Yenişehir Wiki
Register
Değişiklik özeti yok
26. satır: 26. satır:
   
 
26.08.2007
 
26.08.2007
  +
==Gazi Mestan Ovasından Pir Hayati Dergahına...==
  +
1.GÜN“Keramet gösterip halka, suya seccade salmışsın,Yaka’sın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın..” diyor divan şairimiz [[Şeyh Mahmut ]]bir gazelinde…Suya seccade salınıp salınmadığını ya da nasıl salındığını bilmiyoruz ama Osmanlı’nın Rumeli macerasında “dest-i takva” içinde olduğu su götürmez bir gerçek. “Teşbihte hata olmaz” derler, bizde sıcak bir haziran günü yüreğimizi avcumuza alarak, “desti takva”nın gücüne sığınarak, ve '''peygamberlerin aziz olan toprağı buğdayla dölledikleri gib'''i gördüğümüz her yeri sevgiyle bezemek ve gördüğümüz her yere sevgi ekmek düşüncesiyle çıktık yola…Rumeli’nin artık camisiz minareleri, '''“huu” çekilmeyen tekkeleri''', musallisi kalmamış mescitleri, bir fatihasız kabirleri, kitabesi çalınmış köprüleri, suları akmaz olmuş çeşmeleri,''' beyleri- paşaları kalmamış konakları,''' efendilerini hanımlarını yitirmiş evleri yeniden can bulsun diye çıktık yola…Zulüm görmüş, savaş görmüş, ezilmiş ağlamış, sahipsiz kalmış insanımızın yüzü gülsün diye çıktık yola. Priştine’ye doğru uzanıyor uçağımız… Priştine’nin kavruk sıcağı karşılıyor bizi…İlk ziyaretimiz, başta manevi şahsiyetiyle Balkanlarda yıkılmaz bir kale gibi duran Sultan Murat, [[Murat Hüdavendigar ]]olmak üzere topyekün Kosova şehitlerine oldu…Uçsuz bucaksız Kosova ovasından türbeye doğru süzülürken, 1389 yılının sıcak bir Ağustos günü o topraklarda şehadet şerbetini içen yiğitlerin nara seslerini hissettik kalbimizde Onların “ya Allah “ sözleri yüreğimize düştü, en onulmaz acılar bırakarak… '''Onlar Kosova ovasının lale-i numanıydı'''lar çünkü. Kosova ovasında [[lale-i numan]] olmak çok önemli. Çünkü Kosova savaşına kadar, sadece Kosova ovasında açan bir çeşit beyaz lale, savaşta dökülen kanlardan dolayı o günden sonra kan kırmızısı açar olmuş. Sonra Sultan Murat’ı karargahında dua ederken düşledik.Savaş öncesi ortalığı toz duman içinde bırakan fırtınanın bir an evvel dağılıp gitmesi için dua ederken düşledik.Sultan Türbesi önündeyken, bu türbeyi ziyarete gelenlere yıllardır, türbedarın anlattığı Kosova savaşının öyküsünü söyledik onun ağzından, onun dilinden; “Bak şimdi kızanım, Sultan Murad Han, otuzbin kişilik ordusuyla gelip burda cephe kurdu. Sağ cenahını, Oğlu Yıldırım Beyazıd tutuyordu. Sol cenahında ise diğer oğlu Şehzade Yakub vardı. Tabii cennetmekan Murad Han, kuvvetleriyle tam ortada bulunuyordu. Te şu karşı tepelerde de, ordusuyla birlikte Sırbistan Kralı Lazar vardı. Bu mübarek Kosova’da bütün kafirler, bizimle vuruşmak için toplanmışlardı. Ben, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları, Hırvatları, Macarları, Makedonları sayayım. Sen Lehleri, Ulahları, Çekleri, Karadağlıları, Bosnalıları, Slovakları, Slovenleri say. Ben kafir ordusunu kırkbin, ellibin diyeyim. Sen çekinmeden altmışbin de! Otuzbine karşı altmışbin! Bu Kosova Meydanı’nında, vuruşma tam sekiz saat sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Kafir, bir ara bizim sol ceneha yüklendi. Şehzade Yakub’u düşürmek istedi. Yıldırım Bayazıd, te şu tepelerden yetişip, Şehzade