Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Muallim Cudi Fasıl

Muallim cudi muhteşem

Muallim cudi fasıl 2
Kamusu osmani fasıla
Kamus-u Türki fasıl
Fasıla redhouse

Redhouse fasıla - فاصله
Ingilizce Osmanlica sozluk fasila maddesi. Sayfa:1360
A. dobrasilà. a. & s., fem. of Job (pl.)
1. A separation, partition.
2. A bead or tassel that divides a rosary into sections.
3. A concluding word in a period of rhymed prose or verse.
4. A combination of letters forming a technical element of a prosodial foot.
فاصله صغرى (prosody) Au element of three syllables, two short and one long, expressed technically by تنتن tenenen . فاصله كبرى A prosodial element of four syllables, three short and one long, expressed by تننن ténénenen. بلا فاصله Uninterruptedly, continuously.


A. dobrasila. A. & s., kadın İş (pl.) 1. Bir ayırma, bölme. 2. Bir tespihi bölümlere ayıran boncuk veya püskül. 3. Kafiyeli nesir veya nazım dönemindeki bir sonuç sözü. 4. Bir prososyal ayağın teknik unsurunu oluşturan harflerin bir kombinasyonu.
فاصله صغرى fasıla-i suğra (aruz) Üç heceli au öğesi, ikisi kısa ve biri uzun, teknik olarak -A prosodial element فاصله كبرى fasıla-i kübra tonenon تنتن tintin, üç kısa ve bir uzun, ï téné nenen ile ifade edilir.
بلا فاصله Kesintisiz, sürekli. A. dobrasilà. A. & s., kadın İş (pl.)
1. Ayrılık, taksim.
2. Bir tespihi bölümlere ayıran boncuk veya püskül.
3. Kafiyeli nesir veya nazım dönemindeki bir sonuç sözü.
4. Prozodial ayağın teknik bir öğesini oluşturan harflerin birleşimi.
فاصله صغرى (aruz) Teknik olarak تنتن tenenen tarafından ifade edilen, ikisi kısa ve biri uzun olmak üzere üç heceden oluşan Au öğesi.
فاصله كبرى ténénenen تننن tarafından ifade edilen, üçü kısa ve biri uzun olmak üzere dört heceden oluşan prozodial bir öğe.
بلا فاصله Kesintisiz, sürekli

Bakınız

D
Fasıla
Fâsıla
Ayetlerin son kelimesine Fasıla denir.


Fasıl

Fâsıla suresi
Fasıldan fasıla

Mufassal
Mufassel
Mufassal sureler
Tafsil
Tafsilen

İcmalen
Mücmel
* Fâsıla * Bend. * Kısım. * Bölük. * Durak. * Mevsim. * Mebhas

الفاصلة

Fasl kökünden cem'i fevâsıl olan kelime sözlükte “ara, aralık, ayıran şey, bölme” gibi anlamlara gelmektedir. Matematikte ve yazıda kullanılan tire işaretiyle (-) namaz tesbihinde otuz üçlü birimlerin arasını ayıran nişânelere de Arapça’da fâsıla denilir. Bir görüşe göre terimin kaynağı Kur’an’da geçen “fussılet” (Fussılet 41/3), “fassalnâhu” ve “mufassalât” (el-A‘râf 7/52, 133) kelimeleridir (Zerkeşî, I, 54; Muhammed el-Hasnâvî, s. 25).

Kur’an âyetlerinin son kelimesine, içinde bulunduğu âyetle onu takip eden âyeti birbirinden ayırdığı için “fâsıla”, son harfine de “el-harfü’l-fâsıla” denir; bazı âlimlere göre ise fâsıladan maksat kelimenin tamamı değil sadece son harfidir (Rummânî, s. 89; Muhammed el-Hasnâvî, s. 26).

Kur’ânî bir terim olarak fâsılayı ilk defa Sîbeveyhi’nin (ö. 180/796) Kitâbü Sîbeveyhi adlı eserinde (II, 289) kullandığı görülmektedir. Sîbeveyhi’nin, eserini hocası Halîl b. Ahmed’in ders notlarını derleyerek meydana getirdiği (krş. İbnü’l-Kıftî, II, 347) ve Halîl b. Ahmed’in de gramer, sözlük, mûsiki, aruz ve Kur’an’ın i‘rabı, harekelenmesi gibi konulara birçok katkıda bulunduğu göz önüne alınırsa fâsılayı da Kur’ânî anlamda bir terim niteliğiyle ilk defa onun kullanmış olduğu düşünülebilir.

