Yenişehir Wiki
(Sayfa oluşturdu, içeriği: 'Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir. Meselâ büdce hesâbâtını yoktur çıkaran... Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran. Hani tezgâhlannız ne…')
 
Değişiklik özeti yok
1. satır: 1. satır:
  +
{{eser1
  +
| önceki =[[Asım]](III.Bölüm)
  +
| sonraki =[[Asım V.Bölüm]]
  +
| başlık =[[Asım]]
  +
| bölüm =[[Dosya:Bayrak.gif|68px|middle]]
  +
| eser sahibi = Mehmet Akif Ersoy
  +
| notlar = Asım (1924) - [[Hocazade]] ile [[Köse İmam]] arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış '''tek parça eserdir'''. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder. Âsım, Mehmet Âkif’in sanatının önemli eseridir. [[Birinci Dünya Savaşı]] sırasında '''Mehmet Âkif’i temsil eden Hocazade'''’nin Fatih’in Sarıgüzel Mahallesi’ndeki evinde dostu ve babasının öğrencisi Köse İmam’la karşılıklı konuşmalarından meydana gelen manzum bir diyalogdur. Eser aynı zamanda Âsım’ın neslinin Çanakkale’de gösterdiği direnişin destanıdır. Bu eserinden dolayı [[Cenap Şahabettin]]’in “'''yalnız asrımızın değil, hatta tarihimizin en büyük destanî şairi'''” olarak nitelediği Mehmet Âkif’in bu eseri, Türkçenin büyük söz ustası [[Süleyman Nazif]]’i de kendisine hayran bırakmıştır. '''Nazif Âsım için şöyle der:''' ''“Yarabbi!.. Şair bu mısraları senin arş-ı ilhâmından birer birer yeryüzüne indirirken, ruhu, kimbilir, heyecandan ne kadar sarsılmış; dimağı, kalbi, a’sâbı ne kadar yıpranmış… ve ne kadar harâb olmuş!.. Onun yazdıklarını biz yalnız okurken, bu kadar titredik ve sarardık.”''
  +
  +
('''Safahat kitapları:''' Birinci Kitap [[Safahat]] ,
  +
İkinci Kitap [[ Süleymaniye Kürsüsünde]](1912)
  +
- Üçüncü Kitap [[Hakkın Sesleri]](1913)
  +
- Dördüncü Kitap[[Fatih Kürsüsünde]] (1913)
  +
-Beşinci Kitap [[Hatıralar]] (1917)
  +
-Altıncı Kitap [[ Asım]] (1924)Yedinci Kitap [[Gölgeler]] (1933)
  +
- [[Safahat Dışında kalmış Şiirler]])}}
  +
  +
'''Wikia 32 kb dan daha büyük dosyaları yayınlamakta sorun olduğundan''' ve Asım,tek şiirden oluşan bir kitap olduğundan dolayı bölümlemek zorunda kaldık.
  +
  +
{| border=1 style="margin-left:2em; border-collapse:collapse; border:1px solid #b0b0b0; line-height:1" cellpadding=5
  +
|- align=center style="background:#e0e0e0"
  +
| style="background-color: #e0e0e0; vertical-align: top"|'''Latin harflerine transkriptli metin''' '''''
  +
| style="background-color: #e0e0e0; vertical-align: top"| Sadeleştirilmiş metin''' '''
  +
| style="background-color: #e0e0e0; vertical-align: top"|'''İngilizce Tercümesi'''
  +
|-
  +
| style="background-color: #e0e0e0; vertical-align: top"|
  +
 
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.
 
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.
   

15.50, 29 Mayıs 2010 tarihindeki hâli

Asım(III.Bölüm) Asım Bayrak
Mehmet Akif Ersoy
Asım V.Bölüm
Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder. Âsım, Mehmet Âkif’in sanatının önemli eseridir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mehmet Âkif’i temsil eden Hocazade’nin Fatih’in Sarıgüzel Mahallesi’ndeki evinde dostu ve babasının öğrencisi Köse İmam’la karşılıklı konuşmalarından meydana gelen manzum bir diyalogdur. Eser aynı zamanda Âsım’ın neslinin Çanakkale’de gösterdiği direnişin destanıdır. Bu eserinden dolayı Cenap Şahabettin’in “yalnız asrımızın değil, hatta tarihimizin en büyük destanî şairi” olarak nitelediği Mehmet Âkif’in bu eseri, Türkçenin büyük söz ustası Süleyman Nazif’i de kendisine hayran bırakmıştır. Nazif Âsım için şöyle der: “Yarabbi!.. Şair bu mısraları senin arş-ı ilhâmından birer birer yeryüzüne indirirken, ruhu, kimbilir, heyecandan ne kadar sarsılmış; dimağı, kalbi, a’sâbı ne kadar yıpranmış… ve ne kadar harâb olmuş!.. Onun yazdıklarını biz yalnız okurken, bu kadar titredik ve sarardık.”

(Safahat kitapları: Birinci Kitap Safahat , İkinci Kitap Süleymaniye Kürsüsünde(1912) - Üçüncü Kitap Hakkın Sesleri(1913) - Dördüncü KitapFatih Kürsüsünde (1913) -Beşinci Kitap Hatıralar (1917) -Altıncı Kitap Asım (1924)Yedinci Kitap Gölgeler (1933) - Safahat Dışında kalmış Şiirler)

Wikia 32 kb dan daha büyük dosyaları yayınlamakta sorun olduğundan ve Asım,tek şiirden oluşan bir kitap olduğundan dolayı bölümlemek zorunda kaldık.

'Latin harflerine transkriptli metin Sadeleştirilmiş metin İngilizce Tercümesi

Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.

Meselâ büdce hesâbâtını yoktur çıkaran...

Hadi mâliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlannız nerde? Sanâyi´ nerde?

Ya Brüksel´de, ya Berlin´de, ya Mançester´de!

Biz ne müftî, ne imam istemişiz Avrupa´dan;

Ne de ukbâda şefâ´at dileriz Rimpapa´dan

Siz gidin bunları ıslâha bakın peyderpey;

Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vâlî Bey!"

Ne dedin fıkrama?

-A´lâ!Beni habtettin, İmam!

- Yola gel şöyle biraz, neydi o sözler?

- Be Hocam,

Sana biz medresenin hizmeti hiç yok demedik;

Bir bedâhet bu ki inkâra çalışmak delilik.

Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka?

Onu insan bile saymaz mütefekkir tabaka!

Köylüden milletin evlâdı kaçarken yan yan,

Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşıyan.

Rûhunuz halkımızın, köylümüzün rûhuna denk;

Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes´ûd âhenk!

Biz bu âhengi harâb etmiyecektik ettik;

Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.

Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara...

Vahdetin tertemiz alnında ne çirkin bu yara!

Hadi iş gör bakalım, var mı ki imkân? Nerde!

İkilik azmine hâil kesilir her yerde.

Ne desek dinlemiyor, nâfile, bir kimse bizi.

- Uydurun siz de, beyim, halka biraz kendinizi.

- Haklısın.

- Aykırı gitmekle bu yol hiç çıkmaz.


- Konya´daydım...

- Haberim yok, ne zaman?

- Bıldır yaz.

Şehri az çok bilir, etrâfznı pek bilmezdim;

Bâri bir köyleri görsem, diye çıktım, gezdim.

Yolda duydum ki: Filân nâhiyenin a´yânı,

Üç gün evvel koyuvermiş hoca bilmem filânı;

Herkes evlâdını almış, kapatılmış mekteb.

Çok fena şey! Hele bir anlıyalım, neydi sebeb.

Hiç işim yok bu da oldukça mühim doğrusu ya,

Gidecek yolcu da var, akşama indik oraya.

Yatsıdan sonra ahâli "bize va´zet" dediler;

Çektiler altıma bir cıllığı çıkmış minder.

Tahta sordum, silinip çevre kadar yenlerle,

Geldi, tâ göğsüme yaslandı sakat bir rahle.

Evvelâ hamdeleden, salveleden başlıyarak

Girmeden maksada dîbâceyi serdim çabucak.

İlme kıymet veren âyâtı, ehâdîsi bütün,

Okudum, hâsılı bülbül gibi öttüm ben o gün.

Sonra, te´yîd-i İlâhî olacak besbelli,

Öyle bir maskara ettim ki o hâin cehli,

Hani kendim de beğendim.

-Adam, anlat, ne dedin?

- Biri aklımda değil.

- Öyle mi?

- Baktım, sadedin,

Tam zamanıydı, ahâlîye çevirdim yüzümü;

Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü:

Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz?

O sizin devletiniz, ni´metiniz, herşeyiniz.

Hoca hakkıyle beraber gelecek hak var mı?

Sizi mîzâna çekerken bunu sormazlar mı?

Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;

Sonra, sırtında, yedek şaplı beş on deste çarık;

Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek

Çin-i Mâçin´deki bir ilmi gidip öğrenecek.

Hiç düşünmek de mi yoktur, be adamlar, bu ne iş?

En büyük tâli´i Mevlâ size ihsân etmiş,

Hem de ta olduğunuz mevkie göndermişken;

Teptiniz kendi gelen ni´meti sersemlikten!

Çok zaman geçmiyecektir ki bu nankörlüğünüz,

Ne felâketlere meydan verecektir görünüz!

Köylerin yüzde bugün sekseni, hattâ, hocasız;

Siz de onlar gibi câhil kalarak anlayınız!

Bir hatâ oldu, deyip şimdi peşîmansınız a...

Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evlâdınıza...


Buna benzer daha bir hayli savurdum, estim.

Ses, nefes hepsi tükenmişti, nihâyet kestim.

Sanıyordum ki duâdan koca mescid inler.

Umduğum çıkmadı hiç: Pek yavaş âmin dediler.

Çekiverdim o zaman ben de hemen Fâtiha´yı.

Yatacağımız odanın sâhibi Mestanlı Dayı,

Getirirken beni, sağ elde fener, mescidden;

"Gürül gürül okuyor hep, gürül gürül okuyor;

Yanıl da bir, deli oğlan, baban mezarda mı, sor!"

Deyivermez mi, ne dersin?