Yakub’u çeviren kafire, öyle bir kılıç üşürdü, öyle bir kılıç üşürdü ki deme gitsin. Kafirlerin gözleri şaşı oldu. Ağızları açık kaldı. Kafir yüzgeri kaçmaya başladı. Şehzade Yakub, babasından destur alıp, kaçan kafiri kırmaya gitti. Murad Han’la Yıldırım Bayezid de meydan da kalanları tepelediler. Muharebe bitti. Bizimkiler, kafir kralı Lazar’ı esir alıp getirdiler. Sultan Murad, harb meydanını dolaşırken esir kralın damadı Miloş Hünkar’a yaklaşmak istedi. Sipahiler bırakmadılar. Ama kancık oğlu kancık Miloş dedi ki: “ Bırakın beni. Ben el öpmeye geldim!” Bizimkiler inandılar. Kancık Miloş, arkasına sakladığı bıçağını birden bire çekip,Hünkar’ı göğsünden vurdu. Bizimkiler “vay mel’un ! vay kafir!” diye Miloş’u, işte burada it gibi tepeleyip paraladılar ama ne fayda! Sultan Murad Han ‘ı kurtaramadılar. Hüdavendigar’ın vurulduğu yere, hemen bir çadır kurdular. Asker ağlaşmaya başladı. Hünkar, şehid olmadan önce, kumandanlarına dedi ki: padişahlığı, büyük oğlum Bayezid’e bırakıyorum!” sonra mübarek canını Allah’a teslim etti... Dövünmeyen kalmadı. Sonra Murad Hüdavendigar’ın mübarek kanının döküldüğü bu yere, işte bu türbe yapıldı. İçerde, sandukanın altında Hünkar’ın kanı, bağırsakları, ciğerleri ve yüreği var!... Mübarek cesedini, oğlu beyazı Bursa’ya götürüp Çekirge’deki türbesine defnetti. Cennet mekanının yüreği burada kaldı; cesedi Bursa’da 1389 senesinde Sultan Murad Han, kavuştu ulu Allah’a, şehitlerle beraber, Murad Han’a Fatiha!”Sultan Murat’ın türbesini bütün Kosova şehitleriyle beraber iki yiğit insan; 1904 yılında vefat eden Kosova valisi [[Hafız Mehmet Paşa ]]ile 1859 yılında Priştine’de vefat eden Sofya Ordu-yu Hümayun [[Silistre kahramanı Rıfat Paşa]] koruyor. Türbenin kapısının üzerinde, bizim gibi bir haziran ayında, 5/6/1915 tarihinde burayı ziyaret eden ve Kosova ovasında Cuma namazı kılan [[Sultan 5. Mehmet Reşat’]]ın kitabesini okuduk. Türbeyi mahzun bir ikindiyle terk ederken Akif’in şiiri döküldü dudaklarımızdan; Nerede görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova...Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosava!Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?Hani sinende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?Hani asker? Hani kalbinde yatan Şah-ı Şehid?Ah o kurban-ı zafer nerede bu gün? Nerede o iyd?Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı?.. ''Akif böyle demiş ama Meşhed’de Sultan Murad’ın kanı, ciğeri ve yüreği duruyordu. Zaten biz de buraya yürek almaya, Sultan Murat’ın yüreğiyle yüreklenmeye gelmemiş miydik?.'' Türbeden gözyaşımızla ayrılıyor ve kent merkezine doğru yöneliyoruz. Hava kararmak üzere. İçimde bir ses “geceyi bekle” diye sesleniyor. Geceyi bekliyorum. Herkes odasına çekilince kendimi Priştine sokaklarına atıyorum. Gece daha bir başka Priştine. Bize biraz kırgın… Bunca yıl ona gelmemiş oluşumuza biraz dargın… Biraz sitemkar uzattı ellerini. Onun bu sitemini gece yarısı gittiğim 1461 yılında yapılmış olan Fatih Sultan Mehmet Camii’nde hissettim. Camii yapıldığında orda görev alan '''ilk kadiri Şeyhi Süleyman Efendi''' ile 1947 yılında vefat etmiş olan son kadiri şeyhi [[Mehmet Sezai Efendi]]’nin kabri Camiinin haziresinde duruyor. Buradaki