Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
  • Arapça karakterlerin görüldüğü pdf formatı için: tıklayınız

Dosya:90-Beled.pdf

الشيخ_عبد_المنعم_الطوخي-الانفطار.wmv

الشيخ عبد المنعم الطوخي-الانفطار.wmv

Tuhi - Beled

Bakınız

D


90 Beled Suresi
El-beled sûresi Dosya:90-Beled.pdf
[1]
Beled البلد Beled/Ayetler Mekke-i Mükerreme
Disambig Bakınız: Beled SuresiSuresi/MEAL, Beled Suresi/VİDEO, Beled Suresi/TEFSİR, Beled Suresi/TEZHİB, Beled Suresi/HAT, Beled SuresiFAZİLETİ, Beled Suresi/HİKMETLERİ, Beled Suresi/, /KERAMETLERİ, Beled Suresi/AUDİO, Beled Suresi/HADİSLER, Beled Suresi/NAKİLLER, Beled Suresi/EL YAZMALARI, Beled Suresi/VP

Beled Suresi/Elmalı Orijinal
90/1 - 90/2 - 90/3 - 90/4 - 90/5 - 90/6 - 90/7 - 90/8 - 90/9 - 90/10 - 90/11 - 90/12 - 90/13 - 90/14 - 90/15 - 90/16 - 90/17 - 90/18 - 90/19 - 90/20
Beled Suresi/1-20
Beled Suresi/Elmalı -
Beled Suresi/Albanian Beled Suresi/Azerice Beled Suresi/Özbekçe Beled Suresi/Bulgarca Beled Suresi/Bulgarian Beled Suresi/Fransızca Beled Suresi/İspanyolca
Beled
Sesli meal
https://youtu.be/SYZPtjzpYdQ
Dosya:English : Al Quran The City Sura Yutup Vidiyo Youtube-2
Önceki sure:
Sonraki sure:
 :[1] kent :[2] diyar, memleket
 : بلده
Deyimler :etek belde
Atasözler :[1] Dağda gez; belde gez insafı elden bırakma
O belde - Ahmet Haşim (melal şiirinden)
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...

Al_Quran_The_City_Sura_Yutup_Vidiyo_Youtube-2

Al Quran The City Sura Yutup Vidiyo Youtube-2

English sura balad ,

Sh:»5822[]

BELED

90 - البلد

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ

1. لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ

2. وَأَنتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ

3. وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ

4. لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي كَبَدٍ

5. أَيَحْسَبُ أَن لَّن يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ

6. يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالاً لُّبَداً

7. أَيَحْسَبُ أَن لَّمْ يَرَهُ أَحَدٌ

8. أَلَمْ نَجْعَل لَّهُ عَيْنَيْنِ

9. وَلِسَاناً وَشَفَتَيْنِ

10. وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ

11. فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ

12. وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ

13. فَكُّ رَقَبَةٍ

14. أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ

15. يَتِيماً ذَا مَقْرَبَةٍ

16. أَوْ مِسْكِيناً ذَا مَتْرَبَةٍ

17. ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

18. أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ

19. وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ

20. عَلَيْهِمْ نَارٌ مُّؤْصَدَةٌ

El-beled sûresi temamen mekkî dir.

  • Âyetleri - yirmidir.
  • Fasılası -.......................harfleridir.

Evvelki Sûre zamanın eşref saatlerine kasem ile başlamış, insanın refah veya darlıkla ibtilâsını, mal hırsı, mîrâs yiyiciliği, yetîme, fukaraya bakmamak gibi mezmum huyraliyle âkıbetinin acılığını zikr ettikten sonra nefsi mutmeinnenin ıydi ekber olan husni hâtimesiyle hıtam bulmuş olduğu gibi bu Sûrede mekânın en mübarek beldesine kasem ve onun fethine işaret ile başlayıp insanın meşakkatle yaratıldığını, mal sahibi olanlardan matlûb bulunan « .................................... » yüksek iki haslet ile nefsi mutmeinne için ıtmi'nan eseri ve yümün sebebi olan ba'zı hasletleri ve buna mukabil küfr-ü tekzibin şeâmetiyle sui âkıbetini hulâsa edecektir.

...................

..........................

Sh:»5823[]

............................................

Meali Şerifi[]

Yu... Kasem ederim bu beldeye

  • 2 Ve bir validle veledine ki
  • 3 Hakikaten biz insanı bir meşakkat içinde yarattık
  • 4 O kendisine karşı kimse göç yetiremez mi sanıyor?
  • 5 Ben yığın yığın mal telef ettim diyor
  • 6 Onu bir gören olmadı mı zann ediyor?
  • 7 Vermedik mi biz ona iki göz
  • 8 Ve bir dil ve iki dudak;
  • 9 İki de tepe gösterdik
  • 10 Fakat o göğüs veremedi o (akabeye) sarp yokuşa
  • 11 Bildin mi o

sarp yokuş ne?[]

  • 13 Veya salgın bir açlık gününde yemek yedirmek
  • 16 Sonra olmadı o iyman edip de sabra vasıyyetleşen ve merhamete vasıyyetleşenlerden
  • 17 Ki onlardır işte meymenet sahibleri (Ashabı meymene)
  • 18 Âyetlerimize küfr edenler ise onlardır işte: Şeâmet sahibleri (Ashabı meş'eme)
  • 19 Üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacak 20

1. لَا أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ

2. وَأَنتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ

Bu beldeden murad, beledi haram , ya'ni Mekkei mükerreme olduğunda müfessirînin icmaı vardır.

Kamusta: El-beled ve el-belde Mekkei mükerremenin ismidir şerhinde der ki: Süreyyaya En-necm ıtlakı kabîlinden tefhîm içindir.

Besairde beyan olunduğuna göre:

Beled ve belde muhît ve mahdud ve muayyen olan ve içinde duranların ictima' ve ikametleriyle müteessir bulunan mekâna denir. Şehre belde ıtlâkı bu cihetledir.

Ma'mur olmıyan mefâzeye belde ıtlâkı: Vuhoş mekânı ve toprağa ıtlâkı haşerat mekânı ve makbüreye ıtlâkı emvat mekânı olmalarına mebniydir.

İki kaş arasındaki açıklığa belde ıtlâkı mahdud olan mekânı mezkûre teşbih iledir.

Devenin göğsüne de istiâre olunur.

Ve zikr olunan teessür i'tibariyle eser ve nişan ma'nasına ve ikamet i'tibariyle lüzum ve ikamet ve ilzam ma'nalarına ve vatandan ayrılmamış bir kimsenin diğer bir yerde mütehayyir olması münasebetiyle hayret ve zihin donukluğu ma'nalarına dahi kullanılır

....... Bu tafsilâttan anlaşılır ki Mekkei mükerremeye lâmı ahd ile elbeled denilmesi « .............. » vasfı mucebince beyti atîk olan mubarek Kâ'be-i muazzeme ile bir takım âyâtı beyyinatı havî bir «haremi âmin» olmak i'tibariyle âlemin hayret engiz bir sînei fazîleti halinde hurmetle tanınması vâcib, mubarek, ma'ruf , bir şehr olduğuna işarettir.

