayet bize Halife Mansur'un Amr'ı haklı bulduğunu söylüyor. Hakikat de öyle. Zira nefis başta olmak üzere tüm zorbalar burnu sürtülesi. Aczini bilmeyene önünde sonunda bildiriyorlar. Karıncanın Firavun'u, sineğin Nemrud'u, Hz. Dâvud'un Câlud'u, bir mikrobun bir cebbarı mağlup etmesi, aczin kibir ve tahakküme karşı kaçınılmaz zaferi. Bu yüzden İmam Şâzelî Hazretleri, meşhur Hizbü'n Nasr Duası'nda Allah'a şöyle seslenir: “Zorbaların kaba kuvvetleri Senin takdirini asla engelleyemez. Ve ister kral, ister kisra isterse zulme saplanmış başka herhangi bir zorba olsun, o mütemerridlerin helâki kat'iyyen Sana ağır gelmez…”

    Biz gaflet uykusunu terk edip, evrensel değerleri korumaya koştuğumuzda ortada müstebid de kalmayacak, “onlardan bir iz” de...

    Derviş Yûnus ne güzel görmüş:

    “Bir serçe bir kartalı

    Salladı vurdu yere

    Yalan değil gerçektir

    Ben de gördüm tozunu!”


    25 Aralık 2015, Cuma

    Emine Eroğlu

    Advertisement