Yenişehir Wiki
Değişiklik özeti yok
(Sayfa içeriği 'Edebiyat < Güzel sanatlar Ahmet Haşim {{Ahmet Haşim}} Kategori:Güzel sanatlar Kategori:Sosyal bilimler' ile değiştiriliyor)
1. satır: 1. satır:
[[Edebiyat]] < [[Güzel sanatlar]]
+
[[Edebiyat]] < [[Güzel sanatlar]] [[Ahmet Haşim]]
  +
 
{{Ahmet Haşim}}
 
{{Ahmet Haşim}}
 
 
 
AHMET HÂŞİM’İN HAYATI
 
1884’te Bağdat’ta doğdu, 1933’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğlu. Çocukluğu Bağdat’ta geçti. 12 yaşında annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. Mektebe-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) yatılı okudu. Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu'nun öğrencisiydi. 1907'de mezun oldu. Bir süre Reji İdaresi'nde çalıştı. Bir yandan da Hukuk Mektebi'ne devam etmeye başladı. İzmir Sultanisi Fransızca öğretmenliğine atandı. Hukuk eğitimini bırakıp İzmir'e gitti. 1912-1914 arasında Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yaptı. 1. Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir'de yedek subay olarak geçirdi. Mütareke'den sonra İstanbul'a döndü. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yaptı. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi'nde Fransızca dersleri verdi. Düyun-u Umumiye İdaresi'nde, Osmanlı Bankası'nda çalıştı. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazdı.
 
1928'de böbrek rahatsızlığının tedavisi için yurtdışına gitti ama iyileşemeden döndü. Şiire lise öğrenciliği yıllarında başladı. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür.
 
Bilinen ilk şiiri "Hayal-i Aşkım"da bu yönelmelere rağmen yeni bir sanat yönelimi olduğu dikkat çeker. Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlandı. Bu şiirleri kitaplarına almadı. 2. Meşrutiyet'in yazınsal karmaşa ortamında onun şiiri ayrı bir ses olarak kendisini gösterdi.
 
1921'de basılan ilk şiir kitabı "Göl Saatleri"nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İzlenimci ressam etütlerini andıran bu şiirlerle Ahmed Haşim, doğanın özünü sızdırmak ister gibidir.
 
Şiiri, bir yandan Verlaine müziğine yaklaşırken, bir yandan Şeyh Gâlib'in parıltısını taşır. "Göl Saatleri", "Göl Kuşları", "Serbest Müstezatlar" ve "Muhtelif Şiirler" olmak üzere dört bölümden oluşan bu kitap Türk şiirinin Yahya Kemal Beyatlı'dan sonraki ikinci kanadını kurar. Beyatlı'nın geniş kesimleri kucaklayan toplumcu ve ulusçu şiirine karşılık Haşim daha dar ama daha derin bir kanalda akmayı tercih eder.
 
İkinci ve son şiir kitabı "Piyale"nin girişinde "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" bölümünde şiirle ilgili görüşlerini açıklar: Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler şiir için söz konusu olamaz. Düzyazı us ve mantık doğurur, şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır. Gizliğe, bilinmezliğe gömülmüştür. Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.
 
"Piyale" kitabındaki "Merdiven" ve "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir. Bu kitapla birlikte Haşim'e saldırılar arttı. Ölçü ve Türkçe bilmemekle, toplum sorunlarına ilgisizlikle suçlandı. Yine de şiirleriyle 20'nci yüzyılın ilk çeyreğini etkilemeyi başardı.
 
AHMET HÂŞİM’İN ŞİİRLERİ
 
 
 
MERDİVEN
 
 
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
 
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
 
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
 
 
Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta
 
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
 
 
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
 
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
 
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
 
 
Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta
 
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…
 
 
SONBAHAR
 
Bir taraf bahçe, bir tarafta dere;
 
Gel uzan sevgilim benimle yere,
 
Suyu yâkûta döndüren bu hazân
 
Bizi gark eyliyor düşüncelere…
 
 
YARI YOL
 
Nasıl istersen öyle dinle, bakın;
 
Dalların zirvesindeyiz ancak,
 
Yarı yoldan ziyâde yerden uzak,
 
Yarı yoldan ziyâde mâha yakın.
 
 
 
KADIN NEDİR, ÇİÇEK NEDİR?
 
 
Kadın nedir?... O münevver menekşedir ki uçar,
 
Samîm-i hüsn-i baharında hande-i âfâk;
 
Çiçek nedir?... O da bir aşk-ı mütebessimdir ki
 
Şemim-i rûh-ı behiminde bir kadınlık var!...
 
 
Çiçek meâl-i ebeden terekküb etmiş ise,
 
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir,
 
Bu; mâh ü mihre mutâbık bir teşâbühtür;
 
O, rûh-ı rikkate âid, bu kalbe âid ise…
 
 
Kadın, semâ; o da bir nuhbe-i tesellidir,
 
Kadın, çiçek, o da bir hande-i nihânîdir;
 
Bu iki rûh-ı nefisin meâli sevdâdır!...
 
 
Bu cân-rübâ, bu iki zühre, böyle hem–dil iken;
 
Sezâ mıdır ki demek aşka, sen çiçeksin, sen,
 
Sezâ mıdır ki demek her şeye kadınlıktır?...
 
 
 
 
KADIN NEDİR, ÇİÇEK NEDİR?
 
 
Kadın nedir?... O ışıklı menekşedir ki uçar,
 
Baharın güzelliği içinde ufukların gülüşü.
 
Çiçek nedir?... O da bir gülümseyen aşktır ki
 
Temiz ruhunun güzel kokusunda bir kadınlık var!...
 
 
Çiçek sonrasızlığın anlamından meydana gelmiş ise,
 
Kadın öncesizliğin hayalinden cisimlenmiştir.
 
Bu, aya ve güneşe uygun birer benzerliktir;
 
O, inceliğin ruhuna özgü, bu ise kalbe özgü…
 
 
Kadın, gökyüzü; o da bir seçkin avunmadır,
 
Kadın, çiçek, o da bir gizli gülüştür,
 
Bu iki güzel ruhun anlamı sevgidir…
 
 
Bu gönül çelen, bu iki çiçek böyle gönüldeş iken;
 
Yaraşır mı demek aşka, sen çiçeksin, sen,
 
Yaraşır mı demek her şeye kadınlıktır?...
 
 
 
GÖZLERİNİN İLHAMI
 
 
Pür-hande leyâlin –bütün âvâre ve berrak,-
 
Seyyâle-i eshârı nigâhından uçarken;
 
Sen, ey güzelim, rûhumu rûhunla öperken.
 
Rûhumdan uçar rûhuna bir bûse-i müştak!
 
 
Rûhumdan uçar rûhuna mezhûr ü girizân
 
Bir hande-i ma’sûmesi bir tıfl-ı garâmın;
 
Bir tıfl-ı garâmın, ki olur şi’r-i nigâhın,
 
Her lâhzada üstünde emel-bâr ü nigehbân!..
 
 
Ey hey emelim, her elemim, hiss ü hayâlim,
 
Oldukça senin öylece aşkınla müheyyic;
 
Kalbimde söner giryelerim, rec ü melâlim…
 
 
Her lâhnimi bir bûse-i gül-reng ü münevver,
 
Bir sîne-i sevdâ ile âfâka fısıldar
 
Yazdıkça senin aşk-ı nezihinle müheyyic!..
 
 
 
GÖZLERİNİN ESİNİ
 
 
Gülüş dolu gecelerin –bütün başı boş ve parlak,-
 
Akıcı tan ağartıları bakışından uçarken;
 
Sen, ey güzelim, ruhumu ruhunla öperken,
 
Ruhumdan uçar ruhuna bir özlemli öpücük!
 
 
Ruhumdan uçar ruhuna büyülenen ve kaçan,
 
Temiz bir gülüşü bir sevgi çocuğunun;
 
Bir sevgi çocuğunun, ki olur bakışının şiiri,
 
Her an üstünde istek saçan ve gözleyen!
 
 
Ey her isteğim, her üzüntüm, duygu ve hayalim,
 
Oldukça senin öylece aşkınla coşkulu;
 
Yüreğimde söner gözyaşlarım, sıkıntım ve usancım…
 
 
Her sözümü gül renkli ve ışıklı bir öpücük,
 
Bir sevgi yüreğiyle ufuklara fısıldar,
 
Yazdıkça senin temiz aşkınla coşarak1..
 
 
 
 
 
 
 
 
HİLÂL-İ SEMEN
 
Daha pek yavru, pek küçükken ben,
 
Büyük annem tutardı alnımdan,
 
’’-Bana bak,böyle dilberim!-’’ derdi.
 
Sonra mâh-ı nev-incilâya bakar,
 
Leb-i mağmûmu bir bükâ saklar,
 
Bir hitâb-ı semayı dinlerdi
 
Ey hayâtımda her doğan derdi
 
Kalbeden bir ziyâ-yı hissiye,
 
Bu duâsıydı eski bir ruhun
 
Sis ve zulmette gizli âtiye.
 
Leyle-i gayb, sırr-ı müstakbel,
 
Çeşm-i sâfında hasta bir çocuğun
 
Gizli fecrin ziyâlarından emel,
 
Bir teselli-i Mihribân olacak,
 
O harâbât-ı târ ü sâkiteye
 
Doğacak belki bir ziyâ-yı şafak.
 
Böyle her nev-hilâli seyretti,
 
O soluk göz şimdi topraktan
 
Seyreder başka bir hilâl-i semen,
 
Ben ki efsâne-î tahayyülden
 
Hep hayâtımda bir emel taşıdım,
 
O solan şi’r-i sâf ü mağmumu
 
Hep o mâziyle duymak isterdim,
 
Gözünün samt-ı pür-füsûnunda.
 