Cenabı Allah insanın meşakkat içinde yaradılmış olduğunu ve binaenaleyh rabbine doğru yükselmek için bu âlemde meşakkatlere göğüs germesi lâzım geleceğini te'kid ile beyan için burada da bu beldeye ve buna ma'tuf olan valid ve velede kasem etmiştir ki yukarıki Sûreden bu gibi kesemlerin hakikatte onların rabbine raci' olduğu anlaşılmıştır.

Evvelki Sûrede «leyâli aşr , aşri Zilhıcce ve şef-u vetr hacc günleri olan Bayram ve Arefe olduğuna göre burada haccın iyfa olunduğu belde-i hareme kasem edilmesindeki münasebet de âşikârdır. - Lâkin şayanı dikkattir ki bu kasem pek mutlak bırakılmamış, şu cümlei haliyye veya mu'terıza ile takyid veya ta'kıyb edilmiştir:

2. وَأَنتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ.

Sen hıll iken bu beldede - veya bu beldeye,

ya'ni sen burada bulunurken veya buradan çıkıp da sonra feth ile gireceğin zaman yâhud sen ki hılsin bu beldede,

ya'ni haremi âmin olan bu beldede senin hakkına hurmet edilmiyor,

burada bir ava bile tearruz haram iken sana tearruz halâl sayılıyor.

Binaenaleyh sen ona, o meşakkatlere göğüs ger, çünkü insan meşakkatte yaradılmıştır.

Bu ma'naca cümle, i'tirazıyyedir.

Yâhud sen bu beldede bir an için hıll halinde olacaksın, dilediğini yapmak halâl olacak, o halde bu beldeye kasem ederim, ya Muhammed!

Birinci ve bu üçüncü ma'nada cümle-i haliyye, hali mukarine veya mükadderedir.

Hıll kelimesi: Haram, harem, ihram mukabili olarak halâl gibi masdar ve tesmiye bilmasdar kabîlinden vasıf ve ism olur. Haram olmayıp halâl olmak veya halâl olan ve Mekkede harem havzasından harıc olan mahal ve o hıll mahalde olmak ve ihramdan çıkmak veya çıkan;

ve yemînin uhdesinden çıkmak ma'nalarına gelir ki asıl mefhumu halâl gibi çözmek ma'nasındandır, bir serbeslik ifade eder.

Bir şeye hulûl etmek konmak ma'nasına olabildiği de söylenmiştir.

Burada muhatab olan Hazreti Peygambere bir vasf olduğu zâhirdir. Bu da işaret olunduğu üzere başlıca üç ma'na ile mülâhaza olunabilir.

Kazıy Beyzavî evvelâ hulûl ma'nasını takdim ederek demiştir ki:

Allah sübhânehu ve tealâ beledi harama kasemi aleyhissalâtü vesselâmın ona hulûlü ile takyid eylemiştir ki bunda Peygamberin mezîdi fazlını izhar ve mekânın şerefi ehlinin şerefi ile olduğunu iş'ar vardır ...... Hıllin hulûl ma'nasından vasf olmasını münakaşe edenler olmuş ve hulûlden vasıfda hıll değil, hâll denildiği ileri sürülmüş ise de Âlûsî bu münakeşenin kılleti tetebbü'den neş'et ettiğini söylemiştir. Maamafih hulûlden murad, Hazreti Peygamberin sade Mekkede ikametinden ıbaret de olmamak lâzım gelir. Zira öyle olsa idi hıll lâfzına lüzum olmaksızın « ............. » denilmek kâfi idi. O halde maksad onunla beraber bilhassa oradan hicret edip de bil'ahara feth ile oraya gireceği hale de işaret olmasıdır. Bu suretle hem oradan çıkmağa bâis olacak meşakkatlere tehammül lüzumuna tenbih hem de « ............. » buyurulduğu üzere güzel bir meâde kadar döndürülüp bu beldeye serbes olarak geleceği va'dile bir tebşir ve tesliyeyi tazammun eyler.

Onun için İbni Cerîr ve daha diğerlerinin rivayet ettiği üzere İbni Abbas bunun tefsirinde demiştir ki: Ya Muhammed! Bu beldede kıtal ancak sana bir an için halâl olacak, fakat sendan başkasına değil.

Mücahid de demiştir ki: Allah tealâ aleyhissalâtü vesselâma bir gündüzün bir saatında bu beldeyi halâl kıldı, onda her ne yaparsan hıldesin, müâheze olunmıyacaksın buyurdu. Ebî Salih ve Katâde ve İbni Atıyye ve İbni Zeyd ve Hasen ve Dahhâkten dahi bu ma'na rivayet edilmiştir: Ve lâfzı şöyledir: « ................ = Allah sübhânehu buyuruyor ki: Sen bu haremde hılsin o vakıt dilersen katl et dilersen etme, ve o fetih günü idi» ....... Aleyhissalâtü vesselâm o gün Ebu Berze Saıyd ibni Harbi Eslemîye emr edip mürtedd Abdullah ibni Hatalın boynunu Kâ'be örtüsüne yapışmış iken vurdurmuş idi ki bu İbni Hatale Kureyş iki kalbli derlerdi. İslâm izhar etmiş, sonra irtidad edip islâm aleyhinde bir takım şenaatler yapmış idi, yukarılarda Mekkenin fethinden bahs edilirken geçmiş idi ki Resûlullah o saat üç dört kişinin daha katlini emr eylemiş ve o güne kadar ömrünü Resulullaha harp ve adavet ile geçiren katle müstehık niceleri ise afv olunup hakla bâtılı ayıran o fethı mübînin bütün katli böyle bir kaç kişiden ıbaret kalarak neticesi rahmet-i âmme olmuş idi. Yine o gün aleyhissalâtü vesselâm buyurmuş idi ki:

Allah tealâ Semavât ve Arzı halk ettiği gün Mekkeyi haram kıldı, o, kıyamı saate kadar da haramdır. Benden evvel kimseye halâl olmadı, benden sonra da hiç kimseye halâl olmıyacaktır. Bana da bir gündüzün bir saatinden başka halâl olmadı, onun için onun ağacı budanmaz, otu biçilmez, avı ürkütülmez, lukatası da araştırıp soran (münşid) inden başkasına halâl olmaz. Bunun üzerine Hazreti İbni Abbas «Yaresûlâllah! İzhırdan ma'ada, çünkü o bizim kuyûnumuz ve kubûrumuz, ve büyûtumuz içindir» demişti, Resulullah da « ...... = izhırdan maa'da» buyurmuştu. Buna nazaran «....... » müsnediileyhinin takdimi ihtısas için « ........ » de ki tenvin de taklil için demek olur ki bir saat ile beyan olunmuştur. Bu cümle de « ....... » tekrar olunup da zamir ile iktifa edilmemesi bu beldeye ayrıca bir ta'zîm ifade etmek ve yâhud Resûlullahın hılli halinde yeni bir zuhur kesbedeceğine işaret olmak içindir.

