Yenişehir Wiki
Advertisement
HADİS-İ ŞERİF:

a) İbn Abbas (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dua ettiğini nakleder: "Allahım! Kureyş'in öncekilerine azabı tattırdın, sonrakilerine nimet ve ihsanını tattır" (Tirmizi, Menakıb, 66).

b) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "(Câhiliye devrinde) Arap kabileleri şu emâret hususunda en şerefli olan Kureyş'e uyardı: Arapların mü'minleri (hanifler), Kureyş'in mü'minlerine, müşrikleri de Kureyş'in müşriklerine uyarlardı. İnsanlar madenler gibidir. Onların cahiliyette hayırlı olanları, İslâm devrinde de hayırlı kimselerdir" (Tecrid-i Sarih, IX, 220).

Şablon:Kureyşbakınız

GÖZYAŞLARINIZI_TUTAMAYACAĞINIZ_BİR_HİKAYE_-_Hz._Ömer_(r.a.)_-_Mehmet_Yıldız-2

GÖZYAŞLARINIZI TUTAMAYACAĞINIZ BİR HİKAYE - Hz. Ömer (r.a.) - Mehmet Yıldız-2

GÖZYAŞLARINIZI TUTAMAYACAĞINIZ BİR HİKAYE - Hz. Ömer (r.a.)

Bakınız

D . R1a . ÖMER Ömer - Umar.


Ömer (r.a) - Hz. Ömer -
Hazret-i Ömer . Hazreti Ömer .ÖMER BİN HATTAB

عمر بن الخطاب بن نفيل بن عبد العزى بن رياح بن عبد الله بن قرط بن رزاح بن عدي بن كعب بن لؤي بن غالب بن فهر بن مالك بن النضر
Ömer b. Hattâb b. Nufeyl b. Abdü’l-Uzza b. Riyah b. Abdullah b. Kurt b. Rezah b. Adiy b. Ka’b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane
“Yüzü hafif kırmızıya çalıp beyaz tenli, güzel yüzlü, el ve ayakları irice, etine dolgun, uzun boyluydu. Sanki bir binek üzerindeymiş gibi dururdu. Güçlü biriydi. Kına yakar, bıyıklarının kenar kısımları uzuncaydı. Hızlı yürür, konuştuğunda karşısındakine dinletirdi.
Arabized Arabs - العرب المستعربة
Arapça olmayan isimlerdendir, Ömer. Kays da (Bkz.Kai) Arapça değildir . Anadolu'da da Umar derler, Ömer diyemezler. Rumeli'de de Umardır. Arapların dediği gibi...

İbni Hattâb - İbn-i Hattâb
Hz. Ömer 24 saat kesintisiz şiir okuyabilirdi. Bu duygusal yönünü ve duygusal zekasını geliştirmiştir. Kureyş - Quraish
Ben-i Adi -Banu Adi kolundan
--- Şemaili : uzun boylu iri gövdeli, insanlar arasında yaya olarak yürürken, binitli imiş gibi, insanların üzerinde görünürdü. Kaba ve seyrek sakallı olup kızılımtırak ve çok saçlı idi.Barbaros gibi. Gözlerinin akında, çokça kırmızılık vardı. Yürürken ise hızlı, yürürdü.
Resail-i Ömer ibn-ul Hattap
Adalet mülkün temelidir.
Hz.Ömer'in valileri
Hz.Ömer'in adaleti
Hz. Ömer'in adaleti
Hz. Ömer'in siyasi etik yasası

Hz. Ömer/Şam'a girişi
Nuşurevan
Nurşirevan
Ben Nuşurevan'dan daha az adil değilim
Hz. Ömer'den örnek olaylar

Ömer/VP Ömer/WP Ömer/Vecizeleri Ömer/Anılar
سيرة عمر بن الخطاب دعاء عمر بن الخطاب تواضع عمر بن الخطاب أكل عمر بن الخطاب ملابس عمر بن الخطاب ورع عمر بن الخطاب و خوفه من الله تعالى عدالة عمر بن الخطاب خطب عمر بن الخطاب من كلام عمر بن الخطاب و حكمته رسائل عمر بن الخطاب التربية و التعليم عند عمر بن الخطاب مشورة عمر بن الخطاب فراسة عمر بن الخطاب و فطنته إجتهاد عمر بن الخطاب غزوات عمر بن الخطاب و فتوحاته وقت عمر بن الخطاب توزيع الحقوق عند عمر بن الخطاب الرفق بالحيوان عند عمر بن الخطاب مصادرات عمر بن الخطاب للأموال شدة ولين عمر بن الخطاب حراسة عمر بن الخطاب الليلية عمر بن الخطاب بلسان علي بن أبي طالب و أولاده ما قيل في عمر بن الخطاب
Şiirler Kocakarı ile Ömer (Mehmet Akif Ersoy'un muhteşem şiiri)
Ömer bin Abdulaziz Hz Ömer'in torunudur. Hz. Ömer Süte su katan hilebaz bir anneye direnen kızı görünce, ertesi gün oğluna eş olarak alır ve bundan doğan muhteşem evlatdır.
Ömer Abdullah Özdemir
Ömer Akşahin Ömer Akpınar Ömer Ali CİRİT Ömer Altun Ömer Şahin Ömer Çelik
Disambig Bakınız: umar
 :[1] Bir konu için çözüm yolu, çare  :[2] Olması istenilen bir şeyi olsun diye bekler, umut eder  :[1] Nuvola apps bookcase Köken

Books-aj.svg aj ashton 01f Kaynaklar *Şablon:Yurtsever-TAD-1997 pl:Umar sr:Umar


Şablon:Ömerbakınız - d

Quraish veya Kureyş Kökü Hz. İbrahim 'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Araplaşmış Arap kabilesi.

Kureyş kabilesi


KUREYŞ KABİLESİ[]

İslam'ın gelişinden önce Mekke yönetimini elinde tutan ve Hz. Peygamberin de mensubu olduğu kabile.

Hz. Muhammed (s.a.s)'in İslâmiyeti tebliğ ettiği sıralarda Mekke'deki topluluğun tek ceddi kabul edilen Kureyş'in asıl adının "Fihr", yahut "Nadr" olduğu söylenir. "Kureyş" kelimesi, köpek balığı manasına geldiğine göre, bu muhtemelen totemizm devirlerinin bir kalıntısıdır. Genel olarak Kureyş kabilesi Kinâne kabilesinin bir koludur. Kureyş kabilesi Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde on koldan oluşmuştu. Bunlar; Nevfel, Zühre, Mahzûm, Esed, Cumah, Sehm, Ümeyye, Haşim, Teym ve Adiy idi.

Adı Fihr veya Nadr olan ve Kureyş lâkabıyla anıları kişiden itibaren Hz. Peygamber (s.a.s.)'e kadar uzanan soy kütüğü şu sekilde sıralanır: Kureyş (Fihr veya Nadr)-Galib-Lüey-Kâab-Mürre-Kilâb-Kusay-(Zeyd)-Abdümenaf(Muğîre)-Hâşim (Amr)-Abdülmuttalib (Şeybe)-Abdullah-Hz. Muhammed (s.a.s).

Kureyş kabilesi, câhiliye devrinde Ka'be'nin içinde bulunan bir kuyunun yanı başına dikilmiş bir puta taparlardı.

Bu putun adı Hübel idi.


Bu put, Ka'be ve Hicaz başkanlığı Huzâalılara geçtikten sonra, başkanları olan Amr b. Luhay tarafından Suriye topraklarından getirilmiştir.

Rivâyete göre Amr, daha puta tapıcılığın Hicaz'a girmediği bir sırada Suriye'ye gittiğinde, oradaki halkın birtakım putlara taptığını görmüştü.

Bu putlara niçin taptıklarını sorunca onlar: "Biz bunlara taparız, ne zaman yağmur istesek yağdırırlar; bir konuda yardım dilesek yardım ederler" demişlerdi.

Amr, böyle her derde devâ putlardan bir tane de kabilesine götürmek üzere kendisine vermelerini ricâ etmiş, onlar da bu Hübel putunu vermişler.

Amr da onu getirip Ka'be'ye yakın ve zemzem kuyusunun üst tarafına yerleştirmiş ve herkesi buna tapmaya teşvik etmişti.

Yine rivâyete göre bu put, kırmızı akikten yapılmış ve insan şeklinde olup sağ eli kırık imiş.

Ona, altından bir el takmışlar ve tapmaya başlamışlar ki ona gösterdikleri saygı, Hacer-i Esved'e gösterdikleri saygı derecesine varmış.

Sonra bu Hübel putunu Ka'be'nin içine almışlardı.

Ayrıca Kureyş kabilesi zemzem kuyusunun yanında bulunan İsaf ve Naile adlarındaki iki puta taparlar ve bunların önünde kurbanlar keserlerdi.

Rivâyete göre İsaf, Bağy oğlu Yusuf adında bir adam; Naile de Dîk kızı Naile adında bir kadın olup Ka'be içinde zinâ ettiklerinden dolayı Allah onları taş etmişti.

Bu büyük putlardan başka her aile, bir put edinip kendi evinde ona karşı değişik hareketlerle tapıyordu. Meselâ, bir adam yola çıkmak istediği zaman, hayvanına binmeden önce, evindeki bu puta elini ve yüzünü sürerdi. Bu hareket, onun yola çıkmadan önce yaptığı en son iş olurdu. Yolculuktan döndüğü zaman da yine o puta elini yüzünü sürerdi. Bu hareket de o adamın yolculuktan döndükten sonra ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu.

Kureyş kabilesi ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'de başlı başına bir sûre vardır.

Bu sûrede Kureyş kabilesinin yaptığı ticârî faaliyetlerinden söz edilerek, onların kışın Yemen'e, yazın da Suriye'ye olmak üzere yılda iki defa uzak ülkelere ticârî seferler düzenlediği belirtilmektedir (Kureyş, 106/1-4).