Kıraat ilmindeki fâsıla[]

Fasıla “noktalama işaretlerinin bulunmadığı mushaflar okunurken durulması gereken yerleri, yani cümlelerin başlangıçlarını ve sonlarını göstermek üzere yapılmış bir düzenleme” olarak tanımlanabilir. Bu düzenleme gerçekleştirilirken mesele, basit bir dil bilgisi olayı şeklinde ele alınıp meselâ Kitâb-ı Mukaddes’te olduğu gibi her cümlenin başına konulan “ve” edatı ile değil şiirdeki kafiye ve nesirdeki seci gibi bir edebî sanat metodu ile çözümlenmiştir. Bunun için âyetlerin sonuna gelen kelimeler kafiyeler gibi revî harfleriyle bitirilmiş, böylece kıraate mükemmel bir âhenk kazandırılmıştır. Ayrıca kafiye ve secideki zorlamalar olmadan fâsılalar yumuşaklıkla ve kendi tabii güzellikleriyle sıralanmış, herhangi bir anlam kaymasına da yol açılmamıştır.

Bir âyetin nerede başlayıp nerede bittiğinin, diğer bir ifadeyle hangi kelime veya harfin fâsıla olduğunun nasıl bilinebileceği konusunda kaynakların Ca‘berî’nin açıklamalarına itibar ettiği görülmektedir. Ona göre fâsılayı bilmenin biri tevkīfî, diğeri kıyasî olmak üzere iki yolu vardır (Süyûtî, III, 290-291). Birincisinde Hz. Peygamber’in fiilî sünneti esas alınır. Eğer rivayetlerden, onun Kur’ân-ı Kerîm’i okurken her defasında aynı kelime üzerinde durduğu anlaşılıyorsa o kelimenin fâsıla olduğuna hükmedilir; eğer aynı kelime üzerinde bazan durduğu, bazan da durmayıp geçtiği anlaşılıyorsa bu durumda fâsılayı bilmenin yolu kıyas ve ictihada başvurmaktır.

Bir sûrenin fâsılası tek bir harf olabileceği gibi daha fazla da olabilir.

Meselâ üç âyetten meydana gelen ve Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûresi olan Kevser sûresinin fâsılası râ harfidir; 286 âyetten meydana gelen Bakara sûresi Kur’an’ın en uzun sûresidir ve fâsılası mîm, nûn, bâ, dâl, râ, kāf ve lâm harfleridir.

Muhammed el-Hasnâvî’nin tesbitine göre Kur’an’daki fâsılaların sayı bakımından harflere göre dağılımı şöyledir: Nûn 3152, mîm 742, râ 710, dal 308, yâ (harf-i med) 245, bâ 221, lâm 211, he 129, yâ 92, kāf 67, te 45, ayn 33, fâ 21, cim 20, tâ 19, ze 17, zâ 17, sîn 14, sâd 10, kâf 9, sâ 6, hâ 5, dad 4, şin 3, vav 3, zâl 2, gayn 1 (el-Fâṣıla fi’l-Ḳurʾân, s. 296). Yine aynı müellifin tesbitine göre hı harfinde fâsıla yoktur ve 465 fâsılayı esmâ-i hüsnâ teşkil etmektedir (a.g.e., s. 313).

Fâsılaların çoğunu tilâvete güzellik katan, ses zenginliğine sahip ve terennüme imkân veren gunneli harflerle (nûn, mîm) med (vav, yâ, elif) ve lîn harfleri (vav, yâ) veya bunlara bitişik olanlar meydana getirmektedir.

İslâm âlimleri kıraat ilmindeki fâsılanın Allah’ın kitabına mahsus olduğu, bu bakımdan kafiye ve seci ile karıştırılmaması gerektiği görüşündedir. Çünkü kafiye şiirde bulunur; Kur’an ise şiir tarzında indirilmemiştir: “Biz ona şiir öğretmedik” (Yâsîn 36/69); “O bir şairin sözü değildir” (el-Hâkka 69/41, ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/5; es-Sâffât 37/36; et-Tûr 52/30).

