Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Şablon:Cihad bakınız

CİHAD

(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ'nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah'ı i'lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te'min eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin câri olduğu dar-ı İslâmın hâricinde yapılabilir. Bununla berâber bu mezkur maddî ve mânevî cihad, değişen şartlara bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de 9. sûrenin 24. âyetinin çok kısa bir meâli şöyledir:"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (lâyık olduğunuz cezası ve felâketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez."Cihada dair pekçok âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihâd-ı diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeât.)(Bütün ümmet için ve bilhassa, İslâm ve Kur'an hizmetinde fedakâr ve sebatkâr çalışan mücâhidler için dâima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hâdiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu hâdisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekâsül ve ihmâlin bilhassa kendi şahsi hayatına temâyül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücâhid cemaatin cihad ruhuna ve fedakârâne sebatına fütur getirmek ve kuvve-i mâneviyeyi kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek.Hem ihlâs ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtivâ eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: "Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir." derdim. Bu ihmâlcilik bende durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da mâlül olup da Allah Teâlâ'nın mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekât namaz kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu âdetini yerine getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Tealâ'ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selâm verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben de yürüyüp vardım, tâ önünde oturdum. Bana: "Seni nasıl bir mâni geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi idin?" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: "Evet, vallahi, Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha suhûletli değildim." Bu maruzatım üzerine Resulüllah (A.S.M.) "Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hâl üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha salâbetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selâm verirdim. Ve içimden: Acaba Resulüllah selâmıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hâl uzayınca bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde'nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım, ona selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Ben: "Ey Ebu Katâde! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.Kâ'b bin Mâlik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellâh, bir ekinci: "Ka'b bin Malik'i bulmağa bana kim delâlet eder?" diye soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz. Bu mektubu okuyunca, bu da öbürüsü gibi bir belâdır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sâbit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: "Resülullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!" dedi. Ben de: "Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?" dedim. O da: "Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma." dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilâl'e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan sonra on gün daha durdum. Tâ ki Resulüllah'ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir hâlde bulunuyordum ki, Allah Telâlanın (Tevbe sûresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: "Ey Ka'b bin Mâlik, müjde!." diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilân etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den) iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a (A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve: Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki Resulüllah'a (A.S.M.) selâm verdim. Mübârek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir hâlde bana: "Bir günün hayır ve saâdeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!" buyurdu. Ben: "Yâ Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü Ekrem, taraf-ı İlâhiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parlardı, hatta o, bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): "Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!" buyurdu. Ben de "Şu Hayber'deki hissemi alıkorum" dedim.) (S.B.M.)

CİHAD-I ASGAR Küçük savaş. İslâm müdâfaası için silahla savaşma.

CİHAD-I EKBER Nefis ile mücadele.

CİHAD-I MANEVÎ İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.

CİHADÎ (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.


Cihadı, başkalarını zorla İslam’a sokma şeklinde anlatıyorlar. İslam’da cihat nedir? Nasıl yapılmalıdır?


•••

Cihat, cidal ve kıtal birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar vardır. Kıtalde savaşmak, katledip öldürmek esastır. Cidal, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, galibiyet mücadelesidir. Cihat ise “gayret etmek, ceht etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek” demektir. Fakat, cihatta bir şart var ki onu diğerlerinden net biçimde ayırır; “fisebilillah” yani Allah yolunda olma şartı; Kur’an namına ve İslâm uğrunda olma şartı. “Savaş ve cidal” ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde “cihat” olurlar.

Cihadı doğru değerlendirmemizi sağlayan bir İlâhî irşat:

“Ey iman edenler! Sizleri acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resulüne iman edip, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz.” (Saf Sûresi, 10-11)

Demek ki cihatta gaye, âhiretimiz için bir ticaret yapmaktır. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar.

O halde, cihat başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil, nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.

Cihat, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır.

“Sulh hayırdır.” (Nisa Sûresi, 128) emrini alan Allah Resulü (asm.) insanları durmadan hidayete çağırmış bu çağrıya karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhi fermanla kendisine savaş izni verilmiş.

Harp eden mü’minlere malî destek sağlamak cihat olduğu gibi, sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saadeti için harcamak da büyük bir cihattır.

Harbe iştirak etmek cihat olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve müminlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesai harcamak da cihattır.

Böyle ulvî bir gaye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek ve lüks içinde yaşamak gibi fâni hedeflere yönelik savaşlar “fisebilllah” şartını taşımadıkları için cihat değildirler.

Harpte maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdafaa etmek” ve “ Zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidayet yolunu açmak.”

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Sûresi, 256) Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorlarsa bunlarla savaş etmek de cihattır. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.

Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, “harb-i ıslâh ve harb-i ifsad” diye ikiye ayırır ve müminlere emredilen harbin “ıslâh harbi” olduğunu beyan eder. Cihada çıkan müminleri de “azaba müstehak olan bir kavme Hakk namına azab vermeye memur bir el” olarak görür.