Kureyş kabilesi ve fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif vardır:[]

a) İbn Abbas (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dua ettiğini nakleder: "Allahım! Kureyş'in öncekilerine azabı tattırdın, sonrakilerine nimet ve ihsanını tattır" (Tirmizi, Menakıb, 66).

b) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:


"(Câhiliye devrinde) Arap kabileleri şu emâret hususunda en şerefli olan Kureyş'e uyardı: Arapların mü'minleri (hanifler), Kureyş'in mü'minlerine, müşrikleri de Kureyş'in müşriklerine uyarlardı. İnsanlar madenler gibidir. Onların cahiliyette hayırlı olanları, İslâm devrinde de hayırlı kimselerdir" (Tecrid-i Sarih, IX, 220).

c) Hz. Peygamber (s.a.s): "Hilâfet Kureyş'in uhdesinde bulunacaktır. Onlar dini vecibeleri yerine getirdikçe ve adâleti icrâ ettikçe, onlara hiçbir kimse düşmanlık etmeyecektir. Eğer onlar dinden, adâletten uzaklaşırsa Allah, Kureyş'i yüz üstü sürçtürür, rezil eder." (Tecrid-i Sarih, IX, 220) buyurmuştur.

d) Başka bir hadiste şöyle bir olay anlatılır:

Hz. Peygamber (s.a.s.) Ensârdan bazı kişileri topladı ve "geliniz; sizden olmayan kimse içinizde var mı?" buyurdu. Onlar da "hayır; yalnız bir hemşirezâdemiz var" dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s); "bir cemaatin hemşirezâdesi kendilerinden sayılır" buyurdu. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) şöyle konuştu:

"Kureyş, câhiliye devrinden ve bir fâciadan henüz çıkmıştır. Ben (Hevâzin ganimetlerinden bol bol vererek) onların gönlünü almak ve kendilerini İslâm'a ısındırmak istedim. Herkes dünya ile dönerken, sizin Allah'ın peygamberi ile evlerinize dönmeniz sizi memnun etmez mi?"

Bunun üzerine Ensâr, "evet, memnun eder" diye cevap verdiler. Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki:

"Herkes bir vadiye veya geçide girmiş, Ensâr da başka bir vâdiye veya geçide girmiş olsalar, ben mutlaka Ensâr'ın vadisine ve geçidine girerim " (Tirmizi, Menakıb, 66).

e) Ebû Hureyre (r.a) Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)in şöyle buyurduğunu rivâyet eder:

"Kureyş, Evs ile Hazrec, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Esca', Gıfâr (kabile fertleri) benim hâlis yardımcılarımdır. Onların da Allah'tan ve Rasûlullah'tan başka koruyucuları yoktur." (Tecrid-i Sarih, IX, 222).

Evliya Çelebi der ki:[]

Tamamen Karadeniz’in kuzey tarafı kıyısındadır. Abaza diyarının başlangıcı Faşe çayı sonu batı tarafta, kırk iki konak yerde Kefe eyaleti hükmünde Taman adası yakınında Anapa kalesi limanıdır.

Abaza kavminin ilk çıkışı[]

Tuhfe yazarı şöyle rivayet ediyor:

Cenab-ı Hak Âdem Aleyhisselamı kudret eliyle yeryüzünde yaratmıştır.Cennette civâr-ı izzet’e (yakınına) çağırıp, bütün melekleri ona secde etmeğe memur etmiştir. Lâkin şeytan bu emirden yüz çevirip hile yoluna sapmış ve (beni ateşten yarattın, onu topraktan) diye küstahlık etmiştir.

Hazreti Âdem sülalesinden, Hazreti Peygamberi getirip iki cihanda şefaatcı etmek için Hazreti Âdem’i, buğday bahanesiyle yeryüzünde, Hindistan’a indirmiş, sonra Arafat dağında Havvâ ile birleştirmiştir.

İshak oğlu Muhammed’in dediğine göre, Hazreti Âdem zamanında kırkbine varan evlâdı, tatar suratlı olarak dünyaya yayılmışlardır. Cennette Âdem safî Arabça ve Farsça konuşurken dünyaya inince, Arabçayı unutarak İbrâni, Süryanî, Dahkalî, Durrî dillerini söylemeğe başlamıştır. Halen Kocistan, Berberistan ve diğer kara vilâyetlerinde söylenen diller birbirine benzemez. Âdem oğulları Tufana kadar bu dilleri konuşmuşlardır.

Sonra Cenab-ı Hak Nuh’un Ham, Sam, Yâfes evlâtlarından yetmiş iki millet ve 70 lisan peday olmuştur.Sonra muhtelif cinsler yeryüzüne yayılarak dilleri başkalaşmış, her ilde bir dil türemiştir. Ama önce çeşitli diller çıkaran Hazreti İdris’tir. Çünkü Cenab-ı Hak ona nice bin bilgi ihsan edip kâtip yapmıştır. Vahy ile gönderilen sahifeleri cildlerdi. Tufandan evvel bütün kitaplarını batıda Nil nehri aşırı Hermin dağında saklamıştır. Hâlâ bunlara Firavun dağları derler. Fakat yanlıştır. Bunları Tufandan evvel yapan Sevrid Köhne’dir. Tufandan sonra eski bilginler bu kitapları gözden geçirmişler ve 147 lisan öğrenip dünyaya yaymışlardır. Sonra İshak oğlu Ays’dan, Türkçe dili yayılmıştır ki, Tatar dilidir!.

Tatar kollarından üreyen milletler şunlardır[]

Hind, Sind, Moğani, Loristanî, Multanî, Banbanî, Ateşperest Hindistan (oniki kavim), oniki lisandır. Çin kavmi, Hata, Hıten, Fağfur, Kozak, Moğol, Nogol, Türk Tatar, Özbek, Acem, [Dağıstan]’da Komuk, Kalmuk, 12 kavim, on iki dildir. Noğay, Heştük, Libka, Çağtay, Lezki, Gürcü, Mekril, Şavşad, Dadyan, Açıkbaş, Ermeni, Urum, Türkmen, Kabartay, İsrailî yani Yahudi, Mesku (Gürcüdendir). Yakubî, Karayî (bunların bir şubesi olan Frenkler de oniki kavim, oniki dildir). İspanya, Fransa, Ceneviz, Portakal (Portekiz), Venedik, Dodoşka, Sırp, Lâtin, Bulgar, Hırvat, Lotoryan, Tablan.

Acemden hasıl olan kollar[]

Menuçehr evlâdından dördü kaçarak Eğre tarafında yerleşmişler. «Siz kimsiniz?» diye sorulunca «Men çarız», yâni «dört adamız» demişler. Bundan dolayı adları Macar kalmıştır.

Bunlar onbeş kadar kavimdir. Orta Macar, Erdel Macarı, Sigel, Saz, Hayduşak, Leh, Çeh, Korol, Tot, Karakoros

Ruslar oniki kavimdir ki bunlara İslav denir.Evlak, Boğdan, Sırca, İsveç, Felemenk, Donkarkız, Danimarka, Nemçe, İngiltere, Dış Fransa, Hırvat, Boşnak.

Ama, kabilelerin en şereflisi olan Arap kavminden Mısır kıtasından kırk kadar çeşitli renkler kavimler husule gelmiştir ki şunlardır: Mağribî, Fas, Marakeş, Afno, Mayborna, Cicelkan, Asvanî, Sudanî, Koncu, Kırmanki, Boganeski, Monci, Berberî, Nobi, Zenci, Habeşî, Kilâbî, Alevî, Dombi, Yemen Arabları, Bağdad Arabları, Mevali Arabları, Mekke Arabları ve Medine Arabları, Umman Arabları ve Badiye Arabları, hasılı bütün üçbin altmış kabiledir. Haşimîler, Kureyşli ve Ebtahî’dir. Haşim kabilesinde bu Arab ve Acemin efendisi Hazreti Muhammed dünyaya gelmiştir.

Bu yazılan kavimlerin ataları, Nuh evlâdından Ham, Sam ve Yâfes’e ulaşır. Maksat Abaza kavminin çıkışını söylemek iken mevzudan çıktık.

İnanılır rivayetlere göre Hazreti Ömer’in hilâfeti zamanında Kureyş kabilesinde Beşe adında bir Arap meliki vardı. Kudretli bir hâkim olup Irak, Bahta, Yemen ve Aden memleketlerine sahip idi (?). Bunun beş evlâdı olup, büyük oğlunun adı Cebel-ün Heme idi. İkincisinin Arap, üçüncüsünün Keysu idi. Keysu’nun da Kesr, Meval ve Tay adlı üç oğlu var idi. Nihayet babaları vefât etti. Hazreti Ömer’in emriyle aşiret beyliği büyük oğlu Cebel-ün Heme’ye verildi. Bir gün bu Cebel-ün Heme yanlışlıkla bir bedevinin gözünü çıkardı. Bedevi, Hazreti Ömer’in huzuruna gelerek şikâyet edince, kısas olarak Cebel-ün Heme’nin gözünü çıkartmak icab etti (1)…

Hemen Cebel-ün Heme korkarak, o gece bütün aşiret halkını alıp dört biraderi ile birlikte,Antakya’da Herakl krala varıp bir yer ister. O da bunlara Şam, Trablus dağlarını verip yerleştirdi. Cebel-ün Heme, kuvvetlenip Şam ve Medine taraflarını yağma etmeğe başladı. Üzerine Halid bin Velid, Mikdad bin Esved Hazretlerini gönderdi. Artık Cebel, Cebeliye’de de duramayıp gemilerle İspanya’ya kaçar (?) Avlonya dağlarına yerleşir(?) bunlar Kureyşli olduklarından, oturdukları dağlarda Kureyş dağı ve bunlara da Kureyş Arnavudu derler. Dillerini de Efrenk dilleriyle karıştırarak Arnavud dilini çıkarırlar. Arnavudlar da Araplar gibi saçlı kavimlerdir. Şiirleri, türküleri Araplar gibidir. Onun için Arnavud kavminin asıl adı Arabdandır ki Cebel-ün Heme’dir. İlbasan yakınında yatar. Ama mürted olmuştur (Müslümanlıktan ayrılmıştır) derler. Evlâdı ise sonraları iki kat mürted olmuşlardır. Avlonya ile Delvine arasındaki Dokat dağlarında otururlar. Esmer renkli, Arab lehceli, saçlı Arnavudlardır. Cebel-ün Heme’nin üzerine gelen Halid bin Velid Hazretleri, biraderi Arab’ı, Keysu’nun oğlu Mevali ve Tay’ı yakalayıp Hicaz’a götürdü. Bağdad çölünde yurd verdi. Tayy da, Tayy kabilesine malik olur. Amcası Arab, Umman diyârına malik olur.