- Ama pek hoş cidden.

- Bunu duydum zehir içmiş gibi sersemleştim...

Eve geldik herifin kalbini artık deştim.

Ne de çok şey biliyormuş, be Hocam, köylü meğer!

- Öyledir

- Sen de şaşarsın, hani, söylersem eğer:

Anladım: Bilmiyecek tilki onun bildiğini.

- Hadi naklet bakalım şimdi şu bilgiçliğini?

- Dedi:

" Fetvâyı veren mahkeme, yanlış, gerçek

İki da´vâcı ne söylerse bütün dinliyecek.

O zaman kestiği parmak acımaz, âmennâ...

Ama hep bir tarafın ağzına bakmak o fenâ.

Benim arkamdaki düşman bana mevlid mi okur?

Dur ki ben söyliyeyim bir de, kuzum, sen hele dur!

Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!

Kim teper ni´meti? İnsan meğer olsun eşşek.

Koca bir nâhiye titreştik odunsuz yattık;

O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.

Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?

Bize lâzım iki şey vaı: Biri mektep, biri yol.

Niye Türk´ün canı yangın, niye millet geridir;

Anladık biz bunu, az çok senelerden beridir.

Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukça,

Ne mühendis verecekler bize, artık ne hoca.

Para bizden, hoca sizden deyiverdik... O zaman,

Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah´ım aman!

Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı...

Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.

Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;

Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.

Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;

Ebenin teknesi ömründe pisin gördüğü su!

Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak

Bunu bilmem ki yann hangi imam paklıyacak?

Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama...

Bâri bir parça alsaydı ya son son, arama!

Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.

Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,

Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,

Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.

Bir selâm ver be herif. Ağzın aşınmaz ya... Hayır,

Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.

Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;

Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.

Kafa onnan gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;

Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanıı:

Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;

Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar;

Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.


Su mühendisleri gelmişti... Herifler gâvur a,

Neme lâzım bizi incitmediler zeıre kadar;

İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!

Tatlı yüz, bal gibi söz... Başka ne ister köylü?

Adam aldatmayı a´lâ biliyor kahbe dölü!

Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;

Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.

Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun...

İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!

Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,

Öyle devlet gibi, ni´met gibi lâflar bana vız!

İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden...

Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben. "


- Hakkı var.

- Pek güzel amma, bu işin yok ki sonu.

Kapadck mektebi, kovduk diyelim farmasonu,

Başı boş köylünün evlâdını kimler yedecek?

Adam ister ona insanlığı telkîn edecek.

Bunu nerden bulalım? Kimlere ısmarlıyalım?

Önce kaç tezgâhımız var, bakalım, bir sayalım...

- Pek uzun boylu hesâb etme, nedir mes´ele ki?

Herkesin bildiği şey: Medrese bir, mektep iki.

- İşte arz eyliyorum zât-ı fazîlânenize:

İkisinden de hayır yok bu şerâitle bize.

- Gâlibâ sen yeniden kızdıracaksın Köse?yi;

Söyle, mîrasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi?

Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet...

- Elbet!

- Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de sür´atle!

- Evet.

- Bir hünermiş gibi ikrâr ediyor ağzıyle...

- Çünkü mektep yapacaktık onun enkâzıyle.

- Çünkü mektep yapacakmış!.. Ne kolay söylemesi!

Bir kümes yaptığın var mı ki, bir kaz kümesi?

- İnkılâb ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.

- Size çılgın demiyen varsa, kuzum, ahmaktır.

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.

Sâde sen gösteriver "işte budur kubbe!" diye;

İki ırgadla iner şimdi Süleymâniyye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.

Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.

Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok!

Ötmeyin nâfile baykuş gibi karşımda, susun!

- Mürteci´sin be İmam?

- Mürteci´im, hamdolsun.

-Hele bak hamd ediyor!

-Hamd ediyorsam, yeridir.

-Şâfi´î´nin mi, kimindir o şiir?

- Hangi şiir?

- Hani "Peygamber´in evlâdını candan sevmek,

Râfızîlikse...

- Evet,

- "Yerde beşer, gökte melek

Râfızîdir bu, desin hepsi de hakkımda benim,

Ben oyum, işte... " diyor...

- Bildim, evet.

- Kâili kim?

- Şâfı´î zannederim, neyse, fakat maksadınız?

Şunu lûtfen bana teşrîh ediniz, anlatınız.

- Yıkılan yurduma cennet diyemem, ma´zûrum;

Hani ma´mûre? Harâbeyle benim neydi zonım?

Heybe sırtında "adâlet" dilenirken millet,

Müsterîh olmanın imkânı mı var, insâf et?

" Yaşasın!" ma´cunu a´lâ idi, yut, keyfine bak!

Tutmuyor şimdi, fakat, bin yala parmak parmak.

- Neye tiryâkisi oldun bu kadar sen de ayol?

Tutmuyor, çünkü alıştın... Yemeyeydin bol bol.

Hem bizim ma´cunu pek hırpalamak doğru mu ya?

- Dur canım! Ben kızarım böyle vakitsiz şakaya...

Sözü tekmîl edeyim...

- Sonra bitir, dinle biraz:


Bir yutar, beş yutar, afyonkeşi afyon tutmaz;

Der ki: Toprak mı, ne zıkkım bu, varıp anlamalı.

Açılır kurna başından, sıyırır peştemalı,

Nalının sırtına atlar, sürerek doğru gider,

Hangi attarsa, bulur."Tutmadı yâhu, yine!" der.

Gülmeden çatlaya dursun biriken çarşı, pazar;

"Bu kadar tuttuğu yetmez mi kuzum?" der attar.


Siz de artık uzun etmektesiniz, hem pek uzun;

Üç saat esnemeden dinlediğim nutkunuzun,

" Yaşasın!" ma´cunu peymâne-i ilhâmı bütün,

Hani, sarhoş kuşa döndün, mütemâdî öttün!

- Bırak oğlum, yeter artık şakanın vakti değil.

- Sen de, öyleyse, bizim ma´cuna baş kesmeyi bil!

- Sâde bir "bal" deyivermekle ağız tatlansa,

An uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa.

Ağlasın milletin evlâdı da bangın bangır,

Durma hürriyeti aldık diye, sen türkü çağır!

Zulmü alkışlıyamam, zâlimi aslâ sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...

Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...

- Boğamazsın ki!

- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirnıek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldımıa da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...

İrticâın şu sizin lehçede ma´nâsı bu mu?

- Yok canım!

- Yok deme!

- İfrât ediyorsun Köse...

- Yâ?

İşte ben mürteci´im, gelsin işitsin dünyâ!

Hem de baç mürteci´im, patlasanız çatlasanız!

Hadi kânûnunuz assın beni, yâhud yasanız!

- Yasa yok şimdi.

- Neden, bitti mi?

- Dede Cengiz ya ?

- Bırak, derdimi deştin: Gitti!

- Getirir yine lâzımsa...

- Hayır, gitti gider.


- Ya bizim düşmanımızmış o meğer...

Dedenizdir diye bir kahbe çıfıtmış yamayan...

- Size hâ ?

- Öyle ya, çok geçmedi lâkin, aradan,

Geldi bir başka gâvurcuk, dedi "Cengiz´le, ayol,

Bu hısımlık nereden çıktı ki, siz Türk, o Moğol!.. "

- Sonra?..

-Hiç!

-Hiç mi?

- Sönüp gitti o kızgın piyasa.

- Hem de bir püfle!

- Evet, şimdi ne hâkan, ne yasa!

- Kimse ma´kul kefereymiş, o herif.

- Sorma Köse´m...

- Çok şükür sizde de pek yok değil amma sersem!

- İğnelersin şu benim neslimi yüz buldukça,

Sana elmas gibi hürriyeti kim verdi, Hoca?

Ne yaman şeydi unuttun mu o istibdâdı?

Hep fecâyi´di, hayâtın hele hiç yoktu tadı.

Milletin benzi sararmış, işitilmezdi refâh;

Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir "âh!"

O ne günler...

- Beni kızdırmaya söyler mahsus,

Yeter artık!

- Niye?

- Ezber bilirim hepsini, sus!

- Ne tuhafsın! Bana döktürmiyeceksin içimi...

- Yokpaşam, sizde tuhaflık o benim haddim mi?

- Müstebiddin de gem almaz soyu çıktın, git git,

Sen ki hürriyet için nefyolunurdun, a tirit!

İşi yok şimdi muhâlifliğe sarmış derdi...

- Hoca rahmetli kerâmet gibi söz söylerdi...

- Bâri tuttun mu?

- Ne mümkün? O zaman nerde akıl?

- Sonradan geldiği sâbit mi efendimce, nasıl?

- Döverim ha!

- Hadi dövmüş kadar ol!

-Dur be adam,

Dinle, zevzekliği terk et!

- Sana terk ettim, İmam!

- Ne diyordum be?..

- Ya gördün mü kafan aynı kafa!

"Hoca rahmetli" dedin, öyle giriştindi lâfa.

- Evet, oğlum, Hoca sevmezdi, bilirdim, sarayı;

- Ama sövmezdi de hoşlanmadığından dolayı.

Vardı bir duygusu besbelli ki...

- Bilmem, varmış...

Pâdişah dendi mi, çokluk dil uzatmazlarmış!

- Hiç unutmam, Hocazâdem ki, sıcak bir gündü,

Bahçedeydik bana bir parça baban küskündü.

- Sana düşkündü babam, küstüğü olmazdı ama...

- Boşboğazsın diye kızmıştı.

- Kerâmet!

- Sorma!

Büsbütün kızdırayım bâri, dedim...

- Ya ? Çok iyi:

Çivi, bir an´anedir bizde, sökermiş çiviyi.

- "Ortaklık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler,

Ah o Yıldız´daki baykuş ölüvermezse eğer,

Âkıbet çok kötü... " dîbâce-i ma´lûmiyle,

Söze girdim.

- Kızıyor muydu?

- Hayır.

- Tekmille!

- Bırakan var mı ki? Rahmetli hocam doğrularak

Dedi:

"Oğlum, bu temennî neye benzer, bana bak:

Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,

Nedir bu çektiğimiz dert, o çifte çifte semer!

Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;

Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.

Semerci usta geberseydi... Değmeyin keyfe!

Evet, gebermelidir inkisâr edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün âkıbet, ancak

Makâmı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?

Çırak mı, kalfa mı kim varsa yaslanır köşeye;

Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;

Sırayla baytan boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur;

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur:

"Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?

Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik tuhaf iş:

Semer değilmiş, o rahmetlininki devletmiş!"


Nasîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak;

Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak!

Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;

Yular takıp seni bir kimsecik sürükliyemez.

Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;

Küfür savurma boyun kestiğin semercilere. "

- Sen işin yoksa devir çamları paldır küldür;

Neslimin şöyle dönüp bakması hattâ züldür.

Gözüm ensemde değil, görmeliyim ben önümü;

Kestik attık hele mâzî denilen kör düğümü!

Ne zamandan beridir bağlıyız artık bıktık;

Demir aldık o sizin an´anelikten çıktık.

- Pupa yelken açılın şâyed oturmazsa gemi!

Bu tenezzüh, cici bey, doğruca Kağıthâne´ye mi?

- Hayır, enginleri bir bir geçerek, gâyemize.

- Hele bir kerre çıkın Marmara´dan Akdeniz´e!

Fıkra gelsin mi?

- İşin fıkracılık zâten, İmam!

Korkarım çam devirirsin yine...

- Bilmem çam mam!


"Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi,

Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.

"Bu nedir, Bey Baba, bittik mi, ne olduk?" derler;

Kimi evrâd okur üfler, kimi lâ-havle çeker.

" Yok canım!" der Hacı Kaptan, biriken yolculara:

"Su tükenmiş, haberim yok, buyurıın işte kara!"


Siz de, oğlum, bu mahârette, bu cür´ettesiniz:

Gemi yüzdürmek için kalmadı meydanda deniz!

- Dinle bir fıkra da benden bakalım şimdi.


- Olur

- "Dev-i sâbıkta kazâ teknesi, bir köhne vapur,

Akdeniz hattına tahsîs edilir bol keseden.

Eski kaptan "Gidemem, der, getirin varsa giden. "

Yeni kaptan gelerek, doğru çıkar mevki´ine.

Adamın tâli´i oldukça güzelmiş ki yine,

Yel üfürsün, su götürsün diye bekletmez pek

Gece kalkar bu adem postası İzmir diyerek.

Göksu´daymış gibi fış fış yüzedursun miskin...

Denizin neş´esi a´lâ, hava enfes... Lâkin,

Bir taraftan verivermez mi nihâyet patlak

Tekne kör kandil olur, yolcular allak bullak.

Şimdi bîçâre süvârîye ne dur var, ne otur;

Dinlenir farz ederek birçok emirler savurur.

"Getirin haritayı!" der; baksana mâşâ´allâh:

Şile, Bartın, Kızılırmak... Güzelim, Bahr-i Siyâh!

- Akdeniz yok mu

- Hayır yok.

Bu nasıl kaptanlık?

- Haklısın Bey Baba, göndermediler, çok yazdık.

Eğilir sonra bakar. İbresi yok bir pusula...

Yürümez ezbere, yâhû, gemi, eyvahlar o1a!

Bora estikçe eser, dalgalar azdıkça azar...

"Getirin ibreyi!" der, bulmanın imkânı mı var?

"İbre yok, Bey Baba, bilmem ne getirsek?" derler...

O da: "Öyleyse şehâdet getirin!" der bu sefer.


Verdiğin tek silik onluktu, behey aksi İmam,

Olacak söz mü dokuz kubbeli, çinçinli hamam?

Bize devlet diye teslîm olunan şey neydi?

Çarpacak sâhil arar, kupkuru bir tekneydi!

On sekiz mil mi gideydik? Batırırdık...

- Lebbey?

Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilmem, cici bey?

"Devr-i sâbık" mı dedin Şimdi?... Elindeyse, çevir,

Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o deviı:

Milletin beş parasız onda, emîn ol, yedisi!

Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!

Yatırın âlemi çavdar kaıışık mezbeleye:

Ne bu? Ekmek! diye dünyâyı verin velveleye.

Hastalık kehle, sefâlet saradursun, kol kol,

Sâde siz seyre bakın!

- Harb-i umûmî bu, ayol!

- Devr-i sâbıkta gebermezdi adam böyle zelîl,

Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefil.

- Niye hürriyyet için sürgüne gittindi?

- Evet,

Gittim amma bu değil beklediğim hürriyyet.

Zâten i´lân edilirken işi çakmıştım ya...

Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rü ya!

Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!

- Düşünür, arz ederim sonra!

- Unutmam, bir gün,

Bâbıâlî yokuşundan çıkıyordum, baktım:

Yolu boydan boya tutmuş eli bayraklı takım.

Geziyor başlann üstünde genizden bir ses.

Çömelip, salya sümük ağlayadursun herkes,

Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim...

Ay, Zuhûrî ye çıkan maskara! Bildim... Bildim...

Değişen bir yeri yok dinleyemem kim ne dese.

Yine bir kıl keçe altında kapanmış ense;

Yine yıllarca hamamsız ki boyun musmurdar;

Yine parmak gibi, âfâka batan, tırnaklar;

Yine merdâne geçirıniş gibi yatkın bir yüz,

Ki hayâ nâmına tek ârıza bilmez, dümdüz!

Yine bir tatsız alın, yassı burun, basma çene...

Hep o, hiç başka değil, gördüğüm evvelki sene.

- Kimdi, anlat şunu?

- Kuzguncuk´a geçtim bir gün,

Molla´nın köşküne yaklaşmadan etmez mi sökün,

Belki kırk elli köpek havlıyarak nerdense...

- Ama hiç saklama: Korkup da oturdun mu Köse?

- Köse dünyâda senin söylediğin haltı yemez;

Parçalar, belki, fakat üstüme itler siyemez.

- Hadi öyleyse, Hocam, sell-i asâ et de yanaş!

- Saldıran yoktu ki... Derken kocaman bir karabaş,

Karşıdan başladı ses venneye...

- Lâkin bu yaman.

Konağın bekçisi besbelli...

- Değilmiş, dur aman!

O içerden, bu yiğitler de dışardan ürüdü;

Bir ağız kavgasıdır aldı, tabî´î, yürüdü.

Karabaş sustu neden sonra, köpekler yattı;

Şimdi âfâkı gümüş kahkahalar çınlattı.

Kapıdan bir göreyim şöyle, dedim, vay canına:

Adam olmuş karabaş, geçti beyin ta yanına.

Ben şaşırmış bakıyordum ki sadâlar dindi;

Karabaş salta dururken dönerek silkindi,

Oldu bir zilli köçek, oynadı hop hop göbeği;

Hani varmış gibi karnında beş aylık bebeği!

Karabaş sonra Zuhûrî ye de çıksın mı sana?

Hem nasıl, taş çıkarır, belki, Burunsuz Hasan´a.

Ne Arap kaldı, ne Lâz kaldı, ne Çerkes, ne Pomak

Öyle bir kesti ki taklidleri, bittim...


Çok köpek oğluymuş

Evet, pek de utanmaz şeydi...

- Parsa çok muydu?

- Bırak toplasın, oğlum, değdi...

Kaçıranlar bile olmuş, o kadar gülmüştük.

İşte yavrum, bu omuzlarda gezen dilli düdük,

Havlayan, zil takınan, sonra Zuhûrî ye dalan,

O bizim soytarının kendi değil miydi?


- Karabaş gel! diyecektim...

- Dememiştin ya, sakın?

- Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,

Gâlibâ sezdi ki, yekten dedi: "Halt etme sofu!

Gördüğün fesli: Senin milletinin feylesofu.

Bu ve emsâli dehâlar tutuyor memleketi.

Sen bu şenlikleri gördünse kimin ma´rifeti?"

Dedim: "Ezberliyelim, saysana, oğlum, bir bir,

Şu dehâlar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?"

"İctimâî biri, dehşetli siyâsi öbürü;

Hele mâliyyecimiz yok mu, bu ilmin pîri. "

Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfir;

Dön işin yoksa finldak gibi artık fir fir.

Böyle bir korku geçinniş değilim ömrümde;

Benzedim gitti o gün neşvesi kaçmış Kürd´e.

- Yine bir fikra mı yerleştireceksin araya?


- Hani vâiz geçinen maskara şeyler var ya,

Der ki bir tânesi peş tahtayı yumruklıyarak.

Dinle dünya nenin üstünde durur, hey avanak!

Yerin altında öküz var, onun altında balık;

Onun altında da bir zorlu deniz var kayalık.

Öteden Kürd atılır.

- Doğru mu dersin be hoca?

- Ne demek doğru mu dersin? Gidi câhil amca!

Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;

Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.

- Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra;

Gömülüp kurtulayım bâri hemen bir çukura.

- Ne zorun var be adam?

- Anlatayım dur ki hocam:

Ben bu dünyâyı görürdüm de sanırdım sağlam.

Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak.

Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmıyacak;

Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem.

Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin... Ört ki ölem!

Ne dedin fikrama?

-Gayretle fena.

- Vay

- Dinle:

Memleket mahvoluyor, baksana, bedbinlikle.

Ben ki ecdâda söven maskaralardan değilim,

Anarım hepsini rahmetle... Fakat münfa´ilim.

- Niye?

- Zerk etmediler kalbime bir damla ümîd.

Hoca dünyâda yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.

Daha mektepte çocuktuk bizi yıldırdı hayat;

Oysa hiç korku nedir bilmiyecektik heyhat!

Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmiyeni;

"Yürü oğlum!" diye teşcî´ edecek yerde beni,

Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,

Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!

Bana dünyâya çıkarken "batacaksın!" dediler...

Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!

Ye´si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;

Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?

- Çattı, lâkin, o yalan bellediğin istikbâl.

- Hadi çatmış diyelim, kimlere âid ki vebâl?

Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.

İki üç yüz senedir serpemiyor bizde şebâb;

Çünkü bîçârenin âtîsine îmânı harâb.

Hissi yok fıkri bozuk azmini dersen: Meflûc...

Hani ıûhunda o haksızlığa isyan, o hurûc?