Gel bu şâmın gümüş sükûtunda
 
Bu sedeften hilale karşı senin
 
Bir yeşil buse saklayan gözünün
 
Göreyim cennetinde atimi.
 
 
 
 
 
 
 
YASEMİN AY
 
Daha pek yavru, pek küçükken ben,
 
Büyük annem tutardı alnımdan,
 
’’-Bana bak,böyle güzelim!-’’ derdi.
 
Sonra yeni parlayan aya bakar,
 
Tasalı dudağı bir ağlama saklar,
 
Göğün seslenişini dinlerdi.
 
Ey hayatımda her doğan derdi
 
Bir duygusal ışığa dönüştüren,
 
Bu duasıydı eski bir ruhun
 
Sis ve karanlıkta gizli geleceğe.
 
Görünmeyeni saklayan gece, geleceğin sırrı,
 
Temiz gözünde hasta bir çocuğun
 
Gizli tanın ışıklarından dilek,
 
Bir sevecen avutma olacak,
 
O karanlık ve suskun yıkıntılara
 
Doğacak belki bir gün ışığı.
 
Böyle her yeni ayı seyretti,
 
O soluk göz ki şimdi topraktan
 
Seyreder başka bir yasemin ayı,
 
Ben ki hayal kurmanın efsanesinden
 
Hep hayatımda bir dilek taşıdım,
 
O solan ve tasalı şiiri
 
Hep o geçmişle duymak istedim,
 
Gözünün büyü dolu susuşunda.
 
Gel bu akşamın gümüş sessizliğinde
 
Bu sedeften aya karşı senin
 
Bir yeşil öpücük saklayan gözünün
 
Göreyim cennetinde geleceğimi.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
AKŞAMLARIM
 
 
Her akşam üstü ufuklarda bir selâm ararım
 
Her akşam üstü uzak bir semâ-yi muzlimden.
 
Sükût ü zulmet olan bir muhît-i mü’limden
 
Doğar hayâtıma bir hicr-i dâimi sanırım.
 
 
Semâ, senin o zamân mâteminle, hüznünle
 
Deniz, senin o zaman hâtıranla mâlidir.
 
Havâda son nefesin ye’s-i rûhu hâkîdir,
 
Akar sular, dereler son nidâ-yi ye’sinle.
 
 
Emellerimde bu dem bir hubûb-ı târ uyanır.
 
Kederlerimde büyük bir sükût-ı zıll u havâ,
 
Başım elimde, uzaklarda ihtizâr-ı mesâ,
 
Dumanlı, gölgeli bir sâha-î hayâli uzanır.
 
 
Hayâl ü hissimi reng-i muhite benzeterek
 
Zevâl-i ömrümü seyreyliyor sanır nazarım.
 
Erir bu dem kalır ufkumda bî-ziyâ bir renk
 
Hakayıkım, elemim, zulmetim, düşüncelerim.
 
 
Şemîm-i valsını bir nağme, bir havâ, bir zıl,
 
Bu dem muhit-i hayâlâta anlatır bir bir.
 
Bu dem, bu dem senin, ey rûh-ı gâib ü zâil
 
Cunûn-ı ekşimi tenvime geldiğin demdir.
 
 
Buhâr-ı şâm ile dağlar, denizler, ormanlar
 
Gurub eder gibi bir başka cevf-i esrâra,
 
Uzak ufukların üstünde mest ü âvâre
 
Sükût-ı firkati ervâha Zühre nakleyler.
 
 
Başım elimde, sorar gözlerim ufuklardan
 
Şemîm-i vaslını bir nefha, bir havâ senden;
 
Bakıp ufûlüne her şâm-ı mü’limin sanırım
 
Doğar sükut ile akşamlarım mezârından…
 
 
 
 
 
 
 
 
AKŞAMLARIM
 
 
Her akşam üstü ufuklarda bir selâm ararım
 
Her akşam üstü uzak bir karanlık gökten.
 
Sessizlik ve karanlık olan bir üzücü çevreden,
 
Doğar hayatıma bir sürekli ayrılık sanarım.
 
 
Gökyüzü, senin o zaman yasınla, üzüntünle
 
Deniz, senin o zaman anınla doludur.
 
Havada son nefesin ruh sıkıntısını anlatır,
 
Akar sular, dereler son karamsar seslenişinle.
 
 
İsteklerimde bu sıra bir karanlık tohum uyanır.
 
Acılarımda büyük bir gölge ve hava sessizliği,
 
Başım elimde, uzaklarda akşamın can çekişmesi,
 
Dumanlı, gölgeli bir hayal alanı uzanır.
 
 
Hayal ve duygumu çevrenin rengine benzeterek
 
Ömrümün sona erişini gözlüyor sanır bakışım.
 
Erir o zaman kalır ufkumda ışıksız bir renk
 
Gerçeklerim, üzüntüm, karanlığım, düşüncelerim.
 
 
Kavuşmanın güzel kokusunu bir ezgi, bir hava, bir gölge,
 
Bu sıra hayallerin çevresine anlatır bir bir.
 
Bu sıra, bu sıra senin, ey yiten ve yok olan ruh
 
Gözyaşlarımın çığlığını uyutmaya geldiğin andır.
 
 
Akşamın buharı ile dağlar, denizler, ormanlar
 
Batar gibi bir başka sır boşluğuna
 
Uzak ufukların üstünde sarhoş ve başıboş
 
Ayrılığın sessizliğini ruhlara Çobanyıldızı taşır.
 
 
Başım elimde, sorar gözlerim ufuklardan
 
Kavuşmanın kokusunu bir esinti, bir hava senden;
 
Bakıp gidişine her üzücü akşamın sanırım
 
Doğar sessizlik ile akşamlarım mezarından…
 
 
 
 
 
 
 
 
ÇIKTIĞIN GECELER
 
 
Bazan sarı bir çehre-i rü’yâ gibi hissiz
 
Tenhâ bir ufuktan görünürsün bize sessiz…
 
 
Çehrenden akan hüzn-i ziyâ, hüzn-i müebbed,
 
Her rûha döker giryeli bir hasret ü gurbet
 
Bir hasret ü gurbet ki bütün geçmişe âid:
 
 
Günlerle ölen hâtıralar… Her şeyi râkid
 
Her bir şeyi pür-hande yapan mâzi-yi mes’ûd...
 
Bir lâhza sevilmiş, unutulmuş, keder-âlûd
 
Rü’yâlı kadın gözleri… Âsûde semâlar:
 
Sislerde solan gizli ziyâlar gibi muğber
 
Akşam dökülen reng-i tahayyül gibi meşkûk,
 
Simâ-yı sükûtunda yüzen mübhem ü metrûk…
 
Göklerde ilerler yine âheste cebînin,
 
Eşkâli dağılmış uyur altında zemînin
 
Bir gölge rükûdiyle hayât-ı ezelisi,
 
Nûrundan akar yerlere bir sâye-i hissî…
 
 
Her şey dağılır, ince dumanlar gibi bî-renk
 
Yalnız bir ağaçtan duyulan bu küçük âhenk
 
Leylin bu sükûtunda hafîye’sini saklar:
 
Bir bülbül-i âvâre melâl-i şebe ağlar…
 
 
Sihrin o kadar nâfiz olur fikr ü hayâle
 
Her şey değişir titreyerek hüsn-i muhâle,
 
Bir mestî-yi huylâ vü ziyâ gözleri sisler
 
Artıl bütün eşyâ bize rü’yâlara benzer:
 
Gök sir-i serâbınla olur çöl gibi mûhiş
 
Nûrunla eder –şübhe-i eb’âda boğumuş-
 
Bir belde-i rü’yâ vü sükût ufka tecellî;
 
Ezhârı ziyâ, arzı bulut, bâdı tesellî;
 
Dâmânına bir nehr-i hayâli uzanır leb
 
Üstünde uyur gölgeli bir gaşy-ı mükevleb;
 
Pûşîde, soluk, ince ziyâ-kalb kadınlar,
 
Nehrin uzanan sâhil-i rü’yâsını dinler…
 
Pûşîde kadınlar, bu kamer gözlü kadınlar
 
Hep hâtıralardır ki geçen günlere inler,
 
Hep hâtıralardır ki ziyân ufku sararken
 
Sessizce gelir hepsi gezer rûhumu birden…
 
 
ÇIKTIĞIN GECELER
 
 
Bazen düşte görülen sarı bir yüz gibi duygusuz,
 
Issız bir ufuktan görünürsün bize sessiz…
 
 
Yüzünden akan üzüntünün ışığı, sonsuz üzüntü,
 
Her ruha döker ağlayarak bir özlem ve gurbet,
 
Bir özlem ve gurbet ki bütün geçmişe ait:
 
 
Günlerle ölen anılar… Her şeyi durgun kılan,
 
Her bir şeyi gülüşle dolduran mutlu geçmiş…
 
Bir süre sevilmiş, unutulmuş, üzüntülü…
 
Rüyalı kadın gözleri… Dingin gökler:
 
Sislerle solan gizli ışıklar gibi kırgın
 
Akşam dökülen hayal rengi gibi kuşkulu,
 
Sessiz yüzünde yüzer belirsiz ve bırakılmış…
 
Göklerde ilerler yine yavaşça korkağın,
 
Biçimleri dağılmış uyur altında yerin
 
Bir gölge durgunluğuyla öncesiz hayatı
 
Işığından akar yerlere bir duygu gölgesi…
 
 
Her şey dağılır, ince dumanlar gibi renksiz
 
Yalnız bir ağaçtan duyulan bir küçük ahenk
 
Gecenin bu sessizliğinde gizli üzüntüsünü saklar:
 
Bir başıboş bülbül gecenin acısına ağlar…
 
 
Büyün o kadar işler ki düşünce ve hayale
 
Her şey dönüşür titreyerek erişilmez bir güzelliğe,
 
Bir huyla ve ışık sarhoşluğu gözleri sisler
 
Artık bütün eşya bizce düşlere benzer:
 
Gök serabının büyüsüyle çöl gibi korkulu olur.
 