Ama Keysu ve biraderi Lazki, Abazı kendi adamlariyle Halid bin Velid’in elinden kaçtı, Konya şehrine, oradan Kostantiniyye’ye gelirler. Fakat o aralık Emevîlerden Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin İstanbul üzerine yürüyeceğini duyduklarından orada da barınamayıp gemilere binerek Karadeniz kıyısındaki, Trabzon tekfuru Yenevan’a varıp sığınacak bir yer ister. O da Lazkiye (?) Çoruh nehri kenarını verir. Laz tâifesi, bu (Lazki) den yayılır. Laz kavmini aslı Arabdır. Ortanca kardeşi Keysu’ya dağlarını verir. Bunun için Çerkesler de Kureyştendirler.Abazi’ye de bu Abaza vilâyetini verdiğinden onun da Karadeniz kenarındaki Abazalar çoğalıp oraları mâmûr ederler. Onun için Abaza kavminin ataları Kureyş kabilesindendir (?!).

Çerkesler, Abazalar, Lazlar, Arnavudlari Umman Arabları, Kis Arabları hep kardeş çocukları Kureyşlilerdir (?) (doğrusunu Allah bilir).(1) __________________________________________________________

(1) Cebele bin Eyhem olacak… Bu takdirde olayın şekli başkadır.

Elmalı tefsirinde Kureyş ve Kuruş ilişkisini anlatır[]

Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince:

Hepsi de "ilf " ve "üflet "den olmakla beraber "îlâf ", âlefe , yûlifû îlâfen if'âl babındanülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekilde ilaf ve mualefe gibiülfet edişmek , yani anlaşmak , andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus "ta da der ki: Tenzil de îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yolcuların emin ve selametle gidip gelmeleri için yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet (pasaport ), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet veitilaf ettirmek , alıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.

Ragıb 'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.

Kureyş , Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de bunu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi bilginleri (nessâbûn )nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş ", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karmakarışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir. Tekarruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş " deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekke'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak Huzailer'den Kabe'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi 'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil, evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş "ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra , ticaretlerinden dolayı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam "da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:

"Yağ ve hilesiz saf şeyler, onları ticaret ve kazancın döküntüleri olan kalitesiz buğdaya ve halhal başlarına muhtac etmiyordu."

'Şuğuş , bir çeşit buğday, haşl, halhal ve bilezik başları; kuruş da ticaret ve kazanmadır. Bu recez bahrinde yazılmış şiirde ticaret ve kazanç mânâsına olan kuruş dilimizde ticaret için değişim aracı olan para için birim olarak kullandığımız "kuruş " kelimesiyle açıktan ilgili görünür. Bundan takarruş 'kuruşlanmak, ticaret edip kazanmak demek olur. Bir görüşe göre Kureyş ismi bundan alınmadır. Alûsî 'nin beyanına göre bazıları da "teftiş " mânâsına "takriş "ten olduğunu, çünkü bunların atalarından beri ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını teftiş ederek arayıp sormak ve hacıların eksiklerini gediklerini gözetip çaresini araştırmak âdetleri bulunduğunu söylemişlerdir. Gerek ziyadeden olsun, gerekse aslı üzere sülasi (üç harfli)den olsun Kureyş kelimesinden tasğir (küçültme)in tazim (yüceltmek) için olduğunda söz yoktur.

Nitekim şu beyitteki:

"İnsanların hepsinin her halde aralarına girecek

Bir dahiyecik (musibetcik) ki, ondan parmakların uçları sararır."

(Burada "düveyhiye " diye tasgîr (küçültme) sigasıyla ifade olunan musibetcikten maksad ölümdür. Küçültme bunun en küçüğünün bile büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek için zıddıyle kinaye edilmiş gibidir.)

"Düveyhiye" kelimesinin tasğiri (küçültmesi) büyüklemek için olduğu meşhurdur. Ve izah olunacağı vechile Haşim ve kardeşinin de Kureyş'i ilafta büyük hizmeti olmuştur. Malumdur ki Rasul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri "Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan"dır. Adnan da daha hayli batın ötede İsmail b. İbrahim Aleyhisselam zürriyeti olması hasebiyle Peygamberimizin nesebi de İbrahimî, İsmailî, Adnânî, Mudarî, Kinanî, Kureyşî, Haşimî'dir.

Sûrenin nüzul sebebi:[]

Şu halde diğer âyetlere ve mücizelere bakmaksızın yalnız bu cihet nazar-ı itibara alındığı, Kusayy'in ve Haşim'in Kureyş'i ilaf taki şeref ve hizmeti vefil olayı dolayısıyla de Beyt ve ehl-i beyt hakkında ortaya çıkan Allah'ın yardımı düşünüldüğü şekilde bile Hz. Peygamber'in tevhit davetine ilk önce Kureyş'in koşması lazım gelirken, yine ilk önce onların Allah'a ortak koşmada ısrar ederek muhalefet ve karşı koymaya kalkışmaları bu sûrenin nüzul sebebi olmuştur.

'deki "lâm "ın mânâsında üç vecih söylenmiştir:

1- İbnü Cerir gibi bazılarının seçtiğine göre teaccüb için olup mahzuf fiiline müteallık (ilgili) olmaktır ki, Kureyş'in kış yaz yolculuk ve sefere ülfetleşip bu Beyt (Kâbe)in Rabbine kulluk etmemelerine teaccüb edin (şaşın), o şaşmaya layıktır demek olur. Bu mânâ sûrenin başlı başına bir sûre oluşuna ve "ibadet etsinler" emrinin açıklamasına göre münasip bir mânâ olmakla beraber, yolculuğun mutlaka kötülüğüne işaret eder gibi olması hasebiyle pek uygun değildir.

2- Ta'lil için olmaktır. Bunda da iki vecih vardır:

Birisi, önceki sûredeki "onları kıldı" veya "nasıl yaptı" fiilleriyle ilgili olmaktır. Bunu, bazıları sûrenin müstakil olmasına aykırı görerek, bu sûrenin başında o fiillerden birini takdir etmek daha uygun olacağını, yani "öyle yaptı ki Kureyş'in îlâfı için" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir. Bu şekilde ilâf, bir nimet olarak zikredilmiş demektir. Lakin buna karşı denilmiştir ki, Kur'ân'ın hepsi bir sûre gibi mânâ bakımından birbirine bağlı olmak itibarıyla bir sûrenin diğerine mânâ cihetinden bir ilişkisi, onun haddi zatında bir sûre olabilmesine engel olmamak gerekirse de, fil olayını yalnız Kureyş'in yolculuğa ilâfı ile sebep gösterme doğru olmaz. Çünkü bu yolculuk ve seferden maksad, Yemen'e ve Şam'a ticaret için sefer olduğuna göre Kureyş'in bu yolculuğa ülfeti ve bu konuda Yemen ve Şam hükümetleriyle antlaşma ve uyuşmaları yalnız fil olayından sonra değil, daha önceden ve bilhassa Abdi Menaf oğulları Haşim ve kardeşleri zamanından beri yapageldikleri bir ülfet olduğu malum bulunduğundan dolayı fil vak'ası bu ülfeti meydana getirmek için oldu demek doğru olmaz. Gerçi fil sahipleri gayelerinde başarılı olsalardı, bu ülfet kalmayacaktı. Ve onların o şekilde defedilmeleri ve yok edilmeleri gerek diğer Arap kabileleri ve gerek etraftaki melikler nazarında hürmet ve ilgilerini artırarak kendilerine daha çok ısınmalarına ve üfletlerini artırmalarına başlıca bir sebep olmuş bulunması itibarıyla bunu o olayın fayda ve semerelerinden başlıca birisi saymak ve bundan dolayı "lâm"ı ta'lilden çok başlıca bir akıbet için düşünmek doğru olabilirse de bunu fil vak'asının tek sebebi ve hikmeti imiş gibi düşünmek doğru değildir. Onun için bunu fil vak'asının ve bir dış sebebi, ve de bir gayeye ait sebebi, yani sırf onun sonucu olan tertip edilmiş bir hikmeti olarak değil, onunla da bir münasebeti bulunmakla beraber, Allah Teâlâ'nın daha sonra dinini açıklamak üzere Beyt (Kâbe) dolayısıyla Kureyş'e daha önceden nasib edip bu sûrede beyan buyurmuş olduğu ayrıca bir nimeti olan bir îlâf ve ülfet olarak düşünmek lazımdır. Bu ise deki lâm'ın ta'lil için olmakla beraber, yukarıki sûre mefhumuna değil, ancak ilerdeki "ibadet etsinler" emrine müteallık olmasıyla mümkündür. "fe"nin sonrası evvelinde amil olamayacağına dair meşhur bir nahiv kaidesi varsa da "Benden sakının." (Bakara,2/41 ); "İnananlar Allah'a dayansınlar." (İbrahim, 14/11 ) misalleri vechile buradaki "fe"nin de ona engel olacak kabilden olmadığı beyan olunmuş ve özellikle Nahiv imamlarından İmam-ı Halil ve Sibeveyh bu 'nin lâm'ının 'ye müteallık olduğunu beyan ve tasrih etmişler. "Keşşaf" sahibi Zemahşeri gibi dil kritikçileri de bunu tercih etmişlerdir. Bu taallık (ilgi) doğrudan doğru olmasa bile ızmar (gizleme) ve tefsir suretiyle sahih olacağında hiç tereddüde yer yoktur. Bu sebeplerden dolayı, biz de meâlde bu vechi açık olarak tercih edip seçtik. Hitap de Resulullah'a olup Kureyş'e emir, emr-i ğaib olduğu için mânânın özeti şu olmuş olur: Ey Muhammed! Rabb'ının fil sahiplerine o yaptığından başka Kureyş kabilesine daha bir çok özel ihsanları olmuş ve olacaktır. Bunlardan başlıca birisi onlarda

veya onların lehine olan ilaf, yani meydana getirilen ve daha çok getirilmesi istenen ülfet ve anlaşmadır ki, fil olayından sonra bilhassa hatırlatmaya değer.

