Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
FB IMG 1454904374072
Bakınız

Şablon:Kaderbakınız - d


Kader
Kader Risalesi/Hasan Basri
KADER
KADERE IMAN Kader soruları
Evlilik kader mi?

Kader kime şikâyet edeyim seni bilemem

TAKDİR-İ KELÂM
TAKDİREN
TAKDİRÎ
Takdir
Mukadder
TAKDİRNAME

YİRMİ ALTINCI SÖZ
Risale:Yirmi Altıncı Söz
Risale:Yirmi Altıncı Söz'den Hâtime (İman ve Küfür Muvazeneleri)
Risale:Yirmi Altıncı Söz'den Üçüncü Mebhasın Sonu ve Dördüncü Mebhas (İman ve Küfür Muvazeneleri)

İmam-ı mübin
Kitab-ı mübin

Olmuş_ve_olacak_her_şeyin_kaydedilmiş_oluşu…İmâm-ı_Mübîn_ve_Kitâb-ı_Mübîn_kavramları_-_26._Söz_(12)-2

Olmuş ve olacak her şeyin kaydedilmiş oluşu…İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübîn kavramları - 26. Söz (12)-2

Musibet_vaktinde_tesânüd,_kusurları_hoş_görmek,_kazâya_rıza_ve_kadere_teslim_gerektir_-_Damlalar-3

Musibet vaktinde tesânüd, kusurları hoş görmek, kazâya rıza ve kadere teslim gerektir - Damlalar-3

Mısır'da_Kadir_Gecesi_-_Akşam_namazında_farzının_son_rukusundan_kalkınca_kiyamda_şafilerde_yapılan_kunut_duası_-_2010_(Türkçe_Alt_Yazılı)

Mısır'da Kadir Gecesi - Akşam namazında farzının son rukusundan kalkınca kiyamda şafilerde yapılan kunut duası - 2010 (Türkçe Alt Yazılı)

Allah_Cennete_veya_Cehenneme_Gideceğimizi_Biliyorsa_Bizi_Neden_Yarattı_?_-_Mehmet_Yıldız

Allah Cennete veya Cehenneme Gideceğimizi Biliyorsa Bizi Neden Yarattı ? - Mehmet Yıldız

Allah Cennete veya Cehenneme Gideceğimizi Biliyorsa Bizi Neden Yarattı ? - Mehmet Yıldız www.youtube.com/hayalhanem Kader değişebilir mi ?
Kader dua ile değişebilir mi ?
Kaderimde yazıldığı için mi günah işliyorum ?
Bir insanın kaderi belli midir ?
Bu hayatı ben istemedim, Allah bana bu kaderi yazdı!” diyorsanız bu video tam sizlik !

Kazâ ve Kaderin Anlamları[]

Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak "yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi" demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

Kazâ ve Kadere İman[]

Kader ve kazâya iman yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, Allah'ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allah Teâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.

Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader iç yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.

Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından bilinemez. O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

Kader ve Kazâ ile İlgili Âyet ve Hadisler[]

Kader ve kazâya iman, her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden âyetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Hz. Peygamber de bazı meşhur hadislerinde kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır. Kader konusu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (er-Ra`d 13/8).

"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (el-Furkan 25/2).

"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (et-Tevbe 9/51).

Bu âyetlerden başka Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini sapıklığa sevkedip, dilediğini hidayete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü O'nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. ez-Zümer 39/62; es-Sâffât 37/96; el-A`râf 7/178; el-Vâkıa 56/60 vb.) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Hz. Peygamber de Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere imanı iman esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e:

- "İman nedir?" diye sormuş, o da:

- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır" cevabını vermiştir (bk. Müslim, "Îmân", 1; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 15; İbn Mâce, "Mukaddime", 9).

Kaderin bir ilâhî sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin imkânsızlığını göz önünde bulunduran Hz. Peygamber kader konusunu tartışan ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: "Siz bununla mı emrolundunuz? Veya ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz" (Tirmizî, "Kader", 1).

İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması[]

aa) Allah'ın ve İnsanın İradesi

Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.

Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.

Ehl-i sünnet'in önemli iki kolu olan Eş`arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş`arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.

bb) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü

İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.

Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim" (eş-Şems 91/7-8).

"Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör" (el-İnsân 76/3).

"Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir" (Fussilet 41/46).

O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar, böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.

cc) İnsanın Fiillerinin Yaratılması

İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.

Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allah Teâlâ'dır.

Ehl-i sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır.

Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.

e) Tevekkül

Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir. Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.

Yüce Allah bir âyette "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever" (Âl-i İmrân 3/159) buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/122, 160; el-Mâide 5/11; et-Tevbe 9/51; İbrâhim 14/11; et-Tegabün 64/13; et-Talâk 65/3). Hz. Peygamber de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et" (Tirmizî, "Kıyamet", 60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.

Hayır ve Şer[]

Sözlükte "iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda" anlamlarına gelen hayır, Allah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte "kötülük, fenalık ve kötü iş" demek olan şer de Allah'ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşrû olmayan, işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak olacağı davranışlar demektir.

Âmentüde ifade edildiği üzere her müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. Allah'ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah'tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah'ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur.

Ehl-i sünnet'e göre, Allah'ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için "ne güzel resim yapmış" denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir. Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın mânası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer Allah'ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır.

Allah'ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir" (el-Bakara 2/216). Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Hz. Peygamber'in yurdundan ayrılmaya zorlanıp Mekke'den Medine'ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur.

Rızık[]

Sözlükte "azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey" anlamına gelen rızk, terim olarak, "yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey" diye tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı gibi, haram olanları da kapsamaktadır.

Ehl-i sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri benimsemiştir:

1. Yegâne rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Teâlâ'dır. Kur'an'da, "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir..." (el-Hûd 11/6) buyurularak, tüm canlıların rızkını verenin Allah olduğu bildirilmiş, bir başka âyette de O'nun, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını ise daralttığı ifade edilmiştir (eş-Şûrâ 42/12).

2. Rızkı yaratan ve veren Allah Teâlâ'dır. Kul, Allah'ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. Allah da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. Allah'ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşrû yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı yaratmak ise Allah'tandır.

3. Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat Allah'ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur. Bir âyette, "Artık Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (en-Nahl 16/114) buyurularak, helâl yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.

4. Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.

h) Ecel

Sözlükte "önceden tesbit edilmiş zaman ve süre" anlamına gelen ecel, terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu yani ölüm anını ifade eder.

Her ferdin ve toplumun bir eceli vardır. Ecel tek olup Allah'ın kazâ ve kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren Allah olduğundan, eceli belirleyen de O'dur. "Aranızda ölümü takdir eden biziz..." (el-Vâkıa 56/60) âyeti bu hususu ortaya koymaktadır.

Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir ne de geciktirilebilir: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler" (el-A`râf 7/34; Yûnus 10/49), "Allah eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz..." (Münâfikun 63/11).

Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibadet ve güzel davranışların ömrü artıracağına dair hadisler (bk. Süyûtî, el-Câmiu's-sag¢r, II, 44) insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu anlamda yorumlanmışlardır:

1. Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk içinde, sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.

2. Yüce Allah bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî planda onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir.

Ehl-i sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır. Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezayı hak etmesinin sebebi de, Allah'ın "...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız" (el-En`âm 6/151) buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez.


KAZÂ VE KADER[]

Alm. Schicksal, Vorherbestimmung, Fr. Fatalite, destin, destinèe, İng. Fate, destiny. Îmânın şartlarından biri. İslâmiyette inanılması lâzım olan altı temel şeyden altıncısı, kadere yâni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesiyledir. Kader, lügatte “Bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir” demektir. “Çokluk ve büyüklük” mânâsına da gelir. Allahü teâlânın bir şeyi dilemesine “kader” denilmiştir. Bundan başka târifler de yapılmıştır. Şöyle ki: Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.

Allahü teâlâ, her şeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader bu ilimdir. Kader, hiçbir şey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahlûklara olan bağlılığıdır. Kaderin, yâni Allah’ın yaratmayı istediği şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyânın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ denir. Felsefeciler buna “inâyet-i ezeliyye” derler. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyânın var olmasına “kader” denir. Kadere îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Var olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyânın var olması imkânsızdır.

Allahü teâlânın kazâsı, takdiri ve levh-i mahfûz’a yazması, ilm-i ezelîsine uygundur. Yâni her şeyi, ileride ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmayacak ise, öylece bilmiştir. Bildiğini takdir eder ve yazar.

