Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Hüsrev Altınbaşak Subay Üniforması ile Birinci Cihan Harbinde
Bakınız

D
Hüsrev.
Hüsrev Altınbaşak.
Ahmet Hüsrev Altınbaşak
Hüsrev Altınbaşak/14.Şua/13.Parça
Hüsrev Altınbaşak/Hattımın değiştiğini görüyorum
Bediüzzaman'ın varisleri


Tevâfuklu Kur'an
Tevafuklu Kur'an-ı Kerim
Tevâfuklu Kur’ân’ın yazılışı
bediüzzaman said nursi kitabında belirttiği üzere “kur'anın gözle görülen bir nevi lem'a-i i'caziyeyi, beş-altı mushafta işaretler yaptım, hatt-ı arabî-i kur'anîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. bunların içinde hatt-ı arabî-i kur'an'da hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiblere ve hatt-ı arabî muallime tefevvuk eyledi. ve hatt-ı arabîde, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. umumen onlar tasdik edip: "evet bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz" dediler.” şeklinde beyan ederek, üstadının işareti ve talimatıyla tevafuklu kuran-ı kerimi yazmaya muvaffak olan yegane talebelerindendir.

Altinbasak-ahmet-husrev-2
Ahmed_Husrev_Altınbaşak-1

Ahmed Husrev Altınbaşak-1

Hüsrev_Altınbaşak_Abinin_takvası_Üstad_Kadir_Mısıroğlu

Hüsrev Altınbaşak Abinin takvası Üstad Kadir Mısıroğlu

Ahmed_Husrev_Altınbaşak_Efendi'nin_Sesinden_Haşir_Risalesi

Ahmed Husrev Altınbaşak Efendi'nin Sesinden Haşir Risalesi

Haşir risalesi.

Bediüzzaman,_Hüsrev_Altınbaşak'ı_Neden_Kastamonu'ya_Çağırdı?

Bediüzzaman, Hüsrev Altınbaşak'ı Neden Kastamonu'ya Çağırdı?

İsmail_Müftüoğlu-Hüsrev_Altınbaşak_hatırası-SES_KALİTELİ-0

İsmail Müftüoğlu-Hüsrev Altınbaşak hatırası-SES KALİTELİ-0

İsmail bey biz bir takdirin gereği olarak buradayız.Onun için müteessir değiliz.Bizim üstadımız bediüzzaman ömrünü hapishanelerde geçirdi. Bizim için hapishane, medrese-i yusufiyedir. Burada sabır sahibi olmak önemli gelişmelerin kapısını açar. Elhamdülillah başka suçtan içerde olsa idik, yüzünüze bakamazdık. Sonucu Allah takdir edecektir. Biz sadece esbaba tevesül ediyoruz.

Biri biriyle boğuşanlar müsbet hareket edemez

Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in kâtibi Ahmed Husrev Efendi, 1899 yılında Isparta’nın Senirce köyünde dünyaya geldi.

Izdırabım

EŞREF EDİP’İN 1952 YILINDA BEDİÜZZAMAN’LA YAPTIĞI RÖPORTAJ
IZDIRABIM
İstanbul seyahatinden muzdarip olup olmadığını sordum.
Bana ızdırap veren, dedi, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa.
Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âti için ümit ve teselli vermiyor mu?
— Evet, büsbütün ümitsiz değilim.
Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.
Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.
Bana “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler
Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men’eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar yahut idam sehpasına götürür, hiç ehemmiyeti yoktur. –Nitekim öyle oldu– Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said, bugün asılmış ve masumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı
İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin –Adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade– imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun
Sonra ben, cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur
Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lavlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelale gibi haşmetli zemzemelerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatip gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim.
Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum.
Dinî tedrisata kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? “Kalbe gelen hakikat” gibi tabirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin manasını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.
Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.
1952 – Eşref Edib Kaynak: Risale-i Nur KülliyatıTarihçe-i Hayat

Bediüzzaman'ın hayr-ul haleflerinden ve 12 varisinden birisi olan İstiklal Harbi subaylarından birisidir.. Tevafuklu kur'an'ı kerimi şu ifadeleri okuyunca [1] yazmaya başlar. Aile olarak Isparta valilerinden Hacı Edhemoğlu Ali Ağa'nın torunudur.

Şeceresi[]

Baba tarafından Hz. Ebûbekir radıyallahü anh’e, anne tarafından Hz. Hüseyin radıyallâhü anh’e dayanmaktadır.

Henüz İdâdî’yi bitiremeden askere alınan Husrev Efendi, İstiklâl Harbi’ne teğmen rütbesiyle katıldı.

Batı Cephesi’nin Yunanlılarla yapılan çetin muharebeleri esnasında Manisa civarında subay olarak esir düştü.

Bir buçuk yıllık esâret hayatından sonra memleketine döndü.

Husrev Efendi, 1931 senesinde Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ile tanıştı ve ona intisab etti. Bu intisaptan sonra bütün hayatını, iman ve Kur’ân hizmetine, vakfetti.

Husrev Efendi; ihlâsı, gayreti ve hizmetleriyle kısa zamanda Risâle-i Nûr hizmetinde temâyüz etti.

Bedîüzzaman Hazretleri’nin eserlerinde adından en çok bahsettiği talebesi odur. O, üstâdı Bedîüzzaman Hazretleri’nin hem talebesi, hem kendisinden sonra onun hizmetini devam ettiren bir da‘vâ arkadaşı olarak, son asırda yapılan büyük tahrîbâtlarda, ehl-i îmânın mukaddes değerlerini kurtarma, sâhib çıkma ve o yangını muvaffakiyetle söndürme gayretlerinde bir himmet seferberliğinin ön saflarında büyük fedâkârlıklar ve hizmetler yapmış, çileler çekmiş bir İslâm kahramânıdır.

Ayrıca Bedîüzzaman Hazretleri bütün talebelerine her safhada onu örnek ve ölçü göstermiş, Nur Talebelerine ‘Bir küçük Husrev’, ‘Denizli’nin Husrev’i’, ‘Kastamonu Husrev’i’ gibi ünvanlar vermiş ve Husrev Efendi’yi en yakın dava arkadaşı, hizmette omuzdaşı, kendisinden sonra davasını temsil edecek bir hayru’l-halefi olarak kabul ve takdim etmiştir.

Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte 1935’te Eskişehir, 1943’de Denizli ve 1947’de Afyon’da yargılandı ve yıllar boyu memleket hapishaneleri, onların çilehaneleri oldu.

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet: İhlastır.” Lem'alar

1941’de, İkinci Dünya Savaşı sırasında ihtiyat subayı olarak tekrar askere alındı. Fethiye’de îfâ ettiği, yaklaşık bir buçuk sene süren bu ikinci askerlik vazifesinden üsteğmen rütbesiyle terhis edildi.

1960 senesinde, Üstad Bedîüzzaman Haz­ret­leri’nin vefâtından sonra, ondan aldığı manevî mirası istikbâle taşımak için Risâle-i Nur hizmetlerini bizzat sevk ve idare etmeye başladı.

Bedîüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra 1963’te Isparta’da, 1971’de Eskişehir’de yıllarca yargılandı ve zindanlarda yattı.

Henüz çoklarının açıkça müdâfaa etmekten çekindikleri, İslâm hesâbına en ufak bir adım için dahi ağır bedellerin ödendiği o sıkıntılı günlerde, Nûr Talebeleri bir güneş gibi ışıldayan ve ehl-i îmânı kucaklayan hizmetleriyle; haklarında düzenlenen iddiânâmelerde, “hakâik-ı îmâniye ve şeâir-i İslâmiyeyi muhâfaza ve i‘lân uğruna, yasa dışı cem‘iyetçilikle, şerîatçılıkla, hilâfet-i İslâmiyeyi te’sîs gâyesiyle, devletin temel yapısını değiştirmeye yönelik faâliyetlerle” suçlanıyor, berâat ediyor, tekrar suçlanıyor, hattâ sâdece bir sünnet-i seniyeyi muhâfaza için, sarıkla namaz kılmak yüzünden hapis yatıp çıkıyor, Risâle-i Nûr’dan aldıkları feyz ile hizmetlerindeki kararlılıklarını devâm ettiriyorlardı.

Hüsrev Altınbaşak

Husûsan 1971 muhtırasından sonra, 72 yaşındaki bir ihtiyarın 96 talebesi ile birlikte, îzâhı bile müşkil ağır şartlar altında mahkemeye verilip, o günkü sıkıyönetim mahkemelerinde 7 yıl hüküm giymesi, Husrev Efendi’nin o yaşta dahi mücâdele rûhunu ve anlayışını göstermesi bakımından, artık târihe mâl olmuş bir ibret vesîkasıdır.

O, çileli hayatını tarih sayfalarına altın harflerle yazılacak hizmetlerle nurânileştirdi.

Hayatının son günlerine kadar kalemi elinden hiç bırakmadı.

Üstadından devraldığı bu iman ve Kur’an hizmetini, hiçbir menfî cereyana ve siyasete âlet etmeden, kirletmeden, tahrif ve tahrip etmeden yeni nesillere taşımak için gayret etti. O, hizmetinden servet sahibi olan değil, servetini hizmetine feda eden; ve atalarından intikal eden dünyevi cihetle bilinen zenginliğini, hususi dünyasında asla yaşamayan numûne insandı.

1977 Ağustos’unun 20’sinde, mübarek bir Ramazan günü İstanbul’da Rabb-i Rahîm’ine kavuştu.

Cenâzesi, yetiştirdiği ve geride bıraktığı binlerce talebesi tarafından, Isparta kabristanına defnedildi. Rahmetullâhi Aleyh.

“Husrev gibi bir Nur kahramanından, benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir.

Onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişân edenlerin lehinde bir azîm hıyânettir!”

