Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Birinci Dünya Savaşı sırasında, sadece karşı cephedeki rakiplerimiz değil, aynı safta çarpıştığımız müttefiklerimiz de bize karşı pek dostça niyetler beslemiyorlardı. Bunun farkında olan basiret sahibi aydınlarımızın, devlet adamlarımızın ve askerlerimizin sayısı çok azdı. Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif, bunların başında geliyordu. Devletin en üst makamlarına kadar yükselmiş, kendine tapan koca koca devlet adamları, her şeylerini borçlu oldukları millete yukarıdan ve aşağılayarak bakıyorlar, bizim insanlarımızın ve bu arada komutanlarımızın hiç bir işe yaramadıklarını, çok beceriksiz olduklarını, memlekette kendilerinden başka adam olmadığını içeride ve dışarıda sürekli hissettirmekten, hatta açıkça söylemekten geri kalmıyorlardı. İşi daha da ileri götürüp, dışarıdan yabancı askeri heyetler getirdiler. Kendi topraklarımızda verdiğimiz ölüm kalım savaşında, kendi ordularımızın sevk ve idaresini, tutup yabancı komutanlara bırakma garabetini de işlediler. Mustafa Kemal, daha en başından buna karşı çıktı, fakat sözünü kimseye dinletemedi. Bunun sakıncalarını cephede de bizzat yaşayarak yakından gördü.

Mustafa Kemal Paşa, genel komutanlığını Alman Mareşal Falkenhayn’ın yaptığı Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına bağlı Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştı. Daha göreve başlar başlamaz, Mareşal Falkenhayn’ın bölgedeki aşiret liderleriyle gizli temaslarının olduğunu, Almanların da tıpkı İngilizler gibi Arapları bizden soğutup kendilerine yaklaştırmaya, onları bize karşı kışkırtıp kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını, bunun için türlü oyunlar ve tertipler peşinde koştuklarını, savaşın genel yönetiminde ve izlenen stratejide de önemli hatalar yapıldığını tespit etti. Alman komutanın bizim askerlerimize ve komutanlarımıza davranışları da yakışıksızdı. Aslında daha sonra, Atatürk’ün de açıkça ifade ettiği gibi, bir yabancının bizim çıkarlarımız yerine, kendi ülkelerinin çıkarlarını gözetmesinde, bizim yöneticilerimizin bile güvenip saygı göstermediği askerlerimize ve komutanlarımıza güvenmemesinde ve saygı duymamasında şaşılacak bir şey yoktu. Mustafa Kemal, olup bitenleri bütün detayları ve açıklığıyla ortaya koyup eleştiren oldukça geniş iki rapor hazırladı ve üst makamlara sundu. Fakat bunların hiçbir yararı olmadı. Üst yöneticiler, gereken tedbirleri almak yerine, olayı geçiştirmeyi ve Mustafa Kemal’i yatıştırmaya çalışmayı tercih ettiler. Mustafa Kemal ise, bu aymazlıklara karşı tepkisini, 6 Ekim 1917'de ordu komutanlığından istifa ederek göstermek zorunda kaldı.

Filistin Cephesinde uzun süren çarpışmaların ve çatışmaların ardından, yeni bir saldırı için bütün hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, kandırıp kendi devletlerine isyan ettirdikleri Arap çetelerinin de desteğiyle 24 Ekim 1917'de güneyden büyük bir saldırı başlattılar. Bu saldırı karşısında bütün direniş noktalarımız kırıldı. Kutsal şehir Kudüs, 401 yıllık Müslüman Türk hâkimiyetinden sonra, 9 Aralık 1917 tarihinde İngilizler tarafından işgal edildi.

Filistin Cephesinde kanlı savaşların yapıldığı ve Kudüs’ün işgal edildiği dönemde, Mehmet Akif, devlet tarafından görevli olarak Almanya’ya gönderilmişti. İngiliz ve Fransız orduları içinde, sömürgelerden zorla veya kandırarak getirip Osmanlılara karşı savaştırılan çok sayıda Müslüman asker vardı. Bunların çoğu kime karşı ve niçin savaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Onları, olayların gerçek yüzünden haberdar etmek, uyarmak, Osmanlı saflarına geçmelerini veya en azından savaşmaktan vazgeçmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu amaca hizmet edebilecek etkili yayınlara ihtiyaç vardı. Mehmet Akif tarafından Arapça olarak hazırlanan bu tür broşürler, beyannameler, Alman uçakları tarafından, bu zavallı askerlerin bulundukları yerlere atıldı.

Mehmet Akif, Berlin yolculuğu sırasında kendisini çok derinden etkileyen ve ruhunu kanatan bir olayla karşılaştı. Akif, Viyana’da bir otelde kalırken, birdenbire bütün kiliselerin çanlarının çalmaya başlamasıyla irkilir. Çanların hiç sebepsiz yere çalmaya başlamasından ve bir türlü susmamasından, olağanüstü bir durum olduğunu anlar. Ne olduğunu merak edip, aşağıya iner. Sebebini sorduğunda ona: “Duymadın mı, Kudüs artık Müslümanlardan alınmış, Hristiyanların eline geçmiş. Bu çanlar da bunu duyurmak ve kutlamak için çalıyor. Bundan daha mutlu, daha büyük ve daha kutlanmaya değer bir olay olabilir mi?” derler. Mehmet Akif: İyi ama siz Türklerle müttefik değil misiniz? Filistin’i ve Kudüs’ü İngilizlere karşı birlikte savunmuyor muydunuz? Üstelik o cephenin genel komutanı da bir Alman! Nasıl olur da, beraber savunduğunuz Kudüs, İngilizlerin eline geçti diye sevinirsiniz? Bu nasıl iştir?” diyecek olur. Aldığı cevapla beyninden vurulmuşa döner: ‘Olsun! Kudüs Hıristiyanların eline geçti ya gerisi önemli değil. Bu bize yeter!’ Bu cevap Akif’i alt üst etmiş, hem çok kızdırmış, hem de çok şaşırtmıştı.

Milletimizin 46 yıllık ölüm kalım savaşı sırasında üç kıtaya yayılmış geniş coğrafya üzerinde çok acı ihanetler ve vefasızlıklar gördük. Ama çok da büyük vefa, dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik örnekleri de yaşadık. Bizim kültürümüzde, kötülüklere, düşmanlıklara karşı uyanık olup tedbir almak, ama bunları çok fazla dillendirmemek, yapanları yine de affedip, hoş görmek vardır. Dostluklar, iyilikler, vefa ve kardeşlik örnekleri ise hiç unutulmamalı, sürekli söylenip anlatılmalıdır. Kin ve düşmanlıkların önüne böyle geçilir, herkesin yararına olacak birlikler, beraberlikler böyle kurulur. Asırlar boyunca birbiriyle savaşmış, birbirlerine yapmadıkları kötülük kalmamış olan batı, bizim uzakları yakın, düşmanları dost etme anlayışımıza uygun yeni birlikler oluştururken, biz kin ve düşmanlık hikayeleri ve masallarıyla hep yakınları kendimize uzak, dostları düşman etme peşine düşmüşüz. Nedense hep ihanetleri, konuşuruz da vefa, dostluk ve kardeşlik örneklerini unuturuz.

O zamanki geniş coğrafyamızın pek çok yerinde, işgal güçlerine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı çok zor şartlarda ve çok çetin savaşlar yaptık. Ama bu mücadeleleri verirken yalnız değildik. Anadolu dışında, örneğin Mustafa Kemal’in de katıldığı Trablusgarp’taki kuvvetlerimizin de, başka coğrafyalarda oluşturduğumuz silahlı birliklerimizin de çoğunluğu, yerel halktan, gönüllü milislerden oluşuyordu.

O zamanlar, dünyanın bütün iklimlerinde bizi kardeşten daha ileri kardeş bilenler, milletimize ve devletimize gönülden bağlı olanlar, bizi paha biçilmez bir gerdanlığın sağlam ipi gibi görenler, bu ip koparsa onun bir araya getirdiği maddi ve manevi bütün değerlerin dökülüp saçılacağının, darmadağın olup yağmalanacağının farkında olanlar da vardı. Her ırktan, her soydan, her etnik gruptan milyonlarca kardeşimiz, dualarıyla, mallarıyla, canlarıyla yardımımıza koştular. Yabancı düşmanlara ve yerli işbirlikçilerine karşı, kendi doğup büyüdükleri topraklarda da, başka cephelerde de bizimle beraber omuz omuza savaştılar.

Bize destek olmak amacıyla dünyanın dört bir yanında yardım kampanyaları düzenlendi. Kampanyaları düzenleyenler: ‘Ne olur yardım edin! Onlar yıkılırsa biz yok oluruz, onlar düşerse biz kalkamayız, onlar hasta olursa biz ölürüz!’ diye zaten yoksul olan, yiyecek ekmeği zor bulabilen insanları yardıma çağırıyorlardı. Bu yardım çağrıları karşılıksız kalmadı. Kadınlar yüzüklerine ve küpelerine, genç kızlar çeyizlerine, ihtiyarlar kefen paralarına varıncaya kadar neleri varsa verdiler. Hatta anlatılır ki, Peşaver'de çok yoksul bir kadın, verecek hiçbir şeyi olmadığı için, yardım parası olarak vermek üzere kucağındaki çocuğunu satılığa çıkarmıştı. Kurtuluş Savaşımızın kazanılmasında İslam âleminin maddi ve manevi yardım ve desteklerinin büyük katkısı olmuş, bu durum dönemin şiirlerine ve marşlarına da yansımıştı. O sıralarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Kalemi’nde çalışan Mahir İz, Yılların İzi adlı hatıra kitabında (İrfan Yayınevi, 1975, s. 62) bu marşlardan birinden şu dörtlüğü nakleder:

İran beraber, Tûran beraber, Afgan beraber, Urban beraber, Allah bizimle vallah beraber, Allahü Ekber, Allahü Ekber.

Çanakkale Savaşına yalnız Anadolu’dan değil, Osmanlı Devleti'nin o zamanki vilayetlerinden, terk etmek zorunda kaldığımız uzakta kalmış diyarlardan, hatta başka Müslüman ülkelerden de yüzbinlerce gönüllü katıldı. Onlar da yurtlarını yuvalarını terk edip, Anadolu’nun bağrından kopup gelen Mehmetçikle beraber aynı amaçlar için omuz omuza savaşmak üzere koşup geldiler. Bunlardan onbinlercesi de şahadet şerbetini içti. Şimdi bu topraklarda, Çanakkale’de Mehmetçikle beraber, kucak kucağa, al kanlar içinde isimsiz, kefensiz ve makbersiz yatıyorlar. Öte yandan, sömürgelerden zorla getirilip, Türk cephesinden gelen ezan seslerini duyunca, Mehmetçiğe kurşun sıkmayı reddeden, düşman tarafından kurşuna dizilerek şehit edilen nice kardeşlerimiz de vardı.

Nedense kitaplarda pek yazmaz ama, o günleri bizzat yaşamış ve gazilik şerefine ulaşmış dedelerimizden dinlediğimiz gönül yakıcı hatıralar çoğumuzun hala kulaklarındadır:

“Ordumuz mukaddes Kudüs’ü boşaltırken, yalnız biz değil, asırlarca bir ve beraber yaşadığımız onbinler de bizimle beraber ağlıyorlar, hatta bizden daha çok acı çekiyorlar, gözyaşı döküyorlardı. Çoğu, onları niye bırakıp gittiğimize bir anlam veremiyordu. Manzara, kıyamet sahnesini andırıyordu. Hele hazırladıkları yol azıklarıyla askerlerimizi uğurlamaya gelen çaresiz kadınların, kızların feryatları yürek parçalayıcıydı. Askerlerimize, komutanlarımıza: ‘Bizi kimlere bırakıp da gidiyorsunuz? Ne olur bizi böyle çaresiz, savunmasız bırakıp gitmeyin! Bizi düşman eline bırakmayın! Hainlere, zalimlere teslim etmeyin! Kanımız size helal, canımız yolunuza kurban olsun! İllâ gidecekseniz bizi öldürün de öyle gidin!’ diye yalvarıyorlardı. ‘Eyvahlar olsun! Bu ne kara gün? Bu günleri de mi görecektik! Baksanıza gidiyor, dinimizin, imanımızın bekçileri! Gidiyor, ırzımızın namusumuzun bekçileri! Gidiyor, canımızın malımızın bekçileri. Gidiyor, vatanımızın, Kutsal Beldemizin, haremimizin, harimimizin bekçileri! Allahım sen bize acı! Vay başımıza vay! Ya anam beni hiç doğurmayaydı, ya da canımı şimdiye kadar alaydı da bu günleri görmeyeydim!’ gibi feryatlar ve figanlar yeri göğü inletiyordu.

Elbette ortalıkta milletimizin, memleketimizin, vatanımızın, dinimizin, imanımızın uğradığı felaketleri umursamayan, hatta bunun fırsatçılığı peşinde koşan hainler ve işbirlikçiler de vardı. Üstelik bunlardan çoğu o zamana kadar gizledikleri çirkin yüzlerini ve hainliklerini artık gizlemeye de gerek görmüyorlar, diğerlerine:

-Size ne oluyor? Bırakın, varsınlar, gitsinler! Gitsinler de kurtulalım! Artık biz de ayrı millet, ayrı devlet olalım! Yetmedi mi bizi şimdiye kadar sömürdükleri? Amma da Türk meraklısıymışsınız ha! Bize ne onlardan! diye laflar atıyorlar, bunun başlarına getireceği büyük felaketlerden habersiz sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. Ama berikiler hemen:

-Yazıklar olsun size! Sizin yüzünüzden varlığımız, birliğimiz, dağıldı! Bunun vebalinden nasıl kurtulacaksınız? Bunlar gidince arkalarından kimlerin ve nelerin geleceğini düşünebiliyor musunuz? Ayrılıktan ne zaman birlik, ne zaman bir fayda doğmuş ki, şimdi doğacak? Bundan sonra, bizim için hiç bir şey daha iyi olmaz! Bu felaket, kötü günlerin sonu değil, başlangıcı olacak! Bu yangın yerinde artık hiçbir güzellik yeşermez! Allahım! Çaresiziz! Sen içimizdeki hainler, ahmaklar, alçaklar yüzünden bizleri helak eyleme! Bize hayır kapıları aç!’ diyerek bir yandan bunlara ağızlarının payını veriyorlar, bir yandan onları yanlışlarının farkına varmaya, uyanmaya, akıl ve izan yoluna çağırıyorlardı.

Düşmanlık, hainlik, zalimlik, bölücülük, satılmışlık, fitne, fesat, düşmanla işbirlikçilik daha ne kadar kötülükler sayarsanız sayın bunlar ve daha fazlası insanın olduğu her yerde ve her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bütün düşmanlıkları uzaklarda aramak, her kötülüğün illâ yabancılardan gelebileceğini sanmak saflık olur. Yakınlardan gelen kötülükler ve düşmanlıklar, insanı maddi ve manevi olarak daha fazla sarsabilmekte, sonuç itibariyle de daha zararlı ve yıkıcı olabilmektedir. Çünkü insan, yakınlarından böyle bir şeyi beklemediği, çok zaman böyle bir şeye inanmadığı veya inanmak istemediği için hazırlıksız yakalanır. Bunların hep olduğunu ve her zaman da olabileceğini bilip uyanık, tedbirli ve dikkatli olmak, gereken tedbirleri de zamanında almak hem aklın, hem de dinimizin gereğidir.

Yarattığı kulunu ve onun özelliklerini çok iyi bilen Yüce Allah, bizi bu konuda da açıkça uyararak, eşlerimizin ve çocuklarımızın içinde bile bize düşman olanların bulunduğunu, onlara karşı dikkatli ve tedbirli olmamız gerektiğini bildiriyor (Kur’an, 64. Sûre, (Teğabün), Âyet:15). Ama bu gerçeği hatırlattıktan sonra, belki de yanlış bir tutum takınmayalım veya bunu paranoya konusu yapmayalım diye, onlara yine de sevgiyle, hoşgörüyle, iyilikle, güzellikle, merhametle ve affederek yaklaşmamızı öğütlüyor. Çünkü kötülüğün önüne kötülükle, düşmanlığın önüne düşmanlıkla, öfkenin önüne öfkeyle, kinin önüne kinle, hainliğin önüne hainlikle, bölücülüğün önüne bölücülükle geçilmez. ‘İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Böyle yaparsan bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sana candan, sımsıcak dost oluvermiş (Kur’an, 41. Sûre (Fussilet), Âyet:34)’.

Hainlik, vefasızlık, düşmanlık, kindarlık kim yaparsa yapsın, bunları yapan hangi toplumdan, hangi milletten, hangi inançtan olursa olsun, yaptığı iş kötülenmeye, lanetlenmeye layıktır. Ama bunların alçaklığını, hatalarını ve günahlarını mensup oldukları ırka, etnik kökene, soya, sopa mal etmek akla da, mantığa da, tarihe de, bizim inançlarımıza da, kültürümüze de terstir. Her şey bir yana, dönüp kendi tarihimize bir bakacak olursak, Türkler tarafından kurulmuş devletlerin büyük çoğunluğunun yine Türkler tarafından yıkıldığını görürüz. Olaya daha geniş bir perspektiften bakacak olursak, başka genellemeler de yapılabilir. Bir tarih araştırmacısı ve tarih felsefecisinin şu tespiti hiç de yabana atılabilecek cinsten değildir: ‘Tarihi iyi inceleyenler görürler ki, Türk’ün Türk’e, Arabın Araba, Kürdün Kürde, Arnavudun Arnavuda…… vs yaptığı kötülükleri kimse onlara yapmamıştır. Dolayısıyla hiç hainlik, düşmanlık görmediği, sadece dostluk ve vefa gördükleriyle dostluk kurmak için yola çıkanlar, bu dünyada kendi öz nefisleri dâhil hiç kimseyle dostluk kuramazlar’. Öyleyse bazı şeyleri çok büyütüp akıl ve düşünce sağlığımızı bozmaya, gidip kendimizi uçurumlardan atmamıza gerek yoktur! Olan olmuş, yaşanan yaşanmıştır. Tekrar o günleri dönüp yaşamaya, hataları düzeltmeye de imkân yoktur. Ama tarihte yaşanmış acı olaylardan ve kötü tecrübelerden dersler ve ibretler çıkarmak son derece gereklidir. Eski düşmanlıklardan, yeni ve daha büyük düşmanlıklar üretmek, yakınları ve dostları bile kendinden uzaklaştırıp düşman etmek yerine, geçmişten de ders alarak sıkı ve sağlam dostluklar üretmek, dostları çoğaltmaya, düşmanları azaltmaya çalışmak en akılcı yoldur. Çünkü ne kadar çok dostumuz olursa olsun yine de azdır, daha da çoğaltılmaları gerekir, ne kadar az düşmanımız olursa olsun yine çoktur, daha da azaltılmaları, onlardan gelebilecek zararlara karşı da her zaman dikkatli ve tedbirli olunması gerekir.

Bugünün modern dünyasına baktığımızda, asırlarca birbirleriyle savaşmış, birbirlerine yapmadıkları kötülük kalmamış, bir daha asla araya gelmeleri imkansız sanılan devletlerin milletlerin, geçmişten ders, bizden örnek alarak oluşturdukları ekonomik, sosyal ve siyasal birlikteliklere karşın, bizim asırlarca birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur, barış ve mutluluk içinde yaşadığımız milletlerle ve unsurlarla aramıza gittikçe yükselen duvarlar örmemiz, aşılmaz engeller, geçilmez uçurumlar sokmamız doğrusu şaşılacak bir durumdur.

Dostluk, sevgi ve barış esas amaç olsa da, savaşa da her zaman hazırlıklı olunmalıdır. ‘Hazır ol cenge, ister isen sulhü salâh!’ demiş atalarımız. Barışlara çok zaman savaşlar yoluyla ulaşılabildiğinden, savaşları barışların kaynağı ve aslı görenler vardır. Bazen biz hiç istemesek de, savaş kaçınılmaz hale gelebilir. Zaten kaçınılmaz hale gelmedikçe savaş, cinayettir. Hazreti Mevlana, savaşın ne zaman ve nasıl kaçınılmaz hale geldiğini çok güzel anlatır:

‘Savaş, akılsızlıklarından, cahilliklerinden dolayı kin ve düşmanlık yoluna sapan kötülerin, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin ellerinden kılıçları ve silahları almak, onların kötülüklerini, zararlarını def etmek için gerekli kılınmıştır. Çılgın bir deli, eline bir kılıç geçirmiş, onunla hem kendine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, onun elinden ne pahasına olursa olsan o kılıcı almak gerekir. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur. Vurmak hakikatte kötü huyadır. Halı dövülmez, tozu dövülür. Gerçekte düşman olan da onun eti, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir. Deşilmesi gereken yarayı, mutlaka deşmek gerekir. Mutlaka deşilmesi gereken bir yara, üzerine merhem konularak tedavi edilemez. Böyle yapılırsa yara daha da derinleştirilmiş, yaranın içindeki irin ve pislik daha da kökleştirilmiş olur. En sonunda iltihap, yara kabuğunun altındaki eti yer bitirir. Yarayı tedavi etmesi için konan merhemin o yaraya bir parçacık faydası olsa bile, elli tane de zararı olur.’

Birinci Dünya Savaşı, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile sona erdi. Ateşkes antlaşmasının 7. maddesi, güvenlik nedeniyle İtilaf Devletleri'ne ülkenin istedikleri herhangi bir bölgesini işgal hakkı tanıyordu. Bu da kayıtsız şartsız düşmana teslim olmak, altı asırdan fazla yaşamış Osmanlı Devleti'nin yıkılıp, tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyordu. Üstelik bu antlaşmayla, düşmanların sadece memleketimizi istila etmelerine izin verilmesiyle yetinilmemiş, bu iş için onlara yardım da vaat edilmişti. Nitekim İtilaf Devletleri, antlaşmanın daha mürekkebi kurumadan ve tam olarak yürürlüğe girmeden topraklarımızı işgale ve paylaşmaya giriştiler.

Millet, bu savaşa neden ve nasıl sokulduğunu, saldırganlara karşı savaş meydanlarında canla başla mücadele ettiği ve çok önemli başarılar da kazandığı halde, nasıl yenik sayıldığını bir türlü anlayamadı. Millete, müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenik sayıldık gibi garip bir açıklama yapıldı. Üstelik savaşın diğer mağlupları, fazla bir toprak kaybına uğramazken, bizim ülkemiz paramparça edildi. Haritada çarşaf kadar geniş olan koskoca ülkemiz, parça parça edilip, mendil kadar bırakıldı. Az kalsın o da elden gidiyordu ki, son bir ölüm kalım mücadelesiyle elde tutulabildi. Millet çaresizlik ve şaşkınlık içindeydi. Ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Millet, tam bir tevekkül içinde, ‘Vereceksin!’ dediklerinde; varlığı, birliği, dirliği için neyi varsa veriyor, ‘Öleceksin!’ dediklerinde, devleti ve milleti yaşasın diye gözünü kırpmadan ölüme koşuyor, ama yine de başındakilere yaranamıyordu. Kış ortasında yalınayak karlı dağlara tırmandırılıyor, yaz ortasında başıkabak kızgın çöllere sürülüyor, itiraz ne kelime, en ufak bir hoşnutsuzluk belirtisi bile göstermiyordu. Doğrusu bu millet gibisi görülmemiştir.

Safahat logo

Şablon:Düz liseler için safahat projesi
Şablon:Anadolu liseleri için safahat projesi
Şablon:Sosyal Bilimler Liseleri için safahat projesi
Şablon:Türki Dillerde Safahat Projesi
Şablon:Safahat İngilizceye Tercüme Projesi

Advertisement