Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Mehmet Akif'in Türklere Bakışı - TALOP NAC[]

Dosya:DİKKAT.jpg

http://www.delikanforum.net/konu/105940-mehmet-akifin-turklere-bakisi.html den alıntıdır. pek çok yanlışları var. Mesela; 19.yy da Türk kelimesinin siyasi anlamda müslümanlar için kullanıldığını bilmiyor.Ama güzel bir yazı konuyutoplamış.(Bakınız: Ansiklopedia 1911/Turk maddesi. http://www.lovetoknow1911.com )

İslam'ın katiyyen reddettiği ırkçılığa bir İslam aşığı ve mutefekkiri olan M.Akif'ın yaklaşımı ne idi? Türk Millet'ne nasıl bakıyordu?

Arnavut asıllı olduğunu belirten Üstad'ın anne tarafından da Buhara'lı olduğunu bilmekteyiz.

Eserlerinde devamlı millet'e vurgu yapan Akif'in,bahsettiği bu millet kimdi?

Arnavutlar'in gerek Avrupa'dan yayılan moda ile(Ulusçuluk),gerekse içerden bu fikre destek olanlar tarafından Osmanlı'dan kopartılması neticesinde,Sırp,Yunan ve Bulgar ordularınca yağmalanmasına içi yanan Akif'in yazdığı meşhur şiiri hatırlayalım. Ne diyordu Akif ?

"Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk, Bak nasıl doğranıyor?Kalk baba kabrinden kalk! ....... Hani milliyetin İslam idi.Kavmiyet ne? Sarılıp sımsıkı duysaydın a. Milliyetine. Arnavutluk ne demek?Var mı şeriatta yeri? Küfrolur,başka değil,kavmını sürmek ileri. Arabın Türk'e;Lazın Çerkez'e,yahut Kürd'e, Acemin Çinliye rüchanı mı varmış?Nerde! Muslumanlıkta "anasır"mı olurmuş ne gezer, Fikr*i kavmiyeti telin ediyor peygamber. ....... Artık ey millet-i merhume,sabah oldu uyan, Sana az geldi ezanlar,diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü, Dinle Peygamber-i zişanın ilahi sözünü. Türk Arapsız yaşamaz.Kim ki yaşar der delidir. Arabın,Türk ise hem sağ gözü,hem sağ elidir. Veriniz başbaşa zira sonu hüsranı-mübin, Ne hükümet kalıyor ortada,billahi ne din. ....... Bunu benden duyunuz,ben ki bir Arnavudum Başka bir şey diyemem...işte perişan yurdum."

Safahat,Üçüncü kitap(Hakkın Sesleri)1913

Akif'in bu şiiri yazdığı senelerde,Osmanlı Devletinden gayrimuslüm milletler bir bir ayrılırken,Halifenin temsil edildiği bir devletten,müslüman olanlar da kavmiyetçilik adına,bütünden kopmak için yer yer isyan ediyorlardı.Akif'in isyanı buna idi.Üsdad bu dönemde kurtuluş retecesinin,ümmet bilinci olduğunu savunuyordu.Akif'in yazdığı,bu döneme ait bazı şiirlerinde ki millet, yukarıda ki şirde belirtilen millet şuurudur.

Buna rağmen Şair'ın ırka ,ve Türklüğe vurgu yaptığı eserleri yok mudur?

Mesela İstiklal Marşı'ndaki,

"Kahraman ırkıma bir gül,ne bu şiddet bu celal"

dizesinde ya da,

"İhtiyar amcanı dinler misin oğlum Nevruz, Ne büyük söyle,ne çok söyle,yığıt işte gerek, Lafı bol karnı geniş soyları taklit etme, Sözü sağlam,özü sağlam adam ol ırkına çek!"

dörtlüğünde vurguladığı ırk hangi ırktır?Bu sorunun cevabı o kadar aşikardır ki, şüphe dahi edilemez.Akif'in Arnavut olduğunu belirtmiştik.Buna rağmen O kendisini mensubiyet şuuruyla Türk kabul etmektedir. Şöyleki:

"Türk eriyiz,silsilemiz kahraman,
Müslümanız Hak'ka tapan müslüman.
Putları Allah tanıyanlar aman,
Mescidimin boynuna çan asmasın."

(Ordunun Duası)

Yine Akif'in Türk'ü yücelttiği şirleri mevcuttur:

Bir Hintli'nin ağzından; "....

Ah biz hayra yorar unsuru iman değiliz,
Hind'in İslamını pek TÜRK'e kıyas etmeyiniz.
Onların Ruh-u şahametle çoşan kanları var,
Bizde yok öyle samimi asabiyet,o damar."

.......(Süleymaniye Kürsüsünde)

Osmalı Devleti sınırlarını aslında kimin yurdu olarak telakki ediyordu?Bakalım: ......

"Yurdu baştan başa viraneye dönmüş TÜRK'ÜN,
Dünkü şen şatır ocaklar yatıyor yerde bugün"

......

"Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar,
Hani Osman gibi,Orhan gibi babalar?"

......

"Sıtmadan boynu bükülmüş de o DİMDİK TÜRK'ÜN,
Düşünüp durmada öksüz gibi kuskün,küskün."

.......

"Değişik sanki o ARSLAN GİBİ IRKIN torunu,
Bense İslam'ın o gürbüz,o civan unsurunu,
Kocamaz derdim,asırlarca sorulsaydı eğer,..
Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş o meğer."

......

"Hocazadem,ne sülükmüş o meğer vay canına,
Dış bilermiş senelerden beri TÜRK'ün kanına."

......

"Neye Türk'ün canı yangın,neye millet geridir.
Anladık biz bunu az çok senelerden beridir."

...... (Asım'dan)

Görüldüğü üzere,M.Akif Ersoy,menfi ırçılığa karşı olmasına rağmen,Türklüğü methedici ifadeler kullanmaktan imtina etmemiştir.Kana,yaradılışa,damara atıfta bulunarak,Türklerde ki Kahramanlık ruhunun,İmanla birleşerek,İslam'ı asırlar boyu yüksekte tutuğunu belirtmektedir.

Akif bu "mevkûre"yi hala Türk Milleti'nde görüyordu.Eserlerinde bahsettiği Millet,aslen mensubu olduğu Arnavut Milleti değil,mensubiyet hissi ile bağlı olduğu müslüman Türk Milleti'ydi.

İşte milliyetçiliği ırkçılıktan ayıran kesin çizgi.Aslen Türk olmadığı halde,içinde yaşadığı toplumun kültürüyle yoğrulduğu için kendisini,Türk Milleti'nin mensubu sayan ve bu uğurda eserler veren Akif'e nasip olan şuurun,günümüzdeki bazı nasipsizlere de kısmet olmasını dilerim.

TALOP NAC

Yeni Asya Gazetesi/Abdurrahman Şen makalesi[1][]

Nasrullah Camii vaazı - 1 -

Yarın, olağanüstü şartlarda kurulan Cumhuriyetimizin 84. yıldönümünü olağanüstü şartlarda kutlayacağımız “Cumhuriyet Bayramı” günü…

Aradan 84 yıl geçmiş olmasına rağmen “olağanüstü”den “olağan”a kolay kolay geçemeyişimizin sırrı belki de İstiklâl Marşımızı ezberlemiş olsak da hiç anlamayışımızda yatıyor. İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif’i doğru dürüst okumayışımızda yatıyor.