O halde, savaşı bir ibadet anlayışıyla yapmak ve bu ibadetin kaidelerine de en ince teferruatına kadar uymak gerekiyor:

“Antlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin.” (Nahl Sûresi, 91) emrine uyulacaktır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah’ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Sûresi, 190) fermanına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.

Kadın, çocuk, ihtiyar gibi harbe iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir.

Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Cihadın en büyüğü en büyük düşmana karşı yapılanıdır.

“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler.

Tebük seferi dönüşünde Allah Resulünün (asm.) mübarek ağzından dökülen şu hikmet çağlayanı bizim için ne büyük derstir:

“Küçük cihattan büyük cihada döndük.”

Nefisle cihat, gerçekten, büyük cihattır. Her anımız bu cihatla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihat ise sürekli değildir. Sulh zamanında müminler bu cihatla mükellef tutulmazlar.

Haricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehitlik, ya gazilik kazandırır. Nefisle mücadele ise öyle değildir. Bu savaş mutlaka kazanılmalıdır, mağlubiyetin sonu cehennem azabıdır.

Nefis denilince akla hemen şeytan gelir.

“Şeytan, sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutunuz.” (Fatır Sûresi ,6)

“Şeytanın adımlarına uymayın (arkasından gitmeyin). Çünkü o sizin için apaçık düşmandır.” (Bakara Sûresi, 168)

Demek oluyor ki, en büyük cihat nefisle ve şeytanla yapılan cihattır. Düşmanla yapılan harpler ancak üçüncü sırada yer alır.

Mehmet Kırkıncı


Manevi cihad, bütün Müslümanların kendi nefsi arzularını gemlemek amacıyla nefis ve şeytanın tuzak ve hilelerine karşı mağlup olmamak için yürüttükleri manevi bir savaştır. Manevi mücahede, yada “Cihad-ı ekber” (en büyük cihad) olarak da nitelendirilen manevi cihadın amacı, her mümin için nefis ve şeytan ile bir ömür boyu mücadele etmek, nefsini kötülüklerden arındırarak, istikamet çizgisinde halis bir kul, faydalı bir Müslüman, faziletli ve kamil bir insan olmaktır. Manevi cihad, iç dünyanın tanzimine kuvvet vermektir. İçini kirden, günahtan yıkamak ve bütün kötülüklerden arınmaya çalışmaktır. Müminin kendi iç dünyasını mamur ve müstakim kılmasını amaçlayan manevi mücahede, kulluk görev ve ciddiyeti ve insan olma sorumluluğudur.

Manevi mücahede, bütün Müslümanlar için daimî bir farzdır. Manevi mücahede, süreklilik içinde kulluk şuurunu icra etmeye çalışmaktır. Manevi cihadın önemi Kur’an-ı Kerim ve hadislerde açık bir şekilde vurgulanmıştır. Hz. Muhammed (a.s.m.) “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud Sûresi, 112) ayet-i kerimesi ile ilgili olarak “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı” ( Tirmizi, Tefsir, sure 56) buyurarak, emr-i ilahi çizgisinde istikameti muhafaza etmenin önemini ve kulluk görevi ile ilgili hassasiyetini ifade etmiştir.

Nitekim Kur’an-ı Kerimde “ Güneşe ve onun aydınlığına, güneşi takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkardığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” ( Şems Sûresi,1-10) beyanıyla Cenab-ı Hak kurtuluşa ermenin ancak nefsini kötülüklerden çekmek ile mümkün olacağını kasem (yemin) ile beyan buyurmaktadır.

Hz. Muhammed (a.s.m.) bir hadisinde “Mücahid nefsiyle cihat edendir” (Tirmizi, “Feza’iü’l cihad”2) buyurarak nefis ile mücadelenin önemini belirtmiş, Cenab-ı Hak da, Kur’an-ı Kerimde nefsin kötülük ve desiselerine karşı: “ Muhakkak nefis daima kötülüğe sevk eder” (Yusuf Sûresi,53), “Benim ayetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. Ve yalnız benden korkun, yasaklarıma karşı gelmekten sakının” (Bakara Sûresi, 41) emri ile insanları ciddi bir şekilde ikaz etmiştir. Bu ikaz ile birlikte arınmanın ve temizlenmenin yollarını da göstermektedir : “Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, SİZİ TEMİZLEYEN, size kitabı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik.” (Bakara Sûresi,151)

Dinde muvaffakiyet, büyük ölçüde manevi cihadda muvaffakiyet demektir Gerçekten Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsi ile cihad edemeyenin düşmanla cihat edemeyeceği de açıktır.

Manevi mücahade yapan müminlere Yüce Allah’ın yardım ve ihsanı vardır. Nitekim bu hususu şu ayet-i kerime teyit etmektedir: “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir” (Ankebut Sûresi, 69).