Kaderin iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünkü kader, bildiği şeyleri yaratmak demektir. Âlemlerin yaratanı, yarattığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden arşa kadar, maddeleri, mânâları, bir anda ve bir arada bilir. Her şeyi yaratmadan önce biliyordu. Her şeyin iki türlü varlığı olur. Biri ilimde varlık; ikincisi, hâriçte, maddeli varlıktır. İmâm-ı Gazâlî bunu bir misâlle şöyle anlatmıştır: Bir mühendis mîmar, yapacağı bir binânın şeklini, her yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu plânı, mîmâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâğıttaki plân, binânın, ilimdeki varlığı demektir ve zihinde tasavvur edilerek çizilen şeklidir. Kereste, taş, tuğla ve harçtan yapılan binâ da, hâriçteki varlıktır. Mühendis mîmarın zihninde tasavvur ettiği şekil, yâni bu şekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.

Bütün hayvanların, nebatların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektromanyetik dalgaların), kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alışverişleri, canlılardaki fizyolojik faâliyetleri, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhirette, bunların cezâsını görmeleri ve herşey ezelde, Allahü teâlânın ilmindeydi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyâyı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O’dur. Her şeyi bir sebeple yaratmaktadır.

Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Tayyâresiz uçururdu. Radyosuz, uzaktan duyururdu. Fakat lutfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmayı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O’nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan ilâç kullanır. Cennete gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ölür. Zehir içen ölür. Terliyken su içen hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, Müslümanlığı öğrenir, sever, Müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu kâfir olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâc olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, memur, işçi, sanatkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhiretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mûtî ile âsî arasında fark kalmazdı.

Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Her şeyi, o âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyâda zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, aldatanları Cennete sokardı. Fakat, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle dilemediğini bildirmektedir. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O’dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında “irâde” yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmıştır.

Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine kesb etmek denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın; emirler, yasaklar, sevaplar ve azaplar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir.

Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı.” buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, hem insanlarda kesb, yâni hareketlerinde “irâde-i cüz’iyye” bulunduğunu göstermektedir. Cebr (zorlama) olmadığını açıkça ispat etmektedir. Bunun için “insanın işi” denilmektedir. Meselâ, Ali vurdu, kırdı denir. Hem de, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.

Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahtan râzı değildir, beğenmez. Her şey, O’nun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O’dur.” buyuruyor.

Ehl-i sünnet vel-cemâat; kadere îmân etmiş, kadere inanmak îmânın şartıdır, demiştir. Yâni kadere inanmayan, mümin değildir, dediler.

Büyük âlim İmâm-ı Begavî buyurdu ki: “Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şerîat (din) sâhibi olan peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısmı da saîddir. Cennete gidecektir.

Bir kimse, hazret-i Ali’den kaderi sorunca, hazret-i Ali; “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca: “Derin bir denizdir.” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defâ: “Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı.” buyurdu.

Kazâ ve Kader

Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen, gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı Rabbânî)

Îmânın şartlarından biri de kazâ ve kadere hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Cenâb-ı Hak her kulunun başından geçecek her şeyi önceden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse cenâb-ı Hak değiştirir. Kader, cenâb-ı Hakk'ın kullarından gizlediği bir sırrıdır. (Kemâhlı Feyzullah Efendi)


KAZA VE KADER, IMAN ESASLARINDAN MIDIR?[]

Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır. Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir. Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir. Yani, "kaza ve kader akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir neticesidir. Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir. Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman Islâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak

"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır. Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen (bk. Kitâbu'l Iman, Kitâbu'l-Kader) Hz. Ömer (r.a)'in Rasûlullah (s.a.s)'den naklettiği meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir. Rivayete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrâil (a.s), "Iman, Islâm ve Ihsan"ın manasını Peygamber (s.a.s)'e sormuş ve her sualin sonunda, (Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. "Iman nedir?" sorusuna Rasulullah (s.a.s): "Iman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır.