Bedîüzzaman

Bediüzzaman Hazretleri ve Hüsrev Efendi[]

2 Haziran 2010, 00:38


Hüsrev Efendi çocukluk yıllarında şöyle bir rüya görür. “Büyük bir deniz ortasında bir ağaç vardır. Deniz çekilir ve ağaç kurur. Bir zat gelir, o ağacın dallarını budar. Sonra denizin ortasında büyükçe bir yol açılır ve kendileri o yoldan yürümeye başlarlar”. Bu rüyasını şeyhine anlattığında, şeyhinin tabiri şöyle olmuştur. “O deniz şeriattir. Ağaç ve dalları ise, ondan feyiz alan tarikattir. Benden sonra Isparta’ya İslam’a hizmet edecek bir Zât gelecek ve sen ona ittiba edeceksin”

Bilahire 1926 yılında Bediüzzaman Hazretleri sürgün olarak Barla’ya gelmiştir. Büyük bir Zâtın Isparta’ya nefiy olarak gönderildiğini işiten Hüsrev Efendi’nin fıkıhla alakalı üç suâlini muhtevi mektubuna Bediüzzaman Hazretlerinin cevabı câlib-i dikkattir:

“Hüsrev Bey kardeşim! senin sorduğun meselelerin cevapları fıkıh kitaplarında mevcuttur. Bu bilgilere ulaşmak da kolaydır. Ben bir talebe arıyorum o sen olsan gerek! İslam alemi bu gün, büyük bir sarsıntı geçiriyor. İman kalesi tehlikededir. Gel, beraber Kurana ve bu aziz milletin İmanına hizmet edelim!”

Daha hiç görüşmemiş olduğu Üstadının mektubuna bir mektupla değil, kendisi bizzat huzuruna gitmek hassasiyetiyle ve “ehli kemâlin huzuruna yürüyerek gidilir” deyip kırk kilometre uzaklıkta bulunan Barla’ya yaya olarak Üstadın huzuruna gitmiştir.

Üstad Hazretleri, kendilerini –iltifaten- Barla dışındaki Karaca Ahmed Türbesinde karşılamışlardır. Hüsrev Efendi bu buluşmadan sonra Onun hem talebesi, hem hizmet arkadaşı, hem de İman ve Kur’an hizmetinde en büyük rükün olarak yerini almıştır.

Hüsrev Efendi Denizli mahkemesi müdafaasında (1944), Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurla tanışmasının kıymet ve ehemmiyetini şu şekilde ifade ediyordu

“On iki seneden daha evvel Hâlıkımın lütfuyla Bediüzzaman Hazretleri’ne vasıl olmuş ve eserlerini okumuşum. İslam dininin pek büyük kudsiyetine ve pek yüksek fazilet telkin ettiğine o eserleri okumakla muttali oldum. Nur eserlerinin ve müellifinin, bu milletin iki hayatlarının saadetlerine çalıştıklarına o kadar bariz deliller gördüm ki; bu delâil karşısında hayran olmamak elden gelmiyor.”

Şualar-II, 338

Küçüklüğünden beri hak ve hakikati arayan ve çoğu zaman içi içine sığışmayan Hüsrev Efendi, üstadı Bediüzzaman Hazretleri ile karşılaştığında aradığını bulmuş olmanın sevincini ve hayranlığını yukarıda da olduğu gibi, her zaman şükranla dile getirmiştir.

Bundan böyle Hüsrev Efendi’nin hayatında, Risale-i Nur ve iki cihanın saadet vesilesi olan bu eserlerin, milletin selameti ve kurtuluşu için mutlaka insanlara ulaştırılması gayesi vardır. Bu sadece bir temenni veyahut ağızdan bir çırpıda çıkan kuru bir söz değil, Onun hayatı ve hayatında ne varsa bu uğurda sarfıyla tezahür eden bir dava olmuştur.

Hüsrev Efendi Bediüzzaman Hazretlerini tanımakla, aradığını bulmuştu. Risale-i Nur gibi bir eserin müellifi olan Bediüzzaman Hazretleri de, gerek dava arkadaşı, gerek hizmet arkadaşı, gerekse en büyük dost olarak Hüsrev Efendi gibi bir yardımcıyı bulmuş olduğunu talebelerine,


“Şimdi Hüsrev gibi bir nur kahramanı size ihsan edildi, İnşallah bu medrese-i Yusufiye dahi medreset-üz Zehra’nın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar tamamıyla Hüsrev’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, Onu ehl-i siyasete tamamıyla gösterdi, gizli bir şey kalmadı. Onun için ben onun iki üç hizmetini has kardeşlerime izhar eyledim. Hem ben, hem o daha gizlemek değil, lüzum ise ayn-ı hakikat beyan edilecek.”

Şualar-II, 486

diyerek memnuniyetini ifade ediyordu.

Yine Üstad Bediüzzaman Hazretleri;

“Bu Zât (Hüsrev Efendi) müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve bu vatanın her tarafına neşrederek, komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı, ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları (ilaçları) her tarafa yetiştirdi. Türk gençliğini ve nesl-i âtîyi büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesile oldu.

Şualar-II, 547

diyerek, Onu tanıtıyordu.

“Aziz kardeşim Hüsrev” diye başlayan mektubunda “senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim. Evet sen de benim gibi, dünya ile iki cihette alakan kesiliyor. Hem öyle lazım.”(Kastamonu Lahikası, 231) diyen Bediüzzaman Hazretleri, dünya cihetindeki müşterekliklerini ifade ederek;

“Zaten Hüsrev’in mümtaz bir hâssiyeti budur ki, şimdiye kadar bana gelen bütün mektuplarının hiç birisi beni incitmiyor. Elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihetle dahi ona şahsım itibariyle çok minnetdarım.” Emirdağı Lahikası-I 95

ifadesi, yeni bir çığır açan Risale-i Nur hizmetindeki bu iki Zatın aralarındaki tevafuklarına (uygunluklarına) ışık tutuyordu.

Bediüzzaman Hazretlerinin, “seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım...” diye kısaca özetlediği hayatının aşağı yukarı aynını, Hüsrev Efendi dahi yaşamış ve mahkeme, esaret, zehir belalarına maruz kalmakla, ihtiyar bir insanken bile eziyet gördürülmekten hali bırakılmamıştır.

Memleketin Eskişehir-1935, Denizli-1944, Afyon-1948, Isparta-1960, Eskişehir-1971, Bursa, Bergama, İzmir ve Buca cezaevlerinde senelerce hapis yatmıştır. Hapishanelerden kurtulduğu yerde yine çile yakalamış kendisini, ondan kurtulduğunda da zehirler yakmıştır bağrını. Hastalıklar belini büktüğü halde, O talebelerine dinç görünmüş ve her zaman için davalarında en büyük destekçileri olmuştur.

1971 muhtırasından sonra, 72 yaşında bir ihtiyarken bile 96 talebesi ile beraber, ağır şartlar altında tutuklanıp 7 yıl süreyle hüküm giymiş ve -Yusuf (as) misali- 7 yıl hapis yatarak, medrese-i Yusufiyedeki çileli tahsilini tamamlamıştır. Hüsrev Efendi’nin bu hali, Ondaki mücadele ruhunu gözler önüne seren bir ibret vesikasıdır.

Akıldan uzak işkenceler ve yokluklar içinde bile, sünnet-i seniyyeyi yaşayabilmesiyle, hem talebelerine, hem diğer mahkumlara ve hapishane yetkililerine İslamiyet’in güzelliklerini gösterebilmiştir. Hapishane yetkililerinin “keşke bizim çocuklarımız da böyle olsa, fakat namaz kılmasalar” dedikleri talebelerinin şehadetiyle vakidir.

Bir tarafta hastalıklar, bir tarafta tarassudat ve zaman zaman sürgünlere aldırmadan, Üstadının çizdiği yolda hiçbir zaman istikametini kaybetmeden ilerleyebilmiş ve Üstadının istediği tarzda ve Risale-i Nurun düsturlarına muvafık talebeler yetiştirebilmiştir.

Isparta’daki evinin küçücük odasında, kırk küsur sene süren inziva hayatında, günlerce bıkmadan, usanmadan öğleye kadar Kur’anı tevafuklu ve kolay okunuşlu bir surette yazabilmiş, öğleden sonra memleketin dört bir yanından gelen talebelerinin müşkillerini halletmiş, hem de Üstadının kendisine tevdi ettiği hizmetini, o günkü esasatından hiçbir şey eksiltmeden bu güne taşıyabilmiştir. Risale-i Nurdan yaptığı derslerle gönüllere iman nurunu akıtmış ve Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle, memlekete anarşistliğin girmesini engellemiştir.

Hüsrev Efendi’nin yirmi kişiyi bile zor alan küçücük odasına bazen çok daha fazla kişi sığmaktaydı. Talebeler, Hüsrev Efendi’den dinledikleri derslerle gönülleri dolu dolu olarak memleketlerine dönerler, her türlü belaya ve musibete dayanabilecek, güç ve kuvveti kendilerinde bulmuş olarak döndükleri memleketlerinde, aldıkları dersleri diğer insanlara aktarırlardı

Bir gün Hüsrev Efendiyi ziyarete gelen bir gurup, kendisine “biz kendimizi burada bir başka alemde gibi hissediyoruz” dediklerinde; o bunun sebebini, “çünki benim yanımda dünya yok” diye açıklamıştı. Talebelerine : “Ben sizleri yanıma kabul etmekle öyle büyük zevklerden vazgeçiyorum ki, siz bunun nasıl bir fedakarlık olduğunu bilemezsiniz” derdi.

Çocuk yetiştirilmesi mevzuuna çok ehemmiyet gösterir ve “çocuklar cennete siz cennete, çocuklar cehenneme siz cehenneme” diyerek talebe okutmanın istikbal için ehemmiyetini, her sohbette mutlaka zikrederdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin, böylesine yorucu ve gayretli ve hizmet dolu hayatıyla en yakın talebesi ve hizmet arkadaşı olan Hüsrev Efendi, 1977 senesi Ramazan-ı Şerifinde İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, Isparta’da daha önceden hazırlanmış olan kabrine defnedilmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Risale-i Nur'un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir.

Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”(Emirdağı Lahikası-I, 139) dediği Hüsrev Efendi, Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur yanında haklı yerini almış ve ismi yüzlerce defa Risale-i Nurda hep övgüyle zikredilmiştir.

Hatta Bediüzzaman Hazretleri Şualar isimli eserinin ikinci kısmında, sanki kendisinden sonra hizmeti Hüsrev Efendiye bırakacağını -gerçi kendisi kerratla zikretmiş ve talebeleri de çok defalar şahid olmuş olmakla birlikte- kendi savunmasından sonra hemen onun savunmasını koymakla ihsas ettirmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Yakın Talebelerinden Büyük Ruhlu Küçük Ali diyor ki;

“Hazret-i Peygamberin soyu Hazret-i Fatıma yoluyla iki şecere üzerine takip etmiş. Molla Hüsrev kardeşimize gelene kadar, biri ulema şeceresi, biri de meşayıh şeceresi. Molla Hüsrev’e gelince yol birleşti. Hüsrev kardeşim hem meşayıh vazifesini aldı, hem ulema vazifesini aldı. Molla Hüsrev kardeşim ehl-i beyttendir. Ehl-i Beytin çift yolun gelmesine en ahirindeki birleştiği yerdir. Onun için Hüsrev kardeşim karşısına hangi profesör, hangi bilgin çıksa, hangi çeşit mesele sorulursa sorulsun cevabını vermeye haizdir.”

Bediüzzaman Hazretleri Kuleönü’ne haber göndermiş, bütün kardeşler oraya toplansın, gece sohbet edeceğiz diye. Bu haber üzerine herkes oraya gelmiş, fakat bu toplantıda Molla Hüsrev yok, gelmemiş. Cemaat soruyor; ‘niye gelmedi?’ Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev gelmezse biz Onun ayağına gideriz diye cevap veriyor ve o gece birkaç kardeşle Hüsrev Efendiyi ziyaret etmişler.”

Ve böyle yapmakla Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur hizmeti noktasında Hüsrev Efendi’nin vazifesinin ne kadar mühim olduğunu göstermiş ve o hayırlı hizmetinden alıkoymamak için kendisi O’nun yanına gitmiştir.


Bediüzzaman Hazretleri'nin Halefi Kim?[]

Bediüzzaman Hazretleri'nin kendisinden sonra yerine geçmek üzere Hüsrev Efendi'yi bıraktığı doğru mudur?

Cevap

Bediüzzaman Hazretleri’nin kendinden sonra yerine bıraktığı vekili, talebesi Ahmed Hüsrev Efendi’dir. Bunu sözlü olarak, talebelerine mükerreren bildirdiği gibi, yazdığı risalelerde de buna işaret eden muhtelif beyanları vardır.

Ayrıca Hz. Üstad’ın Risale-i Nur’da geçen pek çok ifadeleri, Hüsrev Efendi’nin bu makama liyakatini göstermektedir. Bu çok mühim meseleyi dört ana başlık altında inceleyerek bunun Nur hizmetinin en parlak en açık hakikatlerinden biri olduğunu göstermeye çalışacağız inşaallah.

Her cemaatin, her topluluğun bir idarecisi olması İslamiyet'in bir kaidesidir. Bediüzzaman Hazretleri’nin görüşü de bu merkezdedir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin yerine Hüsrev Efendi’yi bıraktığına dair bir kısım sözlü rivayetler. Bediüzzaman Hazretleri’nin Hüsrev Eefendi’yi yerine bırakacağını gösteren Risale-i Nur’daki yazılı beyanları.

Hüsrev Efendi’nin bu makama liyakatini gösteren Risale-i Nur’dan bazı deliller.[]

1- HER CEMAATİN, HER TOPLULUĞUN BİR İDARECİSİ OLMASI İSLAMİYETİN BİR KAİDESİDİR. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN GÖRÜŞÜ DE BU MERKEZDEDİR[]

Bediüzzaman Hazretleri’nin cemaat ve şahs-ı manevi üzerinde çok durması ve Nur hizmetinin şahsı manevisini nazara vermesi bazı kimseler tarafından, “O’nun kendisinden sonra yerine sadece cemaati bıraktığı, o cemaate bir reis bırakmadığı” gibi yanlış bir şekilde yorumlanmaktadır. Hâlbuki şahs-ı manevi kuralı, reis ve lider kavramına ters olmadığı gibi aksine onu gerektirir de. Çünkü o şahs-ı maneviyi temsil edecek, idare edecek ve istişarenin son noktası olacak bir reise her zaman ihtiyaç vardır. Toplum hayatında başı olmayan hiçbir topluluk varlığını devam ettiremediği gibi, yaradılış kanunları da her cemaatin bir başı olmasını gerektirir, dinimiz de bunu emreder.


Hadis-i Şerif’in İdareci Lüzumuna İşareti:[]

Peygamber asm. Efendimiz, “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarından birini başkan seçsinler!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 80) buyurarak liderliğin ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir.

Bu hadis-i şerif büyük hadis allamesi İmam Nevevî (rh) Hazretleri'nin Riyazus Salihin eadlı eserinde şöyle yorumlanmıştır:

Güzel dinimiz gönül yurdunda şirki, küfrü ve nifakı istemediği gibi toplum hayatında da başıbozukluğu, disiplinsizliği, kargaşayı, fitne ve anarşiyi asla arzu etmez. Dinimize göre düzen ve intizam, en küçük toplum birimine kadar her yerde önemlidir. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz, yolculuk yapmakta olan üç kişilik, küçük ve geçici bir toplulukta bile, mutlaka sorumlu birinin, bir yöneticinin belirlenmesini tavsiye etmiştir. Kendisi de mübarek hayatlarında bu hususa büyük bir itina göstermiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuştur:

“Dünyanın ücra bir köşesinde de olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir (idareci) tayin etmeden yaşamaları doğru olmaz” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 177)

Dünyanın ücra bir köşesindeki üç kişiye bile Resulullah asm. Başınıza bir idareci seçin diyorsa yüzbinlerce talebenin başsız ve idarecisiz kalması savunulabilir mi? Eğer bu savunulsa Hz. Peygamber asm.ın bu emrine muhalefet edilmiş olmaz mı?!


Bediüzzaman Hazretleri’nin Cemaatin Başsız Olmayacağına İşaret Eden Bazı Beyanları[]

“O (yeğeni Abdurrahman) dünyada kalsaydı; hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı (sebebi) ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayr-ül halef (hayırlı halef-yerine geçen) ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi.” (26. Lem’a, 12. Reca)

Demek Hz. Üstad bu Lem’anın yazıldığı 1933 yılında dahi yerine geçecek birini düşünüyordu…

“Mesleğimizin esası uhuvvettir (kardeşliktir). Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta (bağ) değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.” (21. Lem’a, 4. Düstur)

Demek, Nur Mesleği’nin temeli kardeşlik ve bu kardeşler arasında bir şahs-ı manevi oluşturmak olsa da araya Üstadlık makamı giriyor. Nur mesleği Hz. Üstad’ın hayatından sonra devam ettiğine göre üstadlık esası da devam edecektir.

Nübüvvet Beşerde Zaruriyedir

Karıncayı emîrsiz (idarecisiz), arıları ya'subsuz (Arı beyi) bırakmayan kudret-i ezeliye elbette.

Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette. (Sözler, Lemaat)

Demek karınca ve arı gibi toplulukları dahi başsız bırakmayan Allah, insanların da başsız olmasını murad etmez. Âlemdeki düzen her topluluğun başında bir idareci bulunmasını gerektiriyor.


2- BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN YERİNE HÜSREV EFENDİ’Yİ BIRAKTIĞINA DAİR BİR KISIM SÖZLÜ RİVAYETLER[]

1- “Sen hem benim yerime hem de kendi yerine hizmet edeceksin!”[]

Hususen başta Hüsrev Efendi olarak, bazı talebelerin şu rivayetleri de bu konuda çok mühim önem arz etmektedir:

“Bedîüzzaman Hazretleri bir gün talebeleri ile birlikte Isparta’nın Kirazlıdere mevkiinde kıra çıkmış ve orada bulunan talebelerinin huzurunda Hüsrev Efendiye hitaben:

Hüsrev! Azrâil Aleyhisselâm gelse ‘Seni mi alayım, Hüsrevi mi alayım?’ dese ben ‘Beni al, Hüsrev hem benim yerime hem de kendi yerine hizmet eder’ derim” deyince Hüsrev Efendi, “Üstâdım! Ben zâten hastayım! Azrâil Aleyhisselâm beni alsın, ben sizi âhirette karşılarım” diye mukabele etmişti.

Bunun üzerine Hazret-i Bedîüzzaman

Hayır Hüsrev! Cenab-ı Hakk böyle ister! Melekü’l-Mevt beni alacak, sen hem benim yerime hem de kendi yerine hizmet edeceksin!” demiştir.

Aşağıda Risale-i Nur’dan yaptığımız alıntılarda da görüleceği üzere, yüksek ahlakı, ihlası, tevazuu, sadakati, hizmeti ile Bediüzzaman Hazretleri’nin en sevdiği talebesi olmak şerefine yükselmiş olan Hüsrev Efendi’nin bu rivayetinin doğruluğundan hiçbir Nur Talebesi’nin şüphe etmemesi gerekir. Çünkü Hüsrev Efendi gibi hayatı boyunca dost ve düşmanının ittifakıyla tamamen en yüksek bir fazilet üzere yaşamış bir zattan, Hususan böyle bir konuda hilaf-ı hakikat bir beyan sudur etmesi asla mümkün değildir.


