Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Bakınız

D


MAE
Mehmet Akif Ersoy
MAE/Hasan Basri Çantay
MAE/Kur'an
MAE/Kur'an'a hitab
MAE/Kur'an'a hitab/ESK sadeleştirmesi
MAE/Eşşek
MAE/Hakkında vecizeler
MAE Mevzuat

Mehmet Akif Ersoy/Ekşi sözlük
Mehmet Akif Ersoy/Mottolar
Mehmet Akif Ersoy/Tefsiri
Mehmet Akif Ersoy/Anıları
Mehmet Akif Ersoy/Şiirleri
Mehmet Akif Ersoy/Eserleri
Mehmet Akif Ersoy/Sözleri
Mehmet Akif Ersoy/Hayatı
Mehmet Akif Ersoy/PPT
Mehmet Akif Ersoy/Resimler
Mehmet Akif Ersoy/Videolar
Mehmet Akif Ersoy/İcralar
Mehmet Akif Ersoy/Besteleri
Mehmet Akif Ersoy/Bestelenen şiirleri

Mehmet Akif Ersoy/Bibliyografya
Mehmet Akif Ersoy/Kronolojisi

Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü/İl Yürütme Kurulu
Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü/İl Yürütme Kurulu/2014 Bursa Faliyetleri
Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü/İlçe Yürütme Kurulu
Mehmet Akif Ersoy/Anma faaliyetleri
Mehmet Akif Ersoy/Anıları/Kendini beğenmiş bir müsteşrik

İstiklal Marşı
İstiklal marşı oratoryosu

Mehmet Akif Ersoy/Zabıt Ceridesi

Mehmet Akif Ersoy/Vikisöz
Mehmet Akif Ersoy/Vikikaynak
Mehmet Akif Ersoy/Vikipedi
MAE/Hakkında vecizeler

Mehmet Akif Ersoy/Bülbül
Mehmet Akif Ersoy/Firavun
Mehmet Akif Ersoy/Şeriat
Mehmet Akif Ersoy/Argo kulanması
Mehmet Akif Ersoy/Abdülhamit II

Mehmet Akif Ersoy/Abdülhamid istibdadında ne yaptı? [[]][[]][[]][[]][[]][[]]
Mehmet Akif Ersoy/Makaleler
MEHMET ÂKİF'TE SÂDİ TESÎRİ
Hakkında yazılan önemli kitaplar Bir Kur’an Şâiri: Mehmed Âkif ve Kur’an Meâli (2000)- Dücane Cündioğlu
Âkif’e Dâir (2005) - Dücane Cündioğlu Mehmed Âkif’in Kur’an Tercümeleri (2005)- Dücane Cündioğlu
Hakkında yazılan önemli makaleler Mehmet Akif Ersoy/Dini yönü
Mehmet Akif Ersoy Üstün Hizmet Ödülü
Bağcılar Belediyesi tarafından ilki 2013 de düzenlendi
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi/Uygulama ve Araştırma Merkezi
Safahat Mehmet Akif Ersoy/Kur'an'a Hitab
Mehmet Akif Ersoy/Eyüp Sabri Kartal Aktiviteleri
MAE/Alfabetik
MAE/Akifname
MAE/Hasan Basri Çantay
MAE/Muhammed Hamdi Yazır'ın mektubu

Şablon:Mehmet Akif Ersoy Portal:Mehmet Akif Ersoy Şablon:Akif

Mehmet_Akif_Ersoy_Hayatı

Mehmet Akif Ersoy Hayatı

Mehmet Akif Ersoy Hayatı

Mehmet Âkif Ersoy, (d. Mehmet Ragif, 28 Aralık 1873, İstanbul - ö. 27 Aralık 1936, İstanbul), Cumhuriyet Dönemi şairi, düşünür, veteriner, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi, milletvekili.

Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı olan İstiklal Marşı'nın güftekârıdır. "Vatan şairi" ve "milli şair" unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren. Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad ) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. T.B.M.M’de yer almış, İstiklal Madalyası sahibi bir vatanseverdir. Mehmet Âkif, son yıllarını Mısır’da Türkçe dersleri vererek ve Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi ile uğraşarak geçirdi.

Mehmet_Akif_Ersoy_Hayatı

Mehmet Akif Ersoy Hayatı

Mehmet Akif Ersoy Hayatı

Merhum_İbrahim_Bey-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Merhum İbrahim Bey- mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Kufe_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Kufe - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Köse_imam_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Köse imam - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Kör_neyzen_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Kör neyzen - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

İ'tiraf_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

İ'tiraf - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

İnsan_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

İnsan - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Tercümedir1(ikinci_tercüme)))-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Tercümedir1(ikinci tercüme)))- mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Hürriyet-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Hürriyet- mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Hasır_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Hasır - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

‎ ‎

Dosya:Gül-bülbülll - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Buda_bir_mezar_taşı_için_yazılmış_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Buda bir mezar taşı için yazılmış - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Bir_resmin_arkasına_yazılmış_idi_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Bir resmin arkasına yazılmış idi - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

‎ ‎

Bebek_Yahut_Hakk-ı_Karar_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Bebek Yahut Hakk-ı Karar - mehmet akif ersoy - safahat - yusuf ziya özkan

Bayram_-_mehmet_akif_ersoy-_safahat_-_yusuf_ziya_özkan

Bayram - mehmet akif ersoy- safahat - yusuf ziya özkan

Cenk_marşı_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat_-_ahmet_kaya

Cenk marşı - mehmet akif ersoy - safahat - ahmet kaya

Fatih_camii_şiiri_-_mehmet_akif_ersoy_-_safahat

Fatih camii şiiri - mehmet akif ersoy - safahat

Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı (1873 - 1936)[]

Mehmet Akif Ersoy

İstiklâl Marşı şâiri. Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı. Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder.

Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri vermiştir.

1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi. Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.

1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.

Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.


Öğrenim yılları[]

İlk öğrenimine Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidaii(ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin "hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi. Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcası'nı geliştirdi. 6 ay içinde Kur'an'ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda "Kur'an'a Hitab", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.

Memurluk hayatı[]

Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi. Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1906)'nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi'nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.

II. Meşrutiyet[]

II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet'in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı. II. Meşrutiyet’in Âkif'in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebul ula Mardin ‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebul ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif'in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı. 1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını "El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı. 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.


Teşkilât-ı Mahsusa[]

Balkan Savaşı'ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa'dan verilen vatan görevi üzerine Almanya’ya (Berlin’e ) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken Almanlar'a esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı. İstanbul'a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propogandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin'deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı'nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Mehmet Âkif, "Necid Çölleri'nden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı...

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti[]

Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi. Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı 'nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii'nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul'a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920'de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti'ndeki görevlerinden azledildi.

Millî Mücadele'ye katılması[]

İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin'i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil'ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa'dan davet gelmişti. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.

Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer aldı.

Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Âkif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür-Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp İstanbul'dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı. 1921'de Ankara'da Taceddin Dergahı'na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.

Mısır yılları ve Kur'an tefsiri[]

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara'dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kur'an'ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. (Türkiye'de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Türkçe ibadet projesinde kullanılacağından endişe ettiği için tercümeyi teslim etmediği iddiası da vardır. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki “Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

Yurda dönüşü ve vefatı[]

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. Yurda döndüğünde, genç Türkiye Cumhuriyeti için şu sözleri söyledi: "Mısır'da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de." 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in arasında yatmaktadır.

Edebî Hayatı[]

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklal Marşı'nı yazarak İstiklal Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Mehmet Akif Ersoy Kronolojisi[]

Manzum eserleri[]

Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 7 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".

  1. Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
  2. Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
  3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
  4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
  5. Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
  6. Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
  7. Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Herbiri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır. Üç tanesi ayet yorumu şeklindedir.
  8. Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahatı'ı bir araya getirir. 1943'teki toplu basımının sonuna Âkif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir. Eklenen şiirler:??? bu konu araştırılmalı.

Mehmet Akif Ersoy'un Şiirleri[]

Yılmam_Ölümden-Ordunun_Duası_Nihavent_Marş_Mehmet_Akif_Ersoy

Yılmam Ölümden-Ordunun Duası Nihavent Marş Mehmet Akif Ersoy

Yılmam Ölümden-Ordunun Duası Nihavent Marş Mehmet Akif Ersoy

Edebî Hayatı[]

Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklal Marşı'nı yazarak İstiklal Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Memurluk hayatı[]

Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedârı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.

Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi (1906)'nde kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi'nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.

Öğrenim yılları[]

İlk öğrenimine Fatih'te Emir hakkı Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidai(ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Orta öğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin "hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.

Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcası'nı geliştirdi. 6 ay içinde Kur'an'ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda "Kur'an'a Hitab", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.

Mehmet Akif'in Yaşadığı Dönem[]

Kaynak: http://www.fenafil.com/muhabbet/gonul/mg_atalarmustafa_08_12_26_2.htm#Balkan%20Harbi linkinden alınmıştır.

II. Meşrutiyet[]

II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet'in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.

II. Meşrutiyet’in Âkif'in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, arkadaşı Eşref Edip ve Ebul ula Mardin ‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebul ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif'in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını "El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı.

1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.

Millî Mücadele'ye katılması[]

Mehmet_Akif_Ordunun_Duası

Mehmet Akif Ordunun Duası

Mehmet Akif Ordunun Duası

İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin'i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil'ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa'dan davet gelmişti. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.

Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer aldı.

Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.

Âkif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür-Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp İstanbul'dan ayrıldı. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.

1921'de Ankara'da Taceddin Dergahı'na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi.

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti[]

Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti başkatipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.

Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı 'nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii'nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul'a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920'de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti'ndeki görevlerinden azledildi.

Manzum eserleri[]

Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 7 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".

  1. Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
  2. Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
  3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
  4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
  5. Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
  6. Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
  7. Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Herbiri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır. Üç tanesi ayet yorumu şeklindedir.
  8. Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahatı'ı bir araya getirir. 1943'teki toplu basımıının sonuna Âkif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret

Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.

Mısır yılları ve Kur'an tefsiri[]

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara'dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kur'an'ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. (Türkiye'de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Türkçe ibadet projesinde kullanılacağından endişe ettiği için tercümeyi teslim etmediği iddiası da vardır.

Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki “Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

Mısır yılları ve Kur'an tefsiri[]

İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara'dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır'a gitti. Gitmeden önce Kur'an'ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçirdi. (Türkiye'de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Türkçe ibadet projesinde kullanılacağından endişe ettiği için tercümeyi teslim etmediği iddiası da vardır.

Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki “Câmi-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).

a) Milletimizin Üstünde Kara Bulutlar[]

Mehmet Akif’in yaşadığı dönem, ezelden beri hür yaşamış milletimizin iç ve dış düşmanlara karşı ölüm kalım mücadelesi vermek zorunda kaldığı, yıkılmanın ve tamamen yok olmanın eşiğine geldiği, tarihimizin en acı ve en karanlık dönemiydi. Bu yüzden Mehmet Akif’i tanımak demek, onun şahsında tarihimizin en ibret verici olaylarla dolu, en önemli dönemlerinden birini de tanımak demektir.

Tüm dünyanın yıkılıp, yeniden yapılanmasını amaçlayan ideolojilerin, fikir akımlarının ortalığı kasıp kavurduğu, özellikle bizim için çok tehlikeli girdaplarla ve anaforlarla dolu ondokuzuncu yüzyıla milletimiz ve devletimiz, çok hazırlıksız girmişti. Devletin ve toplumun yapısı iyice bozulmuştu. Farklı unsurlardan oluşmuş toplumda, huzursuzluklar, başıbozukluklar, iç karışıklıklar gittikçe yaygınlaşmış, çaresizlik, yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk ve salgın hastalıklar milleti canından bezdirmişti.

Ondokuzuncu yüzyılın tanınmış halk ozanlarından Ruhsati o günleri şöyle anlatır:

Bir vakte erdi ki bizim günümüz,

Yiğit belli değil, mert belli değil.
Herkes yarasına derman arıyor,
Devâ belli değil dert belli değil.

Fuzuli’nin ‘Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, talih zebûn’ sözleri, genel durumu ancak kısmen özetleyebiliyordu.

İşlevlerini çoktan yitirmiş olan eğitim kurumlarımız, artık sorunları zamanında teşhis ve tespit edecek, doğru çözümler üretecek, millete çıkış yolu gösterecek, milleti içeriden ve dışarıdan iteklendiği bataklıklardan çekip kurtaracak, onu daha güzel, daha mutlu, daha müreffeh ve daha aydınlık geleceklere ulaştıracak aydınlar ve yöneticiler yetiştiremiyordu.

Işık alıp getirsin, dertlerimize çareler üretsin diye yurtdışına eğitime gönderilen gençlerin çoğu, milletinin inanç ve değerlerine yabancılaşmış, özgüvenini yitirmiş, milli kimlik ve kişiliğini, tarih bilincini kaybetmiş, hatta bunlara düşman kesilmiş, kendi milletini ve medeniyetini horlayan, bunu inkarı kurtuluş sayan, her bakımdan yozlaşmış, efendi bir millete köleliği layık gören, kendilerini köleleştirenlere milletini de köle etmek için uğraşan mankurtlar olarak geri dönüyorlardı.

Ondokuzuncu yüzyıl batıda da, bütün dünyayı yıkıp yeniden kurmayı amaçlayan siyasi, ekonomik, sosyal sayısız fikir akımlarının ve ideolojilerin mantar gibi çoğaldığı, ortalığı kasıp kavurduğu, birbirleriyle amansız mücadelelere giriştikleri bir dönemdi. Batıya varan aydınlarımız, bu fikir akımlarını doğru dürüst anlamadan, araştırıp inceleyip algılamadan, nasıl olsa bizimkinden daha iyidir düşüncesiyle iyisini kötüsünü eleyip ayırma zahmetine katlanmaya da gerek duymadan, ilginç, câzip, alacalı bulacalı bulduklarını, genelde de vitrinde gözlerine ilk çarpanı üstünkörü öğrenerek getirip millete dayatmaya kalkışıyorlardı. Hiç bir şekilde uyum sağlayamadıkları yabancı ortamlara kendilerini kabul ettirememenin suçunu ve kabahatini de millete ve onun değerlerine yüklüyorlardı.

Millet, içeriden ve dışarıdan üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini giymemek için direniyordu. Olan bitenler karşısında şaşkın ve çaresizdi. Milletle aydınları, yöneticileri ve devleti arasına soğukluklar, huzursuzluklar, güvensizlikler, çatışmalar, kopukluklar giriyor, bunlar gittikçe daha da büyüyerek aşılması imkansız uçurumlara dönüşüyordu.

b) Felaketler Başlıyor[]

Dış güçler, milletimizi bölüp parçalamanın fikri temellerini atmayı daha önce tamamlamışlar, Akif’in yaşadığı dönemde sıra bunu fiilen gerçekleştirmeye gelmişti. Milletimizin ve devletimizin parçalanması, yıkılması ve tarih sahnesinden silinmesi konusunda bütün düşmanlarımız hemfikirdi. Ancak üzerinde uzlaşamadıkları tek sorun, ganimetten kimin ne kadar pay alacağı konusuydu.

Osmanlı Devletinin ağır yenilgisiyle sonuçlanan, 1877–1878 Osmanlı-Rus Harbinın yaraları daha tam olarak sarılamadan, İtalyanlar 29 Eylül 1911’de Trablusgarp’a saldırdılar. Trablusgarp Savaşı devam ederken, bu sefer de 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi patlak verdi. 1913 yılının Ağustos ayında biten Balkan Savaşı’nın ardından, 1914 yılının Ağustos ayında Birinci Dünya Savaşı başladı. Ardı ardına gelen bu savaşlar, milletimizi birbirinden daha büyük ve ağır acılara, sarsıntılara, yıkımlara ve felaketlere sürüklüyordu. Bu yangınlar, türlü ırk, dil, din ve kültürlere mensup sayısız toplumları 6 asırdan fazla huzur ve barış içinde bir arada tutabilmiş, dalları hala koca bir çınar gibi Umman’dan Tuna boylarına, Kafkasya’dan Cezayir’e kadar üç kıtaya uzanan devletimizi ve milletimizi 46 yıl gibi çok kısa bir sürede yakıp kül ediverdi. Nihai amaç, Türk milletini tamamen yok etmek ve tarih sahnesinden silmekti.

Dış güçler, "Siz ayrısınız, ayrı olmalısınız" yolundaki propagandalarına, daha ondokuzuncu yüzyıl başlarında, Osmanlı Devletinin gayrimüslim unsurları arasında başlamışlardı. Ancak bu tür kulaktan zehirleme faaliyetlerini yalnızca onlarla sınırlı tutmadılar. Daha sonra sıra, asırlardan beri birbirine iyice kaynaşıp karışmış, artık aynı bedenin uzuvları gibi birbirlerinin eli ayağı, gözü kulağı olmuş, birbirleriyle etle tırnak gibi olmuş, aralarında hiçbir ayrılık gayrılık bulunmayan Müslüman unsurlara geldi. Onları da birbirinden koparmak, bölüp parçalamak için akıl almaz oyunlara giriştiler. Aralarına ayrılık gayrılık duyguları sokmak, kin ve düşmanlık tohumları ekmek, birbirlerine düşürüp düşman etmek için ne gerekiyorsa yaptılar.