2. Ondan dolayı herkesten önce iman ve kulluk etmeleri lazım gelirken etmeyen o Kureyş'e tebliğ et ki, onların husule getirilmiş ve getirilecek ülfet ve anlaşması için, -önceki îlâf yahut ilaftan bedel-i kül veya ba'zdır yani bilhassa o kış ve yaz yolculuğuna îlafları, kışın ve yazın göçe, sefere ülfet ettirildikleri veya daha çok ettirilmeleri için, yahut kış ve yaz seferde vardıkları yerlerde ülfet ve ünsiyete mazhar edilmeleri için yahut kış ve yaz seferi hakkında etraf ile ülfetleşerek anlaşıp andlaşmaları, ahitleşmeleri için.

RIHLET: Malum ki göç, sefer demektir. Îlâf if'al babından olduğuna göre rihlet onun mef'ul-i bihi, müfaale babından olduğuna göre de "cârr" (cerr eden)in hazfiyle takdirinde mef'ul-i lehidir. İş bu kış ve yaz İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere Kureyş ticaret için kışın Yemen'e, yazın da Şam tarafına Basra'ya sefer ederlerdi. Aynı şekilde gerek ticaret ve gerek diğer maksatla yazın yazlık olarak Taif'e göçerler, kışın da Mekke'ye göçerlerdi. Nakkaş tefsirinde dört seferleri olduğu zikrolunmuş, İbnü Aliyye bu görüşün reddedilmiş olduğunu söylemişse de "Bahru'l-Muhît"de der ki: Reddolunması uygun değildir. Çünkü ilâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde emniyet bulmuştu. Abd-i Şems, Habeş'e; Muttalib, Yemen'e; Nevfel de Faris ile anlaşırdı. Bunlara "Müttecirin" denirdi. Diğer Kureyş tüccarları bu dört kardeşin adlarıyla ticarete giderler, ondan dolayı onlara da dokunulmazdı. Ezherî "el-îlâf yani "hufâre" denilen yasakcılıkta kuruyuşa benzer" demiştir. Böyle olunca bu dört kardeşin himayesinde olarak tüccarın bulunduğu bu dört mevki itibarıyla Kureyş'in dört seferi olmak diye ifade olunan iki sefere zıt olmaz. Rihlet, cins ismi olarak bir ve daha çok sefere de şamil olabilir. Nitekim şair bu dört kardeşi methettiği şu beyitlerle bu mânâyı anlatmıştır:


TUHFE-İ HASEKİYYE[]

İSMAİL HAKKI BURSEVÎ Kaddesellâhü sırrahu’l azîzin TUHFE-İ HASEKİYYE’SİNDE TÜRK SEVGİSİ

İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfesinde Kureyş’in ve Arapça’nın üstülüğüne dâir hadisleri zikretmiştir.

Arapça dışındaki diller için ise “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın âyetlerindendir.” (Rûm, 30/22) meâlindeki ayeti ele almıştır. Fakat hurma nasıl diğer meyvelere üstünse, Arapça’nın da öyle olduğunu, fazîlet açısından dillerin derecelerinin farklı olduğunu öne sürmüştür. İhlâs sûresinin Allah’ın zât ve sıfatından bahsettiği için Tebbet sûresi üzerine daha faziletli oluşunu örnek göstermiştir. Buradan yaptığı çıkarım ise sonuç olarak şudur: Allah Teâlâ, bütün diller ile konuşur. Zira dil âlimleri, O’nun sıfatlarının çıkıp göründüğü yerdir. İlâhî kelâm sıfatının keyfiyyeti Âdem (aleyhisselâm)’e öğretilmiştir ve ondan da evlâdına geçmiştir.

Türkçe ile ilgili olarak “garâib-i ahbardandır” yani pek güvenilmeyen, acayip haberlerden biri olduğunu söylediği şu olayı anlatmıştır: Âdem aleyhisselâm, cennette yediği yasak meyveden sonra yeryüzüne inmekle emrolununca, melekler hangi dil ile söyledilerse Âdem aleyhisselâm kulak asmamıştır. Sonunda bir melek Türkçe “Kalk!” demiş ve Âdem bunun üzerine yeryüzüne inmek için hazırlanmıştır. Bundan dolayı Türkçe'de fazîletli bir dildir. Onun için Türkler’den kâmil evliyâ gelmiştir.

Bu olay, İsmail Hakkı Bursevî’nin, olayı anlatmaya başlarken dediği gibi garip bir rivayet. Fakat bu olaydan çıkarılan sonuç dikkate şayandır. Çünkü Türkler’den evliya gelmesinin sebebi, Türkçe’nin fazîletine bağlanmıştır.

Tez: sh.24-25

TUHFE-İ HASEKİYYESİ[]

Zîrâ âsârda gelir ki: evlâd-ı Mead ibn-i Adnân kırk adede bâliğ oldukta, [151 a] Hazreti Mûsâ’nın kavmiyle muhârebe eyleyip onları intihâb etmeye başladıkta, Hazreti Mûsâ onlara bedduâ eyledi. Velâkin Allah Teâlâ bedduâya rızâ vermeyip:

“Yâ Mûsâ! Onlara bedduâ etme! Zîrâ Ben onların silsilesinden Nebiyy-i Kerîm-i Beşîr-i Nezîr ihrâc etsem gerektir. Pes ol sahn-ı gülistâna hâr-bâş olma ve zebân-ı dâstân, hangi edvârdan bîrûn edip evrâdını yanılma!”

Ve Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile Hazreti Îsâ arasında, ne nebiyy-i mütâbi’ ve ne höd rasûl-i müşerri’ gelmiştir. Ve ikisinin meyânında olan fetret dört yüz veyâ altı yüz veyâhut altı yüz senedir. Ve İsmâîl aleyhisselâm ile Adnân arasında âbâ’-i seb’a veyâ tis’a vardır. Ve ba’zıları on beştir demişler ve kırka varınca dahi rivâyet vardır.

Ve Kureyş’in fazâilinde gelir:[]

Kim Kureyş’e ihânet ederse, Allah’a ihânet etmiş olur. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/183, Hadis: 1586. Ve mutlaka Arab hakkında gelir: Arab’ı şu üç şey için seviniz: Ben Arabım ve Kur’an Arapça’dır ve cennet ehlinin kelâmı Arapça’dır. Münâvî, I, 225.

Ve ba’zı rivâyâtta gelir ki:

Sual olunursa ki:[]

Lisân-ı Acem, lisân-ı ehl-i cehennemdir. [1] Pes nice lugat ehl-i cennet olur?” Cevâb budur ki:

Acem, Arab’ın muka [151 b] dilidir ki, lisân-ı Arab’dan gayrıya lisân-ı Acem derler.

Velâkin lugat-ı Fârisiyye, lisân-ı Acem’den mahsûs lugattır ki, lugat-ı ehl-i cennete mülhıktır.

Zîrâ ba’zı kabâil-i Arab, Bâ’ ve Cîm ve Zây ve Kaf’ı Fârisiyye ile tekellüm etmişlerdir.

Bu yüzden hurûf-i teheccî otuz iki olmuştur ki aded-i isnândır.

Ve lisân-ı Fârisî bi-husûsa lisân-ı ehl-i cennet olmaya Acem erenlerinin takrîr ve tahrîri dahi delâlet eder.

Zîrâ ehlullâh, lisân-ı medhûl ile tekellüm eylemezler.

Ve bundan mefhûm olur ki, [Dillerinizin farklı olması] (Rûm, 30/22) mûcibince, elsine-i nâsın ihtilâfı âyât-ı ilâhiyyedendir.

Velâkin birbirine nisbetle fazlde tefâvütleri vardır ki, Lisân-ı Arabî, cemî’-i elsineden a’lâdır.

Nitekim hurma cümle fevâkihten efdaldir.

Ve bir nesnenin mercûhiyyeti Hak Teâlâ’nın onunla adem-i tekellümünü muktezî değildir.

Nitekim sûre-i Tebbet ve Ihlâs, ikisi dahi kelâm-ı ilâhîdir. Fe-emmâ İhlâs’ın Tebbet üzere fazl-i râcihi vardır. Zîrâ zât ve sıfat Hakk’a dâirdir.

Ve bundan zâhir olur ki, Allah Teâlâ cemî’-i lugât ile tekellüm eder. Zîrâ ehl-i lugât O’nun mezâhir-i sıfatıdır ve kelâm-ı sıfat-ı ilâhiyyedir kim keyfiyyetini Âdem aleyhis selâm ta’lîm olunmuştur ve ondan evlâdına intikâl [152 a] etmiştir.

Ve garâib-i ahbardandır ki,[]

Âdem, ekl-i dâneden sonra arza hubût ile me’mûr olıcak, melâike lisânından her ne türlü lisân ki tekellüm vâki’ olduysa, Âdem, asgâ etmedi. Tâ ki bir melek gelip lisân-ı Türkî üzere ona “Kalk”! dedi. Âdem dahi kalkıp arza hebûte müteheyyi’ oldu. Pes lisân-ı Türkî’nin dahi fazîleti zâhir oldu. Onun için Türk’ten dahi kümmel-i evliyâ gelmiştir.