"Bu konudaki hadisler ‚ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder. Zannî deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez. Çünkü bu hadislerin delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir. Bu durumda zannî deliller de kesinleşir. Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine işaret buyrulmuştur (Âlu Imran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/60, el-Isrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49, el-Hadıd, 57/22). Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden (el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca sayılmamıştır. Peygamberimiz (s.a.s)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (s.a.s) tarafından beyan edilmiştir. Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm, 53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-Islam, Beyrut 1986, III, s. 5-6; Ali Arslan Aydın: Islam da Iman ve Esasları, Istanbul 1982, s.394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s.225-227). Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "Insanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde açıklamışlardır:

KADERE IMAN[]

Varlık âleminin başlangıcından sonuna, yani ezelden ebede kadar olacak şeylerin; zamanını, yerini, niteliğini, özelliklerini, kısaca ne, nerede, ne zaman ve nasıl olacaksa, olmadan önce bunların hepsini Allah'ın bilmesine "kader" ve herşeyin zamanı gelince O'nun bilgisine uygun olarak var olmasına da "kaza" denir. Ya da tersine, birincisine "kaza", ikincisine "kader" denir. Dilimizde "takdir-i ilâhî", "alın yazısı" ve "kader" olarak anılır."Felek" de bazen "kader" anlamlarında kullanılır. Bu anlamda "zalim felek" demek, Allah'ın takdirini adaletsiz saymak olacağından, bilgisizce söylenmiş, küfür bir söz olur.

Kader'e inanma, iman esaslarının en önemlilerindendir. Çünkü imanın diğer şartlarına sağlam olarak inanmak da, kadere inanmaya bağlıdır. Meselâ kadere inanmayan, Allah'ın herşeyi bilebileceğine de inanmamış olur. Ya da tersinden söylersek, Allah'ın herşeyi bilebileceğine inanan kadere de inanmış olur. Zaten kader, herşeyin nasıl ve ne zaman olacağını bilmek demektir.

Kader Allah'ın bilme sıfatıyla ilgili olduğu gibi, dileme ve yaratma sıfatıyla da ilgilidir. Yani Allah bir şeyin olmasını ya da olmamasını diler, o şeyin ne zaman ve nasıl olacağını bilir, zamanı gelince de onu, önceden dilediği ve bildiği şekilde yaratır. Işte kaderi kabul etme, aslında bunları kabul etme demektir.

Kader meselesi iyi kavranıldığında, "tesadüf" denen birşeyin olmadığı, en küçügünden en büyügüne kadar her olayın bir sebepler zincirine bağlı olarak meydana geldiği ve bu zincirin başında Allah'ın bulunduğu anlaşılır. Hattâ bir yaprağın agaçtan düşerken sağa sola dönmesi bile bir takdirin gereğidir. Olaylar zinciri üzerinde kafa yoran herkes bunu kavrayabilir.

Kader meselesi iyi kavranılmayınca, bazı konularda insan işin içinden çıkamaz. Bunlardan birisi de rızık meselesidir:

Her canlının rızkını Allah kendi üzerine aldığını bildirmiş, Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Cebrail kalbime fısıldadı ki, hiçbir canlı rızkını tastamam kullanmadıkça ölmeyecektir. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollarla arayın" (Benzer hadîs için bk. Ibn Mâce, Ticaret H. No. 2144; Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur:"Rızık gelmedi demeyin, çünkü hiç bir kul, kendisinin olan son rızık da ona ulaşmadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının ve onu güzel yollarla, yani helali alıp haramı terketmekle arayın. (Hakim Beyhakî) Feyzu'I-Kadir VI/4O1 ) Buna göre birisi çıkıp, çalışmama gerek yok, benim için takdir edilen rızık nasıl olsa beni bulacaktır, derse durum ne olur? Hemen söylemek gerekir ki, kadere inanmak nasıl dinî bir emirse, çalışıp çabalamak da böyle dinî bir emirdir. Yani biz rızkımızı artırmak için değil, yaratıcımızın emri olduğu için çalışırız. Sonra Kaderin bir boyutu da herşeyin bir sebebe göre yaratılmasıdır. Bizden çalışmamızın istenmesi, belki de o çalışmamızın, rızkımıza sebep yapıldığındandır.

Rızık meselesine gelmişken bir noktaya daha değinmeliyiz: Rızık insanın doğumundan ölümüne kadar kullanacağı yiyecek, içecek ve giyeceklerdir. Insanın kullandığı bu tür dünya nimeti ona bir başkası aracılığı ile de gelmiş olabilir. Ancak, biraz önce de söylediğimiz gibi, sebepler zincirinin başında Allah vardır. Öyleyse teşekküre asıl lâyık olan O'dur. Insana sadece araç olduğu için teşekkür edilir. Allah'ın bu insan için yazdığı ve yola çıkardığı rızık ona bu yolla gelmeseydi, mutlaka bir başka yolla gelecekti. Tıpkı bir kralın, hizmetçisiyle birisine hediye göndermesi gibi. Onun için bizim bütün nimetleri Allah'tan bilip O'na teşekkür etmemiz gerektiği gibi, insanların rızkımıza engel olmalarından da korkmamamız ve bu yüzden insanlara kulluk etmememiz gerekir. Ölüm olayı da aynen bunun gibidir. Öldüren sadece Allah'tır ve ölüm ne zaman takdir edilmişse o zaman gerçekleşecektir. Ancak insanlar kendilerini ölüme atmamakla emrolunmuşlardır. Artık cesaretli olmak gereken yerde korkmanın da hiçbir önemi yoktur.