tekke tam elli yıl (1947-1997) kapalı kalmış. Mehmet Sezai Efendi’nin kızı Fatma Hanım, hala karaduttan ilaç yaparak şifa dağıtıyor. Temellerini [[Yıldırım Bayezid]]’ın attığı, II.Murat’ın bitirmek için uğraştığı ama bitiremediği, [[Fatih Sultan Mehmet]] tarafından bitirilmesi nasip olan II Murat Camii de aynı sitemkar duruşla karşıladı beni gece yarısında. Priştine’de, Kamus-ul Alam’a göre; 20. yy başlarında olan 13 cami, 5 mescit ve 2 medrese’den geriye kalanlar sadece bunlardı işte. 2. GÜN Sabah erken saatlerde yine Priştine sokaklarını adımladık. Programımız gereği Prizren’e doğru yola çıktık. [[ Âşık Çelebi| Âşık Çelebi’]]nin Nehârî'den bahsederken kullandığı sözler geldi yadımıza; "Rivâyet ederler ki, Prizren'de oğlan (çocuk) doğsa adından akdem (önce) mahlâs korlar; Yenice'de doğan oğlan baba diyecek vakit Farisî söyler; Priştine'de oğlan doğsa diviti belinde doğar. Binâenalâzâlik, Prizren şâir menba'ı ve Yenice Farisî ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır." 1090 metre yükseltili Lvaja dağının ve Kaçanik kentinin ardından Şar dağları başlıyor ve Prizren’e ulaşıyoruz. Prizren…Bize “biz” olduğumuz kadar ve hatta daha yakın Prizren..Şair menbaı olan bir şehirde, yüreğinde eski zamanlara ait şerha şerha yaralar taşıyan biri olarak gezmenin dayanılmaz güzelliğini yaşıyorum…Yüreğim Bistriça ırmağı suyunda bir damla. Bu damla, bazen Sofu Sinan Paşa Camii’nin kubbesinde oturuyor, bazen Bayraklı Camii’nin bayrak asılan minaresinde, bazen Karabaş baba türbesinde, bazen halveti tekkesinde, bazen saat kulesinde ve bazen küçük Maraş camiinde duruyor. Ama bu damlanın en güzel durduğu yer şüphesiz Bistriça üzerindeki Taş Köprü…Prizren insanlarıyla, camileriyle, köprüleriyle bize “biz” olduğumuz kadar ve hatta daha yakın…Kent merkezinde Sofu Sina Paşa Camii’ne gidiyoruz. Camii şehri ikiye bölen Bistriçe nehrinin kıyısında, yerden yaklaşık iki metre yükseklikte. Camii’yi yaptıran Sofu Sinan Paşa’nın hizmet yerleri o zaman ki coğrafyamızı anlamak için çok anlamlı; Sofu Sinan Paşa 1590‘da Budin,1594’te Kars,1596’da Erzurum,1597’de Eğri,1601’de Bosna’da Beylerbeyliği yapmış.1608 de Şam ve tekrar Bosna Valiliği yapmış. Kısa bir şehir turunun ardından Karabaş Baba türbesine gidiyoruz. Prizrenlilerin hıdrellez kutlamalarını yaptıkları yer burası. Geniş bir alanın ortasında Karabaş Baba türbesi var. Karabaş Baba, bir horasan eri. Onun hemen ardında Kız Türbesi var. Kız türbesinin hikayesi ilginç. Zamanın Prizren Paşası’nın her şeyiymiş kızı. Onu çok severmiş. Kızına silah tutmayı, kılıç kullanmayı öğretmiş. Her şey böyle yolunda giderken kız hastalanmış ve ölüm gelmiş çalmış kapısını kızın. Her şeyini kızına bağlamış olan Paşa, tam konağının karşısına, buraya, kızına bir kabir yapmış ve her sabah bu kabre uğrayıp dualar etmiş. Sonraları konakla bu kabir arasındaki düzlüğün adı “Beyzade Çayırı” olmuş. Biz de Paşanın yaptığını yapıyor ve Kız türbesinden, Karabaş Baba türbesinden ve Beyzade Çayırından ayrılıyoruz. Gece yürüyoruz Prizren sokaklarında. Geceyarısında yürüyoruz. Eskiden karlı bir kış günü bir dostu uyandırmanın çok garip duygular içinde yapılan bir eylem olduğunu düşünürdüm. Karlı bir kış günü bir dostu uyandırmak gibi bir