2- “Benden sonra Hüsrev ’e hizmet edeceksiniz.[]

Bir kısmı bu gün hayatta olan ve yakınında bulunup şahsi hizmetlerini gören bazı talebeleri, “Bediüzzaman Hazretleri bize, ‘bana hizmet ettiğiniz gibi benden sonra da Hüsrev’e hizmet edeceksiniz' derdi” şeklinde rivayet etmektedirler.

3- “Sen Benden Sonra On Beş Yirmi Sene Daha Yaşayacaksın Ve Hem Kendi Vazifeni, Hem De Benim Vazifemi Yapacaksın

Abdülkâdir Badıllı’nın Mufassal Tarihçe-i Hayat kitabında geçen ve Hüsrev Efendi’den yapılan şu rivayet de aynı mealdedir:

“Ben bir ara Üstadımızın bedeline ahirete gitmeye dair ciddi arzumu kendilerine arz ettim. Üstadımız hayır hayır dedi ve “sen benden sonra on beş yirmi sene daha yaşayacaksın ve hem kendi vazifeni, hem de benim vazifemi yapacaksın demişlerdi.”

Hüsrev Efendi tam da Üstadının kerametle haber verdiği gibi, 15-20 senenin tam ortası olan 17 sene daha yaşadı ve 1977 senesinde vefat etti. Üstadının buyurduğu gibi hem kendi hizmetlerini, hem de Üstadının bıraktığı vazife olan cemaatin sevk ve idaresi hizmetini etrafına toplanan binlerle sadık arkadaş ve talebeleriyle devam ettirdi.


4- Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî’nin Hüsrev Efendi’ye İşareti:[]

Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuası’nda Sekizinci Lem’a Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Şeyh Geylani Hazretleri’nin bir kasidesinin tahlillerini yapar. Bu kasidede Hz. Şeyh’in Üstad’dan ismiyle haber verdiği, risalelere ve talebelere işaretler ederek bu ahirzaman fitneleri içinde zorluklar altında hizmet eden Nur Talebelerine ta o zamandan iltifatlar ederek teşvik ettiğini söyler ve bunu tahliller yaparak gösterir. Orada Şeyh Geylani Hazretleri, Hüsrev, Hulusi, Sabri, Sıddık Süleyman, Binbaşı Asım Bey gibi o risalenin yazıldığı 1933 yılında Hz. Üstad’ın etrafında bulunan ileri gelen on kadar talebenin isimlerine işaret eder.

Çok dikkat çekici bir durumdur ki, Şeyh Geylanî diğer talebelere farklı yerlerde işaretler ederken Hüsrev Efendi’ye

“Taişu Saiden” fıkrası ile işaret eder.

Hâlbuki bu fıkra Şeyh Geylani’nin Bediüzzaman Hazretleri’nden adıyla haber verdiği aynı yerdir. Hz. Üstad kendisinden haber veren aynı ibarenin Hüsrev ’i gösterdiğini söylüyor. Bu da Şeyh Geylani’nin Bediüzzaman’dan sonra yerine Hüsrev ’in geçeceğine bir işareti olsa gerektir. Zira Bediüzzaman Hazretleri’nden gelen diğer bir rivayette şöyle demiştir:

Taişu Saiden fıkrası gösteriyor ki, içinizde benden sonra en bahtiyar Hüsrev olacaktır.”

Yine Hüsrev Efendi’nin rivayetine göre, Denizli Hapsi’nde zehirlenerek şehid edilen Hâfız Ali abi (rh), hapis esnasında talebeler arasından kimin imamlığa geçeceği sözkonusu olduğunda, “Taişu Saiden fıkrası Bediüzzaman’dan sonra Hüsrev’i gösteriyor” diyerek seccadenin önüne geçmiş ve Hüsrev Efendi’den başkasının imamlığa geçmesine mani olmuştur.

5- “Kırk canım olsa, kırkını da Hüsrev’e feda ederim.”

Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdurrahman Cerrahoğlu (rh) ve Mustafa Sungur’un farklı zamanlarda Hz. Üstad’dan işittikleri şu ifadesi de Hüsrev Efendi’yi yerine bırakacağını gösterir.

“Kırk canım olsa, kırkını da Hüsrev’e feda ederim.”

Bediüzzaman Hazretleri hiçbir talebesi için bu derece fedakârlık gösteren ve bu derece değer verdiği bir cümle sarf etmemiştir. Acaba gerçekten bu sözü söylemiş midir diye kalbine gelenler için, bu sözü söylediğine, Risale-i Nur’da geçen şu ifadesini delil olarak gösterebiliriz:

“Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size (Hüsrev’e) memnuniyetle verirdim.” (Emirdağ Lahikası 1)

6- “Benim Vekilim Hüsrev’dir

Denizli’li eski Nur Talebelerinden Bakırcı Mehmed Efendi şöyle rivayet etmiştir:

“Ben, Baraklı’lı Abdullah Koyun ve Homa’lı Sami Tüzün Hz. Üstad’ı Emirdağ’da ziyaretimiz sırasında bize üç defa, “Benim vekilim Hüsrev’dir, benim vekilim Hüsrev’dir, benim vekilim Hüsrev’dir.” dedi.

7- “Kahraman Hüsrev’im var

Bediüzzaman Hazretleri’ni ziyaret esnasında, “Üstadım sizden sonra kimi ziyaret edelim” diye soran bazı talebelerine, “Kahraman Hüsrev’im var” diye cevabladığını rivayet etmiştir.


3- BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN HÜSREV EFENDİ’Yİ YERİNE BIRAKACAĞINI GÖSTEREN RİSALE-İ NUR’DAKİ YAZILI BEYANLARI[]

1948-49 yıllarında Afyon Hapsinde iken, Üstad bütün talebelerinden ayrı bir koğuşa alınmış idi. Bu sırada diğer koğuşta bulunan talebelerine hitaben yazdığı bir mektubda onlara şöyle demiştir:

1- “Hüsrev gibi Nur kahramanından -benim yerimde ve Nur'un şahs-ı manevîsinin (manevî şahsiyetinin) çok ehemmiyetli bir mümessili (temsilcisi) olmasından- hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (en lazımdır).” (Şualar, 14. Şua)

Hz. Üstad bu ifadeleriyle, Tahiri, Refet, Mehmed Feyzi, Zübeyir ve Ceylan gibi bütün ileri gelen talebelerin bulunduğu bir topluluğun başına Hüsrev Efendi’yi geçirmiş ve onu kendi yerinde bilmelerini istemiştir.

2- “Medreset-üz Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev 'in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm'a hizmet-i imaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. Öyle ise, başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkid etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd (dayanışma) ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev 'e tam kardeş olacak; meşreb ihtilafı daha tesir etmeyecek. Hasta kardeşiniz Said Nursî" (Emirdağ Lahikası 2 1950'ler)

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Hz. Üstad talebelerine, hususan ve başta Hüsrev olarak Medresetüz Zehra Erkanları ile tam dayanışma içinde olmak ve onları asla tenkid etmemeyi emretmektedir. Medresetüz Zehra Erkanları ise Isparta’nın ileri gelen talebeleri demektir. Emirdağ Lahikası 2. Cildinde geçtiğine bakarak 1950’lerde, yani Hz. Üstad’ın ömrünün sonlarında söylediği anlaşılan bu ifadelerle, tüm talebelerini, özellikle Hüsrev Efendi ile tam kardeş olmaya ve onunla dayanışma halinde bulunmaya davet etmektedir. Bunun açık anlamı ise, Bediüzzaman Hazretleri tüm cemaati, başında Hüsrev Efendi’nin bulunduğu Isparta Nur Talebeleri etrafında toplanmaya çağırmaktadır.

3- “Risale-i Nur'un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” (Emirdağ Lahikası 1)

Yine 1950’lere yakın dönemde yazılan bu mektubdaki altı çizili olan satırları bir daha dikkatle okursak Hz. Üstad’ın vefatından sonra, kendi yerine Hüsrev Efendi’yi düşündüğü gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hem pek çok kimseden nakledilen rivayetlere göre burada arzu ettiği gibi daha sonraları Hz. Üstad, ömrünün sekiz senesini Hüsrev Efendi’ye bağışlamıştır.

4- "Hüsrev 'in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti (tevazuu)” (Kastamonu Lahikası)

Demek ki, Bediüzzaman Hazretleri Müslüman bir idarecide bulunması elzem olan, gerek tedbir ve dirayet, gerekse en önemli manevi değer olan ihlas açısından Hüsrev Efendi’nin, kendisine ihtiyaç bırakmayacak derecede yüksek bir seviyede bulunduğunu düşünüyor ve mektubla neşrederek bunu bütün talebelerine de ilan ediyor. Hz. Üstad başka hiçbir talebesi için “bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti” tabirini kullanmamıştır. Öyleyse bu ifadeleri ile kendi yerine en layık olan talebenin Hüsrev Efendi olduğunu ilan etmiş oluyor.

5- “Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası -1)

Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Aziz, sıddık kardeşlerim, sebatkâr ve hakikî vârislerim!” gibi cümlelerinden anlaşıldığı üzere bütün has talebelerini varisleri olarak görür. Hatta “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve varisleri” ifadesini kullanır. Fakat yukarıdaki vasiyetnamesinden ve daha önceki karinelerden de anlaşılan o ki, birinci sıradaki varisi olarak Hüsrev Efendi’yi gösteriyor.

6- “Isparta havalisinde yüzer genç Said'ler ve Hüsrev 'ler yetişmişler. Bu ihtiyar ve zaîf Said, dünyadan kemal-i istirahat-ı kalble veda etmeye hazırdır.” (Kastamonu Lahikası)

Demek ki Üstad Hazretleri Isparta ve civarında yetişen kendisine ve Hüsrev ’e benzeyen talebelerin varlığından dolayı ahirete gitmeye razıdır. Öyleyse “Said” ahirete gittiğinde, onun yerinde Hüsrev ’in kalacağı anlaşılmaz mı? Elbette onun yerini doldurmaya en layık talebesinin Hüsrev olduğu anlaşılır.