Kötü yönetimlerin de etkisiyle İslami unsurlar arasında da kıpırdanmalar, hoşnutsuzluklar, ihtilaflar, bağımsızlık sevdaları baş göstermeye başladı. Ülkenin her yanında, ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği körükleyen birlikler, ocaklar, cemiyetler, kulüpler pıtırak gibi çoğalıyor, akıllar bulandırılıyor, kalpler birbirinden soğutuluyor, gönüllere ayrılık tohumları ekiliyordu. Devletin ve milletin bünyesinde ve bağışıklık sisteminde çeşitli etkenlerle ortaya çıkan zayıflıklar, bu tür ölümcül otların yetişip büyümesine çok uygun bir ortam hazırlıyordu. Ayırımcılık ve bölücülük fikirleri, sağlam bir beton gibi birbirine iyice karışıp, kaynaşmış milli bünyeyi bir kezzap, bir asit gibi yavaş yavaş eritip çözüyor, bozup dağıtıyordu. Gerçi millet çoğunluğu bunlara itibar etmiyor, bunların yanlış yolda olduklarını biliyorsa da, dertler ve sorunlar her geçen gün daha da büyüyordu. Her tarafta genel bir çılgınlık almış yürümüştü. Bu çılgınlığa kendini kaptıranların çoğu, içine karıştıkları uğursuz tertiplerin en sonunda kendi kanlarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına, dinlerine, imanlarına, ırklarına ve vatanlarına mal olacağının farkında bile değillerdi. Bu çılgınlıkların ve deliliklerin ne pahasına olursa olsun önünün alınması gerekiyordu. Fakat ne yazık ki, o zaman sorumluluk mevkilerinde bulunan yöneticiler ve aydınlar arasında milletin ve memleketin içine sürüklendiği büyük tehlikeleri görebilecek, bunlara uygun tedbirler ve çareler bulup uygulayabilecek kimseler yok denecek kadar azdı. Hatta bazıları, bu kötü gidişata karşı koymayı boş bir çaba ve ayrı bir çılgınlık olarak görüp gösterme peşindeydi. İşte Mehmet Akif, milleti ve memleketi yok olmanın eşiğine getiren bu çılgınlıkları ve delilikleri en başından beri görebilen ve bunun önüne geçebilmek için her şeyini ortaya koyan büyük bir mücadele adamıydı.

c) Balkan Harbi Faciası[]

Milletimizin başına gelen büyük felaketleri Mehmet Akif kadar derinden hissedebilen, bunların sebep ve sonuçları üzerinde onun kadar çok çalışan, olup bitenleri şiirlerinde usta bir ressam gibi maharetle tablolaştıran, gelecek nesillere ibret vesikaları ve belgeler olarak bırakabilen başka bir şairimiz ve yazarımız yoktur.

Özellikle Balkan Harbinde, Adriyatik Denizinden, Ege ve Marmara Denizine kadar yüz binlerce kilometrekarelik bir alanda, milyonlarca masum, çaresiz ve günahsız insanımız vahşet ve şenaatlerin en alçakçasına, zulüm ve işkencelerin en dayanılmazına uğratılmıştı. Mehmet Akif’in Hakkın Sesleri adlı eseri, Balkan Harbi faciasını bütün yönleriyle anlatan şiirlerden oluşur. Geniş halk kitlelerince de en çok bilinen ve okunan, onun samimi gözyaşlarıyla yazılmış bu şiirlerinde Akif, ihtiraslara, tefrikalara, gafletlere kurban edilen ve en az Anadolu kadar Türk olan Rumeli’nin acıklı destanını tüm yönleriyle anlatır.

O günler ve o acılar zamanla tamamen unutulsa, olup bitenleri bazı tarihi kaynaklardaki umursamaz kayıtlardan başka hatırlayan ve hatırlatan kalmasa bile, Mehmet Akif’in bu acıları ve sebeplerini anlatan mısraları hiçbir zaman unutulmayacaktır. Onun mısraları, gelecek nesillerin gönüllerini titretmeye, gözlerini yaşartmaya ve Akif’in gönlünün derinliklerinde yaşadığı o acı ve elemlerini nesilden nesle aktarmaya hep devam edecektir.

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar;
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler.
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler.
Medeniyet denilen vahşete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler.
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden
Nice başlar, nice kollar ki, cüda cisminden!
Beşiğinden alınıp, parçalanan mahlukat;
Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler.
Saç, kulak, el, çene, parmak... bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can.
İşte bunlar o felaketzedeler ki, düşün.
Kurumuş ot gibi doğrandı bütün.

Balkan Savaşı faciası devam ederken, Balkanlardaki en önemli Müslüman unsurlardan biri olan Arnavutların da bölücülük girdabına sürüklenmeleri, başlarındaki Başkımcı liderlere uyup ayrılık, gayrılık davasına kalkışmaları, devletlerine isyan ederek 28 Kasım 1912’de bağımsızlıklarını ilan etmeleri Mehmet Akif’i çok üzmüş ve derinden sarsmıştı. Çünkü Arnavutluk, Mehmet Akif’in ata ve dede yurduydu. Bu ayrılığın onlara felaketten başka bir şey getirmeyeceğini çok iyi biliyor ve görüyordu.

Nitekim çok geçmeden bu gerçeği onlar da anlayacaklardı, ama çoktan iş işten geçmiş olacaktı. ‘Başkım’ Arnavutça birlik anlamına geliyordu ama, ne bütün Arnavutları bir araya getirebildiler, ne de bağımsızlıklarını koruyabildiler. Bağımsızlık ilan ettikleri topraklar da, daha iki yıl geçmeden Birinci Dünya Savaşı sırasında önce komşu devletlerce, daha sonra da yedi ayrı ülkenin ordularınca işgal ve yağma edildi. Özellikle Müslüman Arnavutların çektiği acı ve işkenceler tarif edilemez boyutlardaydı.

Mehmet Akif, onuruna, namusuna, izzeti nefsine çok düşkün olan, hatta karısının kızının ismini yabancı bir erkeğe söylememek için nüfus sayımına bile karşı çıkan Arnavut hemşerilerinin, ayrılık, gayrılık ve bölücülük fitnesi yüzünden, başlarına gelen ibretlik olayları bütün teferruatıyla anlatırken, milleti oluşturan diğer unsurların da bundan gereken dersleri çıkarmalarını istiyordu.

Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
— Olmadan üç kişinin, beş kişinin hûnu heder —
Kahraman, gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyet-i kavmiyye muhakkar, berbad!
Hani: «Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın.
Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!»
Diye, tahrir-i nüfus istemiyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i'lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden.
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!
Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım, şimdi nasibin mütemadi haybet!
Hani, ey unsur-u bîrâbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün amalin!
Hani «Başkım» cıların kurduğu yüksek hülya?
Seni yıllarca avutmuş da o mel'un rüya,
Uyumuşum... Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâkâ çöken kanlı sabah?
Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan, iti, çepçevre kuşatsın vatanı...
Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu...
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa...
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl...
İşte, ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın ma'rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?
Hani, milliyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
Arnavutluk’ ne demek? Var mı ki dinde yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm'a sokan kaltabanın
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zîşânın ilâhı sözünü!
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der, delidir
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa; zira sonu hüsran-ı mübin
Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!
’Medeniyyet!’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ.
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!

Fırsatı ele geçiren düşmanlar, etnik köken, inanç, mezhep ayırımı gözetmeden acımasız, vahşi katliamlara ve her şeyi yakıp yıkmaya giriştiler.

Başta Arnavutlar ve Araplar olmak üzere, etnik milliyetçilik, bölücülük, ayırımcılık sevdasına kapılıp, Osmanlı Devletinden ayrılmaya kalkan Müslüman unsurların hiç biri gerçek anlamda bağımsız bir devlet olamadılar. Boş vaatlere aldanarak asırlarca bir ve beraber yaşadıkları devletlerinden, milletlerinden kopanlar, ya acı bir şekilde yok olup gittiler, ya da tekrar tekrar bölünerek, cetvelle çizilmiş gibi suni sınırlar içinde, birbirine rakip ve düşman, başkalarınca güdülüp yönetilen, kimliksiz, kişiliksiz kuklalara dönüştürüldüler.

Olacakları önceden tahmin edebilen ve görebilen Akif, herkesin aklını başına alması, uyanıp kendine gelmesi için çığlık çığlığa haykırıyor, fakat sesini kimselere duyuramıyor, kimseyi yerinden kıpırdatamıyor ve ayağa kaldıramıyordu. Bunun çaresizliği içinde, vatanı kurtarmanın ölülerin değil, dirilerin görevi olduğunu da pekâlâ bildiği halde, Arnavutluk’ta doğan, yıllar önce ölmüş mezardaki babasına ve ölülere sesini duyurmaya çalışıyor, onları kıyama çağırıyordu.

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak, nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...
Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müthiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tufan ki: yakıp yıktı bütün vadiyi!
Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sarsan hâmuş!
Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayatın, hani ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, eminim, ancak,
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!
Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...
Öyle bir gitti ki hem; bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
Meşhed’in beynine haç saplanacak mıydı, baba!
Ne felâket: dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat'ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bari bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova!
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?
Hani sinende yarıp geçtiği yol «Yıldırım» ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehid?
Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?
Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende Murâd'ın iki üç damla kanı?
Ah Meşhed! O ne? Sahandaki meyhane, midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırb'ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene.
Neye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?
Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necib?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda... Garib!

d) Kurtlar Sofrası (Birinci Dünya Savaşı)[]

Avrupa Devletleri, Balkan Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarının paylaşılmasını tamamlamışlar, şimdi sıra Asya’daki topraklarımızın ve Anadolu’nun paylaşılmasına gelmişti.

Birinci Dünya Savaşı, adı üstünde neredeyse dünyadaki bütün devletlerin ve milletlerin birbirleriyle savaştığı çok büyük bir emperyal kavgaydı. Sömürgeci devletler, bu kanlı savaşla sömürgelerini daha da artırmak, sanayileri için yaşamsal önemdeki hammadde kaynaklarını ele geçirmek istiyorlardı. Bunun için birbiriyle kıyasıya ve amansız bir kavgaya girişmişlerdi.