Malûm… Mehmet Âkif, İstanbul’da Sebilürreşad’ı çıkartmakta iken 10 Nisan 1920 günü sabahı, namazdan sonra ailesiyle vedalaşıp, on iki yaşındaki oğlu Emin’i yanına alarak Çengelköy’ünde oturduğu evden hareketle –bin bir tehlikeyi göze alıp, bin bir meşakkate katlanarak- 24 Nisan’da, yani Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı. Birinci Meclis’e Burdur mebusu seçilen Âkif, halkı savaşa ikna ve teşvik için Anadolu’nun muhtelif şehirlerini dolaşmaya, buralarda vaazlar vermeye başladı. Bu vaazlarından özellikle Kastamonu Nasrullah Camii’nde, 1920 yılının Kasım ayında verdiği vaazın bugün bile tazeliğini koruduğunu açıkça söyleyebilirim.

Mehmed Akif’in Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki bu son derece önemli vaazının, Sebilürreşad’ın Kastamonu’da çıkan ilk nüshasında yayınlanmasıyla Anadolu çapında bir milli uyanışın meşalesi de yakılmış oldu.

Ömer Rıza Doğrul, “Kur’ândan Âyetler ve nesirler” isimli (Yüksel Yayınevi 1944) Âkif’e ait eserinde, Nasrullah Camii vaazının öneminin altını çizmek için vaaz metninin sonunda “Bir Ek” başlığı altında şu yazışmayı koyuyor:

Bir Ek: Merhum üstad Akif’in Kastamonu’da Nasrullah camii kürsüsünden Türk milletine hitaben verdiği ve her hakikati bütün çıplaklığı ile aydınlattığı bu vaaz, o zaman memleketin her tarafında, her camiinde okunmuş, defalarca basılarak her yere gönderilmiştir.

Şu vesika, vaazın nasıl karşılanmış olduğunu açıklıkla gösteriyor:

Elcezire cephesi kumandanı Nihat Paşa’dan Mehmet Akif’e telgraf:

Nasrullah Camii şerifinde verdiğiniz vaazın yer aldığı mecmuanızın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir. Diyarbekir’in büyük camiinde Cuma namazından sonra okunarak hazır bulunan mü’minler manevî nurlarından hisselerince nurlanmışlar ve aydınlanmışlardır. Fakat bu istifade pek sınırlı kalacağından cephe mıntıkasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetleri ile civar müstakil muta¬sarrıflıklar halkını da faydalandırmak ve şerefile hukuku doğrudan doğruya zatı âlinize ait olmak üzre Diyarbekir matbaasında baskıyla çoğaltılarak bütün cepheye dağıtılmıştır. Cenâbı Hakkın din yolundaki çalışmalarınızı ve vatan sevginizi makbul kılması temennisile hürmetlerimi takdim eylerim. 10/2/37 Elcezire - K/ Nihat’

Mehmet Akif de şu cevabı vermiştir:

‘Diyarbekir’de Elcezire Kumandanı Nihat Paşa Hazretlerine

Şahsıma yönelik büyük ilginize kalbimin en samimî duygularıyla teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki vaazın o bölgede ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza duyurulmasına yardım ve aracılık, cidden memnuniyet vericidir. Cenâbı Hak, pek kıymettar bir parçası bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere ulaştırması ve İslâm ümmetinde belirmeye başlayan uyanışı artırsın. Âmin. 16 Şubat 337 Mehmet Akif’

O zaman Ankara’da yayınlanmakta olan “Sebilu-r-Reşad” da 314 üncü {17 Şubat 1337) sayısında şu bilgiyi veriyor:

‘Nasrullah kürsüsündeki vaazı yayınladığımız sayımız ikinci defa basılmışsa da büyük bir kısmı batı ordusuna gönderildiğinden o da bitmiştir. Müsait bir zamanda üçüncü bir defa basılacaktır.’

Bütün bu bilgi; merhum Mehmet Akif’in Nasrullahi kürsüsünde verdiği vaazın bütün milletçe okunmuş, dinlenmiş, çok iyi karşılanmış ve herkese hakikati öğretmek hususunda son derece etkili olmuş olduğunu açıklıkla gösteriyor.”

Kastamonu Nasrullah Camii’nde 1920 Kasım’ında verilen vaazın üzerinden tam 87 yıl geçmiş…

Yarın ise Cumhuriyet Bayramımızın 84’üncü yıldönümü… Kuzey Irak’a harekât tezkeresiyle beraber, “dost” bildiklerimizin gerçek yüzlerini, gerçek niyetlerini kaçıncı defa görmenin şaşkınlığı içinde kimimiz…

Sözü uzatmaya gerek yok…Vaazın geniş bir özetini burada, tam metnini ise www.yeniasya.com.tr’de yayınlıyoruz.

Ancak… Bir küçük bilgiyi de paylaşmak istiyorum içim karara karara da olsa…

İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un vefat ettiği Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki Mısır Apartmanı’na gitmenizi tavsiye etmiştim ya geçen hafta… Ben bir kere daha gittim hafta içinde… Ve Mısır Apartmanı’nın duvarına 1994 yılında, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi ve dönemin Beyoğlu Belediye Başkanı olan Nusret Bayraktar tarafından çakılan, daha sonra çalındığı için Dr. Mimar Kadir Topbaş’ın başkanlığı döneminde yenilenerek törenle yerine çakılan tabelânın sadece vidaları duruyordu bina duvarında… “İlgilenen çıkar” umuduyla paylaşayım istedim!

Sözü burada kesiyorum efendim… Mehmet Âkif Beyi dinlemek üzere 87 yıl öncesine, Kastamonu Nasrullah Camii’ne kulaklarımızı, gönlümüzü uzatalım…


“VAAZ: NASRULLAH KÜRSÜSÜNDEN[]

Türk Milletine Hitap

Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü

‘Bismillahir- Rahmanir Rahim

Ya eyyuhellezine âmenu lâ tettehizu bîtaneten mîn dinikum la ye’lumekum habalen, veddu ma anîttum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekum-ul-âyati in küntüm ta’kilum…”


TERCÜMESİ


(Yaeyyuhellezine âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost kabul etmeyiniz.

Âyeti celiledeki (bitane) içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimî dost, yarıcan, arkadaş, sırdaş mânâlarınadır.

Öyle bitane ki (la ye’lunekum habalen) sizlere karşı zarar ziyan vermekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler.

(veddu ma anittum) sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler.

(Kad ‘ bedetil-bağdau min efvahilim) görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor.

(ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler, garezler, husûmetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir.

(Kad beyyenna lekum ul âyeti in küntum ta’kilun) bizler size her biri aynî hikmet, mahzi ibret olan ayetlerimizi böyle açık bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin gereğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette selâmet bulursunuz.


TEFSİR


Ey Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye uymaktan başka selâmet yolu yoktur. Takib edilecek hareket yolu, siyaset kuralı tamamile bu âyeti celilede toplanmıştır. Binaenaleyh ulvî mânâsını bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenâbı hak buyuruyor ki:

‘-Ey mü'minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş kabul etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek size güleryüz göstermelerine, hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yıkılmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri, düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zabtedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husûmet, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyeti celilemizle sizlere açıktan, açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dünyada ve ahirette zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyeti celilemizin gereğince hareket ederek kurtulursunuz.’