şey şafağı Bistriçe ırmağının kıyısında gözlemek…O şafak yüreğimi bıraktım Bistriçe ırmağının delişmen sularına… “nereye istersen, ama nereye istersen oraya götür” dedim Bistriçe’ye. Yüreğimi Suzi Çelebi’ye götür önce, en güzel Gazavat’ını okusun diye bana. Götürdü beni Bistriçe. Sonra alsın götürsün istedim yüreğimi, Körağa Camii’ne, Cemalüddin Camii’ne, Saat kulesine, Maksut Paşa Camii’ne, Bayraklı Camii’ne, Halveti tekkesine, Rufai tekkesi’ne, Çuhacı Mehmet Camii’ne, Karabaş Baba türbesi’ne, Kız türbesi’ne alsın götürsün istedim yüreğimi. Sonra yine Sofu Sinan Paşa Camii’ne götürsün ve basamaklarında bıraksın istedim. 3. GÜN Bir cuma günü Prizren’i terk ederken, hani akşamüstü terk edilen kentlerin yaşadığı sarı bir hüzün olur ya aynen o hüzün kapladı Prizren’i. Bir yanımız; “gidelim” diyor “Üsküp’e Yıldırım Bayezid Han diyarına”, diğer yanımız “gitme, gitme kal bu şehirde” diyor. Prizren kalesini ve minarelerini seyrederek uzaklaşıyoruz Prizren’den. Makedonya gümrüğünden geçerek süzülüyoruz Üsküp’e… Üsküp’teyiz işte. Yıldırım Bayezid Han’ın aşk ve tutku derecesinde sevdiği Üsküp’ü, Kalesiyle, taş köprüsüyle, Vardar Nehri’yle solukluyoruz. Eski Çarşı’da Üsküp’ün meşhur yemeği “tafçe” yerken sanki zamanın birkaç asır gerisine gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Sonra biraz daha fazla Üsküp’ü yaşamak istiyoruz. “Üsküp ki Yıldırım Bayezid han diyarıdır” diyor ya Yahya Kemal, belki de o yüzden Üsküp’te gezerken Yıldırım’ın Niğbolu kalesi önünde “geldim bre Doğan, yetiştim bre Doğan ” diyen sözleri çınlıyor kulaklarımızda. Ve Yahya Kemal’in; “Üsküp ki bir müslüman şehirdiBinbir türbeyle müştehirdiVardar’sa önünde bir nehirdiHer an tekbirle çağlar”diye yaptığı betimlemeyle yaşıyoruz Üsküp’ü…Üsküp’te, Evliya Çelebi’nin saydığı yedi kervansaray yok bugün. Ama Üsküp’te Mustafa Paşa Camii, Sultan Murat Camii, İshak Paşa Camii, İsa Bey Camii, Alaca Camii var. Kurşunlu han da var, hani Yahya Kemal’in “Üsküp şehrinin hapishanesiydi, bıçak ve tüfekle oynayan bu şehirde bütün sanatların fışkırdığı yegâne menbaı cinayetti. Cinayetin başlıca sebebi aşk ve alaka idi ; türküler cinayetten doğardı ; fermene, camadan , çakşır , trablus kuşağı, uzun püsküllü Tunus fesi, yüksek topuklu rugan kunduralar, gümüş köstekler cinayetin kisvesiydi . Kabzaları gümüş bıçak ve rovelverler cinayetin ince işlerindendi ; evlerde, dükkanlarda , kahvelerde hikaye edilen en meraklı menkıbeler de cinayete dairdi; işte bütün güzelliğin menbaı cinayet olan bu şehirde cinayetin bir muazzam eseri vardı ki Kurşunlu Han’dı” diye tarif ettiği Kurşunlu Han da var, Davut Paşa Hamamı, Demirciler Çarşısı, Kazancılar Çarşısı ve Bit Pazarı da var. Üsküp’ün içinde kumaş biçerler/Sevdadan gayrisi dar gelir bana/Ellerin zoruyla yardan geçerler/ben yardan vazgeçmem zor gelir bana diyor ya Üsküp Sevda Türküsü’nün dizeleri biz de öyle yaşıyoruz Üsküp’ü. Sultan II Murat Camii’nin ahşap çatısına ve hemen girişindeki merdivenleri ahşap olan saat kulesine, oradan İsa Bey Camiine ve Yahya Kemal’in annesinin kabrine savrularak…Akşam Vodno dağına çıkıyoruz ve gece yarısında Üsküp sokaklarındayız yine. Duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı duran, türbenin başı