Kurtlar sofrası kurulmuştu. Herkes, bu sofradan daha fazla pay kapmak istiyordu. Pek farkına varmasak, yahut bilmezden gelsek de, sofranın ana yemeği aslında bizdik. Çünkü paylaşılacak ganimetlerin en iştah çekicisi bizim topraklarımızdı. Üstelik yeni dönemin en önemli enerji kaynağı olan petrol bizim topraklarımızda bulunmuş, bu da öteden beri bizi yemek isteyenlerin iştahlarını daha bir kabartmış, arzularını daha bir kamçılamıştı.

Yöneticilerimiz ise, gerçeklerden habersiz, tarifsiz bir saflık içinde, acaba bu sofradan bize de bir pay düşer mi beklentisi içindeydiler. Taraflardan birinin müttefiki olarak sofranın bir kenarına ilişmeyi akıllılık saydılar. Hâlbuki vahşi etoburlara benzeyen emperyalist devletlerle bizim beslenme rejimimiz bile aynı değildi. Hiçbir zaman aynı olmamıştı ve olamazdı da. Bu farklılık kurtlarla kuzuların genetik yapıları kadar ters bir durumdu.

Birinci Dünya Savaşı, milletimiz için, garipliklerle, felaketlerle, acı ve ızdıraplarla dolu kötü bir maceraydı. Bu savaşta biz, kedisini yemek için kurulmuş kurtlar sofrasına oturmuş kuzuya benziyorduk. Gelin görün ki, bizim aydınlarımızın ve devlet adamlarımızın çoğu, bizi kesinkes yemeye niyetli bu kurtlara karşı büyük bir aşk, sevgi ve bağlılık duyuyorlardı. Kimisi bu tarafı, kimisi o tarafı tutuyor, ama kendi insanlarına, kültürlerine, tarihlerine sevgi bir tarafa, hastalıklı bir aşağılık duygusu içinde aşağılayarak, nefretle ve tiksinti ile bakıyorlardı. Mevlana’nın dediği gibi; ‘Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ama şaşılacak olan şey, kuzunun da kurda gönül bağlaması ona âşık olmasıdır.’ Böyle garip bir atmosfer içinde kendimizi, aniden Birinci Dünya Savaşı cehenneminin içinde buluverdik.

e) Çanakkale Savaşları[]

Ekmek_Teknesi_-_Canakkale_Sehitleri

Ekmek Teknesi - Canakkale Sehitleri

Ekmek Teknesi - Canakkale Sehitleri

On ayrı cephede savaştığımız I. Dünya Savaşı'nın en kanlı, en zor ve en büyük mücadelesi Çanakkale Cephesi’nde yaşandı. İngilizler ve Fransızlar, Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’u işgal etmek, Osmanlı Devletini ve Türk Milletini tarih sahnesinden silmek istiyorlardı. Bu amaçla, adına ‘Yenilmez Armada’ dedikleri, o zamana kadar tarihte benzeri görülmemiş büyük bir donanmayla 19 Şubat 1915 tarihinde Çanakkale Boğazına girdiler. Kesin ve kolay bir zaferden son derece emindiler. Ama Türk milletinin tarihte eşine az rastlanır şanlı direnişi ve kırılmaz mücadele azmi karşısında, yaklaşık bir yıl sonra Ocak 1916’da 'Çanakkale Geçilmez' demek ve yenilgiyi kabul ederek çekilmek zorunda kaldılar. 250 000’den fazla şehit verdiğimiz bu savaşlarda, Türk Milleti büyük bir kahramanlık destanı yazdı.

Çanakkale Savaşları sırasında Mehmet Akif, görevli olarak Berlin’de bulunuyordu. Savaşı yakından ve endişeyle takip ediyor, Çanakkale’yle yatıp, Çanakkale’yle kalkıyordu. Aklı, fikri, gönlü, gözü, kulağı hep Çanakkale’deydi. Gece gündüz cephedeki askerlerimizi düşünüyor, onlar için dualar ediyordu. Beraber yolculuk yaptığı Yüzbaşı Ömer Lütfi Bey’e sürekli:

- Ömer bey kardeşim, bu Çanakkale ne olacak?” diye soruyor, ondan:

- Allah bilir ama durum çok tehlikeli. Askerlik açısından bakacak olursak, pek ümit yok! Ancak olağanüstü, insanüstü bir şey olmalı ki biz dayanabilelim! şeklinde cevaplar aldıkça da:

- Eyvah, orası bizim son kalemiz! O da yıkılırsa halimiz ne olur?” diye gözlerinden yaşlar döküyor, çocuklar gibi ağlıyordu. Çanakkale için ağlamadığı gün ve gece yoktu.

Daha sonra Mehmet Akif’in o gözyaşlarından Çanakkale Şehitlerimiz için yazdığı ve herkesin bildiği o meşhur, âbidevi ve destansı şiir doğmuştur.

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!" Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi! Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında, Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ! Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyla sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam, Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak, Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmert eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm. Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi; "O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi. Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek. Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar... Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. "Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına; Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebrîz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Akif, düşmanlarımızı çok iyi tanıyor, onların o zamana kadar neler yaptıklarını ve daha neler yapabileceklerini çok iyi biliyordu. Nitekim İngiliz Binbaşı H. M. Alexander hatıralarında, Çanakkale Savaşlarına katılan İngiliz gemilerinden birinin yan tarafında, büyük harflerle: “Önce İstanbul’a, sonra haremlere, evlere hücum!” sözlerinin yazılı olduğunu açıkça belirtir. Düşmanlarımız, alçakça niyetlerini ve emellerini gemilerin yanına yazabilecek kadar pervasızdılar. Mehmet Akif’in gözyaşlarını sel gibi akıtması, endişelenmesi, gece gündüz Allah’a dua ve niyazlarda bulunması, Çanakkale’den kaçarcasına uzaklaşan düşmanın ardından:

Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek!

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

mısralarıyla sevincini haykırması boşuna değildi.

Başa Dön→

f) Diğer Cepheler[]

Birinci Dünya Savaşı sırasında, sadece karşı cephedeki rakiplerimiz değil, aynı safta çarpıştığımız müttefiklerimiz de bize karşı pek dostça niyetler beslemiyorlardı. Bunun farkında olan basiret sahibi aydınlarımızın, devlet adamlarımızın ve askerlerimizin sayısı çok azdı. Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif, bunların başında geliyordu. Devletin en üst makamlarına kadar yükselmiş, kendine tapan koca koca devlet adamları, her şeylerini borçlu oldukları millete yukarıdan ve aşağılayarak bakıyorlar, bizim insanlarımızın ve bu arada komutanlarımızın hiç bir işe yaramadıklarını, çok beceriksiz olduklarını, memlekette kendilerinden başka adam olmadığını içeride ve dışarıda sürekli hissettirmekten, hatta açıkça söylemekten geri kalmıyorlardı. İşi daha da ileri götürüp, dışarıdan yabancı askeri heyetler getirdiler. Kendi topraklarımızda verdiğimiz ölüm kalım savaşında, kendi ordularımızın sevk ve idaresini, tutup yabancı komutanlara bırakma garabetini de işlediler. Mustafa Kemal, daha en başından buna karşı çıktı, fakat sözünü kimseye dinletemedi. Bunun sakıncalarını cephede de bizzat yaşayarak yakından gördü.

Mustafa Kemal Paşa, genel komutanlığını Alman Mareşal Falkenhayn’ın yaptığı Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına bağlı Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştı. Daha göreve başlar başlamaz, Mareşal Falkenhayn’ın bölgedeki aşiret liderleriyle gizli temaslarının olduğunu, Almanların da tıpkı İngilizler gibi Arapları bizden soğutup kendilerine yaklaştırmaya, onları bize karşı kışkırtıp kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını, bunun için türlü oyunlar ve tertipler peşinde koştuklarını, savaşın genel yönetiminde ve izlenen stratejide de önemli hatalar yapıldığını tespit etti. Alman komutanın bizim askerlerimize ve komutanlarımıza davranışları da yakışıksızdı. Aslında daha sonra, Atatürk’ün de açıkça ifade ettiği gibi, bir yabancının bizim çıkarlarımız yerine, kendi ülkelerinin çıkarlarını gözetmesinde, bizim yöneticilerimizin bile güvenip saygı göstermediği askerlerimize ve komutanlarımıza güvenmemesinde ve saygı duymamasında şaşılacak bir şey yoktu. Mustafa Kemal, olup bitenleri bütün detayları ve açıklığıyla ortaya koyup eleştiren oldukça geniş iki rapor hazırladı ve üst makamlara sundu. Fakat bunların hiçbir yararı olmadı. Üst yöneticiler, gereken tedbirleri almak yerine, olayı geçiştirmeyi ve Mustafa Kemal’i yatıştırmaya çalışmayı tercih ettiler. Mustafa Kemal ise, bu aymazlıklara karşı tepkisini, 6 Ekim 1917'de ordu komutanlığından istifa ederek göstermek zorunda kaldı.

Filistin Cephesinde uzun süren çarpışmaların ve çatışmaların ardından, yeni bir saldırı için bütün hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, kandırıp kendi devletlerine isyan ettirdikleri Arap çetelerinin de desteğiyle 24 Ekim 1917'de güneyden büyük bir saldırı başlattılar. Bu saldırı karşısında bütün direniş noktalarımız kırıldı. Kutsal şehir Kudüs, 401 yıllık Müslüman Türk hâkimiyetinden sonra, 9 Aralık 1917 tarihinde İngilizler tarafından işgal edildi.