Ve denilmiştir ki:[]

Ya’ni diyâr-ı Rûm’a, enbiyâ ayak basmamıştır, belki diyâr-ı Arab’a ve Fürs’e vaz’-ı kadem etmiştir. Velâkin bundan Rûm’a tenezzül gelmez.

Zîrâ ibtidâ bütün dünyâya Âdem ayak basmıştır. Ve her mevzi’ki şehristân olmuştur; Âdem’in vaz-ı kademi eseridir ve her ne yer ki menhûstur, oraya şeytân basmıştır.

Onun için bıka’ın dahi birbiri üzerine rüchânı vardır.

Meselâ Mekke ile sâir bilâd berâber değildir. Zîrâ Mekke cevâhir ve sâirler hacer ve meder gibidir. Lâkin fazl-ı Medîne ve Kuds, fazl-ı Mekke’ye tâbi’dir.

Ve kezâlik, mesâcid ve cevâmi’, sâir büyût-i sükkândan efdaldir. Fe-emmâ mescid ile kenîse ve tekye ile meyhânenin meyânında müfâdala yoktur.

Zîrâ mescid ve tekye arâzi-i tayyibeden; kenîse ve meyhâne, arâzi-i habîsedendir. Nitekim [152 b]

Gınâ ve fakrın hangisi efdaldir?” denilmez. Zîrâ gınâ, sıfat-ı zâtiyye-i ilâhiyye; ve fakr sıfat-ı zâtiyye-i abdiyyedir.

Mevâli’ ile abd arasında münâsebet olmadığı gibi sıfatları arasında münâsebet yoktur.


Kaynak: Mehmet TABAKOĞLU, İsmail Hakkı Bursevî’nin Tuhfe-i Hasekiyye’sinin İkinci Bölümü (Metin Ve Tahlil), T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, (Yüksek Lisans Tezi), , 2008, İstanbul


2-تاج العروس (قرش)[]

تاج العروس (قرش)

[قرش]: قَرَشَه يَقْرِشُه قَرْشًا، من حَدِّ ضَرَب، ويَقْرُشُهُ، أَيْضًا، من حَدِّ نَصَر: قَطَعَه.

وقَرَشَهُ: جَمَعَه من هاهنا وهاهنا، وضَمَّ بَعْضَهُ إِلى بَعْضٍ، قال الفَرّاءُ: ومنه قُرَيْشٌ القَبِيلَةُ، وأَبُوهُمُ النَّضْرُ بنُ‌ كِنَانَةَ بنِ خُزَيْمَةَ بنِ مُدْرِكَةَ بنِ الْيَاسِ بنِ مُضَرَ، فكُلُّ مَنْ كانَ مِنْ وَلَدِ النَّضْرِ فهُوَ قُرَشِيٌّ دُونَ وَلَدِ كِنَانَةَ وَمَنْ فَوْقَه، كَذا في الصّحاح.

قُلْتُ: وعِنْدَ أَئِمَّةِ النَّسَبِ كُلُّ مَنْ لَمْ يَلِدْهُ فِهْرٌ فلَيْسَ بقُرَشِيٍّ، قالهُ ابنُ الكَلْبِيِّ، وهو المَرْجُوعُ إِلَيْهِ في هذَا الشّأْنِ، لتَجَمُّعِهِمْ في الحَرَمِ مِنْ حَوَالَيْ مَكَّةَ بَعْدَ تَفَرُقِهِم في البِلَادِ، حينَ غَلَبَ عليها قُصَيُّ بنُ كِلَابٍ.

ويُقَال: تَقَرَّشَ القَوْمُ، إِذا اجْتَمَعُوا، قالُوا: وبِه سُمِّيَ قُصَيٌّ مُجَمِّعًا.

قُلْتُ: وقِيلَ: إِنَّمَا لُقِّبَ قُصَيٌّ مُجَمِّعًا لِجَمْعِه [قبائل] قُرَيْشٍ بالرِّحْلَتَيْنِ، ولِكَوْنِه أَوّلَ مَنْ جَمّعَ يومَ الجُمُعَةِ فخَطَب، وفِيه يَقُولُ مَطْرُود بنُ كَعْبٍ الخُزاعِيُّ:

أَبُوكُمْ قُصَيٌّ كَانَ يُدْعَى مُجَمِّعًا *** بِهِ جَمَّعَ الله القَبَائِلَ مِنْ فِهْرِ

أَو لأَنَّهُمْ كَانُوا يَتَقَرَّشُونَ البِيَاعَاتِ فيَشْتَرُونَهَا، أَوْ لأَنَّ النَّضْرَ بنَ كِنَانَةَ اجْتَمَعَ في ثَوْبِه يَوْمًا، فقالوا تَقَرَّشَ، فغَلَبَ عليه اللَّقَبُ، أَو لأَنّه جاءَ إِلى قَوْمِه يَوْمًا فقالُوا: كأَنَّهُ جَمَلٌ قَرِيشُ، أَيْ شَدِيدٌ فلُقِّبَ به، أَوْ لأَنَّ قُصَيَّا كان يُقَالُ له: القُرَشِيُّ، وهُوَ الّذِي سَمّاهم بهذا الاسْمِ، قالَهُ المُبَرِّدُ ونَقَلَهُ السُّهَيْلِيُّ في مُبْهمِ القُرْآنِ، أَوْ لأَنَّهُمْ كَانُوا يُفَتِّشُونَ الحاجَ، بالتَّخْفِيفِ، جَمْعُ: حاجةٍ فيَسُدُّونَ خَلَّتَها، فمَنْ كان مُحْتَاجًا أَغْنَوْهُ، ومَنْ كان عارِيًا كَسَوْه، ومَنْ كان مُعْدِمًا وَاسَوْهُ ومَنْ كانَ طَريدًا آوَوْه، ومَنْ كان خائِفًا حَمَوْه، ومَنْ كان ضالًّا هَدَوْهُ، وهذا قَوْلُ مَعْرُوفِ ابنِ خَرَّبُوذَ، أَو سُمِّيَتْ بمُصَغَّرِ القِرْشِ، وهِيَ دَابَّةٌ بَحْرِيَّةٌ تَخَافُهَا دَوَابُّ البَحْرِ كُلُّها، وقِيلَ: إِنّهَا سَيِّدةُ الدّوابِّ، إِذا دَنَتْ وَقَفَت الدَّوابُّ، وإِذا مَشَتْ مَشَتْ، وكَذلِكَ قُرَيْشٌ ساداتُ النّاسِ جاهِلِيَّةً وإِسْلَامًا، وهذا القَوْلُ نَقَلَه الزُّبَيْرُ بنُ بَكّارٍ بسَنَدِه عن ابنِ عَبّاسٍ، وأَنْشَدَ قَوْلَ المُشَمْرِجِ الحِمْيَرِيّ:

وقُرَيْشٌ هِيَ الَّتِي تَسْكُنُ البَحْ *** رَ بِهَا سُمِّيَتْ قُرَيْشٌ قُرَيْشَا

أَو سُمِّيَتْ بقُرَيْشِ بنِ مَخْلَدِ بنِ غالِبِ بنِ فِهْرٍ، وكانَ صاحِبَ عِيرِهم، فكانُوا يَقُولُون: قَدِمَتْ عِيرُ قُرَيْشٍ، وخَرَجَتْ عِيرُ قُرَيْشٍ، فَلُقِّبُوا بِذلِكَ.

وقال السُّهَيْلِيُّ، رَحِمَهُ الله تَعَالَى ـ في مُبْهَمِ القُرْآنِ، في آل عِمْران، عِنْدَ ذِكْرِ بَدْرٍ ـ: هُوَ أَبُو بَدْرٍ، وهُوَ ابنُ قُرَيْشِ بنِ الحَارِثِ بن يَخْلُدَ بنِ النَّضْرِ، وكَانَ قُرَيْشٌ أَبُوهُ دَلِيلًا بَينَ فِهْرِ بنِ مالكٍ في الجاهلية، فكانت عِيرُهم إِذا وَرَدَتْ بَدْرًا يقال: قد جاءَت عِيرُ قُرَيْشٍ، يُضِيفُونَهَا إِلى الرّجُلِ، حَتَّى ماتَ وبَقِيَ الاسْمُ، فهذِهِ ثَمانِيَةُ أَوْجُهٍ ذَكَرها في سَبَبِ تَلْقِيبِ النّضْرِ قُرَيْشًا، سَبْعَةٌ مِنْهَا نَقَلَها إِبراهِيمُ الحَرْبِيُّ في غَرِيبِ الحَدِيثِ مِنْ تَأْلِيفِه، وفاتَهُ ما نَقَلَه الأَزْهَرِيُّ وغيرُه: سُمِّيَتْ بِذلِكَ لِتَبَحُّرِهَا وتَكَسُّبِهَا وضَرْبِهَا في البَلَادِ تَبْتَغِي الرِّزْقَ، وقِيلَ: لأَنّهُم كانُوا أَهْلَ تِجَارَةٍ ولَمْ يَكُونوا أَصْحَابَ ضَرْعٍ وزَرْعٍ، من قَوْلهم: فلانٌ يَتَقَرَّشُ المالَ، أَيْ يَجْمَعُه، فَهذِه عَشَرَةُ أَوْجُه، والمَشْهُورُ من ذلِكَ الوَجْهُ الأَوّلُ الَّذِي نَقَلَه الجَوْهَرِيُّ عَنِ الفرّاء، ثُمَّ مَا ذَكَرَه الزُّبَيْرُ بنُ بَكّارٍ، نَسّابَةُ العَرَبِ، وحُكِيَ لِبَعْضِهِم في تَسْمِيَتِهم بقُرَيْشٍ عِشْرُونَ قَوْلًا.

وهُم اثْنَانِ: قُرَيْشُ الظَّوَاهِرِ، وقُرَيْشُ البِطَاحِ، وقد ذُكِرَ في «ظ هـ ر»، فراجِعْهُ.