Allah'ın her şeyi önceden takdis etmesi bizi bağlamak olmaz mi? Nasıl olsa O'nun takdiri dışına çıkamayacağımıza göre, bizi yaptıklarımızla sorgulaması adalete nasıl yakışır? sorusu, kader konusunda inceden inceye düşünmeyen herkesin kafasını meşgul eden bir sorudur. Bunu tek cümle ile: "Bir şeyin nasıl olacağını bilmek, o şeyi öyle olmaya mecbur etmek demek değildir" diye cevaplayabiliriz. Yani Allah (c.c.) neyin iyi, neyin kötü olduğunu bildirmişve insana iyiyi de kötüyü de dileyebilme (irade) ve yapma gücü vermiştir. Dolayısı ile insanın, kötüyü dilemesi ve yapması halinde cezalandırılması normaldır. Meselâ bir tanıdığımızın, bir hafta sonra sabah uçagı ile Ankara'ya gideceğini, orada bir genel müdürle görüşüp Eskişehir'e geçeceğini, orada da bir akrabasını ziyaret edip trenle Istanbul'a döneceğini bilmiş ve bunu aynen yazmış olsak, günü gelince de o, bunları aynen uygulasa, biz önceden öyle yazdığımız için o da bunları yapmak zorunda kaldı, diyebilir miyiz? Işte Allah da herşeyi, bu arada kimin iradesini nasıl kullanacağını önceden bildiği için takdir etmiş, yani bilmiştir. Yoksa o yazdığı için insanlar öyle yapmak zorunda kalmamıştır.

Yani insan kendi eylemlerinin sonucunu kendi belirler. Iradesini iyi ya da kötü yöne çevirir, gücünü de o doğrultuda kullanır. Allah da onun diledigi ve gücünü kullandığı fiili yaratır. Böylece hayrı da şerri de yaratanın Allah olduğu anlaşılır. Ne var ki, hayrı yani iyıliği severek, şerri, yani kötülüğü de sevmeyerek, sırf kulunun iradesi ve gücü o yönde olduğu için yaratmıştır.

Tabiat olayları dediğimiz yağmur, kurak, deprem, sel felâketi... gibi olaylar da Allah'ın takdiri ve yaratmasıyladır. Bunların sebepleri yüksek başınç, yeraltı çukurlarının çökmesi, şu ya da bu olabilir. Ama bu sebeplerin de birer sebebi, onların da birer sebebi vardır ve bu zincir Allah'a dayanır. Bunlar bir yana, bu tür olayların bir de insanların davranış biçimiyle ilgili olan yani vardır. Çünkü Allah, dünyada olan herşeyi insanlar için yarattığını söyler. ("O yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratandır" Bakara (2) 29. ) Öyleyse bunlar da insanlar için yaratılmıştır. Ayrıca insanlar Allah'ı tanıyıp, davranışlarını ve yaşayışlarını O'nun indirdiğine göre ayarlamaları halinde yağmuru ve toprağı dahi onların yararına göre ayarlayacağını bildirir. (Buna yakın anlamdaki âyetler için bk. Mâide (5) 65-66.) Demek ki, bizim tamamen ormana, denize, alçak ya da yüksek başınca bağladığımız yağmur, çok ilerlerde ve aslında bizim yaptıklarımızla ilgilidir. Meteorolojinin ya da depremle ilgilenen bilimin yağmura ve depreme sebep olarak söyledikleri şey'ler doğru olabilir, ancak bunlar son sebeplerdir. Müslüman, ya da düşünebilen insan, o sebeplerin de sebeplerine doğru gidebilen insandır.