ucunda düşman zindanından taşıdığı bukağılar olan Bukağılı Baba’nın, Kale içinde yatan, kabri gülleden bir duvarla örülü olan ve düşman Üsküp’ü sardığı zaman şehri topa tuttuğunda, şehrin üstüne düşürülen gülleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutup üst üste yığan Cafer Baba’nın, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatan Gazi Baba’nın ve Türbesi Kosova Meydan Muharebesi’nin yolu üzerinde olan Haydar Baba’nın nefesi okşuyor yüzümüzü. Sonra sekiz gözlü Vardar Köprüsü (taş köprü)’nün asırlık hasreti, sonra yine Vardar üzerinde on dört gözlü Fatih Köprüsü’nün yetim duruşu yakıyor içimizin ormanlarını… 4. GÜN Sabah yola çıkıyoruz, uzun bir yola. Kısa bir Üsküp turu ve Fatih Köprüsü’nün sökülmüş namazgahının burukluğu ile yüreğimizi Şar dağlarına atıyoruz. Kulaklarımızda meşhur “Vardar Ovası” türküsü var. Kalkandelen’e varıyoruz. Alaca Camii’inin süslü duvarlarının güzelliği bizi çarpıyor. Abdurrahman Paşa yaptırmış bu güzel camii, kızlarına atfen. Kızlarından biri vefat edince minarenin yarısının taşı beyazdan griye dönmüş ve öylece tamamlanmış. O sebeple Alaca Camii ismini almış. Alaca Camii’nden şehir merkezine doğru yürüdüğümüzde eski bir hamamın bar yapıldığına dair levhası canımızı acıtıyor. Başımızı kaldırıyoruz Şar dağlarıyla adeta burun buruna, nefes nefeseyiz. İçimizden gelen bir sesle sesleniyoruz; “dağlarda öfkeli başım…alnımda hep kavga duruyorbahardan mı yoksa aşktan mıağladıkça dağlarımız yeşerecek; görecek göreceksinağladıkça bozkırlar yeşerecek; göreceksin…” Ve ekliyoruz; ağladıkça ve sevdikçe Kosova yeşerecek…ağladıkça ve sevdikçe Makedonya yeşerecek..görecek … göreceksin…”Kent merkezinden, Pena nehrinin üzerinden sanki bir elin bizi itmesiyle doğru Harabati baba tekkesine gidiyoruz. Tekkenin kurucusu Harabati Baba değil. Sersem Ali Baba aslında. Ama daha sonra gelmiş buraya yerleşmiş Harabati Baba ve tekkenin onun ismi adıyla anılır olmuş. Tam şar dağlarının eteğinde ve çok geniş bir alanda Harabati Baba Tekkesi. Rivayete göre tekkenin kurucusu ve bir saray mensubu olan Sersem Ali Baba, tekke yerini tespit için Kalkandelen’de üç ayrı yer tespit etmiş. Bu üç ayrı yere birer keçi kesip bırakmış. En çok burada dayanmış keçi eti. Bunun üzerine o da tekkeyi buraya kurmuş. Balkanların en büyük Bektaşi Tekkesiymiş burası. Tekkenin içinde Bektaşi dergahı var, camii var, yazlık köşkü var ve er meydanı var. Önce Tekkeden sonra da Kalkandelen’den ayrılıyoruz. Kalkandelen’in eski ismi Tetova. Tito’nun şehri anlamında. Menzilimiz Gostivar. Gostivar’ı geçip Yukarı Banitsa köyüne gidiyoruz. Sıcak bir karşılama var köyde. Oradan Kırçova’ya geçiyoruz. Kırçova’dayız. Çok sıcak bir karşılamadan sonra Halveti tekkesine gidiyoruz. Sonra tekrar düşüyoruz yola. Yolumuz Struga ve Ohri’ye. Önce Struga’ya gidiyoruz. Drim nehrinin tam Ohri gölünden ayrıldığı yere. Çok güzel bir göl Ohri. Drim nehri de aynı şekilde çok güzel. Rivayete göre Drim nehri yedi yılda bir gölü temizliyormuş. Yedi yıl enteresan aslında. Kuyulardaki sular da yedi yılda bir Kabe’yi ziyarete gidermiş. Drim’in gölden ayrılıp Adriyetik’e doğru akması bana ana ocağından gurbete gitmek için ayrılan çocukları hatırlattı nedense. Ya da kendi obasını kurmak için boydan ayrılan çocukları. Ve bu yolculuğun sonunda Ohri gölünden daha büyük bir suyla buluşması Drim’in, böylesi yolculukların doğru olduğunu gösteriyor diye düşündüm. Struga’dan sonra Ohri’ye doğru yola çıkıyoruz. Bizi önce Ohri kalesinin ışıkları sonra da Hayati Baba’nın nuru karşılıyor. Tam göl kıyısında Goriçe’de kalıyoruz. 