Karşıdan zinde görürsün, sokulursun ki: Yanm...

Yandık ecdâdımızın nârına, hâlâ yanarım!

Ye´si tekfir eden îmânıma olsun ki yemin,

Bize telkîn-i ümîd etmediler, yoksa bu din,

Yine dünyâlara yaymıştı yeşil gölgesini;

Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini.

Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık

Tapacak bir putumuzyoktu, özendik yaptık!

Göreyim gel de büyük bildiğin Allâh´ı kayır...

Hani, tevfik-i İlâhîye kanan var mı? Hayır.

Ya senin âlem-i İslâm´ın inanmış ye´se;

Dîn-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!

Önce dört kıt´ayı alt üst eden îmân-ı metîn;

Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebîn!

Şarka in, mağribe yüksel, göremezsin galeyan...

Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan?

Niye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dîni,

Benden imsâk ediyor ceddime bezl ettiğini?

Yaşamak hakk-ı sarîhim mi? Evet. Bir mantık

Bunu inkâr edemez, çünkü bedîhî artık.

Bir bedâhet de bu öyleyse: "Çalışmak borcum. "

Yok irâdem ki, fakat, dipdiri bir meflûcum!

- Ya kabâhat yine mâzîde mi?..

- Bilmem, kimde...

Bir çıfıt sillesi kaç yıldır öter beynimde:

Dedi: "Farz et senin Asya´n yedi yüz milyonmuş;

Ne çıkar? davranamaz hiç ki, serâpâ donmuş.

Vâkıâ biz bir avuç unsuruz amma boğarız,

Kimi dünyâda görürsek hareketsiz, cansız. "

Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dîni;

O yerin gökten inen dîni, hayâtın dîni?


Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?

Müslümanlık mı dedin? Tövbeler olsun, ne demek!

Hani Kur´an´daki rûhun şu heyûlâda izi,

Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi,

Ye´si tedrîc ile zerk etmiş edenler dîne...

O ne mel´un aşı, hiç benzemiyor, hiç birine!

Dikkat et: 1000 senesinden beri, a´sâbı harâb,

Yatıyor koskoca bir âlem-i îman, bîtâb.

Pıhtı halinde yürekler, cevelânsız kanlar;

Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!

Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!..


- İyi amma nasıl îkâz edeceksin bu leşi?

- Leş değil.

- Leş mi değil?

- Dipdiri... Dalgın, yalnız...

Şimdi kurtarmak için azmedelim, kurtarırız:

Verelim gel de şunun kalbine bir canlı ümîd.

- Ne kolay! Sa´y-i medîd ister ayol, sa´y-i medîd!

- Eklerim ben de mesâîyi tutar birbirine,

Al kuzum, istediğin sa´y-i medîd oldu yine.

Var mı bir başka sözün söyliyecek

- Elbet var.

Hani, tevfiki hesâb etmedin, onsuz ne çıkar?

-Ama kul neyle mükellefti ki, tevfik ile mi?

Hiç değil, sa´y ile; tevfik, o: Hudâ´nın keremi.

Sarıl esbâba da çık işte tarîk işte ref ik;

Ne vazîfen senin olmazmış, olunmuş tevfik?

Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter!

Bin çalış gâyen için, bir kazan ömründe yeter.

Mütebâki o dokuz yüz emeğin yok mu, Hocam?

- Daha doksan dokuz ister, ne demek etsene zam!

- Hadi ettik... Biri olmaz, biri hattâ, zâyi ;

Ya onun gâyede tek hissesi var, hem şâyi´.


Dinle üç beş sene evvel geçen oldukça mühim,

Bir ufak hâdiseden bahsedeyim...

- Dinliyelim.

- Hüseyin Kâzım´ı elbette bilirsin?


- Kadri Bey zâde canım?

- Hâ! Şu bizim Kâzım Bey.

- O, zirâ´atle çok uğraştı, bilir çiftçiliği...

- Gördüm: Âsân da var köylü için... Hem pek iyi.

- Bir zamanlar, hani, tenvîr edelim halkı diye,

Toplanırdık ya...

Evet, "Hey´et-i İrşâdiyye ".

- O senin söylediğin canlı eserler, sanırım,

Yeni bitmişti ki, gösterdi de bir gün Kâzım,

Dedi: "Meclisce münâsibse basılsın da hemen

Okusun taşralılargönderelim meccânen."

Biz bu teklîfi beğendik aramızdan sâde,

İ´tirâz etti Şu sûretle Recaîzâde:

"Güze1 yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfid;

Fakat, basılsa okurlar mı? Bence azdır ümîd.

Evet, beş on kişi ancak okur tenevvür eder;

Bizim mesârif i tab´iyye olmayaydı heder. "

Dedik: "Cevabını versin müellifin kendi. "

Kabûl edildi bu teklîfimiz, pek iyi, dendi.

- Ne söylemiş, bakalım, çünkü pek güzel söyler?

- Söz aldı, başladı Kâzım:

- "Efendiler, beyler,

Şu bahsi geçmiş eserler nedir? Zirâîdir.

Müdâfa´âtımı öyleyse pek tabî´îdir,

Alıp da nakledivermek bütün tabîatten,

Bütün tabîate hâkim şu´ûn-i kudretten.

Bilirsiniz ki: Hudâyî biten en ince nebat,

Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayat,

Göçerse öyle göçer hilkatin bahârından.

Yabâni hardala mümkün mü olmamak hayran?

Ya bir papatyaya kâbil mi etmemek hürmet?

Ne vergi vermedelerdir. Çiçek başından, evet,

Zemînin aldığı tohmun yekûnu: Milyarlar!

Demelş tabîati icbâr eden avâmil var,

Bu ihtişâma, bu vâsi ; bu müdhiş isrâfa;

O, iktisâdı btrakmazdı yoksa bir tarafa.

İşin hakîkati: Hilkat ne kâr arar, ne zarar;

Bekâ-yı nesle bakar hep, bekâ-yı nesli sorar.

Neden mi? Çünkü hayâtın yegâne gâyesidir;

O gâye olmasa dünyâ bir âhiret kesilir. .

Saçıp savurmada fitrat bütün hazâinini,

Merâmı gâyesinin böylelikle te´mîni.

Ya önceden biliyor, binde kim bilir ne kadar

Ziyâna uğrıyacak sonradan bu milyarlar?

Kolay değil, kimi, intâş için zemin bulamaz;

Zemin bulur kimi, lâkin nedense doğrulamaz.

Bu çiğnenir, onu kurt yer, öbür zavallıyı kuş;

Bakarsınız: Çoğu bitmiş sonunda, mahvolmuş,

Sebât edip de, fakat kurtulan tohum pek azı.

Demek saçarken eteklerle saçmadan garazı,

Şu çimlenen bir avuç tohmu devşirip, ancak

Bekâ-yı nesle varan gâyesinde kullanmak.

Demek tabîat edermiş zaman zaman isrâf...

Hayır, tabîate müsrif demek bilâ-insâf,

Hatâ değil de nedir? Çünkü hayr için veriyor.


Efendiler, bize fıtrat nümûne gösteriyor,

Diyor ki: Gâyeniz uğrunda bezledin emeği;

Düşünmeyin hele hiçbir zaman esirgemeyi.

Efendiler, bu eserler de şimdi bastırılır,

Biner biner saçılır yurda, çünkü lâzımdır.

Buyurdular ki: Fakat bastınp dağıttık mı,

Ziyân olup gidecek hem büyükçe bir kısmı.

Efendiler bilirim ben de çok bu işte ziyan;

Şu var ki: Savrulan efkârı toplayıp okuyan,

Velev pek az kişi olsun zuhûr eder mutlak.

Bizim de gâyemiz ancak o nesli kurtarmak. "


- Hakîkaten diyecek yok be!Âferin Kâzım!

- Zavallı Ekrem o gün "hakka ser fürû lâzım"

Deyip rücû´ edivermişti.

-Âferin, Ekrem!

Şimdi, oğlum, sana bir vak´a da ben söylersem?

- Dinlerim, söyle Hocam.

-Âferin evlâd sana da!

- Hele bir âferin olsun diyebildin bana da!

- Kadri Bey sağdı, Trabzon´da henüz vâliydi.

Yine bir dolduran olmuştu ki Abdühamid´i,

Karakoldan dediler: "Şimdi, İmam, Erzurum´a!"

Bir de kış, bir de kıyâmetti ki artık sorma!

Tıktılar, çalyaka, bir tekneye; sırtım gevşek

Abam arkamda değil, sonra ne yorgan, ne döşek

Titredim beş gece, dört gün...

- Ne de çok! Beş gece mi?

- Hocazâdem, hele bin türlü meşakkatle gemi,

Bizi bir sâhile aktardı "Trabzon" diyerek.

Henüz inmiş bakınırken: "Bunu Vâlî görecek,

Götürün şimdi öbür Lâz´la beraber konağa;

Durmayın!" emrini vermez mi bir oldukça ağa?

Yeniden doğmuşa döndüm. Aradan geçti biraz,

Söktü Mandal Hoca´dır gürleyerek...

- Ay, o mu Lâz?

- Yeni Câmi´deki, vâiz, bileceksin belki?

- Bileceksin ne demek, Mandal´ı kim bilmez ki?"

Tacı yok tahtı da yok kendine mâlik sultan.

Gâlibâ öldü ki hiç gördüğümüz yok?

- Çoktan!

Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet.

Yoktu dünyâda esîr olduğu hiçbir kuvvet.

Hele sen yoldaşımın hâlini görseydin o gün,

Eskisinden de perişandı...

- Tabî´î, sürgün.

- Başta bir dalgalı fes, ta tepesinden o ibik

Cuk oturmuş bakıyor; mâvi beş on kat iplik.

Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe,

Bağlamış sımsıkı ?Artık bu da kopmaz ya!? diye.

Önü çökmüş sanğın arka taraf vermiş bel;

Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel.

Saçak altında o gözler uzanan kaşlardan;

İki şimşek dolu gök sanki, yanarsın baksan!

Sonra, hendekler açılmış gibi kat kat bir alın;

Hani, bin parça olur düşmeye görsün, nazarın!