Kaderle ilgili konulardan biri de "tevekkül" meselesidir. Tevekkül müslümanlar arasında bile çokça yanlış anlaşılan bir konudur. Allah her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmış ve bizim, olmasını istediğimiz şeyin sebeplerine sarılmamızı istemiştir. Meselâ biz· işyerimizden fazla kazanç elde etmek istiyorsak, onun sebeplerine sarılmalıyız. Sebeplere sarılmadan. "ben Allah'a güveniyor ve ona dayanıyorum, O verecekse verir" demek, tevekkül etmek değil, tembellik etmek ve Allah'ı tanımamaktır. Çünkü O, hem çalışmamızı, hem de kendisine güvenip dayanmamızı istiyor. Bunlardan sadece birisini, yani A1lah'a dayanıp güvenmeyi yapan; Allah'ın dediğini, yani tevekkülü yapmış olur mu? Kısaca tevekkül, kendi gücünün ve başarısının da, Allah'tan olduğunu kabul etmek ve sebeplere sarıldıktan sonra bile meselenin; Allah'ın elinde olduğunu bilmek ve O nasıl yaratırsa ona rıza gösterip kabul etmek demektir. Böylece kaderin tevekkülü, tevekkülün de rızayı gerektirdiğini de görmüş olduk. Bunların üçünü de bir örnekle anlatmaya çalışalım :

Öncelikle; Tıp, Hukuk, Iktisat ya da Edebiyat fakültelerinden birisine girmek isteyen bir bayan kardeşimiz için; lise ya da dengi bir okul mezunu olması, üniversite sınavlarına başvurup giriş kartını almış olması, sınav konularına hazırlıklı bulunması, sınav kâğıdını belirlenen zaman içerisinde yeterli ölçüde doğru doldurup teslim etmesi... birer sebeptir. Onun bu sebeplere sarılması A1lah'ın gayret göstermemiz konusundaki emrini yerine getirmektir. Sınav kâğıdını teslim ettikten sonra; sınavda harcadığı gücü de, sınavda başarmasının da Allah'ın yardımına bağlı olduğunu ve sonucun, Allah'ın seçmesiyle olacağı için, ne olursa olsun en güzel sonuç olacağını kabullenmesi ve O'na güvenip dayanması tevekküldür. Sınavlar değerlendirilip onun Tıbbı değil de, meselâ Edebiyatı kazanması kaderdir. Onun bu sonucu. dövünmeden, hayıflanmadan kabul edip razı olması da rızadır. Ancak onun bu noktadaki rızası, öbür fakülteleri gözden çıkarıp Edebiyata girmesi gerektiği anlamında değil, sonucun bu şartlarla böyle olması gerektiğini bilip; onu anlayışla karşılaması anlamındadır. Yani ille de başka fakülteye girmek isterse bu rıza ona engel değildir. O zaman sebeplerde bir eksiklik olduğuna karar verir ve bu tura yeniden başlar.

Görüldüğü gibi, kader konusu, iyi düşünmeye muhtaç bir konu ve imanın önemli temellerinden biridir. Bu yüzden peygamberimiz kaderin yanlış anlaşılmaması konusuna önem vermişlerdir. Bir hadîs-i şeriflerinde de: "Sizden biriniz; kendisine gelecek bir şeye, bütün dünya toplansa engel olamayacağına, gelmeyecek olan bir şeyi de, bütün dünya toplansa getiremeyeceğine inanmadıkça, kadere gerçekten inanmış olamaz" (Ebû Dâvûd, Sünne 16; Trmizî Kader 10; Ibn Mâce, mukaddime 10; Müsned V/317, VI/442.) buyurmuştur.

Diğer yönden, kadere inanmayanların, meydana gelen olayların kaderle oluşmadığını ispatlayacak hiçbir delilleri yoktur. Öyleyse kadere inanmak aklen de daha uygundur ve buyurulduğu gibi: "Kadere inanmak üzüntü ve kederi giderir."

Ancak bütün açıklamalara karşılık kader meselesinin anlaşılamayacak kadar ince noktaları yok değildir. Bu yüzden birçok Islâm bilgini çeşitli âyet ve hadîslere dayanarak şöyle demişlerdir: Kaderin aslı, yaratıkları içerisinde Allah'ın bir sırrıdır. Bunu ne bir meleğe, ne de bir peygambere bildirmiştir. Bu konuda derinlere dalmak; yardımcısız kalmanın sebebi, mahrumluğun merdiveni ve sapıtmanın ilk basamağıdır. Öyleyse bundan kaçınmak ve bu konuda vesveseye kapılmamak gerekir. Allah'ın varlığını, birliğini ve gücünü akılla bulduktan ve herşeyi bir kadere göre yarattığını da duyduktan sonra, kaderin bütün inceliklerini kavrayamazsak ne olur? Ya da kavramağa çalışmak, Allah'ı sorguya çekmek olmaz mı? Halbuki O: "Ona yaptığı sorulamaz, ama insanlar sorguya çekilecektir." (Enbiyâ (21) 23.) buyurur.