Bu âyeti celile Âli İmran Sûresindedir. Tevbe Suresi’nde de; ‘Ey Müslümanlar, Cenâb-ı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de mü'minlerden kendisine dost edinmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?’ Bu iki âyeti celileden başka diğer âyeti kerime daha vardır ki hep aynı ruhtadır.

Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zamanlar Allah’ın kitabını okurken bu gibi âyeti celileye geldikçe; ‘acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha, merhametli olmak icab etmez mi idi?’ gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî kuruntulardan başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytanî olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar nefsimle hayli mücadelelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı neydi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık ‘Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’ nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanî, sosyal konuları pek hoşumuza, gitti. Yazarların ahlakî kıymetlerini ve insaniyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye, başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, benzerlik olamıyacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna sonradan gelip yapışan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususile Avrupayı, Asyayı, Afrikayı dolaşarak ‘Avrupalı’ dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytanî kuruntulara kapılmış olduğumdan dolayı Cenâbı Hakka tevbeler ettim.

"TAASSUPTAN HİÇ HABERİ OLMAYAN BİR MİLLETİZ”[]

Dünyada Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladığını da iki cümle ile özetleyebilen bir Müslüman varsa o da ümmetin ulularından, iyi ahlâklı, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslâm dünyasının en fedâkâr, en iyi ahlâklı ve ileri gelenlerinden Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki:


‘-Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. Kültürüne, yüksek kişiliğine hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’de ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret oldu. Kendisiyle biraz hoşbeşten sonra dedim ki:


-Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, batının ilimlerine, fenlerine cidden vakıf ender insanlardansın. Yakinen gördüğün şeyler tabiîdir ki tecrübeni, gördüğünü, arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?


-Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!’


Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.


Bunların bütün insanlara bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husûmetleri vardır ki, hiçbir suretle sakinleştirmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir müteassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.


Ey camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor:


Bilirsiniz ki bizim dünya savaşına girmemizden en çok istifade eden bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu hatırlatayım ki ben bu kürsüde ‘dünya savaşına girmek mi lâzımdı, girmemek mi iyi idi, girmeden durabilir mi idik, biraz daha geç mi girmemiz uygun idi? …’ gibi meselelerin hiçbirini konu edecek değilim. O benim esas konumun, yetkimin dışındadır. Ortada bir olay var ki biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüzbinlerce şehit verdik. Yüzbinlerce aile ocağı söndü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi; Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine harp ilân ettikleri bir zamanda böyle tek ortakları, destekçileri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplarıyla, bütün ediplerile, bütün yazarlarile bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu dünya savaşının ilk senesinde ben mühim bir görev ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:


‘-Bizim millet meclisimizde bilhassa katolik vekiller kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi ilerlemiş, fen bilgisi olan bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için alçaklık değil midir?...’ diyorlar. ‘Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında anlaşılmış olsun.’


Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele ‘müsteşrik/doğubilimci’ denilip de doğu lisanlarına, doğu fen ilimlerine, doğu ahlâk ve adetlerini biliyor geçinen adamları mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki arada bir anlaşma, bir barışma olmasına imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabiî elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamıyla başarılı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.


Harp esnasında bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun Müslümanlar halifenin ortağı sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki hilâfetin merkezi, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. ‘Alman dostluk yurdu binası kurulacak.’ denildi. Bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik.. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa! Düşmanlar Kudüs’ü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket dünya savaşı üzerine büyük bir etki yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar üzülmüş olmaları gerekirdi.


Ey cemaati müslimin! İşe bakın ki; ‘Kudüs, ister İngilizlerin eline geçmiş olsun, ister bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da düşmanımız da olsa, dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin,’ diyerek Viyanalılar şenlik yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi, tarafta olduğunu bu misallerle de anlayamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.

Retrieved from "http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/Nasrullah_Camii_vaaz%C4%B1"

MEHMET AKİF’İN ŞİİR KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK KUR’ÂN-I KERÎM [2][]

Prof. Dr. İsmail ÇETİŞLİ * Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi

(Bu bildiri I. Uluslararası Mehmet Âkif Sempozyumunda (Burdur, 2008) sunulmuş; I. Uluslararası Mehmet Akif Sempozyumu Bildiriler Kitabı’nda (C.1, 2009, Burdur, s.417-423) yayımlanmıştır.)

ÖZET

Sanatkârın beslendiği, tesirinde kaldığı veya faydalandığı kaynakların tespit ve tasviri, edebiyat eserinin çözümlenmesinde önemli bir gerekliliktir. Bu bağlamda Safahat’a baktığımızda, Kur’ân-ı Kerîm’in Mehmet Âkif’in şiir kaynaklarının başında yer aldığını görürüz. Âkif kimi manzumelerinde doğrudan doğruya ayetlerden hareket ederek, kimi manzumelerinde ayet iktibaslarına dayanarak, kimi manzumelerinde anlam olarak ayetlerden yola çıkılarak ve kimi manzumelerinde de sık sık Kur’ân, sûre, ayet isimleri/kelimelerini yer vererek Kur’ân-ı Kerîm’i şiirlerinin ilham kaynağı olarak kullanmıştır. Bu gerçeğin arkasında, onun çocukluk yıllarından itibaren giderek güçlenen Kur’ân ve Arapça bilgisi, sahip olduğu inançları ve dünya görüşü, toplumcu sanat anlayışı mevcuttur.


Sanatın asıl kaynağı, hiç şüphesiz, onun bilfiil faili durumunda olan sanatkâr; daha açık bir ifadeyle sanatkârın ruhu, gönlü ve zihninden oluşan bütün bir benliğidir. Bu tartışılmaz gerçeği unutmamak kaydıyla, sanatkârın eserini var etme öncesi ve var etme esnasında çeşitli kaynaklardan veya etkenlerden bilinçli veya bilinçsiz biçimde etkilendiği/etkilenebileceği, beslendiği/beslenebileceği, faydalandığı/faydalanabileceği de bir gerçektir. Bu konuda önemli olan etkilenmenin, beslenmenin veya faydalanmanın sebebi, mahiyeti, boyutları ve sonuçlarıdır. Sanatkârın etkilendiği, beslendiği veya faydalandığı kaynakların tespit ve tasviri, öncelikle sanat eserinin çözümlenmesi ve değerlendirilmesinde son derece önemli bir gerekliliktir. Çünkü kaynakları bilinmeyen veya bilinemeyen bir eser üzerinde yapılacak olan çözümleme ve değerlendirme çalışmalarında birtakım eksiklik, yanlışlık ve hatalar kaçınılmaz olabilecektir. Bu sebeple sanatkârın etkilendiği, beslendiği veya faydalandığı kaynakların tespit ve tasviri, eserin daha iyi ve daha doğru çözümlenmesinde önümüze geniş kapılar açabilecektir. Böyle bir tespitin bir başka önemli sonucu, üzerinde çalışılan eser ve sanatkârın mensubu bulunduğu milletin sanat, edebiyat, düşünce ve kültür kaynaklarını ortaya koyacak olmasıdır. Nitekim giderek önem kazanan “karşılaştırmalı edebiyat” sahasındaki çalışmalar ve postmodernizm ile birlikte söz konusu olmaya başlayan “metinlerarasılık” problemi, edebî eserin kaynakları konusunu daha da aktüel hâle getirmiştir.