قال الجَوْهَرِيُّ: فإِنْ أَرَدْتَ بقُرَيْشٍ الحَيَّ صَرَفْتَه، وأَنْ أَرَدْتَ بِهِ القَبيلَةَ لَمْ تَصْرِفْه، قالَ الشاعرُ في تَرْكِ الصَّرْفِ:

غَلَبَ المَسامِيحَ الوَلِيدُ سَمَاحَةً *** وكَفَى قُرَيْشَ المُعْضِلاتِ وسَادَهَا

قُلْتُ: هُوَ لِعَدِيِّ بنِ الرِّقاعِ، يَمْدَحُ الوَلِيدَ بنَ عَبْدِ المَلِكِ وبعدَهُ:

وإِذا نَشَرْتَ لَهُ الثَّنَاءَ وَجَدْتَه *** وَرِثَ المَكَارِمَ طُرْفَهَا وتِلَادَهَا

قالَ ابنُ بَرِّي: ومِنَ المُسْتَحْسَنِ لَهُ في هذِه القَصِيدَةِ، ولَمْ يُسْبَقْ إِلَيْهِ في صفَةِ وَلَدِ الظَّبْيَةِ:

تُزْجِي أَغَنَّ كَأَنّ إِبْرَةَ رَوْقِه *** قَلَمٌ أَصابَ من الدَّوَاةِ مِدَادَهَا

والنِّسْبَةُ إِلى قُرَيْش: قُرَشِيٌّ، وقُرَيْشِيٌّ نادِرٌ، عن الخَلِيلِ، قَالَ الشّاعر:

بِكُل قُرَيْشِيٍّ عَلَيْه مَهَابَةٌ *** سَرِيع إِلَى دَاعِي النَّدَى والتَّكَرُّمِ

هكذا أَنْشَدَه الجَوْهَرِيّ والخَلِيلُ، ونَقَلَه ابنُ دِحْيَةَ في التَّنْوِير، والبيتُ من شَوَاهدِ كتَابِ سِيبَوَيْه من جُمْلَةِ ثَلاثَةِ أَبياتٍ وهي:

ولَسْتُ بِشَاوِيٍّ عليه دَمامَةٌ *** إِذا ما غَدَا يَغْدُو بِقَوْسٍ وأَسْهُمِ

ولكِنَّما أَغْدُو عَلَيَّ مُفاضَةٌ *** دِلَاصٌ كأَعْيَانِ الجَرَادِ المُنَظَّمِ

بكل قُرَيْشِيّ...

إِلى آخره.

ففي الأَوّل شاهدٌ في قَوْلِهم: شاوِيٌّ في النَّسَب إِلى الشَّاءِ. وفي الثّانِي شاهِدٌ عَلَى جَمْعِ عَيْنٍ عَلَى أَعْيَان، وفي الثّالِثِ شاهِدٌ عَلَى قَوْلِهِم قُرَيْشِيٌّ، بإِثْبَاتِ الياءِ في النَّسَبِ إِلَى قُرَيْشٍ، قالَه ابنُ بَرِّيّ.

وقال شَيْخُنَا: وقالَ قَوْمٌ: القِيَاسُ هُوَ الأَوَّلُ، يَعْنِي حَذْفَ الياء في النَّسَبِ. قُلْتُ: وهُوَ المَشْهُورُ المُسْتَعْمَلُ.

وفي التَّهْدِيبِ: إِذا نَسَبُوا إِلى قُرَيْشٍ قالُوا: قُرَشِيٌّ، بحَذْفِ الزّيادَةِ، قالَ: وللشّاعِرِ أَنْ يَقُولَ قُرَيْشِيٌّ إِذا اضْطُرَّ.

والقَرْوَشُ، كجُرْوَلٍ: ما يُجْمَعُ من هاهنَا وهاهُنَا، هكَذا في سائر النُّسَخِ، وهُوَ غَلَطٌ شَنِيعٌ، والصَّوَابُ القُرُوشُ، بالضّمِّ، جَمْع قَرْشٍ، بالفَتْحِ: ما يُجْمَع من ها هُنَا وهاهُنَا، وبه فُسِّرَ قولُ رُؤْبَةَ:

قَدْ كانَ يُغْنِيهِمْ عن الشُّغُوشِ *** والخَشْلِ مِنْ تَسَاقُطِ القُرُوشِ

سَمْنٌ ومَحْضٌ لَيْسَ بالمَغْشُوشِ

فتأَمَّلْ.

وقالَ أَبو عَمْرٍو: القِرْواشُ، بالكَسْرِ، والحَضِرُ، والطُّفَيْلِيُّ وهو الوَاغِلُ، والشَّوْلَقِيُّ.

والقِرْوَاشُ: العَظِيمُ الرَّأْسِ، عَنِ ابنِ خالَوَيْه.

وقِرْواشُ بنُ حَوْطٍ الضَّبِّيُّ، وشُرَيْحُ بنُ قِرْواشٍ العَبْسِيُّ، شاعِرَانِ.

والقَارِشَةُ مِن الشِّجَاجِ: شِبْهُ البَاضِعَةِ مِنْهَا.

والقُرَيْشِيَّةُ: قرية، بجَزِيرَةِ ابنِ عُمَرَ، منهَا التُّفّاحُ الجَيِّدُ.

ونَهْرُ قُرَيْشٍ: بوَاسِطَ، وأَبُو قُرَيْشٍ: قرية، بِهَا، على فَرْسَخٍ مِنْهَا.

وأَقْرَشَ بِهِ* إِقْرَاشًا: سَعَى بهِ ووَقَع فِيهِ حَكَاه يَعْقُوبُ.

وأَقْرَشَت الشَّجَّةُ فهي مُقْرِشَةٌ صَدَعَتِ العَظْمَ ولَمْ تَهْشِمْهُ، وكَذلِكَ المُقَرِّشَةُ، كمُحَدِّثَةٍ، لُغَةٌ في الفاء، وقَدْ تَقَدّمَ.

والتَّقْرِيشُ: مِثْلُ التَّحْرِيشِ، عن أَبِي عُبَيْدٍ، نَقَلَه الجَوْهَرِيُّ.

والتّقْرِيشُ، أَيضًا: الإِغْرَاءُ والإِفْسَادُ، يُقَالَ: قَرَّشَ بِهِ، إِذا وَشَى وحَرَّشَ وأَفْسَدَ، وهُوَ مَجَازٌ، قالَ الحارِثُ بنُ حِلِّزَةَ:

أَيُّهَا النّاطِقُ المُقَرِّشُ عَنّا *** عِنْدَ عَمْروٍ وهَلْ لِذاكَ بَقَاءُ

عَدّاه بِعَنْ: لأَنَّ فيه مَعْنَى الناقِلِ عَنّا، وكَذلِكَ أَقْرَشَ بِهِ، إِذا سَعَى.

والتَّقْرِيشُ: الاكْتِسَابُ. ووَقَعَ في بَعْضِ نُسَخِ الصّحاح: التَّقَرُّشُ، بَدَلَ التَّقْرِيشِ.

والمُقَرِّشَةُ، كمُحَدِّثَةٍ: السَّنَةُ المَحْلُ الشَّديدَةُ، نَقَلَه الجَوْهَرِيُّ، وهُوَ مَجَازٌ، وكَذلِكَ مَقْرُوشَة، لأَنَّ النّاسَ تَجْتَمِعُ عامَ المَحْلِ فتَنْضَمُّ حَوَاشِيهم وقَوَاصِيهم، قالَ:

مُقَرِّشَات الزَّمَنِ المَحْذُورِ

وتَقَرَّشُوا: تَجَمَّعُوا، ومِنْهُ سُمِّيَت قُرَيْشٌ، كَما تقَدَّم.

وقالَ ابنُ دُرَيْدٍ: تَقَرَّشَ زَيْدٌ، إِذا تَنَزَّه عن مَدَانِسِ الأُمُورِ.

وتَقَرّشَ فُلانٌ الشَّيْ‌ءَ، إِذا أَخَذَهُ أَوَّلًا فأَوّلًا، عَنِ اللِّحْيَانِيّ.

وتَقَارَشَت الرِّمَاحُ: تَدَاخَلَتْ في الحَرْبِ، نَقَلَهُ الجَوْهَرِيُّ، وكَذلِكَ تَقَرَّشت، إِذا تَشَاجَرَتْ وتَدَاخَلَتْ، ورِماحٌ قَوَارِشُ، قالَ القُطَامِيّ:

قَوَارِشُ بالرِّمَاحِ كأَنَّ فِيهَا *** شَوَاطِنَ يَنْتَزِعْنَ بِهَا انْتِزاعَا

وقَدْ قَرَشُوا بالرِّمَاحِ، إِذا طَعَنُوا بِهَا، والقَرْشُ: الطَّعْنُ بالرِّمَاح.

وتَقَرَّشَتْ وتَقَارَشَتْ: تَطاعَنُوا بَهَا فَصَكَّ بَعْضُها بَعْضًا.

واقْتَرَشَتْ: وَقَعَ بَعْضُهَا عَلَى بَعْضٍ، فسَمِعْتَ لَهَا صَوْتًا.

ومُقَارِشٌ: اسمٌ.

  • وممّا يُسْتَدْرَك عَلَيْه:

القَرْشُ: الكَسْبُ، كالاقْتِراشِ.

وقَرِشَ، كعَلِمَ: لُغَةٌ في قَرَشَ، كضَرَبَ، نَقَلَه الصّاغَانِيّ:

وجَمْعُ القَرْشِ: القُرُوشُ، قالَ رُؤْبَةُ:

قَرْضِي ومَا جَمَّعْتُ من قُرُوشِي

وقِيلَ: إِنَّمَا يُقَال: تَقَرَّشَ واقْتَرَشَ لِأَهْلِه، يُقَال: قَرَشَ لِأَهْلِه وتَقَرَّشَ واقْتَرَشَ، وهُوَ يُقَرِّشُ لِأَهْلِهِ، ويَقْتَرْشُ، أَيْ يَكْتَسِبُ، وقَرَشَ في مَعِيشَتِه [مخفف] مِنْ حَدّ ضَرَبَ وتَقَرَّشَ: دَبِقَ ولَزِقَ.