Kader ve Rızık .

Kader ve Rızık Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah'ın canlıya ihsan ettiği her besleyici şey rızıktır. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli açıklamalar bu ta­nımı ka­nıtlamaktadır: “Allah'tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek; Sonra sizi diriltecektir.” (30/Rûm, 40) “Nice canlı vardır ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah'dır. O, tümü duyandır, tümü bilendir.” (29/Ankebût, 60) “İnkâr edenlere dünya hayatı parlak gösterilmiştir. Onlar mü’min­lerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyamet gününde onlardan üstün­dürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (2/Bakara, 212) Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin madde­sini ala­cağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından bilin­mek­tedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir şeyi al­ması, ka­zan­ması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan farklı bir şey değil­dir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere eline al­dığı bir lok­mayı her­hangi bir nedenle yiyememesi, insanlar arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de yiyilip içi­len şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi âdet ola­gelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı şaş­kın­lık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmış­tır. Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sı­rada kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devril­mesi belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir in­san kafa­ta­sının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaş­kınlık içinde sey­redilir­ken, kenara konduktan az sonra bir kuş tara­fın­dan gagalanarak ka­pılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiş­tir. Bu da rızık mesele­sinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu olarak işlenmesine neden olmuş­tur. Halbuki rızık da, yaşanan diğer bü­tün olaylar gibi kade­rin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da rızıktır. Örneğin hırsız­lık malı bir yiye­ceğin, gerek hırsız ta­rafından bi­linçle yenmesi, gerekse -farkında olunma­dan - diğer biri ta­rafından yenmesi ara­sında kader açı­sından hiç bir fark yok­tur. Haram ya da he­lâl, ikisine de ye­dikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimle­riyle bu fiili işlemiş­lerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın so­rumlu, diğeri­nin ise mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olma­sıyla çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur'ân'ın üslûbu dı­şında “rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yok­tur. Çünkü kişi­nin bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip ku­şanması, yürümesi, okuması, ya da herhangi bir hareket yapması ara­sında kader bakımından hiç bir fark yoktur. Mu'tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet'ten farklı düşünmüşlerdir. Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü "Allah, kötülüğü ve ya­sak­lamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir." Bu ne­denle rı­zık için “Allah'ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şey­ler" diye spe­külatıf bir tanım yapmışlardır. Halbuki insanlar, Allah'ın yasakladığı bir­çok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tu­tar­sız olduğu açık­tır. Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte ara­ma­mak ge­rekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da şudur: Allah (cc), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle arayıp kazanan­dır. Helâli de haramı da hikmetiyle yaratan Allah, in­sana neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin yasak olduğunu açık­lamış, ancak onu, istediğini seç­mekte özgür bırakarak ile­ride kendisini he­saba çekmek üzere de so­rumlu tutmuştur (5/Mâide, 4; 16/Nahl, 114-116). Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi, bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp di­din­mek, çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikka­tiyle helâ­linden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ah­lâk, hem de hayat açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce he­lâla helâl, ha­rama da ha­ram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tut­mama­lıdır; Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur'ân ger­çeği olarak inan­malıdır (16/Nahl, 116). İnsanın böyle bir inançla rızık arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de ya­şayabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durdu­ran bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeye­cek­tir. Çünkü bu dünyada canının fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı, zeki, bilgili, atıl­gan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları boyunrca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle tembel, sü­nepe, mendebur, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzer­ler. Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk ile rı­zık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah (cc)'ın, insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu sı­nav için ha­zırlıklı olmak daha doğru olur. (4)


KAZA-KADER[]

"Kaza ve Kader" şeklinde geçer. Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir. Bazı Hadislerde, "Kadere Iman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir arada kullanılmaktadır. Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve Kaza" diye zikrederler. Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir. Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir. Çünkü Islâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır. Ancak kader konusu kelâm âlimleri ve Islâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "Ilâhî bir sır" olarak kabul edilmektedir. Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve kadere iman" etmeyi de gerektirir. Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir. Bu esasa dayanılarak ve Islâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (s.a.s)'in meşhur "Cibril Hadisi" de, naklı delil sayılarak "Kaza ve Kadere Iman" ayrıca belirtilmiş ve "Iman Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir. Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber (Buharî, el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına işaret olunmuştur. Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:

"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir. Rağıb el-Isfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad, s.403). Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür. Nitekim her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Mesela: buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "Ilâhî bir ölçü, Ilâhî bir kanun" dur.

Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir. "Şüphesiz biz, her şeyi(n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; "...(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayın etmiştir" (el-Furkan, 25/2). Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır.

"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır.

Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21). Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir. "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi "kaza etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-Isra, 17/23). Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır. Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır. "Bunun üzerine onları (Allah c.c) yedi gök olmak üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Kaza kelimesi özet olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk. Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader, s.147-151).

Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir.

Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir. "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir.

Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir. Bu bakımdan kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına girer.

Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen uygulamaktır. Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar. Kadere böyle inanılması gerekir.

Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır."

Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği) şekil ve vasıf ta yaratmasıdır."

Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (c.c)'ın ilim ve irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun eseridir. Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır. Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir. Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha uygundur. Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir. Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak var veya yok olur. Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir. Her şeyde ve her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur. Bunlar ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır. Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir. Hak Teâlâ'nın kader ve kazasında ilahi hikmetler vardır. Çünkü Allah (c.c) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır. Bu esasa göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir. O halde kainatta meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır. Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır.

"Fâil-i Muhtar" olan Allah (c.c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır. Bu gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir. "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadıd, 57/22). "De ki; Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51). Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder. Kadere halk arasında "alın yazısı" da denmektedir. Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz. Kaza ve kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır. Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam edemezdi. Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz.

KADER

Sözlükte "ölçmek, tahmin etmek ölçüp takdir ederek tayin etmek; gücü yetmek ve kudret" anlamlarına gelen kader, din ıstılahında, Allah'ın ebede kadar olacak şeyleri zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, nasıl ve ne zamanda olacaklarsa onların tamamını ezelde bilip o şekilde sınırlaması ve takdir etmesine denir. Bu durumda kader Allah'ın ilim sıfatını ilgilendirmektedir. O halde kader, Allah'ın ilmi doğrultusunda, kainatı ve ondaki her çeşit yaratığı belli bir düzen ve ölçüye göre idare eden ilâhî bir kanundur. Bu konuda Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır: "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer,54/49); "O'nun katında her şey bir ölçüyledir."(Ra'd,13/8); "Kâinatta mevcut her şeyin hazineleri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz." (Hicr,15/21); "Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mahlûkatın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir."(Furkân,25/2) (F.K.)

Kader Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.

Ezelî kısmet.

Tali'. Baht. Şans. (Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni, mü'min her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "cüz-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona: "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için "kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin." S.) (... Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise; kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhde eder, seyyiata merciiyyeti kabul edip, Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyyette kalıp teklif-i İlâhiyyeyi zimmetine alır. S.) (İrade-i cüz'iye-i insaniye ve cüz'-i ihtiyariyesi; çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat, Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif, cüz'î iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni, mânen der: "Ey abdim; ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes'uliyet sana aittir!" Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan. O'nu muhayyer bırakıp "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen. O Çocuk, yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini, bir şart-ı âdi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder. S.)

[]

[]

Ico libri Anlamlar

[1] Yazgı, mukadderat
[2] mecaz Genellikle kaçınılmaz kötü talih.

Nuvola apps bookcase Köken

[1] Nuvola apps bookcase Köken

Crystal Clear app Community Help Atasözleri

[1] Kader olmayınca kadir bilinmez

Nuvola Turkish flag Türk Dilleri


|} | width=1% | |bgcolor="#FFFFE0" valign=top width=48%|

|}

|}

Crystal Clear app internet Çeviriler

  • (İngilizce): [[destiny#(İngilizce)|destiny]] (en)

|} | width=1% | |bgcolor="#FFFFE0" valign=top width=48%|

|}

|}

[]

Lupa Zarf[]

Ico libri Anlamlar

[1] Az da olsa, elinden geldiği kadar

Nuvola apps bookcase Köken

[1] (Türkçe)


Books-aj.svg aj ashton 01f Kaynaklar

  • Türk Dil Kurumu: "Kader"
Advertisement