Biz bu bildiride yukarıdaki düşüncelerden hareketle Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat’ta toplanan şiirlerinin kaynakları üzerinde durmak istiyoruz. Âkif’in şiirlerinin hayat bulmasında şu veya bu ölçüde tesiri olmuş, ilham vermiş veya belirleyici rol oynamış üç temel kaynak söz konusudur. Bunlar:

1- Şairin hayatı müddetince bizzat yaşadıkları.

2- Şairin hayatı müddetince -en yakın çevreden (ev, mahalle, mektep, daire, şehir, memleket) en uzak çevreye (seyahatleri sebebiyle Mısır, Medine, Necid Çölleri, Berlin) kadargördükleri veya gözlemledikleri.

3- Şairin hayatı müddetince her seviyedeki eğitim/öğretim ve okuma yoluyla kazandıkları.


Burada hemen belirtelim ki, sıralanan kaynakların birbirinden bütünüyle bağımsız olduğu söylenemez elbette. Çünkü bizzat yaşadıklarımızla gözlemlerimiz veya okuduklarımızla yaşadıklarımız çoğu zaman iç içe geçmiş hâlde olabilir. Ayrıca söz konusu üç kaynağın kendi içinde birçok alt dala ayrılabildiği/ayrılabileceğini de unutmamak gerekir. Burada sadece üçüncü ana kaynağın; yani Mehmet Âkif’in hayatı müddetince her seviyedeki eğitim/öğretim ve okuma yoluyla kendisine şu veya bu kazanımları sağlamış olan ana kaynağın alt dallarını vermekle yetineceğiz.

Bunlar:

a- Türk edebiyatı,

b- İran edebiyatı,

c- Arap edebiyatı,

d- Batı edebiyatı,

e- Türk tarihi,

f- İslâm tarihi,

g- İslâm dininin temel kaynakları’dır.

Yukarıda sıralanan kaynaklardan Âkif’in ne seviyede etkilendiği, beslendiği veya faydalandığının detaylı bir inceleme ve değerlendirilmeye tabi tutulması, bu bildirinin sınırlarını aşacaktır. Bu sebeple bildirimizi sadece Kur’ân-ı Kerîm’in Âkif’in şiirlerine ne derece, nasıl ve niçin kaynaklık ettiği; bunun şiirlerinin anlam dünyasına ne/neler kazandırdığı konusu ile sınırlandıracağız.

Konunun detaylarına girmeden önce bir parça şairin hayatına bakıp onun Kur’ân ile olan ilişkisini hatırlamanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Bilindiği gibi Mehmet Âkif, Fatih Camii müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi ile aslen Buharalı olan Emine Şerife Hanım’ın çocuğudur. 1873’te İstanbul’un Fatih semtinin Sarıgüzel Mahallesinde dünyaya gelen Âkif, dindar ve muhafazakâr bir aile ve mahalle ortamında büyümüştür.1 Eğitim hayatına daha dört yaşında iken Mahalle Mektebi’nde başlayan şair, ilköğrenimini Emir Buharî İbtidaîsi’nde (1879-1882); orta öğrenimini ise Fatih Merkez Rüştiyesi (1882-1885) ve Mülkiye İdâdisi’nde görmüştür (1886-1888). Bu arada resmî eğitiminin yanı sıra -başta babası olmak üzere- özel hocalardan Kur’ân-ı Kerîm, Arapça ve Farsça dersleri almıştır. Yüksek tahsil için Mekteb-i Mülkiye’yi seçtiyse de daha birinci sınıfta iken babasının ölümü (1888), ardından da evlerinin yanması (1889) üzerine Halkalı’daki Baytar Mektebi’ne geçmek zorunda kalmıştır. Âkif, çocukluk yıllarında başladığı Kur’ân’ı ezberleme işini, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra altı ay gibi kısa bir zamanda tamamlamış ve hâfız olmuştur.2 Yukarıdaki bilgiler bize Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm ile olan yakın ilişkisinin daha çocukluk yıllarında evinde başladığı ve ilerleyen yıllarda da ev, okul, özel ders üçgeninde giderek güçlenen bir bağla devam ettiğini gösterir.

Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm ile olan ilişkisini güçlendiren bir başka önemli etken, güçlü Arapça bilgisidir. Yine çocukluk yıllarında babasından aldığı derslerle başlayan onun Arap lisanıyla ilgili eğitimi veya birikimi, zaman içinde Arap edebiyatına dair -başta Muallâkât-ı Seb’a olmak üzere- ders verecek ve birçok eser tercüme edecek kadar güçlenmiştir.

Bu konuda zikredilmesi gereken son etken, Âkif’in Kur’ân ve Arapçanın dışındaki İslâmî bilimlerin çeşitli sahalarındaki (Tefsir, Hadis, Akâit, Kelam vb.) bilgi birikimidir. Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm, Arapça ve İslâmî bilimler sahalarındaki söz konusu bilgi ve birikimi, gerek Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele yıllarında cami kürsüleri veya 1 Mehmet Âkif vefatından az önce Nevzat Ayas’a verdiği mülâkatta dinî eğitimi ve ailesi hakkında şunları söyler: “İlk dinî terbiyemi veren, ev ve mahalle, iptidâî, rüşdî tahsilde aldığım telkinler olmuştur. Bilhassa evin bu husustaki tesiri büyüktür. Annem çok âbid, zâhid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî salâbetleri vardı. İbadetin vecdini, yakînî heyecanını tatmışlardı. Pederim, Hacı Feyzullah Efendi merhumun müridlerindendi. Nakşî şeyhlerinden olan Feyzullah Efendi o zaman hayatta idi. Annemin tarikate intisabı yok. Babam bana tasavvuf telkininde bulunmamıştır.” (M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar 1, MÜ İlahiyat Fak Yay. İst., 1989, s.28)

2 “Tahsil-i âlîyi bitirdikten sonra hâfız oldum. Fakat ondan evvel Kur’ân’ı okuya okuya gayet pişkin bir hâle getirdiğim için zaten hıfz ile aramda uzun bir mesafe yoktu. Az bir müddet içinde Kur’ân’ı ezberleyiverdim.” (M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar 1, s.30. 3 minberlerinde hutbe okuma ve vaaz verme (Balıkesir, Kastamonu, Eskişehir, Burdur, Afyon, Antalya ve Konya’da) şeklinde gerek Dâru’l-Hikmet-i İslâmiye başkâtipliği (1914-1920) ve Tetkikât ve Telifât-ı İslâmiye Heyeti üyeliği (1922) görevlerinde gerekse çeşitli dergilerdeki yazıları ve tercümelerinde3 çok daha somut biçimde karşımıza çıkar.

Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm ile olan ilişkisinin derecesini gösteren en somut ve en uç delil, Cumhuriyet’in ilânından sonra Kuran-ı Kerim’in tefsiri ve tercümesine duyulan ihtiyaç üzerine TBMM’nin Diyanet İşleri Başkanlığını görevlendirmesi (1925); Başkanlığın da Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi işini resmî bir protokolle Âkif’e vermiş olmasıdır.4 İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi, uzun tereddütlerden sonra ve -başta Ahmet Hamdi Aksekili olmak üzere- yakın dostlarının ısrarı üzerine bu görevi üstlenen Mehmet Âkif, Mısır’da bulunduğu dönemde zamanının büyük bir kısmını (1926-1932) bu işe ayırmıştır. Ancak tamamlanan Kur’ân tercümesi, şairin çeşitli endişelere dayanan vasiyeti gereği, vefatından sonra yakılmıştır.5

Mehmet Âkif’in Kur’ân tercümesine dair bugün elimizde, farklı tarihlerde kaleme alınmış ve önemli bir kısmı çeşitli dergilerde (Sırât-ı Müstakîm, Sebilürreşad) yayımlanmış bazı mensur metinler6, çeşitli yerlerde okunmuş hutbeler, vaazlar ve aşağıda ayrıntılı biçimde üzerinde duracağımız Safahat’taki manzumeler mevcuttur. Söz konusu metinlerde tercümesi verilen ayet sayısı -tekrarlarla birlikte- 500’ü bulmaktadır.7

Sonuç itibariyle Mehmet Âkif’in şiirlerinde Kur’ân’ın birinci sırada bir kaynak oluşu, şairin hayatında Kur’ân ile olan yakın ilişkisi ve bu ilişkinin tabiî sonucu olan inançları, düşünceleri ve dünya görüşü ile yakından alâkalıdır. Bilindiği gibi Âkif, kelimenin hakikî manasıyla Müslüman, mümin ve mütedeyyin bir insandır. Üstelik o iman ve inançlarını, pek çok Müslüman insan gibi, sadece kendi iç dünyası veya bireysel hayatı ile sınırlamamış; çok somut ve işlenmiş bir dünya görüşü, hayat tarzı; hatta toplumsal projeye dönüştürmeye çalışmıştır. Söz konusu toplumsal projenin adı da “İslâmcılık”tır. Mehmet Âkif, Osmanlı-Türk toplumunun uzun süren çöküş ve çözülüş süreci esnasında Kur’ân-ı Kerîm’i, imanı ve inançları kadar, dünya görüşü ve toplumsal projesinin de merkezine yerleştirmiştir.

Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:

Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;

Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına;

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!(s.144)

3 Mehmet Âkif’in tercümeleri:[]

  • Müslüman Kadını (1909),
  • Hanoto’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un Müdafaası (1915),
  • İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler (1923),
  • Anglikan Kilisesine Cevap (1924),
  • İslâmlaşmak (1919),
  • İslâm’da Teşkilât-ı Siyasiye (1922).

4 Adı geçen projede Kur’ân-ı Kerîm'in tefsiriElmalılı Hamdi Efendi'ye, Sahih-i Buharî'nin çevirisi ise [[Ahmed Naim Bey]]'e verilmiştir.

5 Mehmet Âkif, tamamladığı tercüme çalışmalarını, hastalanıp Türkiye’ye gelirken yakın dostu [[Yozgatlı Mehmet İhsan Efendi]]’ye (İKÖ Genel Sekreteri Ekmelettin İhsanoğlu`nun babası) teslim eder. Bu sırada ona şu vasiyette bulunur:

“Ben şifa bulur, sağ salim geriye dönersem gelir senden alırım. Eğer bir emr-i Hak vaki olur da ölürsem,

sakın kimseye verme, imha et!”

(Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı,

Tİ Yay., Ank.1986, s.382-394; Dücane Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi Mehmet Âkif ve Kur’ân Meâli, Etkileşim Yay., İstanbul, 2007)

6 Mehmet Âkif 1912’den itibaren başta Sebilürreşad dergisinde olmak üzere bir hayli mensur tefsirler kaleme alır. Bununla ilgili olarak bkz.

  • Mehmet Âkif Ersoy, Kur’ân’dan Ayetler ve Nesirler, (Hzl. Ömer Rıza Doğrul) 1944;
  • Mehmet Âkif Ersoy, Kur’ân-ı Kerîm’den Ayetler, Mev’izeler, (Hzl. Suat Zühtü Özalp), 1968; Ertuğrul Düzdağ,
  • Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar, İstanbul, 1987;
  • Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm’i Tefsiri-Mevıza ve Hutbeleri, (Hzl. Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu), DİB Yay. Ankara, 1991;
  • İsmail Hakkı Şengüler, Açıklamalı Mehmet Âkif Külliyatı, C.9, İstanbul 1992.

7 Dücane Cündioğlu, Bir Kur’ân Şairi Mehmet Âkif ve Kur’ân Meâli, Etkileşim Yay., İstanbul, 2007, s.179.

4

Safahat’ı dikkatli bir biçimde gözden geçirdiğimizde görürüz ki, Mehmet Âkif’in manzumelerinin temel kaynakların başında Kur’ân-ı Kerîm yer alır. Bir başka ifadeyle Âkif’in her türlü sosyal eleştiri ve tekliflerinin özü Kur’ân’a dayanır; sınırlarını Kur’ân belirler. Hatırlayalım ki, onun yayımlanan ilk şiiri “Kur’ân’a Hitap” adını taşır. 1895'de Mektep mecmuasında (2 Mart 1311,C.II, S.26) yayımlanan ve;

Ey nüsha-i cânı, ehl-i dînin!

Ey nâsih-i şânı, münkirînin!

Ey meş’al-i hikmet-i İlâhî!

Ey mecma-i feyz-i bîtenâhî!8

mısralarıyla başlayan bu uzun manzume, Kur’ân’ın niteliklerine dair övgülerle devam eder. Asıl konumuza dönersek, Kur’ân-Kerim’in Safahat’a kaynaklık etmesi, manzumelerde dört farklı biçimde veya dört farklı seviyede gerçekleşir. Bunlar:

A- Doğrudan Doğruya Kur’ân-ı Kerîm/Ayet/Ayetlerden İlham Alınarak Kaleme Alınan Manzumeler

B- Kur’ân-ı Kerîm/Ayet/Ayetlerden Yapılan İktibaslara Dayanan Manzumeler

C- Dolaylı Olarak veya Mealen Kur’ân-ı Kerîm/Ayet/Ayetlere Dayanan Manzumeler

D- Kur’ân-ı Kerîm, Sûre veya Ayet İsimlerinin Yer Aldığı Manzumeler

A- Doğrudan Doğruya Kur’ân-ı Kerîm/Ayet/Ayetlerden İlham Alınarak Kaleme Alınan Manzumeler[]

Kur’ân-ı Kerîm’in Mehmet Âkif’in şiirlerinde ne derece önemli bir kaynak olduğunun en somut delili, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm/ayet/ayetlerden ilham alınarak kaleme alınan manzumelerdir. Bir başka ifadeyle -kıt’alar dahil- toplam 108 manzumeden oluşan Safahat’taki on beş-on altı manzume tamamen Kur’ân’dan hareketle kaleme alınmış; yedi kitaptan oluşan Safahat’ın Hakk’ın Sesleri kitabı da adını bu kaynaktan almıştır. Bunlar; Safahat’ın üçüncü kitabını teşkil eden Hakk’ın Sesleri’ndeki toplam on şiirden sekizi; beşinci kitabını teşkil eden Hâtıralar’daki toplam on şiirden dördü; yedinci kitabı teşkil eden Gölgeler’deki toplam kırk bir şiirden üçüdür. Bunlara vaizin konuşmasına bir ayet ile başladığı Fatih Kürsüsü’nde isimli uzun manzumeyi de ilâve edebiliriz.