İri burnundan inip savruluyor çifte duman,

El ayak bağlı, solurken bu kıyılmaz arslan.

Karayel indiredursun tipi,yağmur, kar, kış;

Hoca çıplak yalınız çok senelerden kalmış,

Yanı yırtmaçlı bir entârisi var sırsıklam,

Akıyor dört eteğinden hani bîçâre âdam.

Lâkin aldırdığı yok: Hem sövüyor, hem yürüyor;

Göğsünün kılları donmuş, o ateş püskürüyor!

Oflu "hainlere lâ´net!" dağıtırken bol bol,

Kime benzetti ki, bilmem, beni "berhurdâr ol"

Diyerek okşadı; artık ne kadar hoşlandım,

Bilemezsin... Sıcacık bir aba giydim sandım.

- Bakalım şimdi makâmında görün Kadri Bey´i;

Zorlu vâliydi herif...

- İlme de vardır emeği.

Evet, oğlum, Hoca Mandal´la tutunduk el ele,

Evvelâ Kâzım´ı gördük; bizi hürmetlerle,

Alarak durmadı vâlîye haber gönderdi;

Geliniz, emrini vâlî de serîan verdi.

Kuzum önden, hadi bizler de peşinden daldık.

- Vay İmam, sen yine düştün mü bu kışlarda? Yazık!

Ya Hocam, sen niye ta Yıldız´a çıktın bu sefer?

Otur anlat, bakalım, çünkü fenâ söylediler.

- Kim fenâ söyledi?

- İstanbul´a sormuştuk da...


Oflu tedrîc ile bağdaş kurarak koltukta,

Dedi:

Çoktan beridir vardı benim bir derdim:

Gideyim, zâlimi îkâz edeyim, isterdim.

O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mâni´ ne?

Giderim ben, diyerek, vardım onun câmi´ine.

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,

Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid.

Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;

O silâhşöhrler; o al fesli herifler sayısız.

Neye mâl olmada seyret, herifın bir namazı:

Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!

Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sonra.

Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,

Dedim ki: "Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?

Biraz da meydana çıksan da hisbihâl etsek.

Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören, ne eden;

Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.

Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;

Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.

Değil mi korkudasın var kabâhatin mutlak!.. "


Bir de baktım, canavarlar pusulardan çıkarak

Koştular, tekmeye kuvvet kimi, dipcikle kimi,

Serdiler her tarafından delinen pöstekimi.

- Sonra?..

- Ben hissimi kaybetmişim artık...

- Vah! Vah!

- Sanki bir korkulu rü´yâ idi... Ferdâsı sabah,

Deniz üstü de bulup kendimi şaştım bu işe,

Dedim ki: ?Anlatırım ben, Hamid öbür gelişe.

Adam aldıkça Lâzistan kıyısından takalar,

Kurtuluş yok, seni Mandal yine birgün yakalar!?


Kadri Bey hem beni, hem vâizi tatyîb etti;

Aba giydirdi ki bizlerce birer hil´atti.

Sonra birçok paralar verdi...

- Cebinden mi?

-Evet.

Oflu reddetti,ben aldım...

- İyi olmuş...

-Elbet

- İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan,

Hoca Mandal´daki îman gibi sağlam îman.

Titretirsin yine dünyâyı, emîn ol, tir tir;

Hele sen Şark´a o îmanda be on sîne getir.

Zübbe vâlîye çatan hangi müderrisse, ona,

Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna,

Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi?

Oturup sâdece, mektepleri tenkîd iş mi?

Kuru lâftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç...

Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç!

Bu da muhtâc, o da yıllarca mugaddî yemeğe.

"Neye boynun bu kadar eğri değmişler, deveye,

A kuzum, hangi yerim doğru, demiş. " Söz de budur.

Sen işin yoksa, filân mesleğe ver pâyeyi, dur.

O filân meslelş evet, bizde filândan yüksek;

Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek...

Ben gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem,

Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse´m.


"Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye,

Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe.

- Ayağından mı dedin? Kolları meydanda demek!

Ulan, aptal mı nesin? Şimdi çözer...

- Kim çözecek?

- Hele bak? Kendi çözer elleri boştaysa...

Hiç telâş etme!

- Neden!

- Çünkü bizim köylü adam...

- Ne çıkar? Gitti gider...

- Gitmesinin var mı yolu?

Tut ki, ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu;

Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da. "


Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda.

Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı,

Hangimiz, başka metâız? Hepimiz Tırhallı!

Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.

Hadi göster bakayım şimdi de İbnü´r-Rüşd´ü?

İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?

Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?

En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,

Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma´nâ çıkaran,

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,

İhtiyâcâtını kâbil mi telâfı?Aslâ.

Doğrudan doğruya Kur´an´dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm´ı.

Kuru da´vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;

Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?

Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tâne fakîh:

Zevk-ı fıkhîsi bütün, fıkri açık rûhu nezîh?

Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek;

Hani bir tane "usûl" âlimi, yâhu, bir tek?

Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât,

"Mülteka" fıkhınızın nâmı, usûlün "Mir´ât".

Yaşanır, zannediyorsan, Baba Câfer´liksin,

Nefes ettir, çabucak kendine, olsun bitsin!

Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din,

Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.

Niye isrâf edelim bir sürü iknâiyyât?

Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i beşer, dîn-i hayât,

Beşerin hakka refik olmak için vicdânı,

Beşerriyyetle berâber yürümektir şânı.

Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâm´ın;

O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın?

Oflu´nun ilmi de olsaydı o îmâna göre,

Şimdi baştanbaşa tevhîd ile dolmuştu küre.

O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînân?..

İşte tevfık-ı İlâhîye yürekten inanan;

İşte "lâ havfe aleyhim" diye Kur´ân-ı Hakîm,

Bu veli zümreyi etmektedir ancak tekrîm.

Hâlik´ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,

Mutlakâ "Sûre-i ve´l Asr"ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak sonra sebat. İşte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.

Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbûr,

Sarsılır varlığı, göstermeye ba larsa fütûr,

Sarsılır varlığı, göstermeye ba larsa fütûr.

Hele zulmün galeyânında bu mecbûriyyet,

Daha şiddetli olur başkalarından elbet.

Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede,

Çâresizdir onu kurtarmaya bakmak sâde.

Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne,

Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne,

İnkıyâd eyliyecek yerde tutup kıysa ona,

O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.

Hamza´da sonra gelen şanlı şehîd ancak odur.

Hak için can verenin pâyesi elbet bu olur.

Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd!

"En büyüktür" dedi Peygamber-i pâkîze-nihâd.

Hak zelîl oldu mu millet de, hükûmet de zelîl.

"Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsîl,

Âcizin hakkı kavîlerden... O, kuvvetlenemez... "

- Ne güzel söz bu! Şümûlüyle beraber mûcez.

- Ömer´in hutbesi aklında mı bilmem?

- Bilmem...

- "Eyyühe´n-nâs, ederim taptığım Allâh´a kasem,

Yoktur aslâ şu cemâ´atte ki hiçbir âciz,

Benim indimde sizin olmaya en kâdiriniz,

Bir kavînizde olan hakkını kurtarmam için.

Bir kavî kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin!

En zaîf olmaya nezdimde, tutup kendinden,

Âcizin hakkını ısrâr ile isterken ben... "


Ömer´in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu.

- Lâkin akvâline ef´âli bihakkın uydu.

- Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk ne kavuk!

Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk.

Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefil,

Kimi idmanlı edebsiz, kimi ta´limli rezîl.

Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından;

Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan.

O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş.

Sonra mecmû u müzevvir, mütebasbıs, kallâş...

Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil;

Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil.

Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhat,

Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerat!

Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret;

Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir ni´met!

Yutan olmazsa dedin, öyle mi? Beyhûde merak;

Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak!

Geyirirsin herifin burnuna, oh, der, ne nefcs!

Aksınrsın, vay efendim, bu ne âheng-i selîs!

Tükürürsün o mülevves yüze "hak tû!" diyerek;

Sıntır: "Sorma, samîmiyyetimiz pek yüksek. "

İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes sâkî...

"İşretin hurmeti hâlâ mı? O sizler bâkî!"

Irza düşmansan eğer, âileler hep mahrem...

"Ne büyük vahşet esâsen bu selâmlıkla harem!"

Bir muhâlif hava yok dinlediğin aynı sadâ:

"Zât-ı sâmînize millet de, hükûmet de fedâ. "

Menfa´attir seni tehdîd edecek tek mevcûd,

Çünkü çıksan da nebîyim diye, hasmın ma´bûd!


Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbîh...

Dalkavuklar bütün insan kesilir, lâ-teşbîh!

Taylâsan, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ,

Dış yüzünden Ömer´in devri muhîtin gûyâ.

Kimi sâim, kimi kâim, o tavanlar, yerler,

"Kul hüvallâhu ehad" zemzemesinden inler.

Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,

"Hüve"nin merci´i artık ne "ehad"dir, ne fılân.

Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,

Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa´atın,

Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem,

Herifin ağzı "samed´; mi´desi yüzlerce "sanem!"

Sen de bir tekmede buldun mu, nihâyet, yerini,

Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini,

Aynı mâhiyette aktarma ederler çabucak.

Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak.

Hani dillerde gezen nâmın, o hiçten şerefin?

Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin:


"Âh efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti"

En hayır-hâhı idik, bizleri hattâ tepti.

Bu hayâ der, bu edeb der, verir evhâma vücud;

Bilmez aptal ki değil hiçbiri zâten mevcud.

Din, vatan, âile, millet, ebediyyet, vicdan,

Sonra haysiyyet-i zâtiyye, şeref, şöhret, şan,

Daha bir hayli hurâfâta herîf olmu esîr.

Sarmısak beynine etmez ki hakâik te´sîr.

Böyle ankâ gibi medlûlü yok esmâya kanar;

Adamın sabn tükenmek değil, esmâsı yanar.

Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs,

Şu telâkkîye bakın, en kötü vahşet: Nâmûs!

Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran,

Bâri yirnıinci asırdan sıkıl artık hayvan!

İçelim sıhhat-i sâmînize... Hay hay içeriz!

Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz,

İçelim... Durmıyalım... Âfiyet olsun... Şerefe!.. "

Sonra nevbetle, uzun boylu, söverler selefe.


Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten.

Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen,

Kuşatırlar yine etrâfını:

"Sübhânallâh!

Bu ne fıtrat, bu ne vicdân-ı meâlî-âgâh!

Zât-ı ulyâları, Hakk?ın bize in âmısınız,

Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Mûsâ mısınız?

Hele Fir´avn´ın elinden yakamız kurtuldu;

Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.

Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfırdi:

Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.

Ne edeb der, ne hayâ der, ne fâzîlet, ne vakar;

Geyirir leş gibi, mu´tâdı değil istiğfar:

Aksınr sonra, fütûr etmiyerek burnumuza...

Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza?

Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,

Tüküıünnüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!

Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber;

Din, vatan, âile, millet gibi yüksek hisler,

Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş...

Bu hurâfâtı hakîkat diye kim dinlermiş?

Âkil oymuş ki: Hayâtın bütün ezvâkından,

Durmayıp hırsını tatmîne edenniş îman.

Âhiret fıkri yularmış,yakışırmış eşşeğe;

Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye?

Hele ahlâka sanlmak ne demekmiş hâlâ?

Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ?

Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış...

Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış!..

Ah, efendim, daha söylenmiyeek işler var...

Çünkü nâmûsa musallattı o azgın canavar.

- İyi amma niye sarmıştınız etrâfını hep?

- Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep:

Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam,

Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam,

Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün.

Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün,

Memleket yoktu bugün yoktu. İyâzen-billâh...

Öyle üç balgam için millete kıymak da günah.

Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı;

Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,

Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,

Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için.

Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek

Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek...

Bu fedâiliği bir biz göze aldınnıştık.

Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık.

Ey veliyyü´n-niam, artık size bizler köleyiz;

Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz. "


- Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat boş ne desen;

Bu rezâlet beni me´yûs ediyor âtîden.

Hâle baktıkça adam kahroluyor elde değil;

Bizi kim kurtaracak var mı ki bir başka nesil?

- Âsım´ın nesli, Hocam,

- Nerde!

- Hayır, haksızsın!

Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın?

- Âsım´ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayâl!

-Âsım´ın nesline münkâd olacak istikbâl.

Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene;

Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene.

- Ne kehânet bu?

- Bilirsin ki değil mu´tâdım.

- Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım?

- Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak

Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmıyarak.

Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;

Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle!

Cebhenin her biri bir kıt´ada, etrâfı deniz;

Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.

Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,

Yalın ayak Kafkas´ı tutmak, baş açık Sînâ´yı!

Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun...

Kıt´a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesîf ordulann yükleniyor dördü beşi,

- Tepeden yol bularak geçmek için Marmara?ya -

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle "bu: birAvrupalı"

Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya´yla berâber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ´ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.

Sonra mel´undeki tahrîbe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.


Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a´mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.

Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidiı:ş Savnılur enkâz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık gülle yağan mermîleı:..

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal´a mı göğsündeki kat kat imân?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü o te´sîs-i İlahî o metîn istihkâm


Sarılır, indirilir mevki´i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkîf edemez sun´-i beşer;

Bu göğüslere Hudâ´nın ebedî serhaddî;

"O benim sun´-i bedi?im, onu çiğnetme" dedi.

Âsım´ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmiyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd´i...

Bedr´in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.

"Bu, taşındır" diyerek Kâ´be´yi diksem başına;

Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ´yı uzatsam oradan;

Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedânn gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamlan sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.


Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn´i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslâm´ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a´sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

- Bırak Allâh´ı seversen, yine berbâd oldum!

O yanık defteri artık kapa, zîrâ doldum...

Tıkanıp dunnadayım, baksana, nevbet nevbet...

Zâten a´sâbıma hâkim değilim, merhamet et.

- Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin,

Ki sabahtan beızdir söylemedin, söylemedin?

- Âsım´ın hâli fenâ: Pek mütehevvir, ama, pek!

Ne nasîhatten alırşey, ne azar dinleyecek.

- Atak oğlandır esâsen... Demek azdırdı işi...

- Bilmem azdırdı mı, lâkin hoşa gitmez gidişi.

- Ramazan vak´ası varmış, o nedir?

- Anlatayım...

O zamandan beri zâten ne suyum var, ne sayım!

- Ne demek?

- Çıkmıyorum, sanki, berâber dışarı.

Bu, zıpır; âlemin evlâdını dersen, haşarı;

Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam...

- Ramaz vak´ası, yâhu! Şunu anlat, be adam!

- Üsküdar´dan geliyorduk, ikimiz: Âsım, ben.

Saat on bir sularındaydı... Vapur beklerken,

Yolcular Bafra´yı tellendirivennez mi sana?

Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak durmasana!

Hayır oğlum, nasıl olduysa, apıştım kaldım.

Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: "Bak, Âsım,

Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı. "

İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı,

Üç nefes püfliyerek burnuma: "Sen söyle, Hoca!

Niye bağlanmalı hayvan gibi hâlâ oruca?"

Deyivermez mi, tabî´î senin oğlan tokadı,

Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı.

Gâlibâ pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi...

Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi,

Ansızın serdiler evlâdımı karşımda yere.

Ben şaşırmış, "aman oğlum!" demişim bir kere.

Hele yâ Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden,

Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen.

O nasıl cehd idi kurtulmak için anlamalı:

Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı!

Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi durun,

Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakîkat, ne burun;

Kime indiyse, nüzûl inmişe benzetti onu!

Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu:

Hani, selhhâne civârında durup seyre bakan,

Karabaşlar görülür.Yüzleri kan, gözleri kan;

Bu çomarlar da o vaz´iyyete gelmişlerdi.

Hepsinin hakkını Allah için oğlan verdi!

Hele bir tânesinin beyni dağılmıştı, eğer,

İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker.

-Anlasaydık şu neden sonrakının fazla payı?

- Ya tabancayla hücûm etti uzaktan bu dayı.

Bereket versin o askerlere da´vâ bitti;

Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti.

- Sizi haksız çıkaran yoktu ya?

- Olsun mu? Tuhaf!

Af edersin, Hocazâdem, ne kadar saçma bu laf!

Haklı, haksız diye taksîmi kim etmiş ki kabûl?

Bu cihan, baksana, baştan başa: Akil, me´kûl?

Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamıyan?

Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan?

"Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız;

Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!"

Bizim oğlan bunu virdetmiş, okur her yerde...

- Doğru söz, sonra, tabî´î, efelik var serde!

- Efelik çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun;

Etme oğlum, şuna bir parça nasîhatte bulun.

Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar,

Yüzgöz olduk, edecek mes´ele isyanda karar

- Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Âsım?

- Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lâzım.

- Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan,

Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma´mûr insan.

Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel!

Onu, bir şi´r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel,

Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış...

Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış!

Yalınız göğsünün eb´âdı mı sandın yüksek?

İn de a´mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!

Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,

Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi,

Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;

Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;

O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta´mîk,

Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.

Sonra, irfânı için söyliyecek söz bulamam;

Oğlanın bildiği, öğrendiği herşey sağlam.

Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;

Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde.

Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Âsım´la;

Hoca, te´mîn ederek söylerim îmanımla:

İğtinâm etmeye baktım çocuğun sohbetini;

Pek yakından tanıdım çünkü husûsiyyetini.

Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım;

Ne de "her şeyde sıfırsın!" diye coşturmadığım.

Çölün âsûde muhîtinde geçen günlerimiz,

Bana gösterdi tamâmıyle ki: Oğlun eşsiz;

Bî tenahî safahâtıyla ayrı cihan

Bî-tenâhî safahatında da, lâkin, insan..


Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib

Asker etmişti güreşlerle yazışlar tertib.

"Hadi Âsım!" dedik, "olmaz" dedi, biz dinlemedik;

Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik

Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk

Çıktı meydanda gezen hasmına bîçâre çocuk.

Neydi oğlandaki endâmın o âhengi fakat!

Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat.

Ya kemikler ne salâbetli, ya etler ne katı:

Tepeden tırnağa, gûyâ, dolamışlar halatı,

İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine.

Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne,

Öyle bâriz adelâtın ebedî dalgalan,

Ki yorar ârızalar seyrine dalmış nazan.

Çok geniş dersen omuzlar, boy o nisbette uzun,

O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun!

Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb´âdı,

Çarpışıp durmada nâçâr iki müdhiş kanadı.

Enseden ta bele sarkan o derin hat, o yarık,

Arzı umkunda nihan tûl-i mücerred artık!

Bel nisâbında, omuzlar gibi taşkın çatılar,

Adalî baldırının kutru hemen boynu kadar.

İki çam bölmesi kol, kim tutacak kim bükecek?

O bileklerle o ellerse demirden daha pek.

Yaralar başkaca endâmına heybet veriyor,

Bir şehâmetli temâşâ ki vücud ürperiyor.

Vakıâ hasmı da gürbüz delikanlıydı ama,

Âsım´ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama?

Silkiyor dut gibi bîçâreyi sağdan, soldan.

Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan.

Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın!

Aman Asım, bu güreş olmasın uydurma sakın?

Hele anlat şu işin neyse hakîkî rengi?

" Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi,

Bir de bîçâre adam pek mute´azzım şeymiş,

Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş,

Sonra, lâyık mı imiş yerlere sermek şimdi,

Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi?"

- Anladık, hepsi de a´lâ, diyecek yok... Lâkin,

Şu benim derdime bir çâre bulaydık ilkin.

Ramazan vak´ası her gün, Hocazâdem, hergün,

Hele günler bereketliyse hemen üç beş öğün!

Âdetâ çılgına dönmüş... Bu cünûnun da başı:

Yanarak gömdüğü binlerce şehîd arkadaşı.

Sanırım son yarasından da biraz huylanıyor...

Sonra, ahvâle tahammül mü dedin, gâyet zor,

Ne dolaplar dönüyor, beynini sarsar duysan!

Bence beyhûdedir, oğlum, bu nehirler gibi kan.

O, demin "harb-i umûmî"dediğin maskaralık,

Karagöz´den de beter, kıymeti yok beş paralık.

Perde sıyrıldı, işin kalmadı hiçbir hüneri,

Her bakan sezdi karanlıkta sinen çehreleri.

Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet?