3........... - Evvelki «........... » üzerine ma'tuf olarak bunlar da muksemi bihtir. Vâlid, ata, Maveled tevlid eylediği mevlûdu, veledi, zürriyyeti. Bunda da müfessirînin bir kaç vechi menkuldür:

1 - Vâlid Âdem, ve maveled zürriyyetidir. Bu mücahidden merviydir. Bunlara kasem edilmesi çünkü nev'i beni Âdem yeryüzünde mahlûkatı ilâhiyyenin en acîbidir. Beyan, nutuk, tedbir, istihracı ulûm onlarda, Allaha da'vet eden Enbiya ve dininin ensarı onlardandır. « ............ » buyurulduğu üzere Arzdaki şeylerin hepsi onlar için yaratılmış, sonra da Semada nasîbedar edilmiş, Âdeme esma ta'lim olunmuş, Melekler ona secdeye me'mur kılınmış « ......... » buyurulmuştur. Bu surette Benî Âdem nev'inin salihi, gayri salihi ayrılmıyarak hepsine kasem edilmiş demektir. Çünkü ilk fıtrat bakımından hepsi birdir. Mazharı acâib olan bu bünye ve terkibde hepsi müşterektir.

Maamafih bir de denilmiştir ki kasem, Âdem ile evlâdından salihînedir. Çünkü salâhı olmıyanlar, sanki Âdem evlâdından değil, behâim hukmündedirler. Onlar hakkında « ........ » buyurulmuştur.

2 - Vâlid İbrahim ve mâ veled İsmail ve Muhammed aleyhimüsselâm, yâhud vâlid İbrahim ve İsmail ve mâveled Muhammed sallâllahü aleyhi vesellemdir. Önce Mekkeye kasem edilmiş olması ve «ente hıllün» buyurulması bunu andırır. Çünkü o, İbrahim aleyhisselâmın binası, oğlu İsmail aleyhisselâmın menşei, zürriyetinden Muhammed aleyhisselâmın mevlidi olan mahallidir. Bununla sûrei Bakarede geçen « .................... » âyetleri mazmunu icmal edilmiş olur.

Vemenvelede denilmeyip de vemâvelede denilmesi « ..... » deki nükteler gibi «mâ» nın bir teaccüb ma'nasına da iyma etmesidir ki: Acîbüşşan mevlûd demek olur.

3 - İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtim, Ebî Imrandan: Vâlid İbrahim aleyhisselâm ve mâ veled onun cemi'ı veledi diye rivayet eylemişlerdir. Lâkin « ......... » âyeti zâlimleri ahdi ilâhîden ihrac ettiği için bunu da mü'minlerine tahsîs etmek lâzım gelir. Netekim « ......» de öyledir. Ve bir kısım müfessirîn bu tahsîsı tasrih etmişlerdir. Bu surette ikinci veche karîb olmakla beraber ondan eşmel olur.

4 - Mâverdîden: Vâlid: Hazreti Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem ve mâ veled ümmeti olmak da muhtemildir.

5 - İbni Abbasa nisbet olunarak denilmiştir ki: Murad, her vâlid ve mevlûddur. Bunda gerek zevil'ukulden ve gerek gayrisinden her vâlid ve mevlûd dahil olabileceğine göre bu ma'nanın şumulü birinciden çok daha geniştir. Ve mâ veled ta'birinden en zâhir olan budur.

İbni Cerîr, savab olan budur demiş.

Razî de der ki bu münasibdir. Çünkü bütün halkın hurtemi bu kelâmda dahildir. Belli ki bütün halktan muradı vilâdet cereyan eden bütün zi hayat halk demektir.

6 - İkrime tarikıyle yine İbni Abbastan bir de şu rivayet edilmiştir ki:

Vâlid, her bir doğuran ve mâ veled de doğurmıyan demektir.

Bu iki vechile anlaşılabilir:

Birisi: Adem ve meleke tekabülü olmak üzere kendisi doğmuş, şahsı veya nev'i veya cinsi i'tibariyle doğurmak da şanından olduğu halde doğurmamış demek olur ki: Bu ma'na «ma» mevsul olmakla beraber vâlide tekabülden istinbat olunabilir. Ya'ni ve «mevlûdin gayri vâlid» mealinde olur. Çünkü her doğuran vâlidde dahildir. Bu surette beşinci vecihten pek farkı olmaz. Diğer birisi de «ma» nâfiye olmaktır ki nâkiller böyle telâkkî etmişlerdir. Bu surette her doğuran ve doğurmıyan iycab ve selb tekabüliyle bütün eşyaya şamil olur. Ve evvelki sûredeki « ............ » in bir ma'nasındaki şümule benzer. Lâkin bundan atıf, sahih olmak için « ....... » takdirinde mah'zuf bir mavsul gözetmek lâzım gelir. Böyle mevsulün hazfını ise Nahivde de Basriyyun tecviz etmemiş olduklarından bu vecih zaıyf addedilmiştir. Atfe nazaran en zâhiri bu beldeye münasebeti ma'ruf olan vâlid ve veled olmaktır. Bundan da meşhur olan İbrahim ve İsmail aleyhimesselâmdır. Bu cihetle ikinci vecih azherdir. Mutlak olarak zâhir olan da insan hılkatiyle alâkadar olan ve vâlid nedir? Mevlûd nedir? Takdir edebilen her vâlid, ile evlâdı olmaktır. Bu ise beşinci vecihtedir. Bundan evvelki vecihler evleviyyetle dahil olur.

Bu kasemlerle te'kid ve takviye edilerek bildirilen cevab şudur:

4. ........ hakikaten biz insanı bir kebed: bir şiddet ve meşâkkat içinde yarattık - (sûre-i İnsanın başına bak).

İnsan hayata bir lâhzada kolaylıkla gelivermiş olmadığı gibi kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir.

O, ciğerlere işliyecek şiddetli bir meşakkat ile muhat olarak ve inayeti ilâhîyye ile tavırdan tavra o meşakkatler içinden geçirtilerek yaratılmış, hayata çıkarılmış, o suretle insan olmuştur.

Demek ki mihnet ve meşakkat içinden insanlık gayesine irmek insan hılkatinin bir lâzımı ve Halikın bir kanunudur.

İnsan haddi zatinde âciz ve bî tab iken Halikı tealânın teşekküre şayan büyük bir ınâyet ve himayetine mazher olmuştur.

O halde insan, kâmil bir insan olmak için bunu bilerek mihnet ve meşakkate göğüs germek ve o meşakkat içinde onu koruyup hayata çıkaran, kuvvet veren Halika şükrünü eda etmek üzere vazifeye ıkdam ve öyle acıklı şayanı merhamet kullara merhamet ederek halâs ve rıza yoluna gitmek lâzım gelir.

Cümhurun muhtarına göre bu âyetini müfadı budur.

Kâfın ve banın fethiyle kebed, banın kesri veya sükûniyle ciğer ma'nasına olan kebid maddesindendir. Müfessirînin bunda da bir kaç vechi vardır:

1 - Sahib Keşşaf der ki: Kebad, aslı « ........... » kavlindendir ki ciğeri ağrıdığı ve şiştiği zaman söylenir ve o adama ekbed denir. Sonra tevsi' edilip her bir teab-ü meşakkatte kullanılmıştır. Meşakkatlere karşı koymak ma'nasına mükâbede bundan me'huzdür. Netekim ihlâk etti ma'nasına «ta» ile « ....... » denilir, aslı «...... » dir ki ciğerine sapladı demektir. Diğer bir takımları da demişlerdir ki kebed esasen şiddet ma'nasınadır. « ....... » Bundandır ki süt, yoğurt koyulaştı katılaştı demektir. Bu iki kavil arasında fark evvelkisinde kebed ismi ciğere mevzu' yapılmış, sonra ondan şiddet müştakk kılınmış, ikincisinde lâfız, şiddete ve koyuluğa mevzu' yapılmış, sonra ondan uzvun ismi müştak kılınmıştır.