5. GÜN Sabah erkenden ve sabırsızlıkla Ohri’nin merkezine düşüyoruz. Göl çok güzelmiş, sahil çok güzelmiş, binalar çok güzelmiş kimin umurunda. Gayriiradi bir şekilde kent merkezindeki birkaç asırlık çınarın yanından Halveti tekkesine, Hayati Baba’nın ve diğer şeyhlerin kabirlerinin yanına gidiyoruz. İçerde küçük çocuklar Elif-be okuyorlar. Hocaları bize küçük bir çalışma örneği sunuyor ki etkilenmemek mümkün değil. Halveti tekkesinde içimizi ürperten bir duygu yoğunluğu yaşıyoruz. Sanki her şey aynı sanki çok kısa bir zaman önce burada “huu” çeken dervişler oturmuşlar ve hatta çektikleri “huu”ları burada bırakıp gitmişler ve sanki birkaç dakika içinde gelecekler gibi…. Dergahtan çıkmak ve ayrılmak çok zor geldi. Çaresiz ayrıldık, çünkü yolumuz vardı. Kaleyi uzaktan seyrettik, sahildeki Osmanlı evlerini de. 500 yıllık Haydar Paşa Camii’ni ve Kuloğlu Camii’ni de. Eski 0smanlı evlerini arkamızda bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Yolumuz Galiçitsa’ya, Prespa’ya doğruydu. Yani Resne’ye ve Manastır’a. Resne, merkezdeki tek minareli naif camii ile karşılıyor bizi. Yanından geçerek meşhur Resneli Niyazi’nin köşküne gidiyoruz. Belki pazar olduğundan belki de tarihin bir cilvesi köşk te Resne de ıpıssız. Yürek buran bu sessizlikte yavaş yavaş Manastır’a doğru yöneliyoruz. 2601 m yüksekliğindeki Pelister dağını tırmanıyoruz. Bu dağın geçiş yüksekliği ise 1750 metre. Ve Manastır’a ulaşıyoruz. “Manastır’ın ortasında var bir havuz” diyordu türkülerimiz. “Şu Manastır kızları hepsi de yavuz” diye devam ediyor. Manastır’ın kızları ne kadar yavuz bilmiyoruz, ama Manastır’ın havuzu hiç de güzel değil. Manastır’dan Ribnik Nehri geçiyor ve şehrin girişinde bir tepelikte eski mezarlık var. I.Murat zamanında Timurtaş Paşa tarafından 1387 yılında feth olunmuş Manastır. Evliya Çelebi 17. yy 20 mahalle, 3 bin ev, 900 dükkan, 70 mihraplı camiiden bahsetmişse de Manastır’da bugün bunlar yok. Manastır 19. yy Makedonya’nın merkezi ve 3. Ordu’nun karargahı olmuş. Asker şehri yani.Büyük bir orduya karargahlık etmiş bir şehri nefeslemek istedik uzun uzun. Manastır’a girer girmez Drahor deresi ve hemen yanı başında Bedesten, İshakiye Camii ve Ferik Camii ile yüz yüze geliyoruz. Camiler kapalı ne yazık ki. Bize, “nerdesiniz , nerelerdesiniz, nerelerde kaldınız” der gibi bakıyor iki camide. Onlara cevap olarak, usulca, yüreğimin kıvrımlarında boğulurcasına ve kimsenin duymayacağı bir şekilde Mübadelede Edirne’den Yunanistan’a göç etmiş bir mübadilin sözleriyle cevap veriyorum; “abe darmaduman olduk be..” Halimizi anlıyorlar.