Aydınlığınla –uzaklığın kuşkusuna kapılmış-
 
Bir düş ve sessizlik ülkesi ufukta belirir,
 
Çiçekleri ışık, toprağı bulut, rüzgârı avuntu kılar;
 
Eteğine bir hayalî ırmak dudağını uzatır,
 
Üstünde uyur gölgeli bir yıldızlı baygınlık;
 
Örtünmüş, soluk, ince, aydınlık yürekli kadınlar
 
Hep anılardır ki geçen günlere inler,
 
Hep anılardır ki ışığın ufku sararken
 
Sessice gelir, hepsi gezer ruhumu birden…
 
 
 
 
O
 
 
Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde, her akşam
 
Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fâm
 
Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler.
 
 
Yorgun gibi mühmel duran âsûde ufuklar
 
Titrer, silinir… Dâmen-i şeb her şeyi saklar
 
İklîm-i hayâlâta bakan bir nazar-ı dür
 
Hüzniyle doğar necm-i semâ sâkit ü mahmûr;
 
Bir mâilik üstünde yanar gizli ziyâlar;
 
Leylin bütün ezhârı semâlarda açarlar
 
Leylin bütün ezhârı, bütün rûh-ı ziyâsı;
 
Bir nefha-yi mechülenin eşyâya temâsı
 
Zulmetlerin esrârını baştan başa sallar,
 
Sen âh, doğarsın o zaman, mest ü ziyâdâr…
 
 
Sâhilleri sessiz dolaşan hasta hayâle,
 
Bir nûr-ı teselli taşır altındaki hâle
 
Hattâ o soluk çehreye nûrun dokunurken
 
Bir bûseye benzerdi ki gelmiş ona senden…
 
 
Nehrin gece, rüyâ ve serâirle boğulmuş
 
Ufkunda tahassürler okur gam-zede bir kuş
 
Bir giryeli ses –belki kadın, belki de erkek-
 
Söyler gecenin şi’rine bir aşk, bir âhenk…
 
 
Nûrun dökülür, sâhil erir, karşıki yerler
 
Bir hâb-ı münevverde hep eşkâlini gizler;
 
Simîn dumanlarda ölür rûh-ı menâzır,
 
Bir ra’şe-i zerrin ile tâ karşıda yer yer,
 
Mahmûr ışıklar yüzer esrâr üzerinde
 
Yorgun sular üstünde kanar bir şeb-i hande…
 
 
Her lerze, her âhenk bulut, hâb oluyorken,
 
Bir feyz-i umûmî-yi ziyâdâr ile birden
 
Sâkin soluyorken gece eşbâh ü avâlim
 
Yalnız o ziyâlarda kalır sâkin ü muzlim.
 
Ey mâh cebînin o cebîn-î keder ü gam;
 
Altında o yorgun o soluk heykel-î mâtem!
 
 
 
 
O
 
 
Bir hasta kadın, Dicle’nin üstünde her akşam
 
Bir hasta çocuğu gezdirerek, çöllere gül renkli
 
Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler.
 
 
Yorgun gibi ihmal edilmiş duran sessiz ufuklar
 
Titrer, silinir… Gecenin eteği her şeyi saklar.
 
Hayaller ülkesine bakan bir uzak göz
 
Acısıyla doğar gökteki yıldız suskun ve uykulu,
 
Bir mavilik üstünde yanar gizli ışıklar;
 
Gecenin bütün çiçekleri göklerde açarlar,
 
Gecenin bütün çiçekleri, bütün ışıkların ruhu,
 
Bilinmeyen bir esintinin eşyaya dokunması,
 
Karanlıkların esrarını baştan başa sallar,
 
Sen ah doğarın o zaman, sarhoş ve parlak…
 
 
Kıyıları sessiz dolaşan hasta hayale,
 
Bir avunma ışığı taşır alnındaki ayla;
 
Hatta o soluk yüze ışığın dokunurken,
 
Bir öpücüğe benzerdi sanki gelmiş ona senden.
 
 
Irmağın gece düş ve sırlarla boğulmuş
 
Ufkunda özlemler okur bir üzüntülü kuş.
 
Bir ağlamaklı ses –belki kadın, belki de erkek-
 
Söyler gecenin şiirin bir aşk, bir ahenk…
 
 
Işığın dökülür, kıyı erir, karşıki yerler
 
Bir aydınlık uykuda hep biçimlerini gizler;
 
Gümüşten dumanlarda ölür manzaraların ruhu,
 
Bir altın titreyişiyle tâ karşıda yer yer,
 
Uykulu ışıklar yüzer sırlar üzerinde
 
Yorgun sular üstünde konar bir gülüş gecesi…
 
 
Her ürperiş, her ahenk bulut ve uyku oluyorken,
 
Bir genel ışık bolluğu ile birden
 
Sessizce soluyorken gece cisimler ve dünyalar
 
Yalnız o ışıklarda kalır durgun ve karanlık,
 
Ey ay alnın, o acılı ve üzüntülü alın,
 
Altında o yorgun, o soluk yas heykeli!
 
 
 
 
 
 
 
 
 
HAZÂN
 
 
Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin!
 
Annemdi o nurunda gezen zıll-ı mehâsin,
 
Bendim o çocuk bendim o simâ-yı tahayyür.
 
Bir gün ki hazân ufka kızıl dalgalı bir nur,
 
Bir kamlı ziyâ haşrediliyorken onu bir yed,
 
Bir bâd-ı haşin aldı o rüyâyı müebbed.
 
On beş sene evvelki hakikat hep o gündür
 
Ruhumda bugün zulmet-i pür-girye onundur.
 
On beş senedir, ufka güneş kanlı düşerke
 
Tenhâ ovadan, boş dereden akşamın erken
 
Hüzniyle susan meşcerelerden gam-ı Eylül
 
Bir gölge yaparken, onu bir savt-ı tegafül
 
Hasretle sorar kalbimi imlâ eden âha,
 
Yerlerde yatan sisli, donuk hüsn-i tebâha.
 
 
Avâre felâket gülü, altın kırizantem,
 
Her tarh-ı hazân üstünde dökmüş yine mâtem
 
Durgun sular üstünde perişân ü mükedder
 
Faslın dağınık rûhu bulut, sis gibi titrer;
 
Yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,
 
Bir hasta güneş ufka döker sâye-i ma’den;
 
Ey sonra semalarda da ey eski kamer, sen
 
Hüznünle yaparken acı bir levha-i şîven,
 
Çöllerde kalan bir küçücük makber-i bî-kes
 
Yollar da muhitâta kesik, şehkalı bir ses!
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
GÜZ
 
 
Ey eski ay, sen bizi elbette bilirsin!
 
Annemdi o ışığında gezen güzellikler gölgesi,
 
Bendim o çocuk, bendim o şaşkın yüz.
 
Bir gün ki güz ufka kızıl dalgalı bir aydınlık,
 
Bir kanlı ışık topluyorken, onu bir el,
 
Bir sert rüzgâr aldı o düşü sonsuza dek.
 
On beş yık önceki gerçek hep o gündür,
 
Ruhumda bütün gözyaşı dolu karanlık onundur.
 
On beş yıldır ufka güneş kanlı düşerken
 
Issı ovadan, boş dereden, akşamın erken
 
Üzüntüsüyle susan korulardan Eylül tasası
 
Bir gölge yaparken, onu bilmezlikten gelen bir ses
 
Özlemle sorar kalbimi dolduran âha,
 
Yerlerde yatan, sisli donuk tükenmiş güzelliğe.
 
 
Başıboş felâket gülü, altın kasımpatı,
 
Her gelen güz üstüne dökmüş yine yas,
 
Durgun sular üstünde perişan ve üzgün
 
Mevsimin dağınık ruhu bulut, sis gibi titrer;
 
Yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,
 
Bir hasta güneş ufka döker maden gölgesi;
 
En sonra göklerde de ey eski ay, sen
 
Üzüntünle çizerken acı bir yas tablosu,
 
Çöllerde kalan bir küçücük, kimsesiz mezar
 
Yollar da bu çevrelere kesik, hıçkırıklı bir ses!
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
HASTA İKEN
 
 
Bir gün yine biçâre kadın hasta uzanmış
 
Tüllerde…
 
Uzaklıkları bir sâye-i mûhiş,
 
Bir dul gibi örterdi dumanlarla, elemle,
 
Hep gölge adımlar bir âheng-i ademle,
 
Vâdileri kaplardı serâpâ gece sessiz.
 
Eb’âdı boğan reng-i tehassüs gibi bir sis,
 
Bir lerciş-i sâkinle günün na’şını örter…
 
 
Titrek, karışık, hasta, hayâlî, sarı güller
 
Yerlerde açılmıştı; semâlar ölü, durgun,
 
Olmuştu bütün hab ü hâyâlat ile meskûn.
 
Bir vâlide, bir zevc-i mükedder, sonra mübhem
 
Bir ince çocuk çehresi –ben- muzlim ü ebkem,
 
Bî-his uzanan hastayı durmuş düşünürken,
 
Akşam mütemâdi dolarak pencerelerden,
 
Vermişti o sâkin odanın hüznüne bir renk,
 
Bir reng-i küdûret ki eder bizleri dil-tenk.
 
 
Zulmet o kadar doldu ki âfâk silindi,
 
Elvâha, mesâfâta, yere gölgeler indi.
 