2 - Kebed, istiva ve istikamet ma'nasına denilmiştir ki ciğerin düzgünlüğünden, yâhud kebedi Semâ ta'birinden mülâhaza edilmiş demektir. Bunda insanın diğer hayvanlar gibi sürünmeyip belinin doğruluğu ve gidişinde istikameti ve ma'nen yükselme kabiliyyeti ile « �� Ü Õ  Ï Ž ì£¨ô� » mazmunu gözetilmiş oluyorsa da feth ile kebedden bu ma'naya intikal çok baiddir.

3 - Kebed, hıkkatın şiddet ve kuvveti denilmiştir. Halikın kudretiyle tekebbüd ettirilip bedenine kuvvet verilmek suretiyle demek olur ki evvelki ma'na bunu da tazammun edebilir. Bu tekebbüd mefhumu Keşfül'esrarda uzvî vazîfe (fiziyoloji) bakımından nutfenin tehassür ve incimadı tarzıyle biraz tenvir edilmek istenilerek denilmiştir ki: Bu bize ba'zı zamanlar nutfenin tehassür ve incimadında husule gelen hali anlatabilir. Bunun bir naziri de şudur: Meselâ göğsün iç zarı gibi bir gışai maslîde bir iltihab husule geldiği zaman ibtida onda çok ve saf bir seyyali maslî müşahede olunur. Sonra az mıkdarda bir posa olur ve ağdalanır, hattâ hararete arz olunduğu zaman yumurta akı gibi olur. Sonra onda mayalı hamur tecvifleri gibi tecvifler ve küçük küçük havsalacıklar hâdis olur ki intizamlarına göre saf saf olabilirler. Sonra bir birlerine ağızlar açılır ve muztarib bir seyyal ile dolan bir takım viaî kanallara tehavvül eder. Sonra bu ev'ıye ile iltihab mahalline mücavir ev'ıyei şeariyye arasında ağızlaşmalar (tefemmümler) tevellüd eder. Bu suretle yeni tekevvün eden bu gışaya da hayatı âmme sirayet eyler. Bu müşahededen gerçi her maddei hayvaniyyede seyyallerin camidlere tehavvülü ıztırarî olduğu hukmünü bilemez isek de bunun fâideli olduğundan da şübhe yoktur. Zira biz bununla bâtınî vazifelerden bir vazifeye muttali' oluyor ve ekser ahvalde bize gizli kalan esrardan bir sirr anlamış bulunuyoruz. ...... Razî der ki: Bu üç vecih bilindikten sonra deriz ki: Birinci veche göre murad yalnız Dünya şedaidi olmak da yalnız tekâlif şedaidi olmak da yalnız Âhıret şedaidi olmak da muhtemil, hepsi olmak da muhtemildir.

EVVELKİSİ: « ........... » Ya'ni onu bir takım etvar da halk ettik ki hepsi şiddet ve meşakkattir. Sulbden geçerken ve anasının karnında, sonra emzik zamanında, sonra bülûğunda geçimliğini tahsîlde sonra da ölümde.

İKİNCİSİ: Dînde zahmet, Hasen demiştir ki: Meserret halinde şükr ile uğraşır, sıkınta halinde sabr ile uğraşır ve ıbadetleri edada mihnet ile uğraşır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Âhıret şedaidi, ölüm, Melek suâli, kabir zulmeti, sonra ba's ve Allaha arz ta kararını buluncaya kadar ki ya Cennette ya Cehennemde.

DÖRDÜNCÜSÜ: Lâfız bunların hepsine mahmul olmaktır ki hak da budur.

Razî bunlara şunu da ilâve ederek der ki bence bunda bir vecih daha vardır.

Şöyle ki: Bu Dünyada lezzet yoktur, o lezzet zann edilenler elemden halâstır.

Meselâ yemekte tehayyül olunan lezzet açlık eleminden bir halâstır. Geyimde tehayyül olunan lezzet, sıcak ve soğuk gibi elemlerden halâstır. Demek ki Dünyada insanın hali ya elem veya bir elemden halâs ile diğerine intikaldir. « ......... » in ma'nası bu demektir. Bundan zâhir olur ki insan için ba's ve Kıyamet lâbüddür. Zira insan hılkatini tedbir eyliyen hakîmin ondan maksudu teellüm ise bu rahmete lâyık değildir. Ve eğer maksudu ne müteellim ne mütelezziz olmaması ise onu ademde bırakıp yaratmamak da bu matlûba kâfi gelirdi. Halbuki o insanı bu Dünyada bir kebed, meşakkat ve mihnet içinde halk etmiştir. O halde bu Dünya yurdundan başka bir Âhıret yurdu lâzımdır ki orası saadet, lezzet, keramet yurdu olsun.

Kebedde ikinci istiva vechi İbni Abbastan nakledilmiş, fî kebed: Diğer hayvanât menkûsen baş aşağı yürürlerken insan yukarı doğru kaim ve müntasıb olmak üzere yaradıldı demiştir ki bu hılkat ile imtinan demek olur.

Üçüncü şiddeti hılkat vechi hakkında: Kelbî demiştir ki bu âyet Benî Cumahtan Ebü'eşedd künyesinde bir adam hakkında nâzil oldu, öyle kuvvetli idi ki ayaklarının altına Ukâz sahtiyanını kor onu ayaklarının altından çekerlerdi, sahtiyan parçalanır ayakları kımıldamazdı.

Şunu bilmek lâzım gelir ki vecih evvelki vecihtir. Sebebi nüzul hass olabilirse de insandan murad ba'zılarının sandığı gibi muayyen bir insan değil, âmmdır, herkes dahil olur .......

Böyle daha bir çok müfessirler gibi Âlûsî de demiştir ki: Kebed hakkında birinci mihnet ve meşakkat ma'nasından ma'ada akvalin hepsi zaıyftir, i'timad edilmez. Fakat o birinciyi Hâkim, sahih olarak ve daha bir cemaat İbni Abbastan rivayet ettikleri gibi seleften daha diğerlerinden dahi rivayet edilmiştir. İnsandan zâhir olan da mutlaka cinsi insandır ....... Bu suretle evvelâ bir kübrâ makamında mihnet ve meşakkate tehammül, insanlığın hılkatte bir lâzimesi olduğu beyaniyle Resûlullaha bir tesliye ve teşvîk yapıldıktan ve daha önceden « ....... » va'diyle istıkbaldeki muveffakıyyeti tebşir olunduktan sonra kuvvetine güvenip de Resûlullaha karşı hurmetsizlik edenlere tevbıh ve o kübrânın daha ba'zı netaicini tefri' siyakında buyuruluyor ki:

5. ............ o insan kendisine karşı kimse güç yetiremez mi sanıyor? - Belli ki burada « ......... » zamiri zikri geçen cinsi insana raci' olmakla beraber, her insan demek değil, ahdi zihnî mahiyyetinde olarak bu vasf ile muttasıf mağrur ve mütekebbir ba'zı insanlardır. Bunun sebebi nüzulü zikri geçen kuvvetine mağrur Ebül'eşed Üseyd ibni Keledetel Cümehî denilmiş, Amr ibni Abdi ved denilmiş, Velîd ibni Muğîre denilmiş, Ebu Cehil ibni Hîşam denilmiş, Hâris ibni Âmir ibni Nevfel ibni Abdi Menaf denilmiş, anlaşılıyor ki bunların hepsi sebebi nüzul olmuştur. İstifham tevbıh içindir, teaccüb için de denilmiştir.