Meselâ Hakk’ın Sesleri’ndeki isimsiz 4. manzumede Âkif, Hz. Yusuf kıssasını anlatan Yusuf Sûresi’ndeki “Oğullarım! Yusuf’la kardeşini araştırınız; hem sakın Allah’ın inâyetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zîrâ, kâfirlerden başkası Allah’ın inâyetinden ümidini kesmez.” mealindeki 87. ayeti esas alarak azim ve ümitsizlik konusunu işler. Ayetteki Allah’ın yardımından ümidi kesmemek hükmünden yola çıkan Âkif, Balkan Harbi yıllarında Osmanlı-Türk toplumunu içine düştüğü ümitsizlik ve karamsarlık girdabından kurtarıp azme, ümide, gayrete, çalışmaya ve mücadeleye sevk etmeye çalışır. Ona göre geleceği karanlık görerek ye’se düşmek ve mücadeleden vazgeçmek “alçak bir ölüm”dür. Allah’a inanan bir kimse böyle bir hâle veya böyle bir ölüme razı olamaz. Çünkü Allah’ın inayetinden ümidini kesip ye’se düşmek, apaçık “şirk”tir; bunu da ancak “kâfirler” yapabilir.

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak.

Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:

Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle. (s.175) 9 …………………………………………… Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. (s.176)

8 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İnkılâp ve Aka Yay., İst., 1981, s.529.

9 Bildirideki bütün alıntılarda Safahat’ın şu baskısı esas alınmıştır: Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, (Hzl. Ertuğrul Düzdağ), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1987. 5 Aynı konu, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Gölgeler’deki “Ye’is Yok” ve “Azimden Sonra Tevekkül” başlıklı manzumelerde, bu defa başka ayetlerden hareketle tekrar işlenir. “Ye’is Yok” isimli manzumenin hareket noktası, Hicr Sûresi’ndeki “Dalâlete düşmüşlerden başka kim Tanrısı’nın rahmetinden ümidini keser?” mealindeki 56. ayettir. Ümidini, azmini, mücadele gücünü yitiren bir birey veya toplumun yüz yüze kalacağı karanlığı tasvir ederek şiirine giriş yapan Âkif, “ye’s” ile “tevhid”in bir arada olamayacağını; dolayısıyla bu hâlin “mülhidlik” (dinsizlik, sapıklık) olduğunu belirtir.

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!

Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin

Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin. (s.390)

Beşikten itibaren bütünüyle ümitsizlik aşılanan bir gençlik ve toplumla karşı karşıya kalan Mehmet Âkif, metnin sonunda sözünü şu mısralarla bağlar:

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. (s.390)

Âl-i İmran Sûresi’nin “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a dayan…” mealindeki 159.

ayetini hareket noktası alan “Azimden Sonra Tevekkül” başlıklı manzume, adı geçen ayetin

hükmünü “köhne telakki” ve “masal” olarak niteleyen kişi ile Âkif’in diyalogu üzerine kurulmuştur.

Söz konusu anlayış karşısında öfkelenen Âkif, manzumede daha çok yanlış tevekkül anlayışını

eleştirir.

“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan…

Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!

Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;

Nerden bulacaktın o zaman elindeki yurdu?

Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:

Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.

Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”,

Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet? (s.392)

Görülüyor ki bu manzumelerde Mehmet Âkif’in ilham kaynağı; bir başka ifadeyle toplumsal eleştirilerindeki dayanağı doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Burada şu husus tartışılabilir:

Acaba Âkif, Kur’ân’dan hareket ederek mi toplum ve hayata yöneliyor, yoksa toplum ve hayat mı onu Kur’ân’a yönlendiriyor? Kanaatimiz, öncelikle söz konusu iki etkenin birbirlerini davet ettiği istikâmetindedir. Bununla birlikte, içinde yaşanılan hayat ve topluma ait problemlerin şairi Kur’ân’a yönelmede daha ağırlık taşıdığını belirtmek isteriz. Çünkü toplumcu ve idealist bir şair olan Âkif’in amacı, dini hayattan soyutlayan klâsik bir din adamı gibi sadece ayetin anlamı konusunda inananları aydınlatmak veya pek çok toplumcu şairin yaptığı gibi sadece problemleri tespit ve tasvir etmek değildir. Âkif’in biricik amacı, fert ve toplumun hayatının olmazsa olmazı olarak gördüğü dinin vazettiği hükümleri ve değerleri, bunlardan uzaklaştığı için çürümeye başlayan fert ve toplum hayatına hâkim kılmaktır.

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,

İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım. (s.375)

Tablo 1: Doğrudan Doğruya Kur’ân’ı Kaynak Alan Manzumeler

KUR’ÂN SÛRE/AYET ŞİİRİN ADI 6 “Yâ Muhammed, de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, sen mülkü dilediğine verirsin; sen mülkü...” Âl-i İmran 3/26 Hakkın Sesleri-1 (s.165)

“İşte sana, onların, kendi yolsuzlukları yüzünden ıpıssız kalan yurtları…” Neml 27/52 Hakkın Sesleri-2 (s.168)

“Oğullarım! Gidiniz de Yusuf’la kardeşini araştırınız; hem sakın Allah’ın inâyetinden ümidinizi kesmeyiniz.” Yusuf 12/87 Hakkın Sesleri-4 (s.175)

“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâ eder misin Allah’ım?” A’raf 7/155 Hakkın Sesleri-5 (s.177)

“Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Zümer 39/9 Hakkın Sesleri-6 (s.179)

“Siz iyiliği emr eyler, kötülükten nehy eder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana ...” Âl-i İmran 3/110 Hakkın Sesleri-7 (s.181)

“Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiği zaman, ‘Biz ıslahattan başka bir şey yapmıyoruz’ derler.” Bakara 2/11- 12 Hakkın Sesleri-8 (s.183)

“Allah’ın âsâr-ı rahmetine bir baksana! Toprağı, öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor?” Rûm 30/50 Hakkın Sesleri-9 (s.185)

“Takat getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme Allah’ım...” Bakara 2/286 Hâtıralar-1 (s.245)

“Ey Müslümanlar, Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öyle korkunuz...” Âl-i İmran 3/102 Hâtıralar-2 (s.249)

“Kimin bu dünyada gözü kapalı ise âhirette de kapalı, Hatta oradaki şaşkınlığı daha ziyâde.” İsrâ 17/72 Hâtıralar-4 (s.253)

“O müminlere indallah ecr-i azim var ki: Birtakım kimseler kendilerine ‘düşmanlarınız sizin için ...” Âl-i İmran 3/173 Hâtıralar-6 (s.257)

“Birbirinize de girmeyin ki, maneviyatınız sarsılmasın, devletiniz gitmesin.” Enfal 8/46 Hala mı Boğuşmak (s.387)

“Dalâlete düşmüşlerden başka kim Tanrı’sının rahmetinden ümidini keser?” Hicr 15/56 Yeis Yok (s.389)

“Bir kere azmettin mi, artık Allah’a dayan....” Âl-i İmran 3/159 Azimden Sonra Tevekkül (s.391)

“Onlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki kudret ve hâkimiyetini görmüyorlar mı?” A’râf 7/85 F. Kürsüsünde (s.203)

B- Kur’ân-ı Kerîm/Ayetlerden Yapılan İktibaslara Dayanan Manzumeler[]

Mehmet Âkif, çeşitli manzumelerinde şu veya bu konudan bahsederken sık sık Kur’ân-ı Kerîm/ayetlerden iktibaslara yer verir. Bu manzumelerde de Kur’ân’ın kaynak olarak kullanıldığı, açık ve tereddüte yer bırakmayacak biçimde kesindir. Söz konusu manzumelerden bazılarının birinci grup manzumelerden farkı, ayetlerin manzumenin anlam çerçevesini bütünüyle belirlememiş olmasıdır.