Seci belâgatta kusur sayılır; çünkü burada asıl olan kelimeler arasındaki armonidir, mâna ona uyar. Ayrıca seci ve kafiye bir zorlamayı gerektirdiği için, şekil ve ses bakımından birbirine uygun kelimelerin seçimi sırasında ortaya mânaca yanlış anlamalara sebebiyet verecek farklılıklar çıkabilmektedir. Halbuki fâsılada durum böyle değildir; burada anlam birinci planda tutulmuştur ve armoni tabii güzelliğiyle kendiliğinden gelir.

Fâsılaların meydana getirdiği üstün âhenk, tenâsüp ve insicam zihinlerde ve gönüllerde derin bir tesir bırakır; dolayısıyla âyetlerin hâfızada daha kolay yer etmesine ve Kur’an’ın kolaylıkla ezberlenmesine yardımcı olur. Şüphesiz bu durum ses ve söz uygunluğu, anlam bütünlüğüyle sadece ilâhî kelâma mahsus bir güzelliktir. Bunlardan başka şiirde ve secide görülen kuru kalıplara bağlılık, gereksiz uzatma veya kısaltmalar fâsılada söz konusu değildir.

Her ne kadar fâsıla gereği bazı âyetlerde harf ilâvesi (الرَّسُولَا’daki elif gibi, el-Ahzâb 33/66), hazfi (إِذَا يَسْرِ’in sonundan düşen yâ gibi, el-Fecr 89/4) veya takdim tehiri (فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى gibi en-Necm 53/25) yahut kelime değişikliği (وَطُورِ سِينِينَ [aslı: سَيْنَاءَ] gibi, et-Tîn 95/2) yapıldığı ileri sürülmüşse de bunlarda daha başka sebep ve hikmetlerin bulunduğu da ifade edilmiştir (Zerkeşî, I, 60 vd.).

Fâsıla konusunda Süleyman b. Abdülkavî et-Tûfî (ö. 716/1316) Buġyetü’l-vâṣıl ilâ maʿrifeti’l-fevâṣıl, İbnü’s-Sâiğ ez-Zümürrüdî İḥkâmü’r-rây fî aḥkâmi’l-ây, Rıdvân b. Muhammed el-Muhallelâtî el-Ḳavlü’l-vecîz fî fevâṣıli’l-Kitâbi’l-ʿAzîz ve Muhammed el-Hasnâvî el-Fâṣıla fi’l-Ḳurʾân adlarıyla müstakil çalışmalar yapmışlardır.

Bunlardan başka Bâkıllânî, Zerkeşî, Süyûtî, Taşköprizâde, Fîrûzâbâdî, Mustafa Sâdık er-Râfiî, İbrâhim Enîs, Muhammed Abdülvehhâb Hamûde, Ali el-Cündî, Muhammed b. Abdülkādir el-Mübârek, Âişe Abdurrahman, Abdülkerîm el-Hatîb gibi müellifler eserlerinde bu konu üzerinde durmuşlardır. Ayrıca ulûmü’l-Kur’ân ve i‘câzü’l-Kur’ân’a dair bazı kitaplarda da bilgi bulmak mümkündür.

Fâsıla terimi aynı anlamda edebiyatta da kullanılmakta ve nesirde paragrafların, nazımda (aruz) mısraların sonuna rastlayan seci ve kafiyelere fâsıla adı verilmektedir.

Aruzda bu adı taşıyan kafiyeler iki grupta toplanıp

  • dört harekeli, bir sakin harften meydana gelenlere “fâsıla-i kübrâ”,
  • üç harekeli, bir sakin harften meydana gelenlere de “fâsıla-i suğrâ” denilir.

Yine aruzda “fevâsıl-ı müteâkıbe”, “fevâsıl-ı muntazama” ve “fevâsıl-ı gayri muntazama” gibi terimler kullanılmaktadır. Mûsikide ise bugünkü karşılığı “durak yada aralık” olan fâsıla kelimesi iki ses arasındaki tizlik-peslik farkını ifade etmektedir (geniş bilgi için bk. Öztuna, I, 43).