…Camilerin yanından Mustafa Kemal’in 1898 yılında askeri öğrencilik yaptığı meşhur Manastır Askeri İdadisi’ne gidiyoruz. Anılar, hatıralar, işaretler…Tarihe şerh düşercesine İdadi’nin önünde durup bakıyorum.. Az ilerde ittihatçı teğmen Atıf’ın Şemsi Paşa’yı vurduğu Manastır Postahanesi duruyor. Şehrin ana caddesine doğru bakıyorum uzun uzun… Bu caddede nice nice insan “dünyaya nizamat vermek” arzusuyla yürüdü diye düşünüyorum. Dağa çıkmalar, eşkiyalıklar, efelikler, vatan kurtarma arzuları, “İstanbul Padişahınsa dağlar bizimdir” tarzı efelenmeler hepsi hepsi sonlanmış ve ürkütücü bir sessizliğe bürünmüş durumda. Demek ki “eşkıya dünyaya hükümran olmuyor”muş. Yavaş yavaş ayrılıyoruz Manastır’dan Usulca geçiyoruz Resne’yi ve tekrar dönüyoruz Ohri’ye. Ohri’den evvel bir kere daha Struga’ya ve sonra Ohri’ye. Ohri’ye gelince tekrar Halveti Tekkesine gidiyoruz.Uzun bir müddet kalıyoruz orada. Sonra sahile iniyoruz. Tipik bir sahil kasabası. Ohri gölünün bir kısmı Arnavutluk’a ait. Yani Makedonya ile Arnavutluk’un sınır çizgisi Ohri gölünden geçiyor. Tıpkı Yunanistan’la olan sınırının Prespa gölünden geçtiği gibi.bir motor tutup merkeze 2-3 km mesafedeki otelimize gidiyoruz gölün üzerinden. 6. GÜN Bugün uzun bir yolculuğumuz var. Gölün kıyısından çıkıyoruz, Ohri’ye veda ediyoruz ve süratle yol alıyoruz. Kırçova’nın yanından, Gostivar’a, oradan Kalkandelen’e uzaktan bakarak Üsküp’e varıyoruz. Oradan Priştine’ye. Priştineye Uzaktan selam veriyoruz Havalimanı, uçak ve hedef İstanbul. Uçakta koskocaman Kosova ovasını, Makedonya’yı, insanları, dağları, gölleri düşünüyoruz. Çok sıkıntı çekmiş bu toprakların insanı ve hala çekiyor. Bu insanların ekonomik sıkıntıları var. Sosyal sıkıntıları var. Statü sıkıntıları var. Ama bu insanlardan bizden ne para ne pul istiyor. Bu insanlar bizden sadece sevgi istiyorlar. Prizren’de akşam yürüyüşüne çıkan iki yaşlı karı kocaya “nasılsınız” diye sorduğumuzda onlar da bize “nereden geldiğimizi” sordular. “İstanbul” deyince, “Türkiye” deyince gözlerinin parlaklığını bu kelimeler anlatamaz. Sadece onlar değil hemen hemen karşılaştığımız herkeste bu sevinci, bu süruru yaşadık.. Bu insanlar bizden sevgi, muhabbet ve dostluk istiyorlar. “Biz baş ederiz” diyor Prizren’li bir dostumuz. “Biz, savaşla baş ederiz, biz, yoklukla baş ederiz, biz, baskıyla baş ederiz, biz, açlıkla baş ederiz. Yanımızda olduğunuzu bilelim, bizden sevginizi esirgemeyin; bu bize yeter “ diyor. Bilgesu Erenus Nara ve İncir’e Gazel’de şöyle diyor;“Nar kentinde bir incir buldum. Narı da İnciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüye; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırdı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye..”Bu gezimizde Balkanlara, o topraklarda sevgi, kardeşlik ve bereket filizinin yeşermesi için bir nar attık aslında. Bu narı olanca gücümüzle Kosova ve Makedonya toprağına vurduk. Bu, sevgi, muhabbet ve bereket narını toprağa çaldık... Bu narın taneleri Priştine’de Sultan Murat Türbesinin kubbesinden, Ohri Halveti dergahına kadar, Vodno Dağının zirvesinden, Sarı Saltuk Türbesine kadar dağıldı. Kuşkusuz sevgiyle, muhabbetle topyekün Balkanlara dağılacak.. Gerçekten de Balkanlarda çok güçlü bir dinamik harekete geçmek için bizim sevgimizi ve muhabbetimizi bekliyor. O yüzden içimizden gelerek ve de ısrarla söyledik, söyleyeceğiz; sevdikçe ve ağladıkça Kosova yeşerecek, Makedonya yeşerecek, Balkanlar yeşerecek… Görecek… Görecek… Göreceksin.. “Göreceğiz bre, em de ep beraber göreceğiz”