Meselâ “Bugünün işini yarına bırakanlar, helâk olur.” hadisinin bir kısmının da iktibas edildiği “Hasbihâl” isimli manzumede asıl konu, insanın içinde yaşadığı zamanın kıymetini bilmesi, işini zamanında yapması ve bu bilinçle hayatını tanzim etmesidir. Ancak söz, bazılarının “İnsan ömrü irfan/ilmin tamamını öğrenmeye yetmez.” hükmüne sığınarak bundan vazgeçmeye ve tembelliğe sığınmaya kalkışmaları karşısında Âkif, “Bilenlerle bilmeyenler bir değil” mealindeki Zümer Sûresi’ndeki 9. ayeti şiirine yerleştiriverir. Evet , ma’lûm olanlar olmayan şeylerle bir nisbet Edilmiş olsa, gâyet az çıkar evvelkiler elbet; Fakat câhille âlim büsbütün nisbet kabûl etmez. O bir kördür, bu lâkin doğru yoldan hiç udûl etmez: Diyor Kur’ân: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir değil...” (s.121) 7 Bir başka örnek ise, başta çalışmak ve tembellikten kurtulmak olmak üzere Müslümanları ilgilendiren çeşitli konuların uzun uzadıya işlendiği “Fatih Kürsüsünde” söz bir ara Müslümanların birlik ve beraberlikleri; bunu ortadan kaldırıp çeşitli yıkımlara sebep olabilecek olan “nifak” konusuna gelince Âkif, Enfal Sûresi’nin 25. ayetini alıntılayıverir. Diyor Kitâb-ı İlâhî: “O fitneden korunun, Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmü istîlâ Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!..” Hesâb edin ne kadar bîgünahın aktı kanı… Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı! Hudâ rızası için kaldırın nifâkı… Günah! (s.231) Bununla birlikte bazı manzumelerdeki iktibaslar, manzumenin bütününde ele alınan konu ile birebir örtüşür. Böylece bu manzumeler Kur’ân’ın kaynaklığı hususunda, birinci gruptakilere bir hayli yaklaşmış olur. Bunların tek farkı, ayetin manzumenin başına değil de bütünü içinde bir yerlere yerleştirilmiş veya bütün içinde eritilmiş olmasıdır. Mesela “Durmayalım” başlıklı manzumede çalışmak, gayret etmek, tembellikten uzak durmak konuları anlatılırken önce Sâdî’den konuyla ilgili bir hikâye nakledilir. Daha sonra bu hikâyeden hız alan şair, kendi görüşlerini anlatmaya başlar. Âkif’e göre, bütün insanlığın, yeryüzü ve gökyüzündeki bütün varlıkların hiç durmadan çalıştığı bir dünyada bizim yolda durmaya kalkışmamız ya intihar etmek ya da bir melek gökten “refref” (döşek, yastık, kuş tüyü) indirsin demektir. Bu esnada Âkif, “İnsanın sa’yinden (amel/çalışma) başkası kendisinin değil.” mealindeki Necm Sûresi 39. ayetin Arapça iktibasına yer vererek sözünü hem bir kaynağa bağlamış hem de güçlendirmiş olur. “Leyse li’l-insâni illâ mâ seâ” derken Hudâ; Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha? Davran artık kârbânın arakasından durma, koş! Mahv olursun bir dakîkan geçse hattâ böyle boş. (s.23) Tablo 2: Kur’ân’dan İktibasların Yer Aldığı Manzumeler İKTİBAS SÛRE/AYET ŞİİRİN ADI Ervâh bütüh mündehiş-i ‘Sümme radednah!’ (s.13) Tîn 95/5 Tevhid yahut Feryad Lâ yüs’el’e binlerce suâl olsa da kurban (s.15) Enbiyâ 21/23 Tevhid yahut Feryad Lâ-yüs’el’e binlerce suâl olsa da kurban (s.178) Enbiyâ 21/23 Hakkın Sesleri-6 ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ seâ’ derken Hudâ; (s.23) Necm 53/39 Durmayalım Ki ‘Ellezî halaka’l-mevte ve’l-hayâte...’ diyor? (s.37) Mülk 67/2 Mezarlık Diyor Kur’ân: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir değil.. (s.121) Zümer 39/9 Hasbihal Ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn... (s.161) Fâtiha ½ S. Kürsüsünde Ve’l-hamdu li’llâhi Rabbi’l-âlemîn (s.241) Fâtiha ½ F. Kürsüsünde Diyor Kitâb-ı İlâhî: “O fitneden korunun, Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmü istîlâ Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!..” (s.231) Enfâl 8/25 F. Kürsüsünde İlâhî, ‘Mâlike’l-mülk’üm’ diyorsun... Doğru, âmennâ.s.165) Âl-i İmran 3/26 Hakkın Sesleri-1 Ne yaptın? ‘Leyse lil-insâni illâ mâ-se’â’ vardı!.. (s.167) Necm 53/39 Hakkın Sesleri-1 Buyurdu: ‘Kesmeyiniz rûh-ı rahmetimden ümîd; Ki müşrikîn olur ancak o nefhadan nevmîd.’ (s.233) Zümer 39/53 F. Kürsüsünde İşte ‘lâ havfe aleyhim’ diyen Kur’ân-ı Hakîm, (s.349) Yusuf 10/62 Âsım ‘Kul hüvallûhu ehad’ zemzemesinden inler. (s.351) İhlâs 112/1 Âsım Ki bir zaman tapılıp dendi: ‘Rabbune’l-a’lâ’... (s.404) Nâziât 79/24 Firavun İle Yüz Yüze Menşûr-i ‘Le amrük’le müeyyedsin efendim! (s.429) Hicr 15/72 Said Paşa İmamı 8 C- Dolaylı Olarak veya Mealen Kur’ân-ı Kerîm/Ayet/Ayetlerden Hareketle Kaleme Alınan Manzumeler Mehmet Âkif’in manzumelerinde Kur’ân-ı Kerîm’i kaynak olarak kullanışının üçüncü tarzı, Kur’ân’ın -birinci ve ikinci grup manzumelerde olduğu gibi- açıkça ve doğrudan doğruya değil de mealen/anlam olarak kullanılmasıdır. Elbette okuyucunun bunu fark etmesi ve anlaması, daha zor veya Kur’ân bilgisi ile doğru orantılıdır. Bu tarza güzel örneklerden birisi Birinci Safahat’taki “Azim” şiiridir. Manzume aslında Sâdî’den alınan bir hikâyeye dayanmaktadır. Hikâyeye göre, beş on kafile sahrada yolculuk ederlerken bir adam oğlunu kaybeder. Diğerlerinin ümitsizliğine rağmen baba ümidini kaybetmeden ve büyük bir azimle oğlunu aramaya başlar ve sonunda evladına kavuşur. Şiirin ikinci kısmında bu somut hikâyeden yola çıkan Âkif, azmin ve ümidin insan hayatındaki önemini; bunun zıttı olan tembellik ve ümitsizliğin doğuracağı kötü sonuçları dile getirir. İm'an ile baksak oluyor işte nümâyan, Sa'dî bize göstermede bir meslek-i irfan: Bir gâye-i maksuda şitâb eyleyen âdem, Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem, Er geç bulacak sa'y ile dil-hâhını elbet. Zîrâ bu şuun-zâr-ı tecellîde, hakâkat, Tevfik, taharîye; taharrî ona âşık; Azmin de emel lâzımdır, gayr-i müfâarık.