7- “Risale-i Nur'un hıfz ve neşrine ve sahabet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. Fakat hadsiz şükür olsun ki, bir bîçare ihtiyar Said yerinde çok genç Said'ler o vazifeyi yapıyorlar. Hususan Hüsrev 'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler, Mehmed'ler, biraderzadem gibi çok Abdurrahman'lar ve hakeza Hâfız Ali'yi kabrinde mesrur, müferrah ettikleri gibi, inşâallah kabrimde de öyle mesrur edecekler. (Emirdağ Lâhikası -1 110)

Hz. Üstad’ın arkasında bıraktığı ve vefatından sonra kendisini kabrinde de mesrur edecek Genç Saidler’in birincisinin Hüsrev olduğu bu ifadelerden de anlaşılıyor.

8- "(Hüsrev 'e hitaben yazılan bir mektubdur)

Aziz, mübarek, sıddık kardeşim! … tefsir-i hakaik-i Kur'aniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-ı mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine o rü'ya beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz." (Barla Lahikası)

9- “Hüsrev kardeş! … Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtib tayin edildiğinize kanaatım kat'iyyet kesbetti.” (Kastamonu Lâhikası 36)


Son iki iktibas da Hüsrev Efendi’nin en yüksek mertebede ebedî bir Nur hizmetine manen tayin edildiği hem rüyanın müjdesiyle, hem de Üstadın kati kanaatiyle bildirilmektedir. Hz. Üstad’ın kanaati, onun sadık talebelerinin de kanaatidir veya öyle olmalıdır.



4- HÜSREV EFENDİ’NİN BU MAKAMA LİYAKATİNİ GÖSTEREN RİSALE-İ NUR’DAN BAZI DELİLLER[]

Hüsrev Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin çok değer verdiği ve “saff-ı evvel” ve “Medresetüzzehra Erkanları” namını verdiği Isparta’lı ilk grub talebelerdendir. 1931 yılında hizmete başlamış ve 30 sene boyunca Bediüzzaman Hazretleri’nin en çalışkan, en fedakâr, en ferasetli, en dirayetli, en ihlâslı ve Hz. Üstadın kendisinden en fazla razı olduğu ve Risale-i Nur’a en fazla hizmeti geçen talebesi olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri vefat ettiği 1960 senesinde, Hüsrev Efendi tam 61 yaşında ömrü nurlarla kemale ermiş, Üstadının ve Risale-i Nur’un hizmet anlayışına her cihette sahip olmuş bir durumda idi. Bu saydığımız meziyetlerin tamamı Risale-i Nur’da geçen ibarelere dayanmakta, bu sebeble Risale-i Nur’un hizmet tarihine vâkıf olan herkes tarafından da bilinmektedir.


1- Bediüzzaman Hazretleri’nin Hüsrev Efendi’ye Son Derecede Değer Verdiğini Gösteren Bazı Cümleleri:[]

Hüsrev Efendi’nin Hizmetlerinin Pek Yüksek Değeri:[]

“Bu zat (Hüsrev) müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi büyük bir tehlikeden kurtarmağa vesile oldu.” (14. Şua)


“Gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar. Biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev 'in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acib, sebebsiz bir hâdise başıma geldi.” (14. Şua)


“Bilhassa Medreset-üz Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev 'in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm'a hizmet-i imaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. (Emirdağ Lâhikası-2)


“Bana hizmet eden Ali geldi, dedi: "Ben rü'yada gördüm ki, sen Hüsrev 'le beraber Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın elini öptün." Birden bir mektub aldım ki, Hüsrev 'in hattıyla (yazısıyla) yazılan Asâ-yı Musa mecmuasını kabr-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm üzerinde hacılar görmüşler. Demek benim bedelime Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın manevî elini, Hüsrev kaleminin vasıtasıyla öpmüş ve rıza-yı Nebeviyeye mazhar olmuş.” (Şualar 488)


“Şimdi Hüsrev gibi Nur kahramanı size ihsan edildi. İnşâallah bu medrese-i Yusufiye dahi, Medreset-üz Zehra'nın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar Hüsrev 'i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, onu ehl-i siyasete tamamıyla gösterdi, gizli birşey kalmadı. Onun için ben onun iki-üç hizmetini has kardeşlerime izhar ettim. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil, lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. (14. Şua)


“Hüsrev kardeş! Kasem ederim benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altun yaldızla yazdığın Mu'cizat-ı Ahmediyeye mukabil her bir sahifesine, yalnız maddî bir ücret olarak birer altun hediye edecektim.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hüsrev 'in pek çok vazifelerini tamamen yapması, kanaatım geldi ki; Barla'da bulunduğum zaman bütün yazanların tashihatını ve te'lif hizmetini yapmamda tahakkuk eden büyük inayet ve hârika muvaffakıyet, aynen Hüsrev 'de, yardımcılarında dahi nümunesi var.” (Emirdağ Lâhikası-1)


“Hüsrev 'i (1) tashihte ve (2) tevzi'de ve (3) tedbirde ve (4) muhaberede ve (5) Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakıyetine dua ederiz. Bu ehemmiyetli vazifelerle beraber; (6) yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz; hem müstakil nüshaları da yazıyor, mektubundan anlıyorum.” (Emirdağ Lâhikası-1)


“Hüsrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beşyüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimiz ve onların sisteminde bir Nurcuyu sulh mahkemesine vermek, İnşâallah neticesinde büyük bir inayet ve fütuhat olacak, hiç merak etmeyiniz.” (Emirdağ Lâhikası-1)


Hüsrev Efendi’nin Zatının, İhlasının ve Fikrinin Değeri:[]

“Ben dava eder ve isbat ederim ki: bu soğukta soğuk muamele gören ve millete ve vatana zararlı tevehhüm edilen ve vücudca hastalıklı bulunan Husrev, Türk milletinin manevi büyük bir kahramanı ve bu vatanın bir halaskarıdır (kurtarıcısıdır) ve Türk milleti onun ile iftihar edecek bir halis fedakarıdır;

ve sırr-ı ihlasa tam mazhar olduğundan benlik ve riyakarlık ve şöhretperestlik bulunmaması cihetiyle çok hizmet-i vataniye ve milliyesinden bir ikisini beyan etmek zamanı geldi.” (14. Şua)

Altı çizili olan satırlarda öyle bir hizmet seviyesi, öyle yüksek bir ihlas mertebesi anlatılıyor ki, âdeta Üstad Bediüzzaman Hazretleri kendinden bahsediyor…

“Risale-i Nur'un kahramanı Hüsrev , benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te'lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.” (Emirdağ Lâhikası-1)


Hz. Üstad ile talebesi arasındaki şu fevkalade karşılıklı sevgi ve fedakârlık duygularına hayran olmamak mümkün değil.


“Hüsrev, yazdığı Kur'an'ı fotoğrafla tab'ını kabul etmeyerek binler cazibedar Kur'anlar kendi hattı ile Âlem-i İslâm'da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlası muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir.” (Kastamonu Lâhikası)


İhlası muhafaza etmek yolunda kutubluk gibi bir mertebeyi dahi feda etmek Hüsrev Efendi’nin ihlasının ne kadar yüksek derecelere ulaştığını gösteriyor.


“Hâfız Ali ile Hüsrev 'in birbirleriyle ciddî bir mahviyet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i İhlas'ın tam sırrına mazhar olduğunuzu bana ihsas etti, ümidlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hem bu Hüsrev 'in kalemi gibi; fikri, kalbi de o nisbette hârika diyebiliriz. Risale-i Nur'a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaatı gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor.” (Kastamonu Lâhikası)


Üstadının ifadeleriyle “kalemi kerametli” olduğuna göre, kalemi nisbetinde harika olan fikri ve kalbi de kerametli demektir.


“Risalet-ün Nur hakkında kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrev 'in nazarı doğrudur.” (Kastamonu Lâhikası)


“Bu defa Hüsrev 'in, Hâfız Ali'nin, Hâfız Mustafa'nın, Küçük Ali'nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektublarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymetdar kardeşlerimin ne derece âlî himmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hâfız Ali'nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi-l ihvan düsturunu muhafaza etmesi; ve Hüsrev 'in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti…” (Kastamonu Lâhikası)


“Hüsrev, Refet, Rüşdü'nün vaziyetlerini de merak ediyorum. Ve bilhassa Hüsrev ne haldedir?” (Kastamonu Lâhikası)


“Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymetdar kardeşim Hüsrev !” (Emirdağ Lâhikası -1)


“Medar-ı hayret bir lütf-u bereket: Gül fabrikasının kâtibliğiyle (bu rüyayla) Risaletü’n-Nur'a intisab eden Hüsrev , iki buçuk sene evvel bir küçük şişe gülyağı göndermişti. Mütemadiyen istimal ettiğim halde daha bitmedi, devam eder.” (Kastamonu Lâhikası)

Hüsrev Efendi’nin Kaleminin ve Yazısının Değeri:[]

“Kur'anın altun bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî; değil yalnız bizleri, belki ruhanîleri ve melekleri de sevindiriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası)


“Risale-i Nur, Kur'anın bir mu'cize-i manevîsi olduğu gibi; Hüsrev 'in kalemi de, Risale-i Nur'un pek kuvvetli bir kerameti olduğunu buraca hergün tasdik ediyoruz.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hüsrev kardeş! Beşinci Şua'ın kıymetini tam beyan ve takdirin beni çok mesrur etti. İkinci defa yaldızlı bir Kur'anı yazdığın, beni fevkalâde müferrah etti. Hem benim için de yeni risaleleri mübarek kaleminle istinsah ettiğin, beni minnetdarlık hissinden mesrurane ağlattı.” (Kastamonu Lâhikası)


“Üstadım bana ‘Mu'cizat-ı Ahmediye'yi, kardeşim Hüsrev tarzında yaz’ diyordu. Ben -yani Feyzi- bir parça tenbellik ettim. Birden (bir tokat yiyerek) 28'lilerle askere istenildim.” (Kastamonu Lâhikası)


“Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ve Risale-i Nur'un hazinelerinin kerametli ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî, elhak Mu'cizat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) gizli güzelliğini her göze gayet parlak ve güzel gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve daim eylesin, âmîn.” (Kastamonu Lâhikası)


“Yeni hurufla (harflerle) yazdığınız iki mes'ele, cidden tesirini gösterdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Mes'eleleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahirî gibi kalemleri Kur'ana ve Kur'an hattına (yazısına) mahsus ve memur olmalarından bana endişe verir. Başkalar yazsalar daha münasibdir.” (13. Şua)


“Bu defa bize yazdığın Mu'cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakikî hisseder. Demek oluyor ki; manevî hâlis samimî hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali' olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti. Evet bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.” (Barla Lahikası)


“Risale-i Nur'un kahramanı olan Hüsrev 'in bu defaki iki hediye-i kudsiyesi ve kerametkârane o iki semavî hediyenin manevî i'cazını gözlere de gösterir bir tarzda bu şuhur-u selâsede bizlere ve bu muhite hediye etmesi, Risale-i Nur nokta-i nazarında mu'cizane bir hizmettir. İnşâallah o Gül fabrikasının kalemi, buraları da bir gülistana çevirecek. Cenab-ı Hak o kalem sahibine, yazdığı her harf-i Kur'an'a mukabil Leyle-i Kadir'deki gibi otuzbin sevab ve rahmet ve hasene versin, âmîn âmîn âmîn.” (Kastamonu Lâhikası 90)


“Bu zât, dokuz-on sene zarfında dörtyüz risale kadar dikkatli ve tevafuklu olarak Risale-i Nur'dan yazdığı gibi; hâfız olmadığı halde yazdığı iki mükemmel Kur'an ile ve üçüncüsü -müteferrik surette- gözle görünür bir nevi i'caz-ı Kur'anı gösterir bir tarzda üç Kur'anı yazmış; tam mukabele edilmeden bize gelmiş; biz de mukabele etmeden size göndermiştik. Sizler de kemal-i dikkatle hareke ve harflerde gördüğünüz kırk-elli sehiv, Hüsrev 'in kaleminin ne derece hârika olduğunu gösterir. Çünki her Kur'an'ın üçyüzbin altıyüz yirmi harfinde, o kadar hareke ve sükûnlarında yalnız kırk-elli sehiv bulunması, o kalemin isabette hârika olduğunu gösterir.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hüsrev kerametli kalemiyle, bana yazdığı gayet kıymetdar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ'caz-ı Kur'aniye gibi, bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hâfız'ın kalemi oradaki mevcud tevafuku tamamen muhafaza edememiş. Tevafukçu Hüsrev 'in taht-ı nezaretinde, mabeyninizde taksim edip, bana yadigâr bir İ'caz-ı Kur'anî'yi müştereken yazsanız çok iyi olur.” (Barla Lâhikası 336)

Hüsrev Efendi’nin Mektublarının Değeri:[]

“Gül ve Nur fabrikası namına Hüsrev 'in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zâten Hüsrev 'in mümtaz bir hasiyeti budur ki; şimdiye kadar bana gelen bütün mektublarının hiçbirisi beni incitmiyor, elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok minnetdarım.” (Emirdağ Lâhikası-1)


“Çok defa benim sıkıntılarıma bir merhem hükmüne geçmiş ve yanımdaki sakladığım kahraman Hüsrev 'in çok mektubları ve onların her birinden birer ehemmiyetli fıkrayı alıp mecmuunu Lâhika'ya geçirmek için zaman bulamıyorum. İnşâallah bir istirahat zamanında tedkik edeceğim.” (Emirdağ Lâhikası-1)


“Nur kahramanı Hüsrev 'in, ben Emirdağı'nda iken bana yazdığı umum mektublarından mühim parçalarını, hususan benim yazdığım mektubların hülâsalarını hâvi kısımlarını bir defterde yazmıştım. Fakat ben hapiste iken birisi hoşuna gitmiş, almış; kayboldu. Şimdi tekrar eski mektublarından kırk kadar bende var. Onları inşâallah ben işaret edeceğim; burada yazdırmazsam size göndereceğim. Bir defterde cem'edilerek belki ehemmiyetine binaen teksir edilecek (çoğaltılacak).” (Emirdağ Lâhikası-2)


“Kahraman Hüsrev 'in onlara dair mektubları, mübarek nushalar gibi, tenbellik, lâkaydlık hastalıklarına mübtela olanlara şifa olur, ellerde gezer.” (Kastamonu Lâhikası)


Hüsrev Efendi’nin Validesinin Değeri:[]

“Hüsrev kardeş! Son mektubumda demişim: Hüsrev 'lerin vâlideleri sebebiyet verdiler ki; bir seneden ziyade bir vakitten beri bütün talebelerin peder ve vâlideleri duaya dâhil olmuşlar. Sakın yanlış zannetmeyiniz. Senin vâliden gibi, on seneden beri Risalet-in Nur'un has şakirdlerinin dairesinde bulunan orada çok âhiret hemşirelerim var. Onlar, yeniden başkalarının duaya dâhil olmalarına sebeb olmuşlar demektir.” (Kastamonu Lâhikası)


“Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Hüsrev”

“Hüsrev kardeş! Senin mektubun, benim meraklarıma bir şifa ve arzularıma bir deva ve ümidlerime bir ziya hükmüne geçti. Hem Risale-i Nur'un muhterem bir talebesi ve has dairesinde bulunan âhiret hemşirem vâlidenizin hastalığı ve ihtiyarlığı seni Isparta'ya celbi hayırdır. Elbette sen ona, Hastalar ve İhtiyarlar Risalelerini okumuşsun. O risaleler, benim bedelime onun keyfini sorup teselli versinler.” (Kastamonu Lâhikası)

“Aziz kardeşim Hüsrev!

Cenab-ı Hak merhumeyi mağfiret eylesin ve sana ve onun evlâdlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin! Ben de mateminize cidden hissedarım. Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim. Evet sen de benim gibi, dünya ile iki cihetle alâkan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur'un bir fedaisi alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa fevkalâde bir sebat, bir ihlasın lüzumu ile beraber; bazı ârızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez. O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları; Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulunmak lâzım.” (Kastamonu Lâhikası 231)


2- Hz. Üstad’ın, Hüsrev Efendi’yi Nur Talebelerine Uyulması Gereken Bir Numune Olarak Göstermesi:[]

Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca, Hüsrev Efendi’nin ismini örnek talebe olarak göstermiş ve daima talebelerini onun gibi olmaya sevketmiştir. Denizli Hüsrev ’i, İnebolu Hüsrev ’i, Kastamonu Hüsrev ’i, Küçük bir Hüsrev gibi sıfatlarla pek çok talebelerini Hüsrev ’e benzemekle taltif etmiştir.

“Buranın bir Hüsrev 'i olacak derecede ihlas ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risalet-ün Nur'un çalışkan bir talebesi…” (Barla Lâhikası 372)


“Lillahilhamd sizlerin gayretinizle o havalide çok Hüsrev 'ler var, meydana çıkmağa başlamışlar. Belki çok zamandan beri mütemadiyen çalışmaktan Hüsrev 'e bir istirahat verildi ve kıymetdar kalemi yerinde mübarek lisanı ve hâlisane ahvali yine kudsî hizmetini idame etmesini inayet-i İlahiyeden ümidvarız. Nasılki Feyzi ve Salahaddin'in askerliği de öyle mübarek oldu.” (Kastamonu Lâhikası)


“Isparta'nın Hâfız Ali'si (Kâtib Osman) elhak ikinci bir Hüsrev olduğuna benim de kanaatım geldi. Cenab-ı Hak onu ve Mehmed Zühdü gibi çok fedakârları ve Risale-i Nur'un hakikî sahiblerini Isparta'ya ihsan eylesin, âmîn. (Kastamonu Lâhikası)


“Ben kalben arzu ederim ki; çelik ve demir gibi sebatkâr Isparta ve civarındakiler gibi metin kahramanlar (Hüsrev ler, Hâfız Ali'ler gibi) Kastamonu tarafından dahi burada görünsün.” (13. şua)


“İkinci Hüsrev olan birinci Tahir'in gayet dikkat ve tevafuklu yazdığı risaleler beni o derece minnetdar ve mesrur ediyor ki, elimden gelseydi herbir nüshasına on altun lira verecektim.” (Kastamonu Lâhikası)


“Hem küçücük bir Hüsrev , hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylan namında çok çalışkan bir çocuk, Risale-i Nur'a tam hizmet ediyor.” (Emirdağ Lâhikası-1)


“Denizli'nin bir Hüsrev 'i Hasan Feyzi'nin uzunca, tafsilatlı bir mektubunu vasıtanızla aldım. (Emirdağ Lâhikası-1)


“Nazif'e bin bârekâllah, bin mâşâallah. İkinci bir Hüsrev , İnebolu ikinci bir Isparta olduğunu isbat ediyor.” (Emirdağ Lâhikası -2)


“Küçük bir Hüsrev olan kahraman Sungur aynı vakitte…” (Emirdağ Lâhikası -2)


“O civarın bir Hüsrev 'i kardeşimiz Ahmed Feyzi…” (Emirdağ Lâhikası-1)


3- Hüsrev Efendi Bediüzzaman Hazretleri’nin Üç Hapsinde De Onunla Beraber Hapis Yatmış Ve O Çile İmtihanlarından Yüzünün Akıyla Çıkmıştır.