Kaynak[]

Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ, “fṣl” md.

Lisânü’l-ʿArab, “fṣl” md.

et-Taʿrîfât, “faṣl” md.

Tehânevî, Keşşâf, “fâṣıla” md.

Tâcü’l-ʿarûs, “fṣl” md.

Kāmus Tercümesi, “fṣl” md.

Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı (İstanbul 1937), İstanbul 1973, s. 44-45.

Türk Lugatı, III, 642.

Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-ʿAyn (nşr. Mehdî el-Mahzûmî – İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut 1408/1988, VII, 126, 127.

Sîbeveyhi, Kitâbü Sîbeveyhi, Bulak 1317, II, 289.

İbnü’l-Kıftî, İnbâhü’r-ruvât, II, 347.

Zerkeşî, el-Burhân, I, 53-101.

Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), IV, 194.

Süyûtî, el-İtḳān (Ebü’l-Fazl), III, 290-315.

Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 18; II, 1293.

Elmalılı, Hak Dini, I, 12-14.

M. Tayyib Okiç, Kur’ân-ı Kerim’in Üslûb ve Kırâatı, Ankara 1963, s. 6-15.

Kāsımî, Meḥâsinü’t-teʾvîl (nşr. M. Fuâd Abdülbâkī), Kahire 1376/1957, I, 278 vd.

Mennâ‘ el-Kattân, Mebâḥis̱ fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân, Beyrut 1407/1986, s. 153-155.

Muhammed el-Hasnâvî, el-Fâṣıla fi’l-Ḳurʾân, Amman 1406/1986.

Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, İstanbul 1987, I, 107.

Abdülfettâh Lâşin, “el-Fâṣıla fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm”, ed-Dâre, VII/1, Riyad 1981, s. 80-105.

Ali Eroğlu, “Kur’ân-ı Kerîm’de Fâsıla”, EAÜİFD, sy. 10 (1991), s. 251-291.

Pakalın, I, 590.

Öztuna, TMA, I, 43.

M. Ben Cheneb, “Fâsıla”, İA, IV, 516.

H. Fleisch, “Fāṣıla”, EI2 (İng.), II, 834-835.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1995 yılında İstanbul’da basılan 12. cildinde, 209-210 numaralı say

HDKD Elmalılı izahı[]

FASILA - Şiirde kafiye veya revi, nesirde seci gibi kur'anın surelerinde de fasıla tesmiye olunan bir veya bir kaç harf vardır ki her ayetin diğerlerile temayüz ve temasülü bu fasılasiledir. Türkçemizde buna « دُورَاقْ » durak denilir.

Surei Fatihanın fasılası ise م. ن harfleridir.

Bunlar nazımda ن.م.م.ن.ن.م.ن nizamını ahzetmişlerdir.

Bu bediai nazmiyenin tertili kur'anda ahenki mümtazile büyük bir hissei halâveti ve bu suretle kur'anın kelâmı mevzun ile kelâmı mensur beyninde öyle bir hususiyeti mütemayizesi vardır ki hem nesrin samahat-ü selasetini, hem Veznin ahenk-ü letafetini cami bir neşvei beyan ifade eder.

Gerçi bu revnak yalnız fasılanın bir eseri değildir. Onda bütün kelimat ve terakibi kur'aniyenin bir hissei hüsnü vardır.

Fakat fasıla bunların lemehati rakikasını samiada şuurileştiren bir tecelli noktasıdır.

Elhanı kıraatin kararları bunlarda verilir.

Esnayi tertilde maanii kur'an ünbubei nazmından bütün lezaizi tayyibesile akarken bu noktalarda kalbe nüfuz için zemzemei cereyanı vadi visal ile ışvei vedaı mezceden bir cilvei şuhut kesilir. Bu cilvei şuhudu bir hahzai huzurun sekineti takip eder.

Kelâmı ilâhînin nazm-ü fasılası ile kelâmı beşerin sec-ü kafiyesi arasında fitrat ile san'at arasındaki büyük farkı görmemek kabil değildir.