02.02, 14 Ekim 2011 tarihindeki hâli

Bakınız

Kosova - KOSOVA
Kosova/WP
Kosovo
Kosova/Resim
Kosova/VideoSultan Reşad'ın Kosova ziyareti
Kosova/Kaynak


Murad Hüdavendigar
Sultan Murad - Evliya türbeleri
Mestan Gazi (Bknz.Hikaye-i Kesikbaş )
Gega - Toska
Arnavut - Arnavud
Albanian - Sırbian
Eyup Sabri Kartal'ın Kosova yazısı 1991
Kosova Muharebesi
Kosova Sahrası
Kosova Savaşı ve Murad-ı Hüdavendigâr'ın Şehadeti
Türk bayrağının doğuşu
Kosova - Mehmet Akif Ersoy - Safahat
Benki Arnavudum ;İşte perişan yurdum

Şablon:Kosovabakınız - d
Şablon:Kosova

"...Hak budur ki, ol guzzâtın içinde
böyle gaziler olmasa. Zigetvar'a
bu kadar kurbi civarda, cevânib-i
erbaa kafir hisarı iken, meks ve
ârâm, bâhusus böyle cenge ikdâm
ne mümkün idi..." Peçevî, s.355

Grijgal'de, komşu palangalarda Kuru Kadı için "deli oldu" diyorlardı. Her an "bekâ" bâdesini içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir gaşy, pâyansız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmaya başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerîf" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o zaman eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmed'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahî zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten, içmekten kesildi. Bir gün yine perişan, kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev'e rastgeldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu. — Ahmak, dedi, neye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kâle geçirirse kazandığı hâli kaybeder. Eğer susaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın... Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı: — Çok perişanım, diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum ahvâl ne hikmettir? İçinde aklımı kaçırdığım bu mehâbet, bu heybet nedir? Benimle senden başka onu gören oldu mu? — Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.*

Hikaye-i Kesikbaş'da Mevlid-i Şerif'in miraç ve mevlid bahirleri gibi bahirlerden birisidir. Yeniçeri isyanlarıyla Yeniçeri ocaklarının kaldırılması sonucu Bektaşi Tekkeleride kapatılmıştır. Bektaşi Tekkeleri kapatılmasından sonrada 1970'li yıllara kadar Çorum yöresi Alevileri ve Sünnileri arasında yapılan Mevlidlerde bu bahir okunurdu. Sonradan hocalar bu bahri okumaz oldu. Ehli beyti dahi anmaz oldular. Ondan sonra alevi-sünni düşmanlığı siyasal sebeplerle de artarak beslenmeye başladı. (Bu açıklamanın hakları Kaymakam Eyüp Sabri Kartal'a aittir.)

Kesikbaş (Tahmini olarak XIII. yüzyıl) Kesikbaş adlı bu şiir, elyazması mecmualarda, Destan-ı Kesikbaş, Kıssa-yı Kesikbaş, Kesikbaş Hi-kâyeti ve... Serburda gibi değişik isimlerle kayde-dilmiştir. Tatar halkı arasında ise, Kesikbaş Kitabı, Kesikbaş Kıssası adlarıyla geniş şöhret bulmuştur. Şiirin yazarı...

Vikikaynak'ta, Hikâye-i Kesikbaş ile ilgili metin bulabilirsiniz. Hikâye-i Kesikbaş, Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine de... inanılan Deli Mehmet'in başını vermemesi üzerine Kuru kadı tarafından yazılan Hikâye-i Kesikbaş bahri (bölümü). Beşikdüzü'lülerin Kadırga yaylasında bulunan...

Gazi Mestan Türbesi Onarılmayı Bekliyor

Kosova'da Osmanlı Eserlerinden Bayraktarlar da Olarak Bilinen Gazi Mestan Türbesi'ne Geçtiğimiz Günlerde Yapılan Saldırının İzleri Hala Duruyor. Kimliği Belirsiz Kişilerce Yapılan Hain Saldırı Sonucu Harabeye Dönüşen Türbe İçindeki Manzara İçler Acısı.

Kosova'da Osmanlı eserlerinden Bayraktarlar da olarak bilinen Gazi Mestan Türbesi'ne geçtiğimiz günlerde yapılan saldırının izleri hala duruyor. Kimliği belirsiz kişilerce yapılan hain saldırı sonucu harabeye dönüşen türbe içindeki manzara içler acısı.

Saldırının üzerinden 3 hafta geçmesine rağmen son derece tarihi öneme haiz bu esere verilen tahribattın ortadan kaldırılmasına yönelik herhangi bir adım atılmadı. Priştine yakınlarında 1389 yılında Sultan 1. Murat Hüdavendigar'ın şehit düştüğü Kosova Meydan Muharebesi'nin yapıldığı ovaya bakan tepede yer alan Bayraktarlar Türbesi'nin içindeki molozlar, saldırıyı yapanların acımasızlığını sergiliyor. Türbe içindeki iki beton mezarın, uzun sakallı olduğu iddia edilen saldırganlar tarafından balyozlarla yıkılması üzerine, geride kalan beton, tuğla ve taş yığınları, Osmanlı eserlerinin yeryüzünden silinmesinin hedeflediğini gösteriyor. Bir an önce onarım ve restorasyon çalışmalarına ihtiyaç duyan bu tarihi eserin Kosova'da Sırp Ortodoks kilise ve tarihi eserlerinin korunduğu gibi fiziki korunmasının gündeme alınacağı öğreniliyor. Geçen yıl Kosova Türk Taburu ve Kosova Kültür Bakanlığı tarafından kısmen restore edilen türbenin çok daha kapsamlı restorasyon çalışmalarının ne zaman başlayacağı henüz belli değil. Türbeye yapılan saldırı Kosova'da tüm kesimler tarafından kınanarak, saldırganların bir an önce cezalandırılması istendi. Bu arada saldırıyla ilgili olarak polis tarafından yapılan araştırmalar devam ediyor. Priştine Polisi Sözcüsü Sabriye Kamberi, her çeşit