6. ��í Ô¢ì4¢ a ç¤Ü Ø¤o¢ ß bÛ¦b Û¢j †¦6a›� ben yığın yığın mal telef etmişim diyor? - Bunu mü'minlere karşı azamet satmak üzere gurur ve iftihar ile söyliyor ve gösteriş için sarf ettiği malları kasd ediyor. Sarfa, ihlâk ve itlâf ta'bir olunması hakikî menafia sarf edilmeyip boşuna istihlâk ile zayi' edilmiş olduğunu anlatmak içindir. Çünkü süfeha takımı bir fakîrin karnını doyurmayı hoşlanmaz da sefahet ve gösteriş için mal telef etmekle iftihar eder, onu büyüklük zann eyler. Bu ma'na evvelki sûredeki mîras yedilikle de mütenasibdir. Resûlullaha adâvetinin şiddetini izhar için ona düşmanlık yolunda sarf ettiği malları kasd ettiği de söylenmiştir. Sebebi nüzul, Hâris ibni Nevfel olduğu rivayetinde mahza Resûlullaha iyzâ için söylendiği zikrolunmuştur: Mukatilden merviydir ki: Hâris ibni Nevfel bir günah işlediği zaman Resûlullahdan istifta ederdi, Aleyhissalâtü vesselâm

Sh:»5835[]

da ona keffaret emr eylerdi: Muhammede ıtaat ettiğimden beri keffarât ve tebiatta çok mal telef ettim « ��a ç¤Ü Ø¤o¢ ߠܦb Û¢j †¦a Ï¡ó aۤؠ1£ b‰ ap¡ ë aÛn£ j¡È bp¡� » demiş. Bu ise dîn yolunda sarf edilen malların boşuna bir istihlâkten ıbaret olduğunu iddia ile hayıflanarak dîne i'tiraz etmek ve Peygambere itaat etmemek için söylenmiş demektir. Ba'zıları da demişlerdir ki: Murad evvelki ma'nadır. Ancak «  ��í Ô¢ì4¢� » hal değil, istıkbal içindir. Bunu Kıyamet günü söyliyecek demektir, çünkü o ettiği sarfiyyatın kendisine fâide vermediğini o gün cezasını çekerken anlıyacaktır. LÜBED, sured vezninde çok mal ma'nasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir.

7. ��a í z¤Ž k¢ a æ¤ Û á¤ í Š ê¢¬ a y †¥6›� onu hiç gören olmadı mı zannediyor. - Bu istifhamda da iki vecih vardır. BİRİNCİSİ: İnzardır. O ihlâk ve telef ettim diye mağrurlandığı malı sarf ederken o insanı kimse görmedi mi zannediyor? Da öyle iftihar etmek istiyor. Şübhe yok ki sarf ve ihlâk ettiyse onu Ehad olan Allah tealâ görmüştür. Ve o malları öyle gösteriş için veya Peygambere adâvet için sarf ile telef etmiş olduğundan dolayı cezasını verecek onun hakkından gelecektir. Ve o vakıt o, onları öyle ihlâk ettiğine nadim olacaktır demek olur.

İKİNCİSİ de Kelbîden rivayet edildiği üzere sarf iddiasını tekzibdir. Ya'ni o kail yalan söyliyor bir şey sarf etmediği halde bir çok mal ihlâk ettim diye yalan ile öğüniyor. Allah onun ne yaptığını, sarf edip etmediğini görmedi mi zannediyor da öyle yalanı ile öğünüyor? Hayır hiç kimse görmediyse Allah onu görmüştür, söylediğinin hılâfını yaptığını bilir ve cezasını vermeğe kadirdir demek olur. Evvelki vecih, bu ma'nayı da işrab edebileceği için daha müfiddir. Şimdi Allah tealâ umumiyyetle meşakkat içinde halk

Sh:»5836[]

ettiği însana ve bu miyanda bilhassa kuvvet ve maliyle iftihar eden o mağrur insana olan eltaf ve ınayeti şâmilesinden ba'zılarını ihtar ve gayei halkına irşad ile imtinan ederek onun ahvaline ılmini ve muhasebe ve mücazatına kudretini takrir ve nüfusi mutmeinnenin meymenetli mümtaz hasletleriyle nüfusi münkirenin meş'um haslet ve âkıbetlerinin tefhim ve bu suretle kebedin ma'nasını tavzih siyakında buyuruyor ki:

8.��a Û á¤ ã v¤È 3¤›� Ya yapmadık mı, yaratıp vermedik mi? �Û é¢›� Ona - o meşakkat içinde yarattığımız umum insan miyanında bilhassa o sözü söyliyen mağrur insana? ��Ç î¤ä î¤å¡=›� iki göz - baksın, görülecekleri görsün diye, o halde o yaptıklarını görüyor da onu ve o gözleri yaratan ve gözetip duran Allah görmez mi? Bu iki gözden murad iki zâhir gözü olabileceği gibi biri zâhir gözü, biri kalb gözü olmak da muhtemildir.

9.��ë Û¡Ž bã¦b›� ve bir dil - ki bir çok menafia âlet olduğu gibi sâir hayvanların dillerinden mümtaz olarak bilhassa meramını ifade için de âlet oluyor, ve hattâ gösteriş ve riya için söylediği o lâfı veya yalanı bile Allahın verdiği o lisanı ile söyliyor. ��ë ‘ 1 n î¤å¡=›� ve iki dudak - ki birbirine uygun olarak ağzını lüzumuna göre açar kapar. Söylemesinde yemesinde içmesinde ve sâir bir çok ekvali mahsusasında onlardan istiane eder, o halde onları hayırlı şeylere açmak, muzır şeylere, nâ sezâ lakırdılara kapamak lâzım gelmez mi? Onları yaratan ve her lâhza gözetip duran Allah, onları ve onlarla yapılan ve onlara girip çıkan şeyleri bilmez olur mu? Bu istifham takrirî olduğu için ma'nanın hasılı « �ãÈá uÈÜäb� = evet yaptık» mealindedir. Şu da o hasıla ma'tuftur:

10.��ë ç † í¤ä bê¢ aÛ䣠v¤† í¤å¡7›� ve ona iki necid gösterdik. - «Nun» un fethi ve «cîmin»