Çekti yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.

Hele sen gel de "hamiyyet!" diye aptal kandır;

Canı yanmış dedenin son sözü "illâllah "tır.

Ben sefâletten ölürken seni sıkmazsa refah,

Hak erenler buna ummam ki desin: Eyvallah!

Şöyle bir bak: Ne harâb ortalığın manzarası...

Ama hiç deşme sakın, çünkü yürekler yarası.

Hani, insan sesi çağlardı şu vâdîlerde...

Sor ki âfâka, o âlemler, o demler nerde?

Yemyeşil yurda çöken kapkara toprak rengi;

Dindi binlerce hayâtın ezelî âhengi.

Yok civânmda bugün aç yatanın pâyânı;

Her perişan yuva bir âile kabristânı!

Beni öldürmede, oğlum, bu harâb ıssızlık!

Hangi vîrâneyi eşsen kopuyor bin çığlık!

Hasta binlerle, bakan yok; diriler çırçıplak;

Ölüler kaskatı olmuş, hani kim kaldıracak?

Bir taraftan bu fecâyi´ kemirirken yurdu,

Bir taraftan da elin bir sürü doymaz kurdu,

Dişliyor na´şını sırtlan gibi bîçârelerin;

Yolu ummam ki bu olsun koşulan son zaferin!

Girdiniz harbe heriflerle "zarûrî!" diyerek;

Bu rezâlet de zarûrî mi, kuzum, bir bilsek?

- Ama sen pek uzun ettin, Hocam, artık sadede!

Bahsimiz nerde senin söylediğin şey nerede?

- İşte, oğlum, çocuğun rûhunu sarsan esbâb;

Muttasıl kıvranıyor, kalbi yıkılış beyni harâb.

Hangi bîçârenin âlâmını etsin ta´dîl;

Kimin imdâdına koşsun? O kadar çok ki sefil!..

Hangi mâtemli evin derdine çıksın ortak?

Bir yığın kül kesilen, baksana, binlerle ocak!

Hangi yardım dilenen aczi tutup kaldırsın?

Hangi mel´un çetenin boynunu ilkin kırsın?

Bizim ev mahkeme; hâkim, bereket versin, acar;

Geceden hükmü verir, gündüzün icrâya koşar!

- Neme lâzım, herifin pek amelî şey bileği!

- Ama hiç sorma bizim çektiğimiz gâileyi:

Akşam olmaz mı, kızın benzi uçuktur mutlak...

Ağabeyim gelmedi hâlâ... diye korkak korkak,

Dikilir karşıma... Lâhavle derim, sabrederim;

Beni kim tesliye etsin ki, ben ondan beterim!

Çullanır beynime yüzlerce mehîb endîşe;

Bütün a´sâbımı sarsar, bakamam hiçbir işe.

Sa´at artık bilemem altı mı, yâhud yedi mi;

Heyecan, geldi mi oğlan; helecan, gelmedi mi.

Çileden çıkmışım akşam, dedim.

"Âsım, bana bak!

Yol yakınken geri dön, nâfile çıkmaz bu sokak.

Koşuyorsun, be çocuk çarpacak alnın duvara;

Dağılır sonra kafan, etme, çekil bir kenara.

Ne demir leblebi meslek bu, Ebû Zer-vâri?

Ömer´in zâbıta me´mûru geleydin bâri!

Sen o meyhâneyi basmakla mükellef miydin?

Ya kumarbazları ma´nâsı nedir tehdîdin?

Toplanıp cünbüş ederken elin evlâdı, gece,

Hangi bir hakla gidip hepsini dövdün delice?

Na´ra atmış diye sarhoşları, tut sen, kovala...

Bâri git bekçi yazıl, aylık alırsın budala!

Niye cebren ayırırsın kocasından kadını?

Komşular, baksana, "kel kâhya"komuşlar adını!

Balık almış, ne olur? Sonra yedirmiş, ne çıkar?

Sanki hiç beslememiş kendisi vaktiyle zağar.

Sana bir şey dememiş, kısmuş otumuş dilini;

Niçin, oğlum, seriyorsun herifin pestilini?.. "


Söyliyen ben değilim şimdi, bizim Âsım Bey:

"Harekâtım sizi bîzâr ediyormuş... Çok şey!

Babacığım, öyle değil, dinlemeyin rast geleni;

Dinleyin suçlu muyum, haklı mıyım, bir de beni.

Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında...

Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırtın da,

Alenî işret edin âleme göstermek için!

Be adamlar! Azıcık saygı sayın: Gizli için.

Meze tûfanına dalmış, kulaç atmaktasınız;

Yutkunan halka bakın, pencerelerden, sayısız.

Paranız yok ya, şu ben var diyeyim, bol keseden;

Hakkınız nerde sefih olmaya, dünyâ açken?

Hadi yâhû, yetişir... Çok bile içtikleriniz;

Durmak olmaz, dağılın, belki uzaktır yeriniz...

Hani aldırmasalar bâri, "defol git!" dediler...

Dedim: ?Artık kime âidse defolmak o gider.?

Kollarından tutarak hepsini attım bir bir;

Söyleyin varsa kabâhat, acabâ bende midir?


Gelelim şimdi kumarbazları tehdîde. Evet,

Bütün evlerde ışıksız bunalırken millet,

O kulüpten sırıtan şenliğe insan duramaz:

Yanıyormuş, dediler, haftada bir sandık gaz!

Ben bu isrâfı tabî´î çekemezdim artık;

Taşıdım söylenilen petrolü sandık sandık.

Bir ufak ölçü, dedim... Buldu nihâyet bakkal;

Aldı herkes gazı, gülyağı gibi, miskal miskal!

Ne donanmıştı sokak, doğrusu şehrâyindi!

Sormayın parçalanan zulmeti: Üç gün sindi!

Babacığım, işte kumarbazlara zulmüm bu kadar;

Bir de öksüzler için bin lira aldım zor zar.


Gelelim cünbüşe insâf ediniz vakti midir?

Yâhud insan gibi eğlense herifler ne denir?

Muhtekir kâfılesiymiş, ne edeb var, ne hayâ.

Aç, sefil inliyerek can veredursun dünyâ,

Yine siz dinlemeyin, anlamayın mâtemini,

Sürün artık serilen yurdunuzun son demini!

Sağda yüzlerce ölen, solda hesapsız sürünen,

Karşıdan bunlara gülmek ne demektir alenen?

Durmayın, derdime ortak görünün kalkın da,

Demiş olsam, bilirim, vüs´unüzün fevkında.

Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lâkin,

Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.

Komşulardan sıkılın, pesten atın na´raları;

Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı!

Son sözümdür size... Beyûde fakat, nerde duyan?

Taştı kusmuk gibi her pencereden bin hezeyan.

Pek tabî´î durulmazdı... "

- Dur oğlum, yetişir!

- Lûtfedin,bitmedi...

- Bir dinle de, olmazsa, bitir.

Bana anlat bakayım şimdi: Şu bîçâre ocak,

Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak?

Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükûmet mi yürür?

Bir cemâ´at ki erenler işi yumrukla görür,

Kafa bitmiş demek artık çekiver kuyruğunu!

Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu?

Bize, Âsım, ne şunun yumruğu lâzım, ne bunun;

Birinin pençesi ister yalınız: Kânûnun.

Ver bütün kudreti kânûna ki vahdet yürüsün...

Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün...

Memleket zâten ayol, baksana: Allak bullak

Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak.

Ya kuzum, zabtiye rûhuyle hükûmet sürenin,

Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin!

- Babacığım öyle değil..

- Dinlemem artık hadi git!


Hocâzadem, sen asıl derdi bizim kızdan işit:

Senin aptal daha bir hayli de çılgın bularak

Bâbıâlî´yi...

-Aman?..

- Basmayı kurmuş...

- Hele bak!

Acabâ kim ki ayartan?.. Ama zannetmem pek..

- Deme, oğlum, bana tekmîlini anlattı Melek.

Kız biraz azmine engel herifin, yoksa fenâ...

Hem basar, hem de asar, çok deli şey, âmennâ!

- Söyle, pek kanlı oyundur, yanılıp oynamasın.

- Beni hiç saydığı yok nâfile... Bir sen varsın,

Bir de hemşîresi var zabtedecek şimdi onu.

Aman oğlum, bana terk etmeyiniz mecnûnu!

- Yok canım, vazgeçer elbette, bu gerçek mi deli?

- Bilemem, korkuyorum kız beni îkâz edeli.

İş o evvelki vakâyi´ gibi olsaydı, evet,

Belki bir parça tesellîye bulurdum cür´et.

Lâkin, oğlum, görüyorsun: Kurulan perde yaman;

Hani, baştan başa kan, dış yüzü kan, iç yüzü kan!

Bir damar patlamasın sel götürür memleketi;

Yoksa göstermeye Rabbim o elîm âkıbeti.

- Yine ifrâta kapıldın sanırım...

- Hiç de değil,

Şen şu vaz´iyyete bir baksana: Cidden müşkil.

- Hadi müşkil diyelim, çâresi hiç yok mu ki?

- Var.

- Nedir öyleyse telâşın, heyecânın bu kadar?

- Heyecan yok, yalınız, mes´elenin ihmâli,

Bence pek doğru değildir. Evet, insan hâli,

Ya nihâyet kızı saymaz da bu ma´tûh oğlan,

Yeniden kâmete kalkarsa, ne olmaz o zaman?

Kopacak fitneyi, oğlum, hele bir kerre düşün;

Sanırım ayn-ı hatâdır beni müfrit görüşün.

Hayır ifrâtıma hükmetmene râzı değilim;

Ben de oldukça metînim, hele pek mu´tedilim.

Ne yakın der, ne uzak der, ne soğuk der, ne sıcak

Bu çocuk harbe gider, kaç senedir, zıplıyarak.

Ne zaman "gitme!" dedim? "Koş!" diyerek gönderdim;

Gönderirken de "gider, bir daha gelmez" derdim;

Unutulmuş gibi artık bırakırdım peşini,

Avuturdum, oturur, evde kalan kardeşini.

Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı?

Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı.