Solmuştu o gölgeyle o sâkit ser-i müşfik,
 
Tüllerde yatan hastayı sarmıştı karanlık;
 
Gözler, ölü göller gibi bi-lem’a vü hâlî,
 
Olmuştu bütün mevt-i muhitât ile mâlî…
 
 
Lâkin o zaman doğdu senin çehre-i lâlin,
 
Ey mâh ki tüllerde yatan rûh-ı melâlin,
 
Bir hemser-i ulvi-i semâvisi idin sen,
 
Bir safha-i rüyâ gibi bî-renk idi çehren!
 
 
Yükseldin ufuklarda ağır, mübhem ü mahmûr;
 
Zulmette ipek, ince dumanlar gibi bir nûr,
 
Âfâka yayarken mütemâdî sarı bir fer,
 
Birden o donuk gözlere dolmuştu kamerler…
 
 
 
 
 
 
 
HASTA İKEN
 
 
Bir gün yine zavallı kadın hasta uzanmış
 
Tüllerde…
 
Uzaklıkları korkunç bir gölge,
 
Bir dul gibi örterdi dumanlarla, acıyla,
 
Hep gölge adımlar bir yokluk uyumuyla,
 
Vadileri kaplardı baştan başa gece sessiz.
 
Uzaklıkları boğan duyuşun rengi gibi bir sis,
 
Bir sessiz titreyişiyle günün ölüsünü örter…
 
 
Titrek, karışık, hasta, hayali sarı gözler
 
Yerlerde açılmıştı, gökler ölü, durgun,
 
Olmuştu bütün rüya ve hayaller ile yüklü.
 
Bir anne, bir kaygılı koca, sonra belirsiz
 
Bir ince çocuk yüzü –ben- karanlık ve dilsiz,
 
Duygusuz uzanan hastayı durmuş düşünürken,
 
Akşam aralıksız dolarak pencerelerden,
 
Vermişti o durgun odanın üzüntüsüne bir renk,
 
Bir tasalı renk ki içimizi daraltır.
 
 
Karanlık o kadar doldu ki ufuklar silindi,
 
Görünüşlere, uzaklıklara, yere gölgeler indi.
 
Solmuştu o gölgeyle o suskun sevecen baş,
 
Tüllerde yatan hastayı sarmıştı karanlık;
 
Gözler, ölü göller gibi pırıltısız ve boş,
 
Dolmuştu bütün çevrelerin ölümüyle…
 
 
Ama o zaman doğdu senin kırmızı yüzün,
 
Ey ay ki tüllerde yatan usanmış ruhun
 
Göklerdeki inen yüce bir arkadaşıydın sen,
 
Bir rüya tablosu gibi renksiz idi yüzün!
 
 
Yükseldin ufuklarda ağır, belirsiz ve uykulu;
 
Karanlıkta ipek, ince dumanlar gibi bir ışık
 
Ufuklara yayarken sürekli, sarı bir aydınlık,
 
Birden o donuk gözlere dolmuştu aylar…
 
 
 
 
 
 
 
NEHİR ÜZERİNDE
 
 
Akşam… Sarı bir hasta semâ… Bir gam-ı meçhûl…
 
Sisler gibi tutmuş yine sâhlleri Eylûl,
 
Bir hüzn-i mezehheb gibi durgun yine Dicle,
 
Sessizliği olmuş yine rüyâlara halce,
 
Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
 
Gûyâ ki uyur kalb-i tabiatta bir ’’efsûs’’!
 
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bî-fer,
 
Gûyâ ki ölü hüzn-i sevâhilde perîler…
 
 
Çıkmıştık o gün Dicle’ye; sessizce kürekler
 
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
 
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
 
Serperdi o bî-kes sese akşam sarı bir renk,
 
Gûyâ ki o gün Dicle’nin üstündeki mâtem
 
Âfâka sürükler sarı güller, kırizantem…
 
Solmuştu onun hüzn sîmâ-yı berînî
 
Bir ince tül altında duran zülf-i zerînî
 
Akşamların enfâsına düşmüş uçuşurken
 
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan,
 
Dalmıştı o gözler edebiyyetlere… Yorgun,
 
Yorgundu o gözlere bakan rûh-ı melûlün
 
Akşam gibi asâbı geren reng-i garibi…
 
 
Gûyâ ki kamer! sendin onun rûh-ı necibi
 
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih;
 
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih
 
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîydi.
 
 
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi
 
Bî-tâb uzanırken dönüyorduk… Yine sâkin
 
Mübhem sarı yıldızları bir leyl-i hazânın
 
Tenhâ sular üstünde açıp titreşiyorken
 
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!
 
 
Ey sen, ey onun rûhu ve ey mâtem-i seyyâl,
 
Ey şimdi bakan hüznüme, âh, ey kamer-i lâl!
 
 
 
 
 
 
IRMAK ÜZERİNDE
 
 
Akşam… Sarı bir hasta gök… Ne olduğu bilinmez bir tasa…
 
Sisler gibi tutmuş yine kıyıları Eylül,
 
Yaldızlı bir üzüntü gibi durgun yine Dicle,
 
Sessizliği olmuş yine düşlere gelin odası.
 
Mevsimin yeni titreyişleri her gölgede duyuluyor,
 
Sanki uyuyor doğanın yüreğinde bir ’’eyvah!’’
 
Her şey o kadar üzgün, soluk, belirsiz ve güçsüz,
 
Sanki ölüyor kıyıların üzüntüsüyle periler…
 
 
Çıkmıştık o gün Dicle’ye; sessizce kürekler
 
Irmağın yaldızlı sulardan bağrını yırtar,
 
Ağlardı o altın suyun ütünde bir ahenk,
 
Serperdi o kimsesiz sese akşam sarı bir renk.
 
Sanki o gün Dicle’nin üstündeki yas
 
Ufuklara sürükler sarı gülleri, kasımpatını…
 
Solmuştu onun acısıyla yüce yüzü,
 
Bir ince tül altında duran altın saçı
 
Akşamların soluğuna düşmüş uçuşurken
 
Sarmıştı o durgun yüzü bir gölge gökten,
 
Dalmıştı o gözler sonsuzluklara… Yorgun,
 
Yorgundu o gözlere bakan üzgün ruhun
 
Akşam gibi sinirleri geren garip rengi…
 
 
Sanki, ay, sendin onun soylu ruhu;
 
Sendin onun acısını ayışığına benzeten.
 
Her şey o bakışlarda göklerle yüz yüze,
 
Her şey sana bir parça yakın, temiz, sonsuzdu.
 
 
Kıyıda ezan seslerinin uzayan yankısı
 
Güçsüz uzanırken dönüyorduk… Yine durgun,
 
Belirsiz, sarı yıldızları bir güz gecesinin
 
Issız sular üstünde açıp titreşiyorken,
 
Artık daha belirgin o gözlerde sen, ay!
 
 
Ey sen, ey onun ruhu ve ey akıcı yas,
 
Ey şimdi bakan acıma, âh, ey kırmızı ay!
 
 
 
 
 
 
 
 
KARİ’E
 
 
Muzlim şeceristân arasında
 
Esrâr ile yekpâre münevver
 
Bir yoldur açılmış sana derdim.
 
 
Kari, bu kitâbın gecesinde
 
Mehtâbı seninçin yere serdim.
 
 
OKURA
 
 
Karanlık orman arasında
 
Sırlar ile bütünleşmiş aydınlık
 
Bir yoldur açılmış sana derdim
 
 
Okur, bu kitabın gecesinde,
 
Ayışığını senin için yere serdim.
 
 
 
 
-GÖL SAATLERİ-
 
 
 
 
MUKADDİME
 
 
Seyr eyledim eşkâl-i hayâtı
 
Ben havz-ı hayâlin sularında,
 
Bir aks-i mülevvendir onunçün
 
Arzın bana ahçâr ü nebatı.
 
 
ÖNDEYİŞ
 
 
Gözledim hayatın biçimlerini
 
Ben hayal havuzunun sularında,
 
Bir renkli yansımadır onun için
 
Yeryüzünün bana taşları ve bitkileri.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÖĞLE
 
 
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,
 
Gümüş böcekler okur âba bir neşîde-i hâb,
 
Durur sevâhilin üstünde bî-heves, bî-tâb,
 
Güneş ziyâsını içmiş benât-ı hâb ü serâb…
 
 
ÖĞLE
 
 
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,
 
Gümüş böcekler okur suya bir uyku şiiri,
 
Durur kıyıların üstünde hevesiz, güçsüz,
 
Güneş ışığını içmiş uyku ve serap kızları.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÖĞLEDEN SONRA
 
 
İçer gümüş kıyılardan remîde âhûlar,
 
Ve onların sesi eyler bütün sükûtu harâb,
 
Eder bu da’veti, durgun sulardan, istiğrâb
 
Gürültüsüz ve uzak mâi diğer âhûlar…
 
 
ÖĞLEDEN SONRA
 
 
İçer gümüş kıyılardan ürkek ceylanlar,
 
Ve onların sesi bütün sessizliği bozar;
 
Bu çağrıyı durgun sulardan şaşkınlıkla karşılar
 
Gürültüsüz ve uzak, mavi öbür ceylanlar…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
AKŞAM
 
 
Susar meşâcir-i pür-şâm içinde bülbül-i âb,
 
Sular semâ-yi hayâlâtı eyler istiâb,
 
Döner bu sâhil-i nîlîye gölgeden kuşlar,
 
Ağızlarında güneşten birer kızıl dür-i nâb.
 
 
AKŞAM
 
 
Susar akşam dolu ağaçlıklarda su bülbülü,
 
Sular hayallerin göğünü içine alır,
 
Döner bu mavi kıyıya gölgeden kuşlar,
 
Ağızlarında güneşten birer kızıl parlak inci.
 