وقَرَشَ يَقْرُشَ قَرْشًا: أَخَذَ شَيْئًا.

وقَرَشَ مِنَ الطَّعَامِ: أَصابَ مِنْهُ قلِيلًا.

وأَقْرَشَ بِالرَّجُلِ: أَخْبَرَه بِعُيُوبهِ.

وأَقْرَشَ بِهِ: حَرَّشَ.

واقْتَرَشَ فُلانٌ بِفُلانٍ: سَعَى بِهِ وبَغَاهُ سُوءًا، ويُقَالُ: والله ما اقْتَرَشْتُ بكَ، أَيْ ما وَشَيْتُ بِكَ.

وقَرْشُ الشَّيْ‌ءِ: صَوْتُه، وسَمِعْتُ قَرْشَةً، أَيْ وَقَعَ حَوَافِرِ الخَيْلِ، وهُوَ أَيْضًا صَوْتٌ نَحْو صَوْتِ الجَوْزِ والشَّنِّ إِذا حَرْكْتَهُمَا.

وقَرَشَ قَرْشًا: سَكَتَ، نَقَلَه ابنُ القَطّاع، وكعَلِمَ قَرَشًا وقُرْشَةً: تَسَلَّخَ وَجْهُه مِنْ شِدَّةِ شُقْرَتِه. نَقَلَهُ ابنُ القَطّاعِ، أَيضًا.

وتَقَارَشَ القَوْمُ: تَطاعَنُوا.

وجُبْنٌ قَرِيشٌ، كأَمِيرٍ؛ أَي يَابِسٌ شَدِيدٌ.

والقُرَشِيَّةُ، بضَمٍّ وفَتْح: قَرْيَةٌ بساحِلِ حِمْصَ، وهِيَ آخِرُ أَعْمَالِها مِمَّا يَلِي حَلَبَ وأَنْطَاكِيَةَ.

والقُرَشِيَّةُ، بالضَّمِّ: قَرْيَةٌ بالغَرْبِيَّةِ مِنْهَا عُبَيْدُ بنُ عُمَرَ بنِ مُحَمّدٍ القُرَشِيُّ، وَالِدُ عَبْدِ الرّحْمنِ، مِمَّنْ أَخَذَ عَنْ أَبِي العَبّاسِ الزّاهِد، وابن النَّقّاشِ، مات سنة 867.

والقُرَشِيَّةُ أَيضًا: قَرْيَةٌ باليَمَنِ من أَعْمَال زَبِيد، مِنْهَا القُطْبُ أَبو الحَسَنِ عَلِيُّ بنُ عُمَرَ الشّاذِلِيُّ، صاحِب مخَا، وحَفِيدُه عبدُ المُغْنِي بنُ أَبي الفَتْحِ، وإِخوتُه: الصِّدّيقُ [و] عُمَرُ، وعَبْدُ الرَّحْمنِ، وعمّاه: عبدُ الرّحْمنِ، وعَبْدُ المُحْسِن، بيتُ عِلْمٍ وصَلاحٍ، رضي الله تَعَالَى عنهم، مات عبدُ المُغْنِي هذا بِجُدَّةَ سنة 889.

وقُرَيْشُ بنُ أَنَسٍ ثِقَةٌ.

وأَبُو قُرَيْشٍ مُحَمَّدُ بنُ جُمُعَةَ الحافِظُ.

وأَبو نَصْرٍ مُحَمَّدُ بنُ عبدِ الرّحْمنِ القُرَيْشِيُّ: مُحَدِّث.

هكذا نُسِبَ عَلَى الأَصْلِ.

وقُرَيْشُ بنُ سَبُعِ بنِ المُهَنَّا بنِ سَبُعٍ المُهَنَّا، الحُسَيْنِيُّ الشَّرِيفُ، العَالِمُ النَّسّابَةُ، أَبُو مُحَمَّدٍ المَدَنِيُّ، سَمِعَ ببَغْدَادَ مِنْ أَبِي الفَتْحِ بن البَطِّيّ، وابنِ النّقُورِ وغَيْرِهما، وتُوُفِّيَ بالمَشْهَدِ سنة 460 ذكَرَه أَبو حامِد العابِدِيّ في تَتِمَّةِ الإِكْمَالِ، وقد أَجازَه.

والقِرْواشُ: لَقَبُ إِسْمَاعِيلَ بنِ عَلِيّ بنِ الحَسَنِ الحُسَيْنِيّ، وهُوَ جَدُّ القَرَاوِشَةِ بالمَحَلَّة الكُبْرَى.

ومِنْ أَمْثَالِهِم: «وَجْهُ المُقَرِّشِ أَقْبَحُ» أَي المُفْسِد.

وقِيلَ لِبَعْضِهِم، وهوَ كُرْدُوسُ بنُ مُزَيْنَةَ: فُلانٌ كَرِيمٌ لَوْ كانَ قُرَشِيًّا، فقَالَ: تُقَرِّشُه أَفْعَالُه. وهو مَجَازٌ.

ويُقَالُ: هُوَ قِرْشٌ من القُرُوشِ، لِلْغَالِبِ القاهِرِ، وهو مَجَازٌ أَيْضًا.

وقِرْواشُ بنُ عَوْفٍ اليَرْبُوعِيُّ: فارِسُ جَلْوَى الكُبْرَى.


تاج العروس-مرتضى الزَّبيدي-توفي: 1205هـ/1791م


(onları kargaşadan ve düşen köpekbalıklarından kaynaklanan hayal kırıklığından kurtarmak için kullanılır)

1- Gelinin Tacı (Shgash)[]

[Chagosh]: Kaos sabır gibidir, özü ihmal edilmiştir ve Al-Esma’i dedi ki: Doğrudur ve parıldayan, kötüdür, eskiden görüntü gibiydi ve dedi ki: ve dedi ki:

Onları kaos ve köpekbalıklarının düşmesinin çekingenliği konusunda zenginleştiriyordu.

Yağlı ve saf, saf değil

Taj Al-Arous - Mortada Al-Zubaidi - öldü: 1205 AH / 1791 AD

2- Gelinin Tacı (kuruş)[]

[Bir peni]: Bir köpekbalığı onu bir dayağın kenarından ısırır ve onu da Nosr'un kenarından ısırır: Kes onu.

Ve Qrhh: toplanan burada burada ve bir kısmını da bazılarına dahil etti, dedi ve Kureyş kabilesinden, baba Nadr bin Kınana bin Khuzaymah bin, Nadr ve Kureshi doğmadan Kenana ve üzeri ve Asahah'ta doğmuş olan Bin Elias bin Mudar'ın farkında.

Dedim ki: İmamların oranları Fahr Bakrha'yı ortaya çıkarmayınca, bu konuda Almarjua olan İbnü'l-Kalbi, Kuşay bin köpekleri hakimiyetindeyken ülkede dağıldıktan sonra onları Mekke'deki mabedinde toplamak için dedi.

Ve şöyle deniyor: İnsanlar kabukluydu, bir araya geldiklerinde dediler ki: Ve ona Kusay denildi.

Dedim ki: Ve şöyle denildi: Qusai unvanı, iki yolculukta Kureyş'in [kabilelerinin] bir grubudur ve çünkü Cuma namazının ve dualarının günü bir araya gelen ilk kişidir.

Babanız Kusay'a, Tanrı'nın geçmişten kabileleri topladığı bir grup *** deniyordu.

Ya da Atqrashwn Albaaat Vistrunha oldukları için ya da Nadr bin Kinana giyim günlerinde tanıştığı için, Tqrh, Vgelb unvanı ya da bir gün halkına geldiği için, bir deve Kureyş gibi, herhangi bir şiddetli Vlqub dediler ya da Uday ona söylendiği için: Kureyşi, onları bu isimle çağırdı, radyatör dedi ve Suhayli'yi belirsiz bir Kuran'da hareket ettirdi ya da Hac, hafifletme, toplama aradıkları için: Visdon Khaltha'ya ihtiyaç var, Ognoh'a ihtiyaç vardı ve çıplaktı kıyafetleri vardı ve muhtaçtı ve sanki bir kaçak Oooh'du ve kayınvalidesinden korkuyordu ve kaybolan kişi ona rehberlik etmişti. Bu, Kharbud'un tanınmış bir oğlunun sözüydü ya da küçük Qarsh'un ve ondan korkan bir deniz ayısıdır:Dişi hayvanlar, eğer Dent hayvanları ayakta tuttu ve yürüdüyse, Kureyş yastık kılıflarının yanı sıra cahillik ve İslam'ın da olduğu ve bu demek oluyor ki nakledilen Zübeyr bin Bakar, İbn Abbas'tan rivayet etti ve Almhmarj Humairi'yi söyledi:

Kureyş, denizin içinde yaşadığı ve Kureyş denilen ***.

Ya da adı Kureyş ibn Mukhlid ibn Ghalib bin Fahr idi ve kabilesinin sahibidir.

El-İmran'daki belirsiz Kuran'da Yüce Allah'ın rahmeti olan Sühaili, Bedir'in, Kureyş bin Hâris'in oğlu Ebu Bedir olduğunu söylediğinde, bin Nadr'ı onurlandırdı ve Fahr bin Malik'in cehalet içindeki Kureyş baba kanıtı, Badra alınırsa Aaarham'dı. dedi: Er Kureyş geldi, adama eklediler, ölünceye ve adı kalana kadar, Tlguib Nadr Krisha'nın davasında bahsedilen bu sekiz özellik, yedi tanesi İbrahim El Harbi'yi modern ortak yazar Garib'e transfer etti, ölümü Azhari ve diğerleri: Tbhrha olarak adlandırıldı ve onu ülkede vurdu. Sen rızık arıyorsun ve şöyle deniyordu: Çünkü onlar ticaret insanlarıydılar ve onların dediklerine göre meme ve ekin sahibi değillerdi:Öyleyse Atqrh parası, herhangi bir koleksiyon, bu on görünüm ve kürk için gerekli olan ilk yüzün ünlüsü, daha sonra akraba Araplar olan Zübeyr bin Bakar denildi ve bazılarına Bakrik yirmi kelime olarak anlatıldı.