Hüsrev Efendi, Afyon hapsindeki müdafaasına şu cümlelerle başlamıştır:[]

“İddia makamının Risale-i Nur'a hizmetimden dolayı Üstadımın mevhum suçuna beni iştirak ettirmesine mukabil derim ki:

Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur'la âlem-i İslâm'a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede muvaffak eden Cenab-ı Hakk'a âhir ömrüme kadar şükredeceğim.” (14. Şua, Afyon Müdafaası)

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat'î kanaatım gelmiş ki: Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev 'i ve Hâfız Ali, Tahirî'yi (R.H.) sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. "Acaba neden?" der idim. Şimdi anladım ki; onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar, malayani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enaniyetten gelen hodfüruşluk ve tenkid ve telaş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itminan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur'un manevî kuvvetini gösterdiler. Cenab-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin, âmîn!” (13. Şua, Denizli Hapsi)

“Hüsrev Altınbaşak'ın evi taharri olunup hem teksir makinesi, hem mecmualar müsadere edilerek bir sene evvel mahkemeye verilmiştik. Neticede yasak olmayan dinî eserler olmasından Hüsrev Altnbaşak'la bana ve diğer bir arkadaşımıza ruhsatsız kitab tab'ettiğimizden bir ay ceza verildi. Biz de temyiz ettik. Henüz temyizden gelmeden Afyon Hapishanesine getirildim.” (Şualar)



4- Risale-İ Nur’da İsmi En Çok Anılan Hüsrev Efendi’dir.[]

Hüsrev Efendi’nin adı, Bediüzzaman Hazretleri’nce risalelerde o kadar çok anılmıştır ki, kendisinden sonra en çok bahsi geçen isim olan Sabri’den yaklaşık iki kat olmak üzere adı tam 441 defa geçer.

Not: Nur 1.0 programındaki 13 ana eserden bilgisayarla tarama yapılarak tesbit edilmiştir.


5- Tevafuklu Kur’an’ı Yazmak Hüsrev Efendi’ye Nasib Olmuştur.[]

Bediüzzaman Hazretleri’nin keşfettiği Kur’an’ın yazılarındaki tevafuk mucizesini onun emriyle “Tevafuklu Kur’an”ı yazarak göstermek Hüsrev Efendi’ye nasib olmuştur.

“Asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu'cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur'un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev 'e "Yaz" emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz'daki yazılan Kur'an gibi yazılması…” (11. Şua)

Herşeyin aslı Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğu gibi Kur’an’ın sayfa ve yazı düzeninin de aslı oradadır. Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği bu büyük müjde Hüsrev Efendi’nin tarih boyunca kimseye nasib olmamış olan Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’a benzer bir Kur’an’ı yazmak gibi çok büyük bir şeref ve imtiyaza da mazhar olduğunu göstermiştir. Hz. Üstad, bu Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’a benzediğini şu bilgiye dayandırmıştır:


“Ehl-i kalb bazı kimseler demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye hükmetmişler.” (Rumûzât-ı Semaniye)


“Senin yazdığın mu'cizeli iki Kur'an-ı Azîmüşşan'ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif'te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab'a girmesiyle, âlem-i İslâm'dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah'a şükreyle.(Kastamonu Lâhikası)


“Hem Kur'anın gözle görülen bir nevi lem'a-i i'caziyeyi (tevafuk mucizesini), beş-altı mushafta işaretler yaptım, hatt-ı arabî-i Kur'anîleri (Kur’an yazıları) mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı arabî-i Kur'an'da Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiblere ve hatt-ı arabî muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı arabîde, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: "Evet bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz" dediler. Demek Hüsrev 'in kalemi, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ve Risale-i Nur'un mu'cizevari kerametleri ve hârikalarıdır. Kardeşiniz Said Nursî” (Kastamonu Lâhikası)


“Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ımızı tab'edilecek esbab (sebebler) var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu mes'elede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahirî, Hâfız Mustafa, hârika tesanüdleriyle ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnetdar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüşdü'nün lâ-yetezelzel sadakatıyla, Hüsrev 'le beraber bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur'aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.” (Kastamonu Lâhikası)


6- Hüsrev Efendi’nin Talebeliğe Girişi De Onun İlerideki Makamına İşaret Eden Bazı Rüyalar Ve Kerametlerle Olmuştur.

“İki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rü'ya-yı sadıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tayin edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rü'ya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmağa başladım. Ve bilhassa Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci ve Sekizinci Mes'elelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlahî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun. Hüsrev” (Barla Lâhikası)

"(Hüsrev 'e hitaben yazılan bir mektubdur)

Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!

Evvelâ: Sözler'e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rü'ya çok güzeldir, hem hakikattır. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur'an-ı Hakîm'in cennetinden, gül-ü Muhammedî (A.S.M.) namında, hadsiz nuranî hakikatların fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur'aniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-ı mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine o rü'ya beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz." (Barla Lahikası)

“Hizmet-i Kur'âniyede mühim bir rükün olan Hüsrev , o risalenin (30. Söz) kendisine tesliminden mukaddem (önce), Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmla münasebattar bir rüya görmüş. Bu Söz, gördüğü rüyanın hakikatlerini tabir ettiğini, bu Sözün o gün eline geçmesiyle görmüş. Ve bu rüya onun için bir keramet-i kat'iye hükmüne geçmekle, tamamiyle hizmete teslim olmuş ve Nurun kahramanı olmuştur.” (Fihrist Risalesi)

“Hüsrev gibi, kendine tembel diyen ve beş senedir Sözler'i işittiği halde yazmaya cidden tenbellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda ondört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şübhesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur'aniyedir.” (Mektubat 359)


7- Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev Efendi’ye Risale-i Nur’da Tashih Gereken Yerlerde Düzeltme Yapma Salahiyeti Vermiştir.

“Bundan sonraki kısmı, bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık içinde yazılmış. Kusuratıma nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Hüsrev, münasib görmediği kısmı ta'dil, tebdil, ıslah edebilir.” (Şualar)


“Hüsrev 'i tashihte ve tevzi'de ve tedbirde ve muhaberede ve Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakıyetine dua ederiz.” (Emirdağ Lâhikası-1)


8- Hüsrev Efendi’nin Üstadına Ne Kadar Büyük Sadakat, Sevgi, Fedakârlık, Hürmet Ve Tevazu Duygularıyla Bağlı Olduğunu Gösteren Risale-i Nur’daki İfadeleri:

“Her tarafı ve her hali kusur ve ayıbla dolu talebeniz, sevgili Üstadının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hattâ Üstadı uğrunda, yüzbin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ-tereddüd hazır olduğunu, surî değil, kalbî bir itirafla müheyyadır.


Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlıkından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a'malim tedkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru' ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur'anî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini feda etmeyi, ne büyük saadet ve şeref kabul etmişim.


Ey sevgili Üstadım! Ey kıymetdar Hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur'an! Izdırablarımın sürura inkılab etmekte olduğunu hissediyorum…” (Barla Lahikası)


“Hem iki güzel ve latif haşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin (Meyve Risalesi’nin 10. Mesele’nin) tamam edilmesi bu fakir talebeniz Hüsrev 'i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevketti ki; bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arzettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla söylemişim.” (Şualar)


“Evet sevgili üstadım, biz Allah'tan, Kur'andan, Habib-i Zîşan'dan ve Risale-i Nur'dan ve Kur'an dellâlı siz sevgili üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah'ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde, Cenab-ı Hakk'a vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalık edenleri Cenab-ı Hakk'a terketmekle afvetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah'a hadsiz hududsuz şükürler ediyoruz. Çok kusurlu talebeniz Hüsrev…” (Şualar)


“(Ahmed Hüsrev 'in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!

Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum. Ve bir de, peşinde koştuğum bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenab-ı Hakk'ın lütf-u ihsanlarına hamdeder ve şükrederken bir kardeşimizin dediği gibi, ben de kendime diyorum ki:

Evet Hüsrev , iyi olan sen değilsin; takib ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbir şey olamaz diyorum.

Sevgili Üstadım, size medyunuz (minnetdarız), risalelere medyunuz. Bizi size ve risalelere ulaştıran Cenab-ı Hakk'a medyun u müteşekkiriz ve hâmidiz.

Sevgili Üstadım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet bazan yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahatı arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa'yim, keffaret-üz zünub olur. Çünki Cenab-ı Hakk'ın rahmeti vâsi'dir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymetdar Üstadımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid ediyor. Ahmed Hüsrev” (Barla Lâhikası)


“Altıncı Mektub'a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Hüsrev” (Barla Lahikası)


“(Hüsrev 'in bir fıkrasıdır)

Sevgili, muhterem Üstadım, kıymetdar Üstadım!

Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektubdan duyduğum süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor (öpüyor); ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz…” (Barla Lahikası)


“(Hüsrev 'in fıkrasıdır)


Sevgili Üstadım!


Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri sürur içinde, Cenab-ı Hakk'a bînihaye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf-ı İlahiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhassa sevincimi artıran keyfiyet, Cenab-ı Hakk'ın sırf hizmet-i Kur'an'da istihdam etmesinin iş'ar buyurulmasıdır (bildirilmesidir).


Sekizinci Remiz'deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde, "var ol, mes'ud ol, bahtiyar ol Üstadım" nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu.


Sevgili Üstadım size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyak bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nailiyetiniz için dua eder ve damenlerinizi (eteklerinizi) kemal-i hürmet ve ta'zimle öperim, Efendim Hazretleri! Hüsrev” (Barla Lahikası)


“Sevgili Üstadım! Hâlıkımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Bey'le takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ'caz-ı Kur'an'ın (25. Söz’ün) sahifelerini açtıkça hakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat u selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri. Talebeniz Ahmed Hüsrev” (Barla Lahikası)


“(Ahmed Hüsrev 'in fıkrasıdır)

Sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!

Arz-ı hürmet ve iştiyakla el ve ayaklarınızdan öperim. Hulusi Bey'in suallerine verilen cevablara ait cihandeğer kıymetli, nurlu, feyizli sözlerinizi iki gün evvel aldım. Suallerin cevabları o kadar latif idi ki, ne okumağa doyabildim ve ne de idrakim kadar olsun hakkıyla kavrayabildim.” (Barla Lahikası)


“(Hüsrev 'in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!