 
 
 
 
 
 
 
GECE
 
 
Nücûm ü mâhı dökülmüş semânın eşcâra,
 
Melül manzaralar şimdi bir gümüşlü sehâb;
 
Derin sulardaki ecrâmı avlayan kuşlar
 
Eder havâli-yi pür-nûr-ı mâh-tâba şitâb…
 
 
GECE
 
 
Yıldızları ve ayı dökülmüş göğün ağaçlara,
 
Üzgün manzaralar şimdi bir gümüşlü bulut;
 
Derin sulardaki yıldızları avlayan kuşlar
 
Ayışığının aydınlığıyla dolu yörelere koşar…
 
 
 
 
 
GECE YARISI
 
 
Ve ansızın suya etmekle mâh-ı dûr sukut,
 
Miyâh-ı rûhumu andırdı safha-i tâlâb:
 
O rûh içinde muzî bir garip neylûfer
 
Bütün elemlerin üstünde müncelî ter ü tâb…
 
 
GECE YARISI
 
 
Ve ansızın suya düşmekle uzaktaki ay,
 
Ruhumu sularını andırdı gölün üstü:
 
O ruh içinde ışık saçan bir garip nilüfer
 
Bütün acıların üstünde parladı diri ve taze...
 
 
 
 
 
 
 
SEHER
 
 
Ağaçların seherî zirvesinde titreşiyor
 
Tuyûr-ı fâniye-i âlem-i tahayyül ü hâb.
 
Semâyı kaplayacak, şimdi gazeler gibi nûr
 
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk ü türâb,
 
Ve onların gözü eyler nücûm-ı fecre itâb
 
Ve onların sesi eyler ’’nihâyet’’ i işrâb…
 
 
TAN AĞARTISI
 
 
Ağaçların tanla ağaran tepesinde titreşiyor
 
Hayal ve uyku evreninin ölümlü kuşları.
 
Göğü kaplayacak,şimdi, tüller gibi aydınlık
 
Zavallılar kalacaklar ufkun ve toprağın tutsağı
 
Ve onların gözü tan yıldızlarına çıkışır
 
Ve onların sesi ’’son’’ u anlatır.
 
 
 
 
 
 
 
 
-GÖL KUŞLARI-
 
 
 
SİYAH KUŞLAR
 
 
Gurûb u hûn ile perverde-rûh olan kuşlar
 
Kızıl kamışlara, yâkût âba konmuşlar;
 
Ufukta bir ser-i maktû’u andıran güneşi
 
Sükût ü gamla yemişler ve şimdi doymuşlar.
 
 
KARA KUŞLAR
 
 
Gün batımı ve kanla ruhu beslenmiş olan kuşlar
 
Kızıl kamışlara, akut rengi suya konmuşlar;
 
Ufukta bir kesik başı andıran güneşi
 
Sessizlik ve üzüntüyle yemişler ve şimdi doymuşlar.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
KARANLIKTA BEYAZ KUŞLAR
 
 
Vahşi karaltılardaki sîmîn kuşları
 
Mer’î miyân-ı sîne’yi yeldâda yerleri.
 
Güyâ cihân-ı sayede metrûk-i nûr olan
 
Fecr-âşinâ melikelerin muğber elleri
 
Koymuş kenâr-ı sâhile fağfür kâseler
 
Mâhın birikmiş orda ziyâ-yı mukattarı…
 
 
KARANLIKTA BEYAZ KUŞLAR
 
 
Vahşi karaltılardaki gümüş gibi ak kuşların
 
Uzun gecenin göğsünün yerleri görünüyor;
 
Sanki gölge dünyasında ışıksız bırakılmış olan
 
Tan ağartısını bilen sultanların küskün elleri
 
Koymuş suyun kıyısına Çin işi porselen kâseler
 
Ayın birikmiş orada imbikten çekilen ışığı…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
MEH-TÂBDA LEYLEKLER
 
 
Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler
 
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler…
 
 
Havâda bir gölü tanzîr eder semâ bu gece
 
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yek-ser…
 
 
Neden bu âb-ı semâvide avlananlar yok
 
Bu haşr-ı nûr-ı huveynâtı hangi kuşlar yer?
 
 
Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh ü nazar
 
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leyleker…
 
 
 
 
 
 
AYIŞIĞINDA LEYLEKLER
 
 
Suyun kıyısına dizilmiş, dinginlik ile bekler
 
Ayın büyüsüne dalan hayal dolu leylekler…
 
 
Havada bir gölün benzerini yaratır gök bu gece
 
Onun böcekleri şanki yıldızlardır baştan başa…
 
 
Neden bu gökyüzündeki suda avlananlar yok
 
Bu kaynaşan ışıklı hayvancıkları hangi kuşlar yer?
 
 
Bu sırrı çözmeye sanki ruhu ve bakışıyla çalışır
 
Ayın büyüsüne dalan hayal dolu leylekler…
 
 
 
 
 
 
 
KUĞULAR
 
 
Suda yorgun, muzî tecelliler
 
Ediyor bir tekarrübü ifşâ:
 
 
Kuğular, leyl içinde, sîne-küşâ
 
Geliyor, gözlerinde mestîler;
 
Sanki mahmûl-i hande keştîler
 
Ki olunmuş nûcûmdan inşâ…
 
 
KUĞULAR
 
 
Suda yorgun, ışıklı görünüşler
 
Bir yaklaşmayı açığa vuruyor:
 
 
Kuğular, gece içinde, göğüs bağır açık
 
Geliyor, gözlerinde sarhoşluklar;
 
Sanki gülümseme yüklü gemiler
 
Ki yıldızlardan yapılmış…
 
 
 
 
 
KUĞULARIN AVDETİ
 
 
Ölü bir sath-ı âbın üstünde
 
Ki celî, lerze lerze, dârâtı,
 
Sihr-âbâd-ı mâha gitmek için
 
Arıyorlar reh-i semâvâtı…
 
 
KUĞULARIN GERİ DÖNÜŞÜ
 
 
Ölü bir suyun üstünde
 
Ki açık, titreye titreye gösterişle
 
Ayın büyülü ülkesine gitmek için
 
Arıyorlar göklerin yolunu…
 
 
 
 
 
 
 
 
YARASALAR
 
 
Dağılmış hazân-dîde tüller gibi
 
Uçuşmakta sessizce huffâşeler,
 
Giderler, gelirler… san örmekteler
 
Nücûm-ı kederle zalâm-ı şebi.
 
 
YARASALAR
 
 
Dağılmış solmuş tüller gibi
 
Uçuşmakta sessizce yarasalar;
 
Giderler, gelirler… sanki örmekteler
 
Acının yıldızlarıyla gece karanlığını.
 
 
 
 
 
 
 
 
TULU’-I KAMER
 
 
Dağıldı cevf-i havâlîye bir garîb âvâz:
 
Gürültüler, asabî sayhalarla, cûş-a-cûş;
 
Bütün tuyûr-ı hafâ gölden ettiler pervâz…
 
 
Neden bu korku, neden ansızın bu çûş ü hurûş?
 
Ufukta, çember-i lerzân-ı âba yaslanmış,
 
Ufukta çünki tecellî-i mâh eder suyu nûş…
 
 
AYIN DOĞUŞU
 
 
Dağıldı çevrenin boşluğuna bir garip bağırtı:
 
Gürültüler, sinirli seslerle, çok çoşkun;
 
Bütün gizlilik kuşları gölden uçtular…
 
 
Neden bu korku, neden ansızın bu coşup taşma?
 
Ufukta, suyun titrek çemberine yaslanmış,
 
Ufukta çünkü görünen ay suyu içiyor…
 
 
 
 
 
BATAN AYIN KENARINA SATIRLAR
 
 
Bir vurulmuş ilâhı andırıyor
 
Suda teskîn-i zahm eden bu kamer,
 
Nıfs-ı leylin miyâh-ı dûrunda
 
Yıkanır, dinlenir, durur ve güler…
 
 
Eli ba’zan ’’sükût’’ u ürkütüyor
 
Ki miyâh illerinde hâbîde.
 
Ediyor bâ’zı kuşları da’vet,
 
Ah, o kuşlar ki şimdi bi-hareket
 
Suların âteşinde sallanıyor…
 
 
Zuhalî bir cidâlin âsârı:
 
Gizli bir kavs-i bî-tenâhîden
 
Oklar indikçe – aks-i âlem-i dûr -
 
O muzî cüsse-i ilâhîden
 
Suya bir hûn-i âteşîn akıyor…
 
 
 
 
 
 
BATAN AYIN KENARINA SATIRLAR
 
 
Bir vurulmuş tanrıyı andırıyor
 
Suda yarasının acısını yatıştıran bu ay,
 
Gece yarısının uzak sularında
 
Yıkanır, dinlenir, durur ve güler…
 
 
Eli bazan ’’sessizliği’’i ürkütüyor
 
Ki su ülkelerinde uykuya dalmış,
 
Çağırıyor bazı kuşları,
 
Ah o kuşlar ki şimdi hareketsiz
 
Suların ateşinde sallanıyor…
 
 
Kaygı verici bir savaşın eserleri:
 
Gizli bir sonsuz yaydan
 
Oklar indikçe – uzak bir evrenin yansıması -
 
O ışık saçan tanrısal gövdeden
 
Suya bir ateş gibi kan akıyor…
 
 
 
SERBEST MÜSTEZAT NAZIMLARI
 
 
YOLLAR
 
 
Bir lâmba hüzniyle
 
Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;
 
Söndü göllerde ks-i girye-veşi
 
Gecenin âvdet-i sükûniyle…
 
 
Yollar
 
Ki gider kimesiz, tehî, ebedî,
 
Yollar
 
Hep gider hatt-ı pür-sükût oldu
 
Akşamın sîne-i gubârında,
 
 
Onlar
 
Hangi bir belde-i hayâle gider,
 
Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?
 
 
Meftur
 
Ve muhteriz yine bir nefha-i hayâl esiyor;
 
Bu nefha dalları bî-tâb ü bî-mecâl uyutur.
 