Malûmdur ki hendese-i fıtrat namütenahi, hendese-i san'at mütenahidir ve bunun için eser-i fıtrat canlı, eser-i san'at cansızdır. Fıtratte her hangi bir binanın, herhangi bir zihayatın âza ve eczası namütenahi bir tegayyür ve tenasübün hasılasıdır. Biz her hangi bir ağacın yaprakları arasında hüsni tecanüsü ifade eden tenasüp ve temasüli kâmilini farkederken her yaprağın diğerlerinden ancakNamütenahi bir ölçü ile ölçülebilecek bir tegayür-ü kâmil arzettiğini ve bu tegayürün hiç bir lahza tevakkuf etmeyip her an nümüv ile değiştiğini de görürüz. Ve bunların şekl-ü budi hendesîlerini kesirsiz ölçmemiz hiç bir zaman mümkin olmaz. Bunun içindir ki biz ayanı vücudun haddi tammını tasavvur edemeyiz, onları nihayet bir hali şuhudun lâhzai visali veya onun hayali mün'akisi ile tanırız. Fakat bir mimarın eseri san'ati olan en nefis bir binadaki tevazünü mahdut ve eb'adi sabite arasındaki tenasübü muttarit ve mütenahi bir miyar ile tamamen ölçebiliriz. Çünkü o ne olsa yine bir tasavvuru mahdudun ifadesidir. Şayet bir kesri namütenahiye tesadüf edersek bunun da fıtrata raci olduğunu biliriz. Bunun gibi sec-ü kafiyede her ne olursa olsun bir tenasübü mahdut ve bir ıttıradı sabit hissolunur. Ne kadar beliğ ve selis addolunursa olunsun onda bir külfet ve teellüfün şaibeleri vardır. Çünkü nisbetler, irtibatlar tasavvura sığan mahdut bir miyarın neticei tatbikidır. Bundan dolayıdır ki biz mensuri mutlâkta daha ziyade tabiilik hissediyoruz. fakat bunu da ne kadar güzel olursa olsun mevzun ve müseccadaki ahengi nüfuz ve kelâmda matlûp olan fehm-ü zabtın en büyük zamânı bulunan vecazeti ifade gibi meziyetlerden mahrum buluruz. halbuki nazmı kur'anın tenaşübündeki miyar büsbütün başkadır. O bir mîyari mütenahi değildir, o tasavvura sığan bir tenasübi mahdudun bir ıttıradı sabitin ifadesi değil, fıtratın semih ve seyyal ve mütenevvi bir tenasübü gayrı mahdudunun ifadesidir.

Onun fasılalarında san'atın külfeti kesbini andıran hiç bir şaibei tekellüf yoktur ve bu sebepledir ki nazmı kur'an mevzun ve mensur her ikisinin meziyeti beyanını maaziyadetin camidir. Ve bu cemiyettir ki onun vücuhi icazından birini teşkil etmişdir.

Ve yine bu sebepledir ki kur'anın fasılaları tevkifîdir, yani nakil ve semaa mevkuftur, biddiraye tayin olunamaz. Çünkü ayet başına varmadan da ahenk ifade eden bazı harflere tesadüf edilir.

Bizim kelâmlarımızda elfaz, meaninin bir kisvei arızasıdır, meani ile elfaz arasındaki nisbet, bir endamın elbisesine nisbeti gibidir.

Binaenaleyh yekdiğerinden kabili tecrittirler ve ekseriya o endamı daha güzel veya müsavi bir elbise ile techiz etmek mümkin olur. Ve çok vakit tasannuat ile biz bu endamın hüsnü fıtrîsini ihlâl da ederiz Kelâmullahta ise meani üzerinde elfaz bir simayı dilberin cildi gülgûnü gibi mazmunun ensacı teşrihiye ve ruhiyesine ezelî bir alâka ile merbuttur. Daha doğrusu bunda cism ile ruhun vahdetle tecelli eden bir iştibaki mahsusu vardır. Buna hayran olan bir büyük Arap şairi bilhassa bunun için şu neşvei mestaneyi terennüm etmiştir.