İki tane var: Kureyş el-Zehir ve Kureyş el-Batah.

El Cevhari: Mahallenin Kureyş'ini istiyorsanız, harcarsınız, aşiret tarafından isterseniz harcamazsınız, şair, mübadelenin harcanmasına izin verdiğini söyledi:

Bağışlama yenidoğanın üstesinden geldi, bağışlayıcılık *** ve ikilemlerin konutu yeterli oldu ve galip geldi

Dedim ki: Uday ibn al-Riqa tarafından, Walid ibn Abd al-Malik'i öven ve ondan sonra:

Ve ona övgüyü yayarsan, onu bulursun, şerefli kısmı ve çocukları miras alır

İbn Bari şöyle demiştir: Bu şiirde onun için arzu edilir ve bir dişi koç karakteristiğinde ondan önce gelmemiştir:

Sanki kağıttan bir iğne *** uyuşturucudan bir kalem çarpmış gibi daha zengin

Şair, Kureyş'in atası: Kureyş ve nadir bulunan bir Kureyş, el-Halil'in otoritesine göre şunları söyledi:

Her Kuraysan'ın prestiji vardır *** Çiy ve şeref çağrısına çabuk

Bu, el-Cevheri ve el-Halil'in söylediği şeydir ve İbn Dehya bunu el-Tanweer'de anlatmıştır.

Üzerinde tırmık olan barbeküm yok *** ok ve yayla öne çıkarsa

Ama organize bir çekirgenin gözleri beni harap ederken, bir göz bağı ***

Her Kureyş'te ...

sonuna kadar.

İlkinde, sözlerinde bir tanık var: Shawi, Tanrı'nın soyundan geliyor. Ve ikincisinde, iki gözün üstünden bir gözün toplanmasına tanık, üçüncüsünde, Kureyş soyunda yaa kanıtıyla ve üçüncüsünde Kureyşi söylediklerine tanık.

Şeyhlerimiz şöyle dedi: Bazıları: Kıyas ilktir, yani soydaki yaanın ihmal edilmesi anlamına gelir. Dedim ki: Kullanılan en bilinenidir.

Ve el-Tahdeeb'de: Kureyş'e atfedilseler dediler: Kureyş, ilaveyi silerek: Şair mecbur ise Kureyş deme hakkına sahiptir.

Ve kurşunlar, bir gıdı gibi: Buradan ve buradan toplananlar, diğer nüshalarda da durum aynıdır ve bu büyük bir hatadır ve dalma ile, qrush'un doğruluğu, bir ondan kuruş ve ondan toplamaktır.

Onları kafa karışıklığı *** ve köpekbalıklarının dışkılamasının çekingenliği konusunda zenginleştiriyordu.

Obezite ve saf süt, karıştırılmamış

Meditasyon yap.

Ebu Amru dedi ki: El-Karwash, Balkasr, Al-Hadr, Al-Tufayli, El-Wagil ve Al-Shawlaki.

Al-Qarwash: Ibn Khalwa'nın otoritesine göre büyük baş.

Qarawash ibn Hout al-Dhabbi ve Shurayh ibn Qarawash al-Abbasi, iki şairdir.

Ve dikenlerin özü: tüylerinin benzerliği.

Kureyş: İbn Ömer adasında iyi elmalar içeren bir köy.

Ve Kureyş Nehri: Busit ve Ebu Kureyş: Bir köy, Baha, bir meydanda.

Nash ve onunla uğraşın: Yakup'un anlattığı gibi, peşinden gitti ve üzerinde durdu.

Ve iskorbüt pulludur, çünkü kemiği kırar ve kırmaz.Aynı şekilde, bir modernist olarak malç, yerine getirilmiş bir dildir ve ilerlemiştir.

El-Tahariş, Ebu Ubeyd'in yetkisine göre el-Tahariş ile aynıdır, el-Cevher tarafından iletilmiştir.

Al-Tarkhish, aynı zamanda: baştan çıkarma ve şımartma da denir: Onunla Qarsh, denerse, karıştırır ve bozar ve bu bir metafordur.

Ey ahlaksız sözcü, Amr'da bunda var mı?

Onu bir yasakla çelişin: Çünkü bizden gelen verici anlamını taşıyor ve aynı şekilde isterse onunla yazıyor.

Vernik: satın alma. Ve sahihin bazı nüshalarında gergin yerine takruş meydana geldi.

Mukarişah hadis olarak: Sünnet zorluğun yeridir.

Yasak zamanın fırçaları

Eskiden bir araya toplanırlardı ve oradan daha önce bahsedildiği gibi Kureyş denilirdi.

Ve İbn Dureid şöyle dedi: Kirli şeylerin dışında bırakırsanız daha gevrek olur.

Ve önce Al-Lahiani'nin yetkisiyle ilk önce o aldıysa, o şeyi soydu.

Mızraklar savaşa, onun temel aktarımına müdahale ettiler ve aynı şekilde kavga ederlerse ve müdahale ederlerse soyulurlar ve mızraklar kancalara müdahale ederdi.

Mızraklı Qawarsh, sanki kaptırılabilecekleri ipler varmış gibi

Ve onları bıçakladıysa mızrakla soydular ve köpekbalığı: bir mızrakla bıçakladı.

Çizik ve çatırdadı: Buna itiraz ettiler ve biri birbirine geçti.

Ve iftira attı: Birbirlerine düştü ve sesini duydun.

Maqarish: bir isim.

  • Ve tabi olduğu şeyden:

Köpekbalığı: Yemek yemek gibi yemek.

Ve Qarsh, al-Alam olarak: bir sesli harf gibi qr vsh'ta bir dil, el-Saghani tarafından aktarılan:

Ve kabir koleksiyonu: kurş. Ru'bah dedi:

Kredim ve kuruşlarımdan ne topladığım

Ama şöyle dedi: Ailesine Tqrh ve Aguetrh, ailesine bir kuruş ve ailesine bir Iqrh olan Tqrh ve Aguetrh ve satın alan Iqtrh ve hayatındaki köpekbalığı [seyreltilmiş] limiti Tqrh'a çarptı: yapışkan ve yapışkan.

Köpek balığı, köpekbalığını ısırır: Bir şey alın.

Ve bir yemek kabuğu: biraz çarptı.

Ve adamı ısırın: Ona hatalarını anlatın.

Ve onunla hurdalar.

Ve biri falanca rüşvet verdi: peşinden gitti ve kötü bir şekilde küçümsedi ve dedi ki: Allah adına, senden ödünç almadım, yani seni istedim.

Ve bir şeyin köpekbalığı: sesi ve bir köpekbalığı duydum, yani atın toynaklarının düşmesi anlamına geliyor ve aynı zamanda bir ceviz ve öğütme sesinin sesi.

Bir köpekbalığı ve bir kuraş: Sessizdi, İbnü'l-Kata’a tarafından alıntılandı ve al-Alam al-Qaras ve bir kırka olarak: Yüzü, saçının ciddiyetinden sıyrılmıştı. İbn-i Kata` tarafından da iletildi.

Ve insanlar aynı fikirde değildi: itaatsizlik ettiler.

Prens olarak Kureyş peyniri; Bu çok kuru.

İlhak ve fethi de içeren El-Kuraşyah: Humus kıyısında bir köy ve Halep ve Antakya da dahil olmak üzere eserlerinin sonuncusudur.

Al-Qurrashiya, Dhamim: Batı Şeria'da Ubeyd bin Ömer bin Muhammed el-Kureyşi'nin öldüğü bir köy.

Kuraşiyye ayrıca: Zabid'in çalışmalarından, Mocha'nın sahibi kutup Abu Hassan Ali bin Omar Chadli ve torunu Abdul şarkıcısı bin Abi'nin fethi ve kardeşlerinin arkadaşı [ve] Omar, Abdul Rahman'ın da dahil olduğu Yemen'deki bir köy, ve amcaları: Abdul Rahman, Abdul Mohsen, House Science ve Salah Yüce Tanrı onlardan memnun olsun Bu Abdul-Muğni 889'da Cidde'de öldü.

Kureyş bin Anas bir emanettir.

Ebu Kureyş Muhammed ibn Jum'a el-Hafiz.

Ebu Nasr Muhammed ibn Abd al-Rahman el-Kureyş: bir hadis.

Orijinale bu şekilde atfedildi.

Kureyş bin yedi bin Muhanna bin yedi Muhanna, el-Hüseynî el-Şerif, dünya Alnsabh, Ebu Muhammed el-Madani, Bağdat'ta Ebu Fath bin Bata, İbn Alnkor ve diğerlerinden duyuldu, Ebu Hamed Abedi 460 yılında öldü. tamamlamanın devamı geçti.

El-Karavaş: İsmail bin Ali bin el-Hasan el-Hüseynî'nin unvanı ve el-Mahalla al-Kubra'daki El-Karavaşanın büyükbabasıydı.

Ve onların beğenileri arasında: "Mollercinin yüzü daha çirkin," yani yozlaşmış.

Bazılarına Kurdos ibn Muzinah deniyordu: Kureyzân olsaydı cömert olurdu ve dedi ki: İşleri onu azarlardı. Bu bir metafordur.

Ve denilir: En baskıcı çoğunluk için Kurus köpekbalığıdır ve aynı zamanda bir metafordur.

Qarawash ibn Awf al-Roba’i: Jalawe al-Kubra şövalyesi.

Taj Al-Arous - Mortada Al-Zubaidi - öldü: 1205 AH / 1791 AD

TÜRKÇE


Şablon:Türkçe kökenli dinsel terimler

  1. Şablon:Kitap kaynağı
  2. Madelung, "Al-Ukhaydir," s. 792
Advertisement