Sonra eyler giyâhı nâlende,
 
Sonra âguş-i ufk içinde ölür…
 
 
Ey kalb,
 
Seni öldürmesin bu sâye-i şeb,
 
İşte bir dest-i sâhir ü mahfî
 
Sana nûr-i nücûmu indirdi.
 
 
Kuruldu işte, mesâfât içinde, lâl-i mesâ
 
Bütün meâbid-i hiss ü meâbid-i huylâ
 
Bütün meâbid-i meçhule-i ümmîd-i beşer…
 
 
Gurûb içinde bu eşkâl-i bi-hudûd-ı zeheb
 
Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselir hep;
 
Büyük denizlere benzer eteklerinde sükût,
 
Sükût-ı nâ-mütanâhi, sükût-ı nâ-mahdût,
 
Sükût-ı afv ü emel…
 
 
 
 
 
Bir el
 
Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi.
 
Aktı âb-ı sükûta yıldızlar
 
Bütün sular zehebî lerzelerle işlendi.
 
 
Tâ öteden,
 
Şimdi zer gözleriyle tâ öteden,
 
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eder
 
Bütün meâbid-i mechûle-i ümmîdi-i beşer.
 
Bütün meâbid-i vecdin soluk ilâheleri
 
Birer birer iniyor, gözleinde ru’yâlar;
 
Dudaklarında ziyâ’dâr ü muhteriz titrer
 
Akşamın bûse-i huzû-eseri.
 
 
Soluk ve gölgeli simâlarında reng-i mesâ
 
Nakşeder bir teheyyüc-ü rü’yâ:
 
Biri yorgun semâ-yı lâl-e bakar,
 
Biri bir gölge meşy ü gaşyîle
 
Miyâh-ı râkide samt ü hâb içinde akar;
 
Biri bir erganûn-ı eb’âdı
 
Dinliyor, gölgelerde ser-be-zemin,
 
Biri altın göziyle, guyâ ki,
 
Sana ey kalb-i mübhem-ü baki
 
’’Gel!’’ diyor.
 
 
Lâkin
 
İniyor
 
İşte leylin zalâm-ı bi-dâdı…
 
 
Yollar,
 
Âh ey kimsesiz giden yollar,
 
Yolların ey sükût-ı hüzn-eseri,
 
Bugünün inmeden şeb-i kederi,
 
Meâbid-i ü histe sönmeden bu ziyâ,
 
Ölmeden onların ilâheleri,
 
Âh gitmez mi, kimsesiz, sensiz
 
Yollar,
 
Âh gitmez mi hatt-ı sakitiniz,
 
Şimdi zer gözleriyle, tâ öteden
 
Tâ öteden
 
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eden
 
Uzak meâbid-i pür-nûr-ı vecd ü rü’yâya
 
Ki câ-be-câ kapıyor bâb-ı va’dini sâye.
 
YOLLAR
 
 
Bir lamba üzgünlüğü ile
 
Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;
 
Söndü gölgelerde ağlamaklı yansıması
 
Gecenin durgun geri dönüşü ile…
 
 
Yollar
 
Ki gider kimsesiz, boş, sonsuz,
 
Yollar
 
Hep birer sessizlik çizgisi oldu
 
Akşamın tozlu göğsünde.
 
 
Onlar
 
Hangi bir hayal ülkesin gider,
 
Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?
 
 
Bezgin
 
Ve çekingen yine bir hayal yeli esiyor;
 
Bu esinti dalları bitkin ve güçsüz uyutur,
 
Sonra otları inletir,
 
Sonra ufkun kucağında ölür…
 
 
Ey yürek!
 
Seni öldürmesin bu akşam gölgesi,
 
İşte bir büyüleyici ve gizli el
 
Sana yıldızların aydınlığını indirdi.
 
 
Kuruldu işte uzaklıklar içinde, akşamın kızıllığı,
 
Büyün duygu tapınakları ve hayal tapınakları
 
Bütün insan umudunun bilinmeyen tapınakları…
 
 
Gün batımında bu sınırsız altın biçimler
 
Sanat ve düşüncenin sıçralarıyle yükselir hep;
 
Büyük denizlere benzer eteklerinde sessizlik,
 
Sonsuz sessizlik, sınırsız sessizlik,
 
Bağışlama ve dileme sessizliği…
 
 
Bir el
 
Pencerelerde bir altın ışık yakıp indi,
 
Aktı sessizlik suyuna yıldızlar
 
Bütün sular altın titreyişlerle işlendi.
 
 
Tâ öteden,
 
Şimdi altın gözleriyle tâ öteden,
 
Üzgün ruhları kendinden geçmeye çağırır
 
Bütün insan umudunun bilinmeyen tapınakları.
 
Bütün coşku tapınaklarının soluk tanrıçaları
 
Birer birer iniyor, gözlerinde rüyalar;
 
Dudaklarında parlak ve çekingen titrer
 
Akşamın alçakgönüllü öpücüğü.
 
 
Soluk ve gölgeli yüzlerinde akşamın rengi
 
Bir düş coşkusu çizer:
 
Biri yorgun kırmızı göğe bakar,
 
Biri bir gölgenin baygın yürüyüşüyle
 
Durgun sulara sessizlik ve uyku içinde akar;
 
Biri uzak bir orgu
 
Dinliyor, gölgelerde başı yere eğik,
 
Biri altın gözüyle, sanki,
 
Sana ey belirsiz ve ölümsüz yürek
 
’’Gel!’’ diyor.
 
 
Ama
 
İniyor
 
İşte gecenin acımasız karanlığı…
 
 
Yollar,
 
Ah ey kimsesiz giden yollar,
 
Yolların ey üzünçlü sessizliği,
 
Bugünün inmeden keder gecesi,
 
Dilek ve duygu tapınaklarında sönmeden bu ışık,
 
Ölmeden onların tanrıçaları,
 
Ah gitmez mi, kimsesiz sessiz,
 
Yollar,
 
Ah gitmez mi susan çizgileriniz,
 
Şimdi altın gözleriyle tâ öteden
 
Tâ öteden
 
Ruhların tasasını bir kendinden geçişe çağıran
 
Uzak ışık dolu coşku ve rüya tapınaklarına
 
Ki yer yer kapıyor verdiği sözün kapısını gölge.
 
 
 
 
 
 
YAZ
 
 
Deniz,
 
Sürüklenir zehebî ince kumlar üstünde,
 
Bütün menâzır-ı hüzn ü gurûb ile yalnız;
 
Yükselen reng-i şânım altında
 
Öksürür nâ-tüvân ü nâlende
 
Hasta bir genç kız…
 
 
Bu bahârın kolunda bir erkek
 
Hüzn-i sârîye mezc-i rûh ederek
 
İnliyor sessiz.
 
 
Sonra… durgun sularda bir yıkanan
 
Gölge, göklerde nûrunu kırpan
 
Büyük, derin, nazar-âvâre, mâî bir yıldız…
 
 
 
 
 
 
 
 
YAZ
 
 
Deniz,
 
Sürüklenir altın gibi ince kumlar üstünde,
 
Bütün üzüntü ve gün batımı görünümleriyle yalnız;
 
Yükselen akşam renginin altında
 
Öksürür güçsüz ve inleyen
 
Hasta bir genç kız…
 
 
Bu baharın kolunda bir erkek
 
Bulaşıcı acıya ruhunu katarak
 
İnliyor sessiz.
 
 
Sonra… durgun sularda yıkanan bir
 
Gölge, göklerde ışığını kırpan
 
Büyük, derin, kararsız bakıştı, mavi bir yıldız…
 
 
 
 
 
 
 
 
SONBAHAR
 
 
Dökerken ufka donuk, kanlı bir ziyâ Eylûl,
 
Ederek zülf-i târümâra hulul
 
Gizli bir sesle ağlayan ey bâd!
 
 
Şimdi göklerde, katre katre, yanan
 
Necm-i mahmuru bir dakika nihân
 
Ederek, sonra eyleyen ikâd,
 
Âh, ey bâd-ı haste, bâd-ı keder…
 
 
O kadar nâ-tüvân ki gizli sesin,
 
Kendi derdinle kendin ağlarsın,
 
Sana derdin senin kifâyet eder…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
SONBAHAR
 
 
Dökerken ufka donuk, kanlı bir ışık Eylül,
 
Darmadağın saçlara giderek
 
Ey gizli bir sesle ağlayan rüzgar!
 
 
Şimdi göklerde, damla damla, yanan
 
Baygın yıldızı bir dakika gizleyip
 
Sonra yakıp tutuşturan,
 
Ah, ey hasta rüzgar, acının rüzgarı…
 
 
O kadar güçsüz ki gizli sesin,
 
Kendi derdinle kendin ağlarsın,
 
Sana senin derdin yeter…
 
 
 
 
 
KIŞ
 
 
Yine kış
 
Yine şems-i mesâda, âh, o bakış;
 
Yine yollarda serserî dolaşan
 
Âşiyânsız tuyûr-ı pür-nâliş…
 
 
Tehî kalan ovalar
 
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmiyle;
 
Harâb olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
 
Ne giden,
 
Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk
 
Mütemadî sürüklenir bir uzak
 
Ufk-ı pür-ıstırâb ü nevmide.
 
 
Yine kış, yine kış,
 
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış…
 
 
 
 
 
 
 
KIŞ
 
 
Yine kış
 
Yine akşam güneşinde, ah, o bakış,
 
Yine yollarda başıboş dolaşan
 
Yuvasız inleyen kuşlar…
 
 
Boş kalan ovalar
 
Susmuş sanılır mevsimin üzüntüleriyle;
 
Issızlaşan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
 
Ne giden,
 
Şimdi yalnız yaprak kafileleri
 
Durmadan sürüklenir bir uzak
 
Acılı ve umutsuz ufka.
 