رق الزجاج ورقت الخمر فتشابها وتشا كل الأمر

İşte bu hassai icazkâri hasebiyle kur'an tanzir olunamadığı gibi aynen tercümede edilemiyor. İlk evvel o mumtaz üslubu beyan zayi oluyor, tercemeler bir hüsni dilâranın derisini yüzüp altındaki ensaca bir camei camit geçirmek gibi oluyor, bu camenin şeffaf bir billûr olduğunu da farz etsek onun içinden canlı bir vücut görülebileceğini farzetmek hata olur. Kur'an hadikai vücutta açılmış hakikî ve misalsiz bir gül farzedilirse, en güzel tercemesi nihayet onun desti meharetle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki bunda aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne nüumeti, ne nümüvvü, hasılı ne yağı, ne rayihası hiç birisi bulunamaz. Biz de işte o gülü, tutup koklayamıyanlara gücümüz yettiği kadar bir resmile olsun tanıtmıya çalışacağız.

Binaenaleyh bunlar kur'anı tanıdacak bir meâl olsa da kur'an hükmünü haiz olamaz, onun yerine konamaz. Meselâ namazda okunamaz.


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

2 BESMELE[]

Mesahifi şerifede iki türlü besmele vardır: Birisi sure başlarında yazılan müstakil besmele, diğeri Sure-i Neml'in « اِنَهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ » ayetindeki besmeledir. Bu besmele surei Nemlin bu ayetinin bir cüz'ü olduğu kemali sarahatle malûmdur. Binaenaleyh bu haysiyetle besmeleni kur'aniyetinde şüphe yoktur ve tevatüri sarih ile bilicma müteyakkandır

FASILA -

Şiirde kafiye veya revi, nesirde seci gibi kur'anın surelerinde de fasıla tesmiye olunan bir veya bir kaç harf vardır ki, her ayetin diğerleri ile temayüz ve temasülü bu fasılası iledir.

Türkçemizde buna (........) denilir.

Sûrei Fatihanın fasılası ise (........) harfleridir.

Bunlar nazımda (........) nizamını ahzetmişlerdir.

Bu bediai nazmiyenin tertili kur'anda ahenki mümtazile büyük bir hissei halâveti ve bu suretle Kur'an'ın kelâmı mevzun ile kelâmı mensur beyninde öyle bir hususiyeti mütemayizesi vardır ki, hem nesrin samahat-ü selasetini, hem veznin ahenk-ü letafetini cami bir neşve-i beyan ifade eder.

Gerçi bu revnak yalnız fasılanın bir eseri değildir.

Onda bütün kelimat ve terakibi kur'aniyenin bir hisse-i hüsnü vardır.

Fakat fasıla bunların lemehat-i rakikasını samiada şuurileştiren bir tecelli noktasıdır.

Elhan-ı kıraatin kararları bunlarda verilir.

Esnay-i tertilde maani-i kur'an ünbube-i nazmından bütün lezaiz-i tayyibesi ile akarken bu noktalarda kalbe nüfuz için zemzeme-i cereyanı vadi visal ile ışve-i vedaı mezceden bir cilve-i şuhut kesilir.

Bu cilve-i şuhudu bir hahza-i huzurun sekineti takip eder.

Kelâmı ilâhînin nazm-ü fasılası ile kelâmı beşerin sec-ü kafiyesi arasında fitrat ile san'at arasındaki büyük farkı görmemek kabil değildir.

Malûmdur ki, hendese-i fıtrat namütenahi, hendese-i san'at mütenahidir ve bunun için eser-i fıtrat canlı, eser-i san'at cansızdır.

Fıtratte her hangi bir binanın, herhangi bir zihayatın âza ve eczası namütenahi bir tegayyür ve tenasübün hasılasıdır.

Biz her hangi bir ağacın yaprakları arasında hüsn-i tecanüsü ifade eden tenasüp ve temasüli kâmilini farkederken her yaprağın diğerlerinden ancak namütenahi bir ölçü ile ölçülebilecek bir tegayüri kâmil arzettiğini ve bu tegayürün hiç bir lahza tevakkuf etmeyip her an nümüv ile değiştiğini de görürüz.

Ve bunların şekl-ü budi hendesîlerini kesirsiz ölçmemiz hiç bir zaman mümkin olmaz.