Anlamam oğlum için çekmeyi zâten helecan;

Elin evlâdı nedir? Hepsi civan, hepsi de can.

" Parçalanmış senin Âsım" dediler bi´d-defeât,

Babayım, elbet içim parçalanırken, heyhât,

Her zaman sîneye çektim, biliyorsun ya?

- Evet.

- Çünkü gâyetle tabî´îdir o müşkil gayret:

Kaplamış yurdumun âfâkını, mâdem, şühedâ...

Varsın olsun kalanın uğruna Âsım da fedâ.

"Hem gazâ, hem de şehâdet, ne sa´âdet bu!" derim;

Ciğerim yansa da söndürmek için cehd ederim.

Ama "kâtil" deseler oğlumu, yâhud "maktûl"


O zaman işte benim âkıbetim pek meçhûl.

Var mı bir çâre ki dünyâda, gidip baş vurayım?

Hangi hüsrânımı "sen dur!" diyerek susturayım?

Kendi vicdânım olur önce gelir da´vâcı...

Görüyorsun ya: Tecellüdle savulmaz bir acı!

Babanın cânı için merhamet et, evlâdım,

Pek harâbım, bana bir parçacık olsun yardım.

Yalınız sensin elimden tutacak yaş yetmiş...

Ah o vaktiyle ölenler ne de tâli´li imiş!

Rabbimin cilvesi bunlar ya, fakat hayrânım...

Geberip gitmediğim, başka nedir isyânım?

Aman oğlum, "hadi tahsîlini ikmâl ediver"

De de, mecnûnu zaman geçmeden evvel gönder.

Çünkü...

- Dur dur!.. Ne haber? Yoksa misâfır mi, Emin?

-Âsım ağabeyimi getirdim...

- İyi ettin, gelsin.

- Bize gitmek düşüyor şimdi.

- Selâmetle, Hocam...

Hiç merâk etme... Bu akşam kalabilsen?

- Seni çok beridir, gördüğümüz yok Âsım,

Nerdesin? Yerde misin? Gökte misin? Gel, bakalım!

Yalınızsın?

- Yalınız geldim, efendim, bu sefer.

- Getireydin, a canım, şunları...

- Bilseydim eğer...

- Âferin, doğrusu, cevherli çocuklar, belli!

İftihâr etmeli gördükçe bu gürbüz nesli.

- Ben de şükrânımı an etmeliyim şimdi size,

Böyle en sevgili yârânımı takdîrinize.

Amca Bey, gördünüz, Allâh için insan şeyler...

Ama bir türlü ısınmaz, ne sebeptense peder.

-Aklı ermez babanın, sen nene lâzım, bana bak!

- Yeni yazdıklarınız nerde, efendim, okusak?

Aradım kimsede yok...

-Varsa da üç dört eserim,

Zât-ı sâmînizi, hoşnûd edemez zannederim:

Demevî zevkiniz elbet demevî şi´r ister!

- Asabî olsa da râzîyız, efendim, bizler...

Bir mizâc istemiyorsak o da: Lenfâilik;

Çünkü milletler için, doğrusu, gâyet mühlik.

- Edebiyyâtımız Allâh´a emânet desene!

Babanın oğlusun, Âsım, ne kadar olsa yine.

- Pek tarafdârı değildir pederim...

- Sorma, fenâ!

Üdebâ nâmına kim varsa, bilâ-istisnâ,

Hepsinin rûhunu şâd etti bugün...


- Etmeyiniz!

- Dedim: Artık bu kadar sövmeye lâyık değiliz.

Sen de kimsin? deyivermez mi, ne oldum, bilsen?

Bense şâir geçinirdim, hele bir bak şuna sen!

Komşunun hâline gülmek ne fenâ şey!

- Elbet:

Yok ki dünyâda cezâsız kalacak bir hareket.

- Evet, oğlum, yalınız ibret alanlar nerde?


Edebî sohbet olurmuş büyücek bir yerde.

Neden âsârımızın hepsi çelimsiz? derler;

Bu zemîn üstüne herkes iki üç söz söyler.

Bulunur, neyse, nihâyet balığın belkemiği:

Şark´ın üç bin senedir, gün sayarak beklediği,

O muazzam, o yaman şâir-i dâhîyi zaman,

Çıkarıp vermemiş âgûşuna yurdun el´an.

Rûh-i millîmizi tatmîn edemezmiş bir edîb,

Gelmeden sahne-i eyyâma o dâhî-i mehîb.

Geceler hâmile, mâdem, çocuk er geç doğacak.

Ama sen şimdi işin girdiği son safhaya bak:

Hangi saz şâiri, bilmem, bunu almış da haber;

"Neciyim ben?" diye, günlerce tepinmiş ter ter!

Sonra durmuşsa da, hâlâ, dediler, gayzı yaman;

Dut yemiş bülbüle dönmüş, giderek kahrından.


Buna gülmüştüm, evet, gülmiyecektim oğlum,

Çarçabuk adli İlâhî dedi: "Dur şimdi kulum,

Senki, vah vah diyecek yerde, gülersin kah kah;

İşte fi´l, işte cezâ, çek bakalım!" Eyvallah.

Babanın yok mu davuldan beter îkâzı, hanı,

Tıpkı rü?yâdan ayılmışlara benzetti beni!

- Yok efendim, bu kadar şiddeti etmem ya ümîd.

Ma´amâfıh pederin hakkı değildir tenkîd.


- Şimdi Âsım, edebiyyâtı bırak, bir tarafa;

Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lâfa.

Gâlibâ söylediğim yoktu? Evet, hiç yoktu:

Mısr´ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu,

Konuşurken neye dâirse Cemâleddin´le;

Derki tilmîzine Afgan´lı:

"Muhammed, dinle!

İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak.

Öne bizler düşüp İslâm´ı da kaldırmazsak,

Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme...

O berâhîni de artık yetişir dinletme!

Çünkü muhtâc-ı tezâhür değil isti´dâdın... "

- "Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var Üstâdın...

Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sûdân´a;

Yeni bir medrese te´sîs edelim urbâna.

Daha üç beş de fazîletli mücâhid bulalım,

Nesli tehzîb ile, i´lâ ile meşgûl olalım.

Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyhim, yer yer,

Oradan âlem-i İslâm´a Cemâleddin´ler... "

- "Bu, fakat, yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum...

Yirmi günlük işe bak sen!"

- "Kulunuz ma´zûrum. "


Kıssadan hisse çıkarsak mı, ne dersin Âsım!

Anlıyorsun ya, zarar yok daha iyi anlaşalım:

İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...

Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,

Bâbıâlî´leri basmak, adam asmakla değil.

Çek bu işten bütün ihvânını, kendin de çekil.

Gezmeyin ortada, oğlum, sokulun bir sapaya,

Varsa imkânı, yarın avdet edin Avrupa´ya.

- Amca Bey!

- Nâfile Âsım, seni hiç dinlemeyiz...´

Çünkü sen bir kişisin, biz bakalım öyle miyiz?

Ben... baban... sonra Melek... Tutturamazsın ne desen...

Hadi tahsîlini ikmâle tez elden, hadi sen!

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,

Ma´rifet, bir de fazîlet... İki kudret lâzım.

Ma´rifet, ilkin, ahâlîye sa´âdet verecek

Bütün esbâbı taçır; sonra fazîlet gelerek

O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin

Hayr-ı i´lâsına tahsîs ile sarf etmek için.

Ma´rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,

Tek fazîletle teâli edemez, za?fa düşer.

İbtidâîliğe mahsûs olan âvâre sükûn,

Çöker a´sâbına. Artık o da bundan memnûn!

Ma´rifet, farz edelim, var da, fazûlet mefkûd...

Bir felâket ki cemâ´atler için, nâ-mahdûd.

Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur;

Ne musîbettir o: Tâunlara rahmet okutur!

Bizler, edvâr-ı fazîletleri cidden parlak

Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak

O fazîlet son üç asrın yürüyen ilmiyle,

Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,

Bünyevî kudreti günden güne meflûc olarak,

Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.

Garb´ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;

Çünkü hâkim yaşatan Şevket-i fenden mahrûm.

Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,

Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz hüsran.

Sonra, a´sâra süren haybeti çekmekle, bugün,

O fazîlet bile hissiz, hareketsiz, ölgün.

Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de,

Ma´rifetten de cüdâ, Şark o fazîletten de.

Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:

İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.

Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,

Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,

En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.

Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn....

İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.

Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,

Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş ne zarar?

O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,

Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;

Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.

Vâkıâ ortada yüzlerce mesâvî yüzüyor;

Sen bu kâbûsu bütün şerre değil, hayra da yor.

Çünkü yoktur birinin kalb-i cemâ´atte yeri;

Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!

Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;

Sâde Garb´ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.

Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfi´suları.

Aynı menba´ları ihyâ için artık burada,

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.


Sen geçenlerde demiştin ki:

" Yazık hâlâ biz,

Dünkü ilmin bile bîgânesiyiz, câhiliyiz.

İşte fıkdânı bu ihmâl edilen ma´rifetin

Nesli bir acze düşünmüş ki, bugün, memleketin,

Bir yığın kuvveti var, hem ne tabî´î de, henüz,

Biz o kuvvetlere eller gibi hâkim değiliz!

Yarının ilmi nedir, halbuki? Gâyet müdhiş:

"Maddenin kudret-i zerriyyesi" uğraştı iş.

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek

Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.

Onu bir buldu mu, artık bu zemin: Başka zemin.

Çünkü bir damla kömürden edecekler te´min,

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhî kudret!.. "


İbret al kendi sözünden, aman oğlum, gayret!

Bir yılın var daha zannımca?

- Evet.

- Bak ne kolay!

-Lakin ihvan-ı kiramın?

- Çoğunun altışar ay.

- Hep giderler ya, berâberce?

- Hepsinin mesleği sağlam mı?

- Evet, müsbet ulûm.

- İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,

"Nerdesin hey gidi Berlin?" diyerek yollanınız.

Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...

Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!

Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;

Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz.

Şark´ın âgûşu açıktır o zaman işte size;

O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;

O zaman dinlerim artık seni, Asım, bol bol...

- Yarın akşam gideriz.

- Öyle mi? Berhurdâr ol.