 
Yine kış, yine kış,
 
Bütün dilekleri bir ağlayan duman sarmış…
 
 
 
 
GELMEDEN EVVEL
 
 
Kalbim
 
Benim bir ormandı,
 
İsimsiz, âsûde
 
Bir büyük orman;
 
Ve gölgelerde revân
 
Olan hafî suların âks-i şevk-i muttaridi
 
Dağıtırken sükûtu beyhûde,
 
Düşünürüm ki, hangi gün, ne zamân,
 
Ne zamân
 
Girecektin o kalb-i mes’ûde?
 
 
Etmeden zehr-bâd-ı fasl-ı elem
 
Reng-i eşcâr ü âbı fersûde,
 
Dolacak mıydı seslerin, bilmem
 
O tehî sâye-zâr-ı mesdûde?
 
 
Sanki hicrâna bir tesellîdi
 
Şeceristân-ı kalb içinde revân
 
Olan hafî suların mûsikî-i nevmîdi.
 
 
GELMEDEN EVVEL
 
 
Kalbim
 
Benim bir ormandı,
 
İsimsiz, sessiz
 
Bir büyük orman;
 
Ve gölgelerde akan
 
Gizli suların düzenli sevincinin yansıması
 
Dağıtırken sessizliği boşuna,
 
Düşünürüm ki, hangi gün, ne zaman,
 
Ne zaman
 
Girecektin o mutlu kalbe?
 
 
Üzüntü mevsiminin zehirli rüzgârı
 
Ağaçların ve suyun rengini bozmadan,
 
Dolacak mıydı seslerin, bilmem
 
O boş kapalı gölgeliğe?
 
 
Sanki ayrılık acısına karşı bir avutmaydı
 
Kalbin ağaçlığının içinde akıp giden
 
Gizli suların umutsuz müziği.
 
 
 
GELDİN
 
 
Bir gün
 
Akşamın ölgün
 
Duran o nâ-mütenâhî ziyâ denizlerine
 
Gark olan eşcâr
 
Gark olan ovalar
 
Oluyorken sükût ü hüzne makar
 
Geldin âlâm-ı kalbi teskîne…
 
 
Ey şebâbın hayâl-i câvîdi,
 
O melûl akşamın havası kadar
 
Gelişin bir sükûn-ı sârîydî…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
GELDİN
 
 
Bir gün
 
Akşamın ölgün
 
Duran o sonsuz ışık denizlerine
 
Boğulan ağaçlar
 
Boğulan ovalar
 
Oluyorken sessizliğe ve üzüntüye barınak
 
Geldin kalbin acılarını yatıştırmaya…
 
 
Ey gençliğin ölümsüz hayali,
 
O bezgin akşamın havası kadar
 
Gelişin de bir bulaşıcı dinginlikti…
 
 
 
 
 
 
BİRLİKTE
 
 
Bütün bizimçündür
 
Nükûş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
 
Gibi üstünde titreyen bu semâ;
 
Gecenin dallarında şimdi açan
 
Bu kamer,
 
Bu altın gül…
 
 
Bütün bizimçündür
 
Ne varsa aşk ile bîdâr-ı ra’şe, ya nâim,
 
Ne varsa âid olan leyl-i hande-me’nûse,
 
Sana âid lebimdeki bûse,
 
Lebinin surh-ı bî-zevâli benim.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
BİRLİKTE
 
 
Bütün bizim içindir
 
Birlik yıldızlarının nakışlarıyla işlenen bir tül
 
Gibi üstünde titreyen bu gök;
 
Gecenin dallarında şimdi açan
 
Bu ay,
 
Bu altın gül…
 
 
Bütün bizim içindir
 
Ne varsa aşk ile titreyerek uyanmış, ya da uyuyan,
 
Neyi varsa gülmeye alışık gecenin,
 
Senin dudağımdaki öpücük,
 
Dudağımın sona ermez kırmızısı ise benim.
 
 
 
 
 
 
 
MUHTELİF ŞİİRLER
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
O ESKİ HÜCREYE BENZER Kİ
 
 
Ziyâ-yı şemse kapanmış bütün derîçeleri
 
Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi:
 
 
Gubâr-ı ye’s ü fenâ sinmiş orda elvâna
 
Emel, heves bırakılmış sükût ü nisyâna,
 
 
Bütün hadâyık-ı histen o toplanan ezhâr
 
Uyur mekâbir minada bi-ümmidi-i bahâr.
 
 
Bu pembe gül, bu karanfil ağır ağır erimiş
 
Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış.
 
 
Ocak harâb ü tehî, lamba kimsesiz,a’mâ,
 
Bu samt-ı hasta eder hüzn ü uzleti imâ.
 
 
Soluk cidâra asılmış, durur garîk-i melâl
 
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayâl…
 
 
O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
 
Çekilmiş ufk-ı tesellîye karşı perdeleri…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
O ESKİ ODAYA BENZER Kİ
 
 
Güneş ışığına kapanmış bütün pencereleri
 
Bir öyle odaya benzer ki ömrümün kederi:
 
 
Karamsarlık ve yokluk tozu sinmiş orada renklere
 
İstek, heves bırakılmış susmaya ve unutmaya,
 
 
Bütün duygu bahçelerinden toplanan o çiçekler
 
Uyur sırça mezarlarda bahardan umutsuz.
 
 
Bu pembe gül, bu karanfil ağır ağır erimiş
 
Üzerlerinde değiştikçe her üzüntülü kış.
 
 
Ocak yıkık ve boş, lamba kimsesiz, kör,
 
Bu hasta susuş acıya ve yalnızlığa işarettir.
 
 
Soluk duvara asılmış, durur can sıkıntısına boğulmuş
 
O yüzler ki uyur gözlerinde eski hayal…
 
 
O eski odaya benzer ki ömrümün kederi
 
Çekilmiş avunma ufkuna karşı perdeleri…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
EVİM
 
 
Yeşil ve gölgeli dallarda gizlenen ve gülen
 
Evim… Bugün bana âid, bugün benimsin sen…
 
 
Dudaklarımın kuru, kaç def’a bir yabancı ayak,
 
Sükût-ı leyli dolaştıkça sandım ayrılmak
 
Takarrüb etti harîm-i cidâr ü sakfından,
 
Bir ufk-ı bî-kesin üstünde ağlıyorken ben
 
Geçen havâlara sevdâmı eyleyip peyrev,
 
Tehî, soğuk kalacaktın zavallı, bî-kes ev.
 
Ve akşam üstü sükûtunda lamba yanmayacak,
 
Ağaçların susacak, camlarında aks-i şafak
 
Görünmeden sönecek.. Leyl-i girye, leyl-i melül
 
İnince eyleyecek şekl-i pür-gumûmun üfûl.
 
 
Fakat bugün bana âid, bugün benimsin sen.
 
Sevimli ev ki bu koynunda en kudurmuş, en
 
Derin mesâib ü ehvâle karşı mahfûzum,
 
Dolaşmıyor senin üstünde şimdi eski ölüm.
 
 
Ağaçların gülerek bir bahâr-ı digerle
 
Güneş ve kuşları tutmakta tâze ellerle
 
Rükût-ı sâyede açıkça râz-ı çeşm-i kamer
 
Havuzlarında açar deste deste neylüfer…
 
 
Sevimli ev.. Bugün altında aşkı bekliyorum,
 
O pembe tıfl-ı melek-çehre nerdedir? diyorum…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
EVİM
 
 
Yeşil ve gölgeli dallarda gizlenen ve gülen
 
Evim… Bugün bana ait, bugün benimsin sen…
 
 
Dudaklarım kuru, kaç kez bir yabancı ayak,
 
Sessiz geceyi dolaştıkça sandım ayrılmak
 
Yaklaştı evinin duvar ve çatısından.
 
Bir kimsesiz ufkun üstünde ağlıyorken ben
 
Geçen havaların ardına sevgimi takarak
 
Boş, soğuk kalacaktın zavallı, kimsesiz ev.
 
Ve akşam üstü sessizliğinde lamba yanmayacak,
 
Ağaçların susacak, camlarında şafağın yansıması
 
Görünmeden sönecek… Ağlayan gece, üzgün gece
 
İnince acılarla dolu biçimin yok olacak.
 
 
Fakat bugün bana ait, bugün benimsin sen.
 
Sevimli ev, senin bu koynunda en kudurmuş, en
 
Derin felaketlere ve korkulara karşı korunurum,
 
Dolaşmıyor senin üstünde şimdi eski ölüm.
 
 
Ağaçların, gülerek bir başka baharla
 
Güneş ve kuşları tutmakta taze ellerle.
 