Filistin Cephesinde kanlı savaşların yapıldığı ve Kudüs’ün işgal edildiği dönemde, Mehmet Akif, devlet tarafından görevli olarak Almanya’ya gönderilmişti. İngiliz ve Fransız orduları içinde, sömürgelerden zorla veya kandırarak getirip Osmanlılara karşı savaştırılan çok sayıda Müslüman asker vardı. Bunların çoğu kime karşı ve niçin savaştırıldıklarının farkında bile değillerdi. Onları, olayların gerçek yüzünden haberdar etmek, uyarmak, Osmanlı saflarına geçmelerini veya en azından savaşmaktan vazgeçmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu amaca hizmet edebilecek etkili yayınlara ihtiyaç vardı. Mehmet Akif tarafından Arapça olarak hazırlanan bu tür broşürler, beyannameler, Alman uçakları tarafından, bu zavallı askerlerin bulundukları yerlere atıldı.

Mehmet Akif, Berlin yolculuğu sırasında kendisini çok derinden etkileyen ve ruhunu kanatan bir olayla karşılaştı. Akif, Viyana’da bir otelde kalırken, birdenbire bütün kiliselerin çanlarının çalmaya başlamasıyla irkilir. Çanların hiç sebepsiz yere çalmaya başlamasından ve bir türlü susmamasından, olağanüstü bir durum olduğunu anlar. Ne olduğunu merak edip, aşağıya iner. Sebebini sorduğunda ona: “Duymadın mı, Kudüs artık Müslümanlardan alınmış, Hristiyanların eline geçmiş. Bu çanlar da bunu duyurmak ve kutlamak için çalıyor. Bundan daha mutlu, daha büyük ve daha kutlanmaya değer bir olay olabilir mi?” derler. Mehmet Akif: İyi ama siz Türklerle müttefik değil misiniz? Filistin’i ve Kudüs’ü İngilizlere karşı birlikte savunmuyor muydunuz? Üstelik o cephenin genel komutanı da bir Alman! Nasıl olur da, beraber savunduğunuz Kudüs, İngilizlerin eline geçti diye sevinirsiniz? Bu nasıl iştir?” diyecek olur. Aldığı cevapla beyninden vurulmuşa döner: ‘Olsun! Kudüs Hıristiyanların eline geçti ya gerisi önemli değil. Bu bize yeter!’ Bu cevap Akif’i alt üst etmiş, hem çok kızdırmış, hem de çok şaşırtmıştı.

Milletimizin 46 yıllık ölüm kalım savaşı sırasında üç kıtaya yayılmış geniş coğrafya üzerinde çok acı ihanetler ve vefasızlıklar gördük. Ama çok da büyük vefa, dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik örnekleri de yaşadık. Bizim kültürümüzde, kötülüklere, düşmanlıklara karşı uyanık olup tedbir almak, ama bunları çok fazla dillendirmemek, yapanları yine de affedip, hoş görmek vardır. Dostluklar, iyilikler, vefa ve kardeşlik örnekleri ise hiç unutulmamalı, sürekli söylenip anlatılmalıdır. Kin ve düşmanlıkların önüne böyle geçilir, herkesin yararına olacak birlikler, beraberlikler böyle kurulur. Asırlar boyunca birbiriyle savaşmış, birbirlerine yapmadıkları kötülük kalmamış olan batı, bizim uzakları yakın, düşmanları dost etme anlayışımıza uygun yeni birlikler oluştururken, biz kin ve düşmanlık hikayeleri ve masallarıyla hep yakınları kendimize uzak, dostları düşman etme peşine düşmüşüz. Nedense hep ihanetleri, konuşuruz da vefa, dostluk ve kardeşlik örneklerini unuturuz.

O zamanki geniş coğrafyamızın pek çok yerinde, işgal güçlerine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı çok zor şartlarda ve çok çetin savaşlar yaptık. Ama bu mücadeleleri verirken yalnız değildik. Anadolu dışında, örneğin Mustafa Kemal’in de katıldığı Trablusgarp’taki kuvvetlerimizin de, başka coğrafyalarda oluşturduğumuz silahlı birliklerimizin de çoğunluğu, yerel halktan, gönüllü milislerden oluşuyordu.

O zamanlar, dünyanın bütün iklimlerinde bizi kardeşten daha ileri kardeş bilenler, milletimize ve devletimize gönülden bağlı olanlar, bizi paha biçilmez bir gerdanlığın sağlam ipi gibi görenler, bu ip koparsa onun bir araya getirdiği maddi ve manevi bütün değerlerin dökülüp saçılacağının, darmadağın olup yağmalanacağının farkında olanlar da vardı. Her ırktan, her soydan, her etnik gruptan milyonlarca kardeşimiz, dualarıyla, mallarıyla, canlarıyla yardımımıza koştular. Yabancı düşmanlara ve yerli işbirlikçilerine karşı, kendi doğup büyüdükleri topraklarda da, başka cephelerde de bizimle beraber omuz omuza savaştılar.

Bize destek olmak amacıyla dünyanın dört bir yanında yardım kampanyaları düzenlendi. Kampanyaları düzenleyenler: ‘Ne olur yardım edin! Onlar yıkılırsa biz yok oluruz, onlar düşerse biz kalkamayız, onlar hasta olursa biz ölürüz!’ diye zaten yoksul olan, yiyecek ekmeği zor bulabilen insanları yardıma çağırıyorlardı. Bu yardım çağrıları karşılıksız kalmadı. Kadınlar yüzüklerine ve küpelerine, genç kızlar çeyizlerine, ihtiyarlar kefen paralarına varıncaya kadar neleri varsa verdiler. Hatta anlatılır ki, Peşaver'de çok yoksul bir kadın, verecek hiçbir şeyi olmadığı için, yardım parası olarak vermek üzere kucağındaki çocuğunu satılığa çıkarmıştı. Kurtuluş Savaşımızın kazanılmasında İslam âleminin maddi ve manevi yardım ve desteklerinin büyük katkısı olmuş, bu durum dönemin şiirlerine ve marşlarına da yansımıştı. O sıralarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Kalemi’nde çalışan Mahir İz, Yılların İzi adlı hatıra kitabında (İrfan Yayınevi, 1975, s. 62) bu marşlardan birinden şu dörtlüğü nakleder:

İran beraber, Tûran beraber, Afgan beraber, Urban beraber, Allah bizimle vallah beraber, Allahü Ekber, Allahü Ekber.

Çanakkale Savaşına yalnız Anadolu’dan değil, Osmanlı Devleti'nin o zamanki vilayetlerinden, terk etmek zorunda kaldığımız uzakta kalmış diyarlardan, hatta başka Müslüman ülkelerden de yüzbinlerce gönüllü katıldı. Onlar da yurtlarını yuvalarını terk edip, Anadolu’nun bağrından kopup gelen Mehmetçikle beraber aynı amaçlar için omuz omuza savaşmak üzere koşup geldiler. Bunlardan onbinlercesi de şahadet şerbetini içti. Şimdi bu topraklarda, Çanakkale’de Mehmetçikle beraber, kucak kucağa, al kanlar içinde isimsiz, kefensiz ve makbersiz yatıyorlar. Öte yandan, sömürgelerden zorla getirilip, Türk cephesinden gelen ezan seslerini duyunca, Mehmetçiğe kurşun sıkmayı reddeden, düşman tarafından kurşuna dizilerek şehit edilen nice kardeşlerimiz de vardı.

Nedense kitaplarda pek yazmaz ama, o günleri bizzat yaşamış ve gazilik şerefine ulaşmış dedelerimizden dinlediğimiz gönül yakıcı hatıralar çoğumuzun hala kulaklarındadır:

“Ordumuz mukaddes Kudüs’ü boşaltırken, yalnız biz değil, asırlarca bir ve beraber yaşadığımız onbinler de bizimle beraber ağlıyorlar, hatta bizden daha çok acı çekiyorlar, gözyaşı döküyorlardı. Çoğu, onları niye bırakıp gittiğimize bir anlam veremiyordu. Manzara, kıyamet sahnesini andırıyordu. Hele hazırladıkları yol azıklarıyla askerlerimizi uğurlamaya gelen çaresiz kadınların, kızların feryatları yürek parçalayıcıydı. Askerlerimize, komutanlarımıza: ‘Bizi kimlere bırakıp da gidiyorsunuz? Ne olur bizi böyle çaresiz, savunmasız bırakıp gitmeyin! Bizi düşman eline bırakmayın! Hainlere, zalimlere teslim etmeyin! Kanımız size helal, canımız yolunuza kurban olsun! İllâ gidecekseniz bizi öldürün de öyle gidin!’ diye yalvarıyorlardı. ‘Eyvahlar olsun! Bu ne kara gün? Bu günleri de mi görecektik! Baksanıza gidiyor, dinimizin, imanımızın bekçileri! Gidiyor, ırzımızın namusumuzun bekçileri! Gidiyor, canımızın malımızın bekçileri. Gidiyor, vatanımızın, Kutsal Beldemizin, haremimizin, harimimizin bekçileri! Allahım sen bize acı! Vay başımıza vay! Ya anam beni hiç doğurmayaydı, ya da canımı şimdiye kadar alaydı da bu günleri görmeyeydim!’ gibi feryatlar ve figanlar yeri göğü inletiyordu.