Sh:»5837[]

sükûniyle «necd» tepe gibi etraf ve havalisinden mürtefi' olan tümsek Arza denilir. Bu ma'na iledir ki Arabistanda engin Tihâme mukabili olan ve Necdi Hıcaz, Necdi ârız diye ikiye ayrılan mürtefi' kısma Necd denildiği gibi Yemen ülkâsının nihayetinde bilâdi Mehreden bir arzı mahsusa dahi Necid denilmiştir. Yüksek ve açık yola, âlî mertebelere çıkan, yüksek işler gören adama «Tallâussenâya» denildiği gibi umurda sâbit, galib ma'nasına o ma'nadandır ve başkalarının âciz oldukları zor işleri becerip içinden çıkan şecî', behadır kimseye ve gamm-ü gussaya dahî Necid denilir. Necid, hasma galebe etmek ve pek terlemek ma'nalarına masdar da olur. Necdet ve necadet de behadırlık, kahramanlıktır. Bir de Necid, sînede tümsekliği veya süt yolu olması hasebiyle sediy, ya'ni meme ma'nasında ma'ruftur. Arabda « �a¢ß¦b ë ã v¤† í¤è b ß b ϠȠܤo¢� = inan ana memelerine kasem olsun ki yapmadım» diye yemin etmek şayi'dir ki bu bizim Türkçede «Anamdan emdiğim süt haram olsun bu böyledir» diye edilen yemîne benzer. Burada Necid kelimesi bütün bu ma'naları iyma etmekle beraber yukarıdaki kebed, aşağıdaki Akabe ile mütenasib olmak üzere mücahid bir kahramana gösterilen iki tepe gibi yüksek iki gaye, iki yol ma'nası telkîn etmektedir. Ba'zıları ayneyn ve lisan ve şefeteyn karînesiyle bidayeti hılkati mülâhaza ederek iki Necdi iki meme ma'nasına anlamak istemişlerdir. Bunu İbni Abbastan ve Dahhâkten ve hattâ Hazreti Alîden rivayet edenler de olmuştur. Filvaki' doğum olacağına doğru ana memesinin sütle hazırlanmağa başlaması ve yavrunun doğar doğmaz ilhamı fıtrî ile emmesini bilmesi rahmeti rahmaniyye ve hidayeti rabbaniyyenin delâili bâhiresinden bir ni'meti sübhaniyye olmak i'tibariyle haddi zatinde imtinana lâyık ve bunun dil ve dudaklarla yapılması da bu ma'naya muvafık olduğunda şübhe yok ise de bu ni'met daha umumî olup insan

Sh:»5838[]

dilinin ve dudağının temâyüz ettiği ni'metlerden olmadığı gibi insanın da bidayeti haline âid niami cemîledendir. Âyetin siyak ve sibakı ise bundan istıkbale ve insanın mükellefiyyetine tealluk eden daha geniş ve daha yüksek bir ma'na murad olunduğuna delâlet etmektedir. Onun için müfessirîn bu ihtimali «kıyle» diye nakletmekle beraber burada necdeyn tümsek tepe veya doğrudan doğru yüksek yol ma'nasından mecaz olarak biri hayır biri şerr iki yüksek gayeye giden, biri meymenetli bir meş'um iki yüksek tarîk ma'nasına olduğunu daha sahih ve daha kuvvetli rivayet ve dirayetle te'yid ederek beyan etmişler ve bunun sûrei İnsandaki « ��a¡ã£ b ç † í¤ä bê¢ aێ£ j©î3  a¡ß£ b ‘ bסŠ¦a ë a¡ß£ b × 1¢ì‰¦a� » mealinde olduğunu söylemişlerdir. Ez cümle Buharîde Mücahidden hayr-ü şer demiştir. Ve İbni Cerîr şu rivayetleri tahric eylemiştir: Rabi' ibni Haysemden: Bunlar sedyeyn değil. Abdullah ibni Mes'uddan: « ��ë ç†íäbê aÛäv†íå� » Hüdâ ve delâlet, sebîlülhayri veşşer. Ikrimeden ve Mücahidden: Hayr-ü şer. Dahhâkten: Necdülhayri ve necdüşşer, Hasenden mürselen: Resûlullah sallâllahü aleyhi vesellem demiştir ki onlar iki neciddir: Necdi hayr ve necdi şer, Demek ki necdi şer, size necdi hayırdan daha sevgili kılınmamıştır. Katâdeden: Bize zikr olundu ki: Nebiy sallâllahü aleyhi vessellem şöyle buyurdu: Eyyühennas! Onlar iki neciddir, necdülhayr ve necdüşşer, demek ki necdi şer size necdi hayırdan daha sevgili değildir. İbni Zeydden: Ve hedeynâhünnecdeyn de tarîkı hayr ve şer dedi, ve « ��a¡ã£ b ç † í¤ä bê¢ aێ£ j©î3 � » kavli ilâhîsini okudu �açg�. İbni Mes'uddan Hâkim, sahih demiş, Taberanî ve daha başkaları da rivayet eylemiş, Taberânî Ebu Ümameden de merfuan rivayet etmiştir. Dürrü mensûrda Faryabî ve Abd ibni Humeyd rivayetleriyle Hazreti Alî kerremallahü vechehu «ba'zı insanlar necdeyn sedyeyn diyorlar, hayır onlar hayr-ü şerdir» demiştir diye zikr edilmiş.

Sh:»5839[]

Âlûsî bunun Şîa' tefsirlerinden Mecmeulbeyanda da mezkûr olduğunu söylemiştir. Burada Hasen ve Katâdeden nakledilen hadîsi şerif mazmunu ayrıca şayanı dikkattir. Bununla bir takımlarının zannettiği gibi insan fıtratının hayırdan ziyade şerri sevdiği ve binaenaleyh insanda şer meylinin asl olduğu da'vası reddedilmiş demektir. Doğrusu mutlak insan fıtratı ikisine de alesseviyye kabildir. Birinin galebesi tâlî sebeblerledir. Netekim ta sûrei Bekarede geçtiği üzere Âdemin zenbi Şeytanın iğvasına aldanmasındandır. Şu halde nefsi emmarenin şerri emri, ya hayır ve menfeat zanniyle bir cehalet veya sui terbiye ve i'tiyad ile fıtrattan inhırafın neticesidir. Demek ki insanın zalûm ve cehûl olması da kemâl ve terakkisi de sureti umumiyyede mutlâka muktezayı fıtrat değil, tâlî esbab ve ılel dolayısıyledir ve onun içindir ki insan terbiyesine ve kişinin iyiliğine kötülüğüne göre ahlâkını tehzîb veya ifsad edebilir. Bundan anlaşılır ki:

�aÛÄÜá ßå ‘îá aÛä1ì ë aæ mv† ‡aÇ1ò ÏÜÈÜò Ûb íÄÜá�

Diyen şâirin nüfusta zulmü hılkî ve tabî'î addedip de yalnız ıffeti arızî bir ıllet ile ma'lûl addetmesi doğru değildir. İnsan hayre de şerre de müste'idd olarak ikisine de tâlî sebeb ve ıllet ile yürür ve hangisini istihdaf ederse ona gider. Nefis, emmare de olur, mutmeinne de olur. Ancak bu tefsîre şöyle bir suâl hatıra gelir. Hayır gayesinin ve tarikının yüksekliği ma'lûm ve müsellemdir, ona necid tesmiye edilmesi muvafık olduğunda şübhe yoktur. Lâkin şer tarikında ne yükseklik tesavvur olunabilir ki ona da necid denilsin? O engin bir uçurum değil midir? Filvaki' öyledir, fakat ona gidenler hayır gibi bir yükseklik tehayyüliyle kittikleri ve hayır şer galip olduğu için tağlib tarikıyle ikisine de necid ıtlâk edilmiş, sonra da bu yükseklik asıl hayırda olduğu bundan sonra akabenin tefsîriyle anlatılmıştır.