El ve ayaklarınızdan öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duacıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmaline muvaffak olabildiğim Yirmialtıncı ve Onuncu Cüz'leri ve Kur'an-ı Kerim'in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden şu arîzamı takdim ediyorum.” (Barla Lahikası)


“Bediüzzaman Said Nursî'nin ders ve irşadiyle hakikata ulaşan ve Nur hizmetinde çok kıymettar ve yüksek hizmetleri sebkat eden kahraman ve halis bir talebenin, Üstadın mâhiyetini tarif eden ayn-ı hakikat bir ifadesidir.

Bu günde, Mele-i Âlânın Arzda medar-ı süruru.

Bu günde, sekene-i Arzın Mele-i Âlâda medar-ı iftiharı.

Bu günde, Habibullahın medar-ı nazarı.

Bu günde, müslümanlığın sertacı.

Bu günde, hak tariklerin şahı.

Bu günde, hakikatların imamı.

Hem bu günde, Mahbub-u Hüda.

Hem bu günde, allâme-i asır.

Hem bu günde, zulmetin nuru.

Hem bütün günlerde serdar-ı hidayet.

Hem Molla Said-in Nursî..

Hem Bediüzzaman-el-Fahrüddevranî... Hüsrev” (Tarihçe-i Hayat)


“Eseridir bu eserler bir ateşpare-i zekanın.

İşte bu dehadır beklediği bütün a'sarın (asırların).

Feyyaz nurlarıdır hep bu nurlar insanlık âleminin

Şübhe yok Hakkın tecellisidir parlayan içlerinde bu hakikatlerin

Ya Üstadena feyzine hayran nuruna hayran baştan başa bütün insan

Asarınla hakkı bulan ezkiya da diyor. Yok kusur bulmaya imkan

Lütf-ı hakla buluyorlar bu nurları okuyanlar. Yep yeni bir nurlu âlem

Şübhesiz Allah'dır ancak nurdan hakikatler kalblerde yaradan Talebeniz Husrev” (7. Şua)

Netice: Buraya kadar saydığımız kuvvetli delillerin tamamını bir arada ele alacak olursak Hüsrev Efendi’nin Bediüzzaman Hazretleri’nin halefi, yani ondan sonra yerine bıraktığı en seçkin talebesi olduğu güneş gibi aşikar olarak ortaya çıkmaktadır. Bahsimizi, yukarıya da almış olduğumuz, Hazret-i Bediüzzaman’ın kısa ve net ifadesiyle kapatıyoruz:

“Hüsrev gibi Nur kahramanından -benim yerimde ve Nur'un şahs-ı manevîsinin (manevî şahsiyetinin) çok ehemmiyetli bir mümessili (temsilcisi) olmasından- hiç bir cihetle gücenmemek elzemdir (en lazımdır).” (Şualar, 14. Şua)

Özgeçmişi[]

Isparta’da doğdu. Babası Mehmed Efendi, annesi Ayşe Hanım’dır. Osmanlı devri Isparta valilerinden Hacı Edhemoğlu Ali Ağa’nın torunudur. Yeşilsarıklılar diye bilinen baba tarafından soyunun Hz. Ebû Bekir’e, Hâfızıkurrâlar olarak bilinen anne tarafından ise Hz. Hüseyin’e ulaştığı kaydedilir (Bediüzzaman Said Nursî, I, 405).

Ahmet Hüsrev gençlik yıllarında zikir meclislerine katıldı.

1916’da Isparta İdâdîsi’ni bitirdikten sonra I. Dünya Savaşı’nda İstanbul’da orduya alındıysa da yaşı küçük olduğundan cepheye gönderilmedi. Dört yıl sonra gönüllü olarak katıldığı Millî Mücadele’de batı cephesinde Yunanlılar’a karşı savaştı. Manisa yakınlarında esir düştü ve üç yıl boyunca Korfu adasında esir kaldı.

Esaret dönüşü Isparta’da maliye, sağlık işleri ve tapu dairelerinde çalıştı. Isparta merkez, Şarkîkaraağaç ve Keçiborlu’da sekiz yıl memuriyette bulundu.

Said Nursi'ye iltisakı[]

1931’de, beş yıldan beri Isparta’nın Barla kasabasında sürgünde bulunan Said Nursi ile tanıştı ve memurluktan istifa ederek kendini onun yeni telif etmeye başladığı Nur Risâleleri’ni yazıp neşretmeye adadı. Yeni harflere karşı mesafeli duran Said Nursi risâlelerini Arap harfleriyle yazdırıyor ve talebelerinden de bunları elle yazarak çoğaltmalarını istiyordu. Hüsrev Efendi, Nur Risâleleri’nin çoğaltılması için yoğun bir çalışma içine girdi, evine kapanarak bütün vaktini risâleleri çoğaltmaya ayırdı ve bir ayda on dört kitabı bitirmek suretiyle büyük bir başarı ortaya koydu. Zamanla istinsah ettiği risâlelerin sayısı yüzleri buldu. Said Nursi çeşitli eserlerinde onun bu alandaki hizmetlerini defalarca dile getirip takdir etti ve kendisine karşı olan özel yakınlığına vurgu yaptı (a.g.e., I, 428, 452, 454, 455; II, 463; Şualar, s. 553; Kastamonu Lâhikası, s. 3, 105; Mektûbât, s. 238; Barla Lâhikası, s. 64). Hüsrev Efendi ayrıca, öğrenciler tarafından yazılan veya teksirle çoğaltılan eserlerdeki yanlışları tashih etme işinde yardımcı oldu. Said Nursi de onun risâleler hakkındaki fikirlerine ve kararlarına itibar etti, kendisine risâleler üzerinde değişiklik ve düzeltme yapma yetkisi verdi (Şualar, s. 602; Kastamonu Lâhikası, s. 67; Bediüzzaman Said Nursî, II, 953, 954).

Mapus günleri[]

Said Nursi ve talebelerinin Eskişehir, Denizli ve Afyon’da hapse girdikleri yıllarda Ahmet Hüsrev de onların içinde yer aldı. Said Nursi bu dönemde Barla, Kastamonu ve Emirdağ gibi yerlerde sürgünde ve sıkı takip altında iken Hüsrev Efendi ondan gelen tâlimatlar doğrultusunda Risâle-i Nûr neşriyatını ve risâlelerle ilgili hizmetleri Isparta’da yerine getirdi. Bu faaliyetleri sayesinde Risâle-i Nûr talebeleri arasında zamanla “üstâd-ı sânî” diye anılmaya başlandı. Nitekim Isparta Cumhuriyet Savcılığı’nın 1956’da Said Nursi ve seksen üç talebesi aleyhinde hazırladığı iddianâmede onun üstâd-ı sânî olarak tanındığı hususunda kendi ikrarının, ayrıca çeşitli delillerin bulunduğu ifade edilmektedir (Bediüzzaman Said Nursî, III, 1136). Tevâfuklu mushafın yazılması işiyle de ilgilenen Hüsrev Efendi bu sebeple kırk beş yılı bulan bir inzivâ hayatı yaşadı. Said Nursi’nin Kur’an’daki tevâfuk çalışmasında ona yardımcı oldu, böylece tevâfuklu mushaf-ı şerif şekli ortaya çıktı.

1960 yılında Said Nursi’nin vefatından sonra Hüsrev Efendi, Risâle-i Nûr’un neşrine yönelik hizmetlerini yakın arkadaşları ve çevresinde toplanan yeni nesil Nur talebeleriyle beraber sürdürdü. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Isparta’daki evi talebe ve ziyaretçilerin uğrak mekânı haline geldi.

Bu arada 1960, 1964 ve 1971’de toplam dört yıl hapis yattı. 1971’de en yakın talebeleriyle birlikte girdiği Eskişehir hapishanesinde üç yıl kaldı.

1974’te hapisten çıkınca tevâfuklu mushafın basımı için Hayrat Vakfı’nı kurdu. Üç yıl bu vakfın çatısı altında hizmetlerini sürdürdükten sonra 20 Ağustos 1977’de İstanbul’da vefat etti ve Isparta’da Doğancı Mezarlığı’na defnedildi.

Hayrat vakfını kurması[]

Hüsrev Efendi’nin dokuz defa yazdığı tevâfuklu mushaf Hayrat Vakfı tarafından 1984 yılından itibaren İstanbul’da neşredilmiş, bir süre sonra Risâle-i Nûr’un Arap ve Latin harfleriyle nüshaları, ardından da başta Arapça olmak üzere diğer dillere yapılan tercümeleri basılmıştır.

RNK da bahisleri[]

Hüsrev Efendi’nin Risâle-i Nûr hizmetindeki büyük gayretleri sebebiyle Said Nursi’nin mektup ve eserlerinde kendisinden 500’ü aşkın yerde bahsedilmektedir. Said Nursi’nin ayrıca onun mektuplarından oluşan bir kitap derleyerek bunu “Yirmi Yedinci Mektub’un Zeyli” adıyla Risâle-i Nûr Külliyâtı’na dahil etmesi bu özel ilginin bir başka tezahürüdür.


Kaynaklar[]

  • Said Nursi, Emirdağ Lâhikası-1, İstanbul 1996, tür.yer.; a.mlf.,
  • Şualar, İstanbul 2009, s. 553, 602; a.mlf.,
  • Kastamonu Lâhikası, İstanbul 2009, s. 3, 67, 105; a.mlf.,
  • Mektûbât, İstanbul 2011, s. 238; a.mlf.,
  • Barla Lâhikası, İstanbul 2012, s. 64;
  • İhsan Atasoy, Mustafa Sungur, İstanbul 2012, tür.yer.;
  • Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Isparta 2013, I-III.


İç linkler[]


Dış Linkler[]

Videolar

Şablon:Tavafuklu Kur'an

Advertisement