Bunun içindir ki, biz ayanı vücudun haddi tammını tasavvur edemeyiz, onları nihayet bir hali şuhudun lâhzai visali veya onun hayali mün'akisi ile tanırız. Fakat bir mimarın eseri san'ati olan en nefis bir binadaki tevazünü mahdut ve eb'adi sabite arasındaki tenasübü muttarit ve mütenahi bir miyar ile tamamen ölçebiliriz. Çünkü o ne olsa yine bir tasavvuru mahdudun ifadesidir. Şayet bir kesri namütenahiye tesadüf edersek bunun da fıtrata raci olduğunu biliriz.

Bunun gibi sec-ü kafiyede her ne olursa olsun bir tenasübü mahdut ve bir ıttıradı sabit hissolunur. Ne kadar beliğ ve selis addolunursa olunsun onda bir külfet ve teellüfün şaibeleri vardır. Çünkü nisbetler, irtibatlar tasavvura sığan mahdut bir miyarın neticei tatbikidır. Bundan dolayıdır ki, biz mensuri mutlâkta daha ziyade tabiilik hissediyoruz. fakat bunu da ne kadar güzel olursa olsun mevzun ve müseccadaki ahengi nüfuz ve kelâmda matlûp olan fehm-ü zabtın en büyük zamânı bulunan vecazeti ifade gibi meziyetlerden mahrum buluruz. halbuki nazmı kur'anın tenaşübündeki miyar büsbütün başkadır.

O bir mîyari mütenahi değildir, o tasavvura sığan bir tenasübi mahdudun bir ıttıradı sabitin ifadesi değil, fıtratın semih ve seyyal ve mütenevvi bir tenasübü gayrı mahdudunun ifadesidir. Onun fasılalarında san'atın külfeti kesbini andıran hiç bir şaibei tekellüf yoktur ve bu sebepledir ki, nazmı kur'an mevzun ve mensur her ikisinin meziyeti beyanını maaziyadetin camidir. Ve bu cemiyettir ki, onun vücuhi icazından birini teşkil etmişdir.

Ve yine bu sebepledir ki, kur'anın fasılaları tevkifîdir, yani nakil ve semaa mevkuftur, biddiraye tayin olunamaz. Çünkü ayet başına varmadan da ahenk ifade eden bazı harflere tesadüf edilir.

Bizim kelâmlarımızda elfaz, meaninin bir kisvei arızasıdır, meani ile elfaz arasındaki nisbet, bir endamın elbisesine nisbeti gibidir. Binaenaleyh yekdiğerinden kabili tecrittirler ve ekseriya o endamı daha güzel veya müsavi bir elbise ile techiz etmek mümkin olur.

Ve çok vakit tasannuat ile biz bu endamın hüsnü fıtrîsini ihlâl da ederiz. Kelâmullahta ise meani üzerinde elfaz bir simayı dilberin cildi gülgûnü gibi mazmunun ensacı teşrihiye ve ruhiyesine ezelî bir alâka ile merbuttur. Daha doğrusu bunda cism ile ruhun vahdetle tecelli eden bir iştibaki mahsusu vardır.

Buna hayran olan bir büyük Arap şairi bilhassa bunun için şu neşvei mestaneyi terennüm etmiştir.

İşte bu hassai icazkâri hasebiyle kur'an tanzir olunamadığı gibi aynen tercümede edilemiyor. İlk evvel o mumtaz üslubu beyan zayi oluyor, tercemeler bir hüsni dilâranın derisini yüzüp altındaki ensaca bir camei camit geçirmek gibi oluyor, bu camenin şeffaf bir billûr olduğunu da farz etsek onun içinden canlı bir vücut görülebileceğini farzetmek hata olur.

Kur’ân hadikai vücutta açılmış hakikî ve misalsiz bir gül farzedilirse, en güzel tercemesi nihayet onun desti meharetle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki, bunda aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne nüumeti, ne nümüvvü, hasılı ne yağı, ne rayihası hiç birisi bulunamaz.

Biz de işte o gülü, tutup koklayamıyanlara gücümüz yettiği kadar bir resmile olsun tanıtmıya çalışacağız.

Binaenaleyh bunlar kur'anı tanıdacak bir meâl olsa da kur'an hükmünü haiz olamaz, onun yerine konamaz.

Meselâ namazda okunamaz

Şablon:Fasıla

Advertisement