(s.53-54) Yukarıdaki birinci bölümde doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerîm’den hareketle kaleme alınan üç örnek manzumede de konunun aynı; yani ümit, azim ve mücadelenin ehemmiyeti; ümitsizlik ve yanlış tevekkülün doğurabileceği olumsuzluklar olduğu hatırlanacak olursa, “Azim” şiirinin mealen aynı ayetlere veya Kur’ân’a dayandığı kolayca anlaşılacaktır. Bir başka örnek “İnsan” isimli manzumedir. Hz. Ali’nin bir beytinin epigraf olarak kullanıldığı ve bir hadisin iktibas edildiği manzume, bir bütün olarak okunup değerlendirildiğinde İsrâ Sûresi’nin “Şanım hakkı için biz ben-i Âdemi tekrim ettik; karada ve denizde binitlere yükledik ve hoş nimetler ihsan edip besledik; yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik.” mealindeki 70. ayeti çerçevesinde kaleme alındığı görülür. Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen, “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen… Senin mâhiyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir: Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî, Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî. Musaggar cirmin amma gaye-i sun’-i İlâhîsin; Bu haysiyetle pâyanın bulunmaz, bîtenâhîsin! Edîb-i kudretin beytü’l-kassîd-i şi’ri olmuşsun; Hakîm-i fıtratin bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun. (s.59) Yukarıdaki mısralarla başlayan manzume, insanın sahip olduğu, ama farkında olmadığı, değerlerin uzun uzun övgüsüyle devam eder. Sonunda da insanın bütün tavır ve fiillerini belirtilen ayette vurgulanan çerçevede şekillendirmesi istenir. Öte yandan tasavvufî duyuşun lirik bir şiiri olan “Gece’de ise, Â’raf sûresi 72. ayetteki insanoğluna “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunun yöneltildiği “Bezm-i elest”e apaçık telmih vardır. Senin mecnûnunum, bir sensin ancak taptığım Leylâ; Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhının mestiyim hâlâ! 9 Gel ey sâkî-i bâkî, gel, Elest’in yâdı şâd olsun: Yarım peymâne sun, bir cur’a sun, tek aynı meyden sun! (s.412) D- Kur’ân-ı Kerîm, Sûre veya Ayet İsimlerinin Yer Aldığı Manzumeler Mehmet Âkif’in şiirlerinde Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl kaynak olarak kullandığının bir başka örneği, sık sık Kur’ân-ı Kerîm, sûre ve ayet isimleri/kelimelirini kullanmasıdır. Söz konusu kullanımların büyük bir kısmı, yukarıdakilerde olduğu gibi, okuyucuyu Kur’ân’a ve onun hükümlerine yöneltme amacını taşımaktadır. Tablo 3: Kur’ân, Sûre, Ayet İsimleri/Kelimelerinin Yer Aldığı Manzumeler İSİM MISRA ŞİİRİN ADI Kur’ân Kur’ân gibi râsihîn içindir. (s.42) Tilâvet etmede Kur’ân; gelip geçenlere (s.69) Kesildi nağme-i Kur’ân, kesildi nağme-i sâz; (s.69) Sesi hattâ kısıldı Kur’ân’ın, (s.72) Diyor Kur’ân: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir değil.. (s.121) Size Kur’ân, bakınız sâde uzaktan mı diyor? (s.138) Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın (s.144) İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin, (s.144) Öyle Kur’ân okuyorlar ki; Sanırsın Çince! (s.144) Rûh-ı edyânı görür, hikmet-i Kur’ân’ı bilir (s.146) Hasbihâl İstibdâd İstibdâd İstibdâd Hasbihâl S.Kürsüsünde S.Kürsüsünde S.Kürsüsünde S.Kürsüsünde S.Kürsüsünde Kur’ân-ı Hakim Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakîm’in? (s.177) H.Sesleri-5 Nazm-ı Celil Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına (s.144) S.Kürsüsünde Kitap İşte meydanda kitap! Hem alırız, hem boşarız! (s.104) Köse İmam Fâtiha Sûresi Denildi: ‘Fâtiha!’, âmîni kestiler; bu sefer, (s.112) Ahiret Yolu Fâtiha Sûresi Geliyor rûhun için Fâtiha çekmek sırası; (s.139) S. Kürsüsünde Fâtiha Sûresi Çekiverdim o zaman ben de hemen Fâtiha’yı. (s.328) Âsım Fâtiha Sûresi Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler. (s.407) Şehidler Abidesi İçin Mülk Sûresi Tezâhür eyledi: Baktım, çocuk ‘Tebâreke’yi (s.37) Mezarlık Nur Sûresi Dilinde Besmele olsun, elinde Sûre-i Nûr, (s.266) B.Hâtıraları Asr Sûresi Mutlakâ ‘Sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden? (s.350) Âsım Besmele Hadi bir Besmele çek, başlıyalım istersen. (s.308) Âsım Ayet Daha üstünde bir âyet ki; Hudâ’dan te’yîd, (s.133) Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde? (s.144) Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müdhiş âyeti! (s.183) S.Kürsüsünde S.Kürsüsünde H.Sesleri-9 Ayât Seni bîtâb-ı telâkî bırakan âyâtın, (s.135) Küfrün o sefîl elleri âyâtını sildi: (s.178) S.Kürsüsünde H.Sesleri-5 Yukarıda somut örnekler çerçevesinde izah etmeye çalıştığımız doğrudan doğruya ayet/ayetlerden hareketle kaleme alınan manzumeler; ayet iktibaslarına dayanan veya yer verilen manzumeler; herhangi bir iktibasa yer verilmemek veya açıkça belirtilmemekle beraber anlam olarak ayet veya ayetlerden yola çıkılarak kaleme alınan manzumeler ve sık sık Kur’ân, sûre, ayet isimleri/kelimelerini ihtiva eden manzumeler bir arada düşünüldüğünde Mehmet Âkif’in şiirlerinde Kur’ân-ı Kerîm’in ne derece kaynaklık ettiği açıkça görülür. Bunlara İslâm dini veya Kur’ân ile ilgili kavramlar (şeriat, kanun-ı ilâhî, peygamber, nebi, hadis, ahiret, cami, namaz, şehit vb.), konular (kader, ölüm, ye’s, tevekkül, çalışma, ilim, tefrika, boşanma, içki, ilahî aşk vb.) ve kıssalar (Hz. Yusuf, Koca Karı ile Ömer, Dirvas, Firavun vb.) ilâve edildiğinde, onun şiirlerinde Kur’ân’ın yeri ve önemi bir kat daha artar. Bütün bunlar bize, Mehmet Âkif’in şiirlerinde Kur’ân-ı Kerîm’in ve onun üzerine temellendirilen İslâm dininin temel kaynak olduğu gerçeğini, herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde vermiş olur. Unutmayalım ki, “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp 10 ilhâmı/Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.” (s.349) mısraları, Mehmet Âkif’in kendi kaleminden çıkmış dünya görüşünün çok açık özü ve özetidir.

Safahat logo

Şablon:Düz liseler için safahat projesi
Şablon:Anadolu liseleri için safahat projesi
Şablon:Sosyal Bilimler Liseleri için safahat projesi
Şablon:Türki Dillerde Safahat Projesi
Şablon:Safahat İngilizceye Tercüme Projesi

Advertisement