Mehmet Ali Bulut'un yazısı[]

NE CİHADDIR NE DEĞİLDİR?

Bediuzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabında ‘İkinci Said’in cihada başlama tarihi olarak İşârêtü’l-İ’câz’ tefsirini yazmaya başladığı zamanı gösterir.

O sırada Bediuzzaman, Pasinler Cephesi’nde talebeleriyle birlikte, Ruslara karşı savaşıyordu. Dikkat edin, medresesini dağıtıp, bütün talebeleriyle birlikte, topraklarını savunmak için silaha sarıldığı zamanı ‘cihad tarihi’ diye vermiyor. Kur’an hesabına, iman ve ihya hareketini başlattığı zamanı cihada başlama tarihi olarak kaydediyor.

Çünkü cihad odur.

Esasında iki cihad vardır malum; büyük cihad, küçük cihad.[]

Büyük cihad, insanın Kuran ahkamına nefsine yedirebilmesidir. Nefsin münkir yurtlarının burcuna Kur’an hükümlerinin bayrağını dikmektir. Nebiyy-i Zîşan, bir seferden dönerken, öyle buyurmuştu: Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz!

Evet, asıl cihad, Kur’an’ı, kendi nefsimizde hak ve hüküm sahibi yapabilmektir. Esas olan da budur. Necip Fazıl rahmetli, bedeni bir mülke benzetir ve der ki “ruh tezdir, nefs anti tezdir”; Cihad da o anti tez olan nefsin gururunu kırıp onu ruha itaat etmeye mecbur etmektir. İş böyle olunca her mümin, canlı -yine Üstad NFK’nın ifadesiyle- ‘aksiyoner’ bir mücahit halini alır. O, davranışları, güzel ahlakı ve büyük insanlığı ve kişiliği ile her göreni etkiler; kendine ve İslam’a doğru cezp eder, celb eder, ram eder!

Hani diyor ya Bediuzzaman, “biz ahlakımız ile İslam’ın güzelliğini gösterebilsek, sair milletler kıtalar halinde İslam’a dahil olacaklar” diye… Demek ki bizim asıl cihadımız kendimizi terbiye etmektir. Büyük cihad budur.

Küçük Cihad ise kılıç kalkan, top tüfek ile yapılan savaşlardır. Eğer biz o savaşı, topraklarımızı istila etmeye çalışanlara karşı veriyorsak cihaddır. Çünkü islam yurdunu korumuş oluyoruz.

Fakat Kur’anın bize önerdiği cihad, zalime karşı cihaddır. Bu açıdan, mazlumun yanında yer almak her müslümana farzdır. Mazlumun Müslüman olması da gerekmez. Çünkü yeryüzü Allah’ın mülküdür ve orada onun hükmü geçerli olmalıdır. Onun hükmü de Selam’dır, yani Barış! Her kim, barışı bozuyorsa ona karşı birleşmek ve savaşmak Kuran’ın emridir. Esasında Kur’an’ın emrettiği ve ön gördüğü yegâne savaş, zalime karşı mazlumun savunulmasıdır.

Bu açıdan baktığımızda evet, Filistinlilere sahip çıkmak bir cihaddır. Peki Karabağ? Çeçnistan? Doğu Türkistan. Onlar için neden bir kaygı yok?

İşte Filistin meselesinde bir takım tenkitlerin gündeme gelmesi bu yüzdendir. Sanki İslam dünyasının bir tek meselesi Filistin meselesidir.

Bütün İslam yurtlarının hala, insanlıktan nasipsiz, per perişan, fakir, cahil ve tefrika içinde dalgalanıp gitmeleri; liderlerin, despot, bencil, kavmiyetçi ve ahmakça sürdürdükleri siyasetler ve yönetimler yüzünden halkların zebun olmaları kimseyi rahatsız etmiyor.

Müslümanlar, sahipsiz, cahil, insanlık meclisinde kıymet-i harbiyesi olmayan, binlercesi öldüğünde veya öldürüldüğünde bile, medeni dünyaya mensup olanların birinin ölmesi kadar bile önem taşımayan bir yığın haline getirilmişlerdir… Kur’an, bir mümini 1’e 200 ile tartarken, bugün 200 Müsmüman’ın canı bir Yahudi, bir Hıristiyan hatta Hindu bile etmiyor. Asıl sorgulanması, asıl cihada konu edilmesi gereken budur…

Biz Yahudileri ‘öldürmeyi bilmek’le suçluyoruz. Eğer siz insanlarınızı diriltmeyi bilmezseniz, birileri onları öldürür tabii…


==

==

[]

Ico libri Anlamlar

[1] din uğrunda savaş.

Write Yazılışlar

جهاد

Nuvola apps bookcase Köken

[1] Nuvola apps bookcase Köken
Advertisement