Sh:»5840[]

Bununla beraber şunu da mülâhaza etmek lâzım gelir ki: insanın kendisine başkasından gelen hayr-ü şerre nisbeti ile kendisinin kendisine veya başkalarına yapacağı hayr-ü şerre nisbeti arasında mühim fark vardır. İnsan şübhesizki kendisine yapılan hayrı sevmesi, şerri sevmemesi tabi'îdir. Kendisinin başkasına veya mutlakâ hayr-ü şerr yapmasına gelince: hakkı bunun da öyle olması: hayrın mutlâka hayr olduğu için sevilmesi, şerrin mutlâka şerr olduğu için sevilmemesi iktıza ederse de mücerred hayır ve şerr tabi'atinin hükmü olan bu hak izafetle değişebildiği cihetle insan tabiati için bir gayei kemâl olmakla beraber ibtidaî halde ve fi'liyyatta muhteliftir. Maddî tabi'at, ataleti fi'le tercih edeceğinden dolayı ruhu zaıyf olan tenbel insan ilden gelecek hayra ağzını açar da bir cehid sarfı iycab eden sa'y-u amelden kaçınır, ne hayır yapmasını ister ne de şer, çünkü şer fi'illerin bir çoğu da hayır yapmak kadar zor ve hattâ ba'zı vücuh ile daha zordur. Fir'avn olmak Fir'avn ile uğraşmaktan kolay değildir. Bu cihetle hayr-u şerr fa'aliyyeti, atâlet tabi'atı karşısına dikilmiş iki tepe, iki necid gibidirki ikisi de necâdet ister. Zikrolunan hadîs gösteriyorki insan fıtratında hayır devâıysi, şer devâıysinden az değildir. Zannedildiği gibi insan mutlâka şerr yapmasını hayır yapmaktan daha çok sever değildir. Ruhı insan ikisine de müsteiddir. Kimisinde birisi kimisinde de diğeri daha ziyade inkişaf eder ve hangisi inkişaf ederse insanın akıbeti o olur. Ve insan henüz hayır yapmağa kadir olmadığı ilk yaradılışından i'tibaren ta sonuna kadar muhitında hayır ve şer, lezzet ve elem ile muhat bulunur. Ki kebed içinde yaradılmasının ma'nası da budur. O ne kendine ne başkasına bir hayır yapmağa ne de kendisinden şerri def' etmeğe bizzat kadir olmadığı halde Allah tealâ onu o meşakkat âlemi içinde dilediği kadar korur, büyütür, hayır ve şer yapabilecek kuvvet

Sh:»5841[]

ve çağa iriştirir. Dil ve dudaklara kadar bu ma'na takrir edilmiştir. Bu çağa kadar aczi mahz içinde bulunan insan bir çok âlâm ve zahmete ma'ruz olmakla beraber mücerred rahmeti rahmaniyyeye medyundur. Bundan i'tibaren de istitaatı nisbetinde onun şükrünü iyfa için hayrı şerri temyiz ederek hayır yapmak, kendine ve ıbadullaha şerden sakınmak ile mükelleftir ve işte « ��ë ç † í¤ä bê¢ aÛ䣠v¤† í¤å¡7� » ile bu iki gaye gösterilmiştir. Gayei hayır, gayei şerr, atalete nazaran bunun ikisi de seyr-ü hareket ve sabr-ü tehammül ile meşakkat iycab eden, birinde i'tilâ ve selâmet, birinde de sukut ve felâket muhakkak olan iki tepe gibidir ki insan bunları aşmak mecburiyyetindedir. Hayır tepesine gitmek hidayet, şer tepesine gitmek dalâlettir. Şu halde « ��ë ç † í¤ä bê¢ aÛ䣠v¤† í¤å¡7� » ile bunun ikisine birden hidayet, ikisinin de yollarını bildirerek hayre sülûk ve şerden ihtirazı emir, ta'biri âharla hayri emir, emr bilmar'uf, şerden nehiy, nehy anilmünker demektir. Zira hidayet bir hayır ve irşad olduğundan hayır tarikına irşad emr-ü tergibi, şer tarikına irşad nehy-ü tahziri ifade eder. Bu suretle mütekabil olan bu iki necde hidayet, şuna yürü, şuna yürüme gibi biri müsbet biri menfî mütekabil iki yol göstermek demek olur. Hidayette necdi hayır, müsbet, necdi şerr menfîdir. Necdi şerden sakınmak necdi hayra tırmanmak. İşte bütün necâdet Kuvvet, kahramanlık, yükseklik, saadet bundadır. Bunu iyzah ile neticeyi tefhim için buyuruluyor ki:

11.��Ï Ü b aÓ¤n z á  aۤȠԠj ò 9›� Fakat o, kuvvetine, malına güvenen mağrur insan o akabeye iktiham edemedi - AKABE, engin bir vadîden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir. IKTİHAM, hız ve tazyîk ile bir şeye atılmak, saldırmak, kahramanlıkla hücum etmektir ki düşünmeden bir

Sh:»5842[]

işe kendini atmak ma'nasına kuhûmden gelir. Bu ıktiham kelimesi lisanımızda pek şayi' olmuş bir ta'birdir. Zorlayıp atılmak ma'nasiyle müşkilâtı iktiham diye mef'ulibih ile sılalanır, Arabcadaki aslına göre ise müşkilâta iktiham diye mef'uli ileyh dediğimiz surette sılalanmış oluyor. Ya'ni o yüksek gayeye irmek için çıkılması lâzım gelen o sarp ve çetin yokuşa göğüs verip de onun müşkilâtını yenmek üzere ona kendini atacak bir kahramanlık, bir necâdet gösteremedi. Bundan anlaşılıyor ki iki necidde müsbet asıl yükseklik sarp yokuş birindedir ki o necdi hayırdır. Iktihamı değil, ihtirazı lâzım gelen şer' gâyesi veya yolu hakikatte iniş kabîlinden olmakla ona necid tesmiyesi tağlib tarikıyledir. Burada akabe ta'biri de necid gibi yüksek zor amellerden istiare olarak mecazdır. İktiham olunması lâzım gelen bu akabeden murad hayır necdi olduğu anlatılmak için şöyle tefsîr olunuyor:

12.��ë ß b¬ a …¤‰¨íÙ  ß b aۤȠԠj ò¢6›� Bildinmi o akabe, ıktihamı büyük bir kahramanlık olan o zor yüksek iş, o sarp yokuş nedir?

13. ��Ï Ù£¢ ‰ Ó j ò§=›� bir rakabeyi fekk etmek - ma'lûm ki rakabe boyun demek olup zikri cüz' iradei kül tarikıyle mecaz olarak zat ve şahıs ma'nasında müteareftir ve bilhassa hurriyyetini gaib etmiş esîr veya memlûkte şayi'dir. Binaenaleyh fekkü rakabe esaret bağıyla bağlanmış bir boyunu, bir kimseyi esaretten kurtarıp hurriyyete kavuşturmaktır ki bu evvelâ insanın kendi hurriyyetine malik olarak nefsini kurtarmış olmasına mütevakkıf ve bunun en basît misali köle azad etmektir ve bunun fazıyleti çoktur. Buharî, Müslim, Tirmizî ve sâirde Ebu hüreyre radıyallahü anhten merviydir. Resûlullah sallâllahü aleyhi vesellem buyurmuştur ki her kim bir mü'min rakabe âzâd ederse Allah tealâ onun her uzvuna mukabil âzâd edenin bir uzvunu Cehennem ateşinden âzâd eyler

Sh:»5843[]

« �y n£ ó aÛ¤1 Š¤x¡ 2¡bÛ¤1 Š¤x¡� ». İmam Ahmed ve İbni Hibban ve İbni Merduye ve Beyhekî, bera' radıyallahü anhten rivayet eylemişlerdir ki bir a'rabî ya Resûlâllah! Bana bir amel öğret ki beni Cennete koysun demişti. «bir neseme âzâd et veya bir rakabe fekket» buyurdu. Onun ikisi bir değil mi? Dedi. Buyurdu ki «hayır, bir neseme âzâd etmek onu âzâd etmekte senin münferid olmandır. Fekki rakabe ise onun ıtkına yardım etmendir. İlh... Ya'ni fekki rakabe müntekıllen veya müşteriken âzâd etmekten eamdır. Bir ferdi hurriyyete kavuşturmak böyle büyük bir fazıylet ve kahramanlık olunca bir kavmin, bir cemaatın hürriyyetini kurtarmak ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı, fekki rakabenin diğer bir ma'nası daha vardır ki o da « ���×¢3£¢ aߤŠ¡ôõ§ 2¡à b × Ž k  ‰ ç©îå¥�� » mucebince her nefsin halâsı kazancına bağlı olduğu için insanın a'mali saliha kesbiyle kendisini Cehennem azâbından kurtarması demektir ki bu kurtarış « �a Ç¤† ô Ç †¢ë£¡Ú  ã 1¤Ž¢Ù  aÛ£ n¡ó 2 î¤å  u ä¤j î¤Ù � = en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir» buyurulan nefsi emmarenin azgın hevalariyle Şeytanın iğvalarına karşı mücahede etmekle olur. Netekim o mağrur insanın bu akabeyi ıktiham edememesi de bunlarla mücahede kahramanlığını yapamamasından dolayıdır. İşte o sarp yokuş böyle esîr bir boyunu kurtarmak

14.��a ë¤ a¡Ÿ¤È b⥠ϩó í ì¤â§ ‡©ô ß Ž¤Ì j ò§=›� veya salgın, ya'ni umumî bir açlık gününde ıt'am etmek, yemek yedirmektir. - MESGABE, seğabdan mimli masdar ki açlık ve bahusus meşakkat ve yorgunluk içinde açlık. Ebu Hayyanın beyanına göre umumî olması ma'nası « zi » den anlaşılmak gerektir. Zira fî yevmi mesgabe, açlık günü denilmemiş, açlıklı, zi mesgabe denilmiştir ki umumiyyetle açlık, hassası olan gün demek olur. Filvaki' böyle umumî bir açlık zamanında yemek yedirebilmek can kurtarmak demek olduğu

Sh:»5844[]

cihetle fekki rakabe gibi büyük bir kahramanlıktır. Hem de kimlere ıt'am?

15. ��í n©îà¦b ‡ a ß Ô¤Š 2 ò§=›� karabeti olan, ya'ni yakınlığı olan bir yetîme - ki zâhiri, neseb yakınlığıdır. Bununla beraber komşuluk yakınlığı dahi olabilir. Neseb ve dîn yakınlığı müreccah olduğu şübhesizdir.

16. ����a ë¤ ß¡Ž¤Ø©îä¦b ‡ a ß n¤Š 2 ò§6›�� yâhud topraklı bir miskîne - METRABE de türabdan mimli masdar olarak topraklanmak demektir. Za metrabe Türkçemizde toprak döşenip taş yaslanan ta'bir edildiği vechile şiddetli fakr-ü ihtiyacdan kinayedir. Öyle umumî açlık zamanlarında böyle şiddetli fakr-u ihtiyac ile sefalet içinde kalmış bir çok kimseler bulunabileceği cihetle uzak yakın böyle bir biçareye yemek yedirebilmek şübhesiz ki ıktihamı büyük kuvveti kalb ile bir himmete mütevakkıf olan sarp bir akabedir. İşte kendisine kimsenin gücü yetmezmiş gibi mağrurlanan ve ben yığın yığın mal telef ettim diye iftihar etmek istiyen o insan ne öyle ne de öyle, bu akabeyi ıktiham edemedi, böyle bir kahramanlığa hiç bir vechile girişemediği gibi

17. ��q¢á£  × bæ ›� sonra da olamadı. - Bu « ��× bæ � » ıktehame üzerine ma'tuf olduğundan ma'na menfidir. « ����Ï Ü b aÓ¤n z á  ë Û b × bæ �� » demektir. Ya'ni onların hiç birine girişemedikten başka ����ß¡å  aÛ£ ˆ©íå  a¨ß ä¢ìa ë m ì a• ì¤a 2¡bÛ–£ j¤Š¡ ë m ì a• ì¤a 2¡bۤࠊ¤y à ò¡6›�� iyman edip de biribirlerine sabır tavsiye eden, merhamet tavsıye eyliyen sabırlı, merhametli mü'minlerden de olamadı - ki

18. ��a¢ë¯Û¨¬÷¡Ù ›� onlar, o yüksek evsaf ile muttasıf olan o kahramanlığı yapan, esîr halâs eylemek veya öyle zor bir günde bir yetîme veya bîçareye yemek yedirmek suretiyle can kurtaran, bunlara istitaati yoksa iyman edip de biribirine sabır ve merhamet tavsiye etmek suretiyle

Sh:»5845[]

tesliyet ve kalb kuvveti vermeğe çalışan mü'minler ..a •¤z bl¢ aÛ¤à î¤à ä ò¡6›. meymenet sahibleri, kitabları sağ taraflarından verilecek Ashabı yemîn, kendilerine ve başkalarına uğurlu kimselerdir.

19. ..ë aÛ£ ˆ©íå  × 1 Š¢ëa 2¡b¨í bm¡ä b›. bizim âyetlerimize küfr eden, inanmıyarak nankörlük eden kâfirler ise - ki o mağrur da bunlardandır. ......ç¢á¤ a •¤z bl¢ aۤࠒ¤÷ à ò¡6›.... onlar şeamet sahibleridir. - Meşumluktan kurtulmıyan, kitabları sollarından verilecek Ashabı şimal, kendilerine de başkalarına da uğursuz kimselerdir ki 20. ..Ç Ü î¤è¡á¤ ã b‰¥ ߢ쪤• † ñ¥› üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır. -

MÜ'SADE, iysaddan ismi mef'uldür. « .a¬• †¤p¢ aÛ¤j bl . » denir ki kapıyı kapadım, sım sıkı kilitledim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetini iycab edeceğinden Cehennemde azâblarının şiddet ve ebediyyetinden kinayedir.

Yenişehir..

Şablon:Sadeleştirilmiş ET


Advertisement