Gölgenin durgunluğunda açıkça ayın gözündeki sır,
 
Havuzlarında açar demet demet nilüfer…
 
 
Sevimli ev.. Bugün altında aşkı bekliyorum,
 
O pembe, melek yüzlü çocuk nerdedir? diyorum…
 
 
 
 
 
 
 
 
PİYÂLE
 
 
MUKADDİME
 
 
Zannetme ki güldür, ne de lâle,
 
Âteş doludur, tutma yanarsın,
 
Karşında şu gül-gûn piyâle…
 
 
İçmişti Fuzûlî bu alevden,
 
Düşmüştü bu iksîr ile Mecnûn
 
Şi’rin sana anlattığı hâle…
 
 
Yanmakta bu sâgardan içenler,
 
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı,
 
Baştan başa efgaan ile nâle…
 
 
Âteş duludur, tutma yanarsın,
 
Karşında şu gül-gûn piyâle…
 
 
 
 
 
ÖNDEYİŞ
 
 
Sanma ki ne güldür ne de lâle,
 
Ateş duludur, tutma yanarsın,
 
Karşındaki şu gül renkli kadeh…
 
 
İçmişti Fuzûlî bu alevden,
 
Düşmüştü bu ilaç ile Mecnûn
 
Şiirin sana anlattığı duruma…
 
 
Yanmakta bu kadehten içenler,
 
Doldurmuş onun için aşk gecesini,
 
Baştan başa çığlık ile inilti ile…
 
 
Ateş duludur, tutma yanarsın,
 
Karşındaki şu gül renkli kadeh…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÖLMEK
 
 
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
 
Oradan,
 
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
 
Cevf-i ye’s-âşina-yı hüsrâna…
 
 
Titrek
 
Parıltılarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk
 
Dağılırken suhûr-ı uryâna,
 
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
 
Oradan,
 
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
 
Cevf-i ye’s-âşina-yı hüsrâna…
 
 
Kanlı bir gömlek
 
Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan
 
Alıp sürükliyerek,
 
O dem ki refref-i hestîye samt olur kaim
 
Ve bir günün dem-i âlâyiş-zevâlinde
 
Sürüklenir sular âfâka şu’le hâlinde
 
 
O dem ki kollar açar cism-i nâ-ümmîde adem,
 
Bir derin sesle ’’Haydi!’’ der uçurum,
 
O dem
 
Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek
 
Oradan,
 
Oradan düşmek, ölmek istiyorum
 
Cevf-i ye’s-âşina-yı hüsrâna…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÖLMEK
 
 
Üzüntü Sina’sının en yüksek tepesine yükselerek,
 
Oradan,
 
Oradan düşmek,
 
Hayal kırıklığının acıyı tanıyan boşluğuna…
 
 
Titrek
 
Parıltılarla yanan mezbaha rengi bir akşam
 
Dağılırken çıplak kayalara,
 
Üzüntü Sina’sının en yüksek tepesine yükselerek,
 
Oradan,
 
Oradan düşmek,
 
Hayal kırıklığının acıyı tanıyan boşluğuna…
 
 
Kanlı bir gömlek
 
Gibi güneşin şalını arkamdan
 
Alıp sürükleyerek,
 
O zaman ki varlığın cıvıltılarını suskunluk kaplar
 
Ve bir günün şatafatı sona ererse
 
Sürüklenir sular ufuklara alev halinde
 
 
O zaman ki kollar açar,
 
Bir derin sesle ’’Haydi!’’ der uçurum,
 
O zaman
 
Üzüntü Sina’sının en yüksek tepesine yükselerek,
 
Oradan,
 
Oradan düşmek,
 
Hayal kırıklığının acıyı tanıyan boşluğuna…
 
 
 
 
 
 
 
 
 
BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU
 
 
Yorgun gözümün halkalarında
 
Güller gibi fecr oldu nümâyân.
 
Güller gibi.. sonsuz iri güller,
 
Güller ki kamıştan daha nâlân;
 
Gün doğdu yazık arkalarında!
 
 
Altın kulelerden yine kuşlar
 
Tekrârını ömrün eder i’lân
 
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
 
Âlemlerimizden sefer eyler?..
 
 
Akşam, yine akşam, yine akşam,
 
Bir sırma kemerdir suya baksam
 
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!
 
 
Akşam, yine akşam, yine akşam,
 
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
 
 
 
 
 
BİR GÜNÜN SONUNDA İSTEK
 
 
Yorgun gözümün halkalarında
 
Güller gibi tan yeri ağardı.
 
Güller gibi.. sonsuz iri güller,
 
Güller ki kamıştan da çok inliyor;
 
Gün doğdu yazık arkalarında!
 
 
Altın kulelerden yine kuşlar
 
Duyurur yineleyişini yaşamın
 
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
 
Evrenlerimizden yola çıkar?..
 
 
Akşam, yine akşam, yine akşam,
 
Bir sırma kuşaktır suya baksam
 
Üstümde gök bir büyülü yay!
 
 
Akşam, yine akşam, yine akşam,
 
Göllerde bu sıra bir kamış olsam!
 
 
ORMAN
 
 
Su değil, mevsimin havâsı akan,
 
Duyduğun yaprağın, dalın sesidir;
 
Suda yıldızların parıltısıdır,
 
Bu karanlıkta ba’zı ba’zı çakan…
 
 
 
 
 
ŞAFAKTA
 
 
Dönsek mi aşkın şafağından
 
Gitsek mi ekaalîm-i leyâle?
 
Bizden daha evvel erişenler,
 
Ağlar bütün evvelki hayâle…
 
 
Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek
 
Düştüyse bu gönüller bu melâle?
 
Bir eldir ufuklardan uzanmış
 
Zulmet bizi çekmekte visâle..
 
 
 
 
 
 
 
HAVUZ
 
 
Akşam yine toplandı derinde…
 
 
Cânân gülüyor yine eski yerinde
 
Cânân ki gündüzleri gelmez
 
Akşam görünür gelmez
 
Akşam görünür havz üzerinde,
 
 
Mehtâb kemer tâze belinde
 
Üstünde semâ gizli bir örtü
 
Yıldızlar onun güldür elinde…
 
 
 
 
 
PARILTI
 
 
Âteş gibi bir nehr akıyordu
 
Rûhumla o rûhun arasından,
 
Bahsetti derinden ona hâlim
 
Aşkın bu unulmaz yarasından.
 
 
Vurdukça bu nehrin ona aksi
 
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan.
 
Baktım ona sessizce uzaktan
 
Vurdukça bu aşkın ona aksi…
 
 
 
 
 
 
 
KARANFİL
 
 
Yârin dudağından getirilmiş
 
Bir katre âlevdir bu karanfil,
 
Rûhum acısından bunu bildi!
 
 
Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer,
 
Kızgın kokusundan kelebekler,
 
Gönlüm ona pervâne kesildi.
 
 
 
 
 
 
 
 
BÜLBÜL
 
 
Bir gamlı hazânın seherinde
 
Israra ne hâcet yine bülbül?
 
Bil, kalbimizin bahçelerinde
 
Cân verdi senin söylediğin gül!
 
 
Savrulmada gül şimdi havâda,
 
Gün doğmada bir başka ziyâda…
 
 
 
 
 
BAŞIM
 
 
Bî-haber gövdeme gelmiş, konmuş
 
Müteheyyiç, mütekallis bir baş
 
Ayırır sanki bu baştan etimi
 
Ömr-i ehrâma muâdil bir yaş!
 
 
Ürkerim kendi hayâlâtımdan
 
Sanki kandır şakağımdan akıyor..
 
Bir kızıl çehrede âteş gözler
 
Bana gûyâ ki içimden bakıyor!
 
 
Bu cehennemde yetişmiş kafaya
 
Kanlı bir lokmadır ancak mihenim.
 
Âh yâ Rabbî, nasıl birleşti
 
Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?
 
 
Dişi, tırnakları geçmiş etime
 
Gövdem üstünde duran ifrîtin.
 
Bir küçük lâhza-i ârâma fedâ
 
Bütün âlâyişi nâm ü sıytin!
 
 
 
 
 
 
BİR YAZ GECESİ HÂTIRASI
 
 
İşveyle, fısıltıyla, gülüşle,
 
Olmuş şeb-i sevdâ yine bî-hâb;
 
Oklar gibi saplanmada kalbe,
 
Düştükçe semâdan yere mehtâb…
 
 
Buseyle kilitlenmiş ağızlar,
 
Gözler neler eyler, neler işrâb;
 
Uçmakta bu âteşli havâda
 
Vuslat demi bir kuş gibi bî-tâb.
 
 
 
 
 
 
 
KARANLIK
 
 
Aşkın bu karanlık gecesinde
 
Bülbül yine vahşî müterennim,
 
Mecnûn’unu terketti mi Leylâ?
 
Vahşi sesi firkat sesi sandım.
 
 
Aşkın bu karanlık gecesinde,
 
Hicrânımı duydum, seni andım,
 
Firkat-zede bülbül gibi yandım.
 
 
 
 
 
 
 
TAHATTUR
 
 
Bir Acem bahçesi, bir seccâde,
 
Dolduran havz-ı âteşten bâde…
 
Ne kadar gamlı bu akşam vakti…
 
Bakışın benzemiyor mu’tâde.
 
 
Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,
 
Dalmış üstündeki kuşlar yâda;
 
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
 
Bu sönen, gölgelenen dünyâda!
 
 
 
 
 
 
 
AĞAÇ
 
 
Gün bitti. Ağaçta neş’e söndü.
 
Yaprak âteş oldu. kuş da yâkût.
 
Yaprakla kuşun parıltısından
 
Havzın suyu erguvâna döndü.
 
 
SÜVÂRİ
 
 
Şu bakır zirvelerin ardından
 
Bir süvârî geliyor kan rengi.
 
Başlıyor şimdi melûl akşamda
 
Son ışıklarla bulutlar cengi!
 
 
Bir bakır tasta alev şimdi havuz,
 
Suya saplandı kızıl mızraklar..
 
Açılıp kıvrılarak göklerde
 
Uçuyor parçalanan bayraklar!
 
 
 
 
 
Kuytu bir bahçede bir kuş ötüyor,
 
Son kızıllıkla yanan bir dalda.
 
Ağlıyor eski veda türküleri
 
Bir alev ufka giden sandalda!..
 
 
 
 
Bir kuş düşünür bu bahçelerde
 
Altın tüyü sonbahâra uygun…
 
…………………………………………?
 
 
 
 
 
NACİYE GÜRPINAR-MERSİN LİSESİ
 
 
[[Kategori:Güzel sanatlar]]
 
[[Kategori:Güzel sanatlar]]
 
[[Kategori:Sosyal bilimler]]
 
[[Kategori:Sosyal bilimler]]

02.29, 11 Haziran 2010 tarihindeki hâli

Edebiyat < Güzel sanatlar Ahmet Haşim

Şablon:Ahmet Haşim

All items (162)