Elbette ortalıkta milletimizin, memleketimizin, vatanımızın, dinimizin, imanımızın uğradığı felaketleri umursamayan, hatta bunun fırsatçılığı peşinde koşan hainler ve işbirlikçiler de vardı. Üstelik bunlardan çoğu o zamana kadar gizledikleri çirkin yüzlerini ve hainliklerini artık gizlemeye de gerek görmüyorlar, diğerlerine:

-Size ne oluyor? Bırakın, varsınlar, gitsinler! Gitsinler de kurtulalım! Artık biz de ayrı millet, ayrı devlet olalım! Yetmedi mi bizi şimdiye kadar sömürdükleri? Amma da Türk meraklısıymışsınız ha! Bize ne onlardan! diye laflar atıyorlar, bunun başlarına getireceği büyük felaketlerden habersiz sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. Ama berikiler hemen:

-Yazıklar olsun size! Sizin yüzünüzden varlığımız, birliğimiz, dağıldı! Bunun vebalinden nasıl kurtulacaksınız? Bunlar gidince arkalarından kimlerin ve nelerin geleceğini düşünebiliyor musunuz? Ayrılıktan ne zaman birlik, ne zaman bir fayda doğmuş ki, şimdi doğacak? Bundan sonra, bizim için hiç bir şey daha iyi olmaz! Bu felaket, kötü günlerin sonu değil, başlangıcı olacak! Bu yangın yerinde artık hiçbir güzellik yeşermez! Allahım! Çaresiziz! Sen içimizdeki hainler, ahmaklar, alçaklar yüzünden bizleri helak eyleme! Bize hayır kapıları aç!’ diyerek bir yandan bunlara ağızlarının payını veriyorlar, bir yandan onları yanlışlarının farkına varmaya, uyanmaya, akıl ve izan yoluna çağırıyorlardı.

Düşmanlık, hainlik, zalimlik, bölücülük, satılmışlık, fitne, fesat, düşmanla işbirlikçilik daha ne kadar kötülükler sayarsanız sayın bunlar ve daha fazlası insanın olduğu her yerde ve her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bütün düşmanlıkları uzaklarda aramak, her kötülüğün illâ yabancılardan gelebileceğini sanmak saflık olur. Yakınlardan gelen kötülükler ve düşmanlıklar, insanı maddi ve manevi olarak daha fazla sarsabilmekte, sonuç itibariyle de daha zararlı ve yıkıcı olabilmektedir. Çünkü insan, yakınlarından böyle bir şeyi beklemediği, çok zaman böyle bir şeye inanmadığı veya inanmak istemediği için hazırlıksız yakalanır. Bunların hep olduğunu ve her zaman da olabileceğini bilip uyanık, tedbirli ve dikkatli olmak, gereken tedbirleri de zamanında almak hem aklın, hem de dinimizin gereğidir.

Yarattığı kulunu ve onun özelliklerini çok iyi bilen Yüce Allah, bizi bu konuda da açıkça uyararak, eşlerimizin ve çocuklarımızın içinde bile bize düşman olanların bulunduğunu, onlara karşı dikkatli ve tedbirli olmamız gerektiğini bildiriyor (Kur’an, 64. Sûre, (Teğabün), Âyet:15). Ama bu gerçeği hatırlattıktan sonra, belki de yanlış bir tutum takınmayalım veya bunu paranoya konusu yapmayalım diye, onlara yine de sevgiyle, hoşgörüyle, iyilikle, güzellikle, merhametle ve affederek yaklaşmamızı öğütlüyor. Çünkü kötülüğün önüne kötülükle, düşmanlığın önüne düşmanlıkla, öfkenin önüne öfkeyle, kinin önüne kinle, hainliğin önüne hainlikle, bölücülüğün önüne bölücülükle geçilmez. ‘İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Böyle yaparsan bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sana candan, sımsıcak dost oluvermiş (Kur’an, 41. Sûre (Fussilet), Âyet:34)’.

Hainlik, vefasızlık, düşmanlık, kindarlık kim yaparsa yapsın, bunları yapan hangi toplumdan, hangi milletten, hangi inançtan olursa olsun, yaptığı iş kötülenmeye, lanetlenmeye layıktır. Ama bunların alçaklığını, hatalarını ve günahlarını mensup oldukları ırka, etnik kökene, soya, sopa mal etmek akla da, mantığa da, tarihe de, bizim inançlarımıza da, kültürümüze de terstir. Her şey bir yana, dönüp kendi tarihimize bir bakacak olursak, Türkler tarafından kurulmuş devletlerin büyük çoğunluğunun yine Türkler tarafından yıkıldığını görürüz. Olaya daha geniş bir perspektiften bakacak olursak, başka genellemeler de yapılabilir. Bir tarih araştırmacısı ve tarih felsefecisinin şu tespiti hiç de yabana atılabilecek cinsten değildir: ‘Tarihi iyi inceleyenler görürler ki, Türk’ün Türk’e, Arabın Araba, Kürdün Kürde, Arnavudun Arnavuda…… vs yaptığı kötülükleri kimse onlara yapmamıştır. Dolayısıyla hiç hainlik, düşmanlık görmediği, sadece dostluk ve vefa gördükleriyle dostluk kurmak için yola çıkanlar, bu dünyada kendi öz nefisleri dâhil hiç kimseyle dostluk kuramazlar’. Öyleyse bazı şeyleri çok büyütüp akıl ve düşünce sağlığımızı bozmaya, gidip kendimizi uçurumlardan atmamıza gerek yoktur! Olan olmuş, yaşanan yaşanmıştır. Tekrar o günleri dönüp yaşamaya, hataları düzeltmeye de imkân yoktur. Ama tarihte yaşanmış acı olaylardan ve kötü tecrübelerden dersler ve ibretler çıkarmak son derece gereklidir. Eski düşmanlıklardan, yeni ve daha büyük düşmanlıklar üretmek, yakınları ve dostları bile kendinden uzaklaştırıp düşman etmek yerine, geçmişten de ders alarak sıkı ve sağlam dostluklar üretmek, dostları çoğaltmaya, düşmanları azaltmaya çalışmak en akılcı yoldur. Çünkü ne kadar çok dostumuz olursa olsun yine de azdır, daha da çoğaltılmaları gerekir, ne kadar az düşmanımız olursa olsun yine çoktur, daha da azaltılmaları, onlardan gelebilecek zararlara karşı da her zaman dikkatli ve tedbirli olunması gerekir.

Bugünün modern dünyasına baktığımızda, asırlarca birbirleriyle savaşmış, birbirlerine yapmadıkları kötülük kalmamış, bir daha asla araya gelmeleri imkansız sanılan devletlerin milletlerin, geçmişten ders, bizden örnek alarak oluşturdukları ekonomik, sosyal ve siyasal birlikteliklere karşın, bizim asırlarca birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur, barış ve mutluluk içinde yaşadığımız milletlerle ve unsurlarla aramıza gittikçe yükselen duvarlar örmemiz, aşılmaz engeller, geçilmez uçurumlar sokmamız doğrusu şaşılacak bir durumdur.

Dostluk, sevgi ve barış esas amaç olsa da, savaşa da her zaman hazırlıklı olunmalıdır. ‘Hazır ol cenge, ister isen sulhü salâh!’ demiş atalarımız. Barışlara çok zaman savaşlar yoluyla ulaşılabildiğinden, savaşları barışların kaynağı ve aslı görenler vardır. Bazen biz hiç istemesek de, savaş kaçınılmaz hale gelebilir. Zaten kaçınılmaz hale gelmedikçe savaş, cinayettir. Hazreti Mevlana, savaşın ne zaman ve nasıl kaçınılmaz hale geldiğini çok güzel anlatır:

‘Savaş, akılsızlıklarından, cahilliklerinden dolayı kin ve düşmanlık yoluna sapan kötülerin, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin ellerinden kılıçları ve silahları almak, onların kötülüklerini, zararlarını def etmek için gerekli kılınmıştır. Çılgın bir deli, eline bir kılıç geçirmiş, onunla hem kendine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, onun elinden ne pahasına olursa olsan o kılıcı almak gerekir. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur. Vurmak hakikatte kötü huyadır. Halı dövülmez, tozu dövülür. Gerçekte düşman olan da onun eti, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir. Deşilmesi gereken yarayı, mutlaka deşmek gerekir. Mutlaka deşilmesi gereken bir yara, üzerine merhem konularak tedavi edilemez. Böyle yapılırsa yara daha da derinleştirilmiş, yaranın içindeki irin ve pislik daha da kökleştirilmiş olur. En sonunda iltihap, yara kabuğunun altındaki eti yer bitirir. Yarayı tedavi etmesi için konan merhemin o yaraya bir parçacık faydası olsa bile, elli tane de zararı olur.’

Birinci Dünya Savaşı, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile sona erdi. Ateşkes antlaşmasının 7. maddesi, güvenlik nedeniyle İtilaf Devletleri'ne ülkenin istedikleri herhangi bir bölgesini işgal hakkı tanıyordu. Bu da kayıtsız şartsız düşmana teslim olmak, altı asırdan fazla yaşamış Osmanlı Devleti'nin yıkılıp, tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyordu. Üstelik bu antlaşmayla, düşmanların sadece memleketimizi istila etmelerine izin verilmesiyle yetinilmemiş, bu iş için onlara yardım da vaat edilmişti. Nitekim İtilaf Devletleri, antlaşmanın daha mürekkebi kurumadan ve tam olarak yürürlüğe girmeden topraklarımızı işgale ve paylaşmaya giriştiler.

Millet, bu savaşa neden ve nasıl sokulduğunu, saldırganlara karşı savaş meydanlarında canla başla mücadele ettiği ve çok önemli başarılar da kazandığı halde, nasıl yenik sayıldığını bir türlü anlayamadı. Millete, müttefiklerimiz yenildiği için biz de yenik sayıldık gibi garip bir açıklama yapıldı. Üstelik savaşın diğer mağlupları, fazla bir toprak kaybına uğramazken, bizim ülkemiz paramparça edildi. Haritada çarşaf kadar geniş olan koskoca ülkemiz, parça parça edilip, mendil kadar bırakıldı. Az kalsın o da elden gidiyordu ki, son bir ölüm kalım mücadelesiyle elde tutulabildi. Millet çaresizlik ve şaşkınlık içindeydi. Ne olup bittiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Millet, tam bir tevekkül içinde, ‘Vereceksin!’ dediklerinde; varlığı, birliği, dirliği için neyi varsa veriyor, ‘Öleceksin!’ dediklerinde, devleti ve milleti yaşasın diye gözünü kırpmadan ölüme koşuyor, ama yine de başındakilere yaranamıyordu. Kış ortasında yalınayak karlı dağlara tırmandırılıyor, yaz ortasında başıkabak kızgın çöllere sürülüyor, itiraz ne kelime, en ufak bir hoşnutsuzluk belirtisi bile göstermiyordu. Doğrusu bu millet gibisi görülmemiştir.

Meşrutiyet Aydını Olarak Mehmet Akif Ersoy[]

Milletlerin aydınlanma dönemleri vardır. Ancak yeterince aydın yetiştiren uluslar, büyük hareketleri başarabilirler. Her büyük hareketin öncesinde de bir aydınlanma devrinin olduğu söylenebilir. Batıda reform, Rönesans ve Fransız İhtilali’ne bakıldığında bu, görülecektir. Bizde ise, İslamlaşmayla başlayan süreçte bunu görmek mümkündür. İlk mutasavvıflardan sonra dünya kültür birikimine büyük oranda katkı sağlayacak kadar zengin bir birikim elde eden Türk aydınlanması üzerinde durulması gereken konulardandır. Türkiye’deki Tanzimat hareketini de aynı doğrultuda düşünmek gerekir. “II. Selim ve II. Mahmut devrinin devlet kurumlarında ve onu tamamlamak için öğretim işinde giriştiği geniş reform hareketi, Türkiye’nin modernleşmesi tarihinde en önemli safhalardan biri olarak gösterilebilir.”

Osmanlı’da bundan sonra Sultan II. Abdülhamit’in dönemine kadar eğitim öğretim faaliyetlerinde hatırı sayılır gelişmeler yaşanmıştır. “Abdülaziz’in son zamanında ilköğretim kurumları yapıldı. Abdülhamid II’nin ilk yıllarında da Saffet Paşa, “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”ni hazırladı. Böylece birbirini tamamlayan İptidai, Rüştî ve İdâdî okulları yüksek öğretime modern bilgiyle yetişmiş talebe yetiştirecekti.”

Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışı, Osmanlı için yeni bir dönemin başlaması demekti. 1876’da Sultan II. Abdülhamit ile birlikte Osmanlı dünyası ilk defa olarak bir anayasa ile tanışmıştı. Padişahlığın o zamana kadar sarsılmayan otoritesini bir derece yerinden oynatan ve Osmanlılar için birtakım hak ve hürriyetler getiren bu yeni rejim, Yeni Osmanlılar’ın teşebbüsü ile ortaya çıkmıştı. Yeni dönem, 1876 yılıyla birlikte I. Meşrutiyet olarak adlandırılacaktır. Osmanlı’nın zor durumdan çıkışını düşünen aydınlar, çareyi anayasal bir rejimde bulmuşlar ve bu rejimi Sultan II. Abdülhamit’i tahta çıkarırlarken, onunla yaptıkları pazarlık sonucu gerçekleştirmişlerdir.

“Nihayet tarihteki ilk Türk Anayasası “Kanun-ı Esasi” 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilmiştir.

1876 I. Meşrutiyet hareketi fazla uzun ömürlü olamamıştı. Sultan II. Abdülhamit, 1876 Aralık ayında ilan edilmiş olan yeni anayasayı, 1877 – 78 Osmanlı-Rus savaşının doğurduğu şartları bahane ederek, 1878 Şubatında yürürlükten kaldırıldı. Bu hamle, padişah açısından bakıldığında devletin bekası için elzem görünmekteydi. Fakat öbür yandan bu süreçle birlikte Osmanlı aydınları, kendilerinin aldatıldığını düşünerek Sultan II. Abdülhamit’e karşı 1909 yılındaki padişahın halline kadar süren amansız bir mücadeleye giriştiler. Aydınlar, cemiyetleşmeyle birlikte aslında bir anlamda Türk siyasi hayatında muhalefet fikrini de başlatmış oluyorlardı. Türkiye’de ittihat ve Terakki Cemiyeti siyasallaşma açısından önemli bir adım olmuştur.

Gizli bir cemiyet şeklinde kurulmuş olan İttihad ve Terakki, Sultan II. Abdülhamit ve yönetimini yok ederek yeniden meşruti idareyi faaliyete geçirmek amacı için çalışan oldukça örgütlü ve güçlü bir oluşum durumuna geldi. Cemiyet, 1890 yılında İstanbul Askeri Tıbbiyesi’nde İshak Sükûti, İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet tarafından kurulmuştur. Cemiyetin Tıbbiye merkezli doğması ve gelişmesi önemlidir.

İttihad ve Terakki’nin faaliyetlerinin ortaya çıkmasından sonra Sultan II. Abdülhamit, cemiyet üyelerini takip ettirmiştir. Saray ile Cemiyet üyeleri arasında yaşanan kovalamacaların neticesinde yönetim, Abdullah Cevdet, Şerafettin Mağmumi, Giritli Şefik ve birkaç üst düzey İttihatçı’yı tespit ederek tutuklamıştı.

Takibatlardan kaçan aydınlar ise çoğunlukla Mısır ve Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerine yeni bir hız vermişlerdir. İttihad ve Terakki cemiyetinin faaliyetleri, bir yandan İstanbul'daki yüksek öğrenim gençliği arasında hızlı bir şekilde yayılırken diğer yandan da, Sultan II. Abdülhamit’den kaçarak Avrupa’da yaşamak zorunda kalan Osmanlı aydınları arasında da yayılmıştır. İttihatcılık, hareket alanının genişliğinden dolayı Avrupa’da daha örgütlü bir konuma gelmiştir. Avrupa’daki İttihatçılar, bundan sonra büyük bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir.

Bu dönemin başka bir hassas bölgesi olan Osmanlı idaresinde bulunan Makedonya’daki subaylarının birbirleriyle mücadeleleri hiç şüphesiz merkezi otoriteye kan kaybettirmektedir. Bunun en belirgin göstergelerinden biri de Arnavutluk’daki isyan dalgası olmuştur. Arnavut ayrılıkçılar, Ferizovik nümayişiyle meşruti yönetimi padişaha dikta etmeye kalkmışlardır.

“Üsküp’ün 50 kilometre şimaligarbisine tesadüf eden bu mevkide toplanan altı bin kadar Arnavut padişaha telgrafla müracaat edip alel-usul “sadakat” lerinden dem vurduktan sonra meşrutiyet derhal ilan edilmediği takdirde elli bin Arnavud’un İstanbul’a yürüyeceğinden bahsetmişlerdir! Arnavudlara lüzumundan çok fazla yüz vermiş ve hatta onları memnun etmek için istiklal sevdası güden “Drita” cemiyetinin en mühim azasından Ferid Paşa’yı sadarete kadar çıkarmış olan Sultan Hamid’in bu palavralı telgraftan çok müteessir olduğu rivayet edilir. ”

“Sait Paşa hükumeti son gelişmeleri görüşmek üzere 23 Temmuz 1908 Perşembe günü Saray’da toplanmıştı. Kabine toplantısı sabaha kadar aralıksız 19 saat saat sürmüş, bir türlü fikir birliğine varılamamıştı.”

Bu dönemde, politik dehasıyla yıllardır dünyanın büyük ülkelerine karşı denge politikası güderek ayakta kalmayı başarmış olan padişah, artık yaşlandığını anlamış bulunmaktaydı. Pek çok alanda devletinin ve iktidarının muhalifiyle mücadelesini sürdüren Sultan II. Abdülhamit, bu son olaylarla birlikte artık korkmaya başlamıştı. Artık padişah da olayların seyrine göre hareket planı yapmak gerektiğini anlamış ve artan baskıların neticesinde İzzet Paşa’ya daha sonradan defalarca kere basın organlarında karikatürize edilecek olan o meşhur sözünü söyleyecektir: “-Kanun-ı Esâsi’nin ilanı benim zamanımda olmuştur: Bunun müessisi benim bir müddet hasbe’l lüzum meriyyeti tatil edilmişti. Heyet-i Vükelâya gidiniz, bunları söyleyiniz ve ilanı için mazbatanın yazılmasını irade ettiğimi tebliğ ediniz!” Osmanlı ülkesinde yıllardır zorlanan meşrutiyet, padişahın iradesiyle yeniden ilan edildi. Bu, şüphesiz büyük bir olaydı. İlan-ı hürriyet, İstanbul’un dışında diğer vilayetlerde de yapıldı ve her yerde büyük bir heyecan içerisinde karşılandı. Meşrutiyet’in ikinci kez ilanı ile birlikte hiç şüphesiz memleketin her yerinde büyük bir bayram rüzgârı esmeye başlar. Bu, daha sonra Osmanlı topraklarında resmiyet de kazanacak olan “Iyd-ı Millî”dir. Pek çok Osmanlı aydını, yeni dönemle birlikte yeni ve güzel bir sayfa açılacağını düşünmüştür.

Meşrutiyetin yeniden ilanıyla birlikte menfada bulunan aydınlar bir bir memlekete dönmüşler, biriken fikirler her köşe başında nutuklar şeklinde İstanbul caddelerinde, sokaklarında havaya teneffüs edilmektedir. Daha önce birbiriyle kıyasıya yarışan, tartışan aydınlar, şimdi ezeli rakiplerine zeytin dalı uzatma yarışına girmişlerdir. Eski küskünlükler unutulmaya ve her şey için yeni bir sayfa açılmaya başlanmıştır. Hemen hemen bütün yayın organları artık diğerlerine barış iletileri sunmaya başlamıştır. Aydınlar için bu günler, Osmanlılığın asıl doğduğu günlerdir. Şimdi bütün Osmanlılar, tek yürek, tek yumruk olmalı ve önce geçen devrin yaralarını sarmalı, sonra da tüm dünyaya Osmanlı’nın kim olduğunu öğretmelidir.

Aydınlar bu romantizmi yaşarken istibdat baskısı altında ifade etmekte zorlandıkları fikirlerini, şimdi hiçbir sınır tanımaksızın ifade etmeye başladılar.

1928’deki bilinen Harf İnkılâbı nedeniyle bugün bizler, ne yazık ki büyük bir birikimin yaşandığı o dönemin fikirlerini yeterince bilememekteyiz. Günümüzde üniversitelerin çokluğu, araştırmacıların artması, Meşrutiyet döneminde zengin bir görünüm arz eden fikirler dünyasını bilimin ve kültürün hizmetine sunmaktadır. O dönemde bu güne ışık tutacak pek çok aydın yetişmiştir. Her şeyden önce ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de aynı iklimden yetiştiğini unutmamak gerekir. Günlük siyasi anlayışların dışına çıkarak bu dönemin aydınlarına daha farklı cephelerden bakmak, Türk kültür tarihine yeni kazanımlar sağlayacaktır.

Meşrutiyet aydınlarından birisi de Mehmet Akif Ersoy’dur. Onun bütün fikirlerinin bileşkesi konumundaki şiir kitabı Safahat iyice irdelendiğinde sanatçılığının yanında onun toplumunu tanıyan, milletin geleceğine yön verebilecek değerli bir fikir adamı olduğu görülecektir. Sanatçıların olumlu ya da olumsuz olan birkaç eserine göre değerlendirilmesi bazı sorunları da beraberinde getirir. İyimser baktığımız zaman, Mehmet Akif gibi bir şairi yalnızca İstiklal Marşı ve Çanakkale Şehitlerine şiiri göz önünde bulundurarak değerlendirmek, onun kocaman Safahat’ına ve zengin fikirler dünyasına haksızlık olur düşüncesindeyiz. Mehmet Akif’e bir meşrutiyet aydını gözüyle bakıldığı zaman o, Türk Kurtuluş Savaşı’na verdiği ilhamdan ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İstiklal Marşı Şairi şerefinden bir şey kaybetmez.

Mehmet Âkif, Arnavut asıllı olduğunu söyler. Yaşadığı dönemden bu güne kadar onu eleştirenler, bu tarafı kullanmıştır. Fakat Mehmet Akif, bu tip komplekslerden arınmış bir Osmanlı aydını olarak karşımıza çıkar. O, Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor durumlarda azınlıklar içinde baş gösteren milliyetçilik karşısında “Süleymaniye Kürsüsünden”de şunları söylemektedir:

Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,

Aynı milliyyetin altında tutan İslâm'ı

Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.

Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez...

Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez;

Ümmetçi bir görüşün Osmanlı’yı zor durumlardan kurtarabileceğine inanan Akif, “Hakkın Seslerinde” de şunları söylemektedir:

Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arabın Türke; Lazın Çerkese, yâhud Kürde;

Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlık'tâ “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel'în ediyor Peygamber.

Akif, aynı şiirin devamında Arnavutluk’taki isyan dalgasını tasvip etmediğini şu dizelerle ifade etmiştir:

Veriniz başbaşa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübîn:

Ne hükûmet kalıyor ortada billâhi, ne din!

“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,

Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid dâvâ?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz...

Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum..

Başka bir şey diyemem... İşte perîşân yurdum!....

Akif, milletinin içinde bulunduğu işgal ortamından kurtulmasından başka bir şey istememektedir. Bu yüzden onun şiirlerinde şuursuzca kurtuluşu isteyen, gerektiğinde yaratıcısına naz makamını kullanarak serzenişte bulunan bir ruh hali görülür. Hakkın Seslerinde:

“Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

“Yandık!” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!”

demektedir. Bu, aydın bir fikir adamının, toplumu için düşünen bir şairin iman şeklidir. Ona göre eğer bir Tanrı varsa, o zaman, kendi sözünü sonsuza kadar yere düşürmeyecek yegâne millet olan Türklüğü, bu çıkmazdan kurtaracaktır. Bunun için şair, bütün sermayesini kullanarak son bir çırpınışla, aynı şiirin sonunda:

“Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devahî?

Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!”

demektedir. Bu, aynı zamanda Türk’ün iman şeklidir. Aynı duyarlılığı başka bir Türk şairi de şu şekilde ifade etmektedir:

“Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yârabbî!

Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbî!

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın.”

M. Akif, içinde yaşadığı toplumun bütün sorunlarını düşünen ve bu sorunlara hal çareleri araştıran bir aydındır. Şiirlerinde, sürekli olarak milletin bu gün içinde bulunduğu durumu sorgulayan şair, kendi zaviyesinden kurtuluş reçetelerini de sunar.

Şair, Safahat’ta toplumu kemiren en büyük hastalığın çalışmamaktan kaynaklandığını defalarca belirtir. “Hasbihal”deki şu dizeler onun bu konudaki fikrinin özeti gibidir:

“Atâlet fıtratın ahkâmına mâdem ki isyandır;

Çalışsın, durmasın her kim ki dâvâsında insandır.”

Akif’in Safahat’ta üzerinde en çok durduğu konulardan biri de “Eğitim”dir. O, ülkenin güzel geleceğinin ancak bu yolla olduğunu sık sık ifade ederken devrine göre yeni sayılabilecek bir anlayışı da vardır. Eğitimin yalnızca erkekler için değil, kadınlar için de olması gerektiği. Süleymaniye Kürsüsünden’de şunları söyler: Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor

İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.

Gece gündüz basıyor millete nâfi' âsâr;

Adetâ matba'alar bir uyumaz hizmetkâr.

Mülkü baştan başa i'mâr edecek şirketler;

Halkın irşâdına hâdim yeni cem'iyyetler,

Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;

Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor...

Şair, uygar bir toplum oluşturmak için ne düşünmek lazım gelirse düşünmüş ve sanatını ancak bunun emrine vermiştir. O, sağlıklı toplumun kadınlara verilen değerle olabileceğini, kadına eziyet etmenin sakıncalarını anlatmıştır. Ona göre toplumun kalkınması ancak kadınlarla erkeklerin yan yana çalışmasıyla olacaktır.

Akif, dünyanın pek çok ülkesinin Osmanlıyı parçalayıp yutması amacında olduğu bir zamanda bütün farklılıkları bir kenara bırakarak ortak paydada birlik mesajları vermiştir. Bu noktada toplumu ayrıştırmak isteyen çevrelere de göndermeler yaparak uyanık olunması gerektiğini söylemektedir. “Süleymaniye Kürsüsünden”de:

“Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,

Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete.”

diyerek şikayet etmekte; “Vâiz Kürsüsünde”de:

“Bu ayrılık da neden? Bir değil mi her şeyiniz?

Ne fırka herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet;”

demektedir. O her zaman birlik olmaktan yanadır. Sonuç olarak İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un, bir Meşrutiyet aydını olarak değişik fikirleriyle de gündemde tutulması gerektiği konusuna dikkat çekilmelidir.

12 mart 2010-Giresun Hatem Türk

Kaynakça[]

Dış bağlantılar[]

Wikisource-logo
Vikikaynak'ta bu konuyla ilgili metin bulabilirsiniz.
Mehmet Akif Ersoy

Wiki bağlantıları[]



Dosya:Portal-puzzle.svg edebiyat portal


Safahat logo

Şablon:Düz liseler için safahat projesi
Şablon:Anadolu liseleri için safahat projesi
Şablon:Sosyal Bilimler Liseleri için safahat projesi
Şablon:Türki Dillerde Safahat Projesi
Şablon:Safahat İngilizceye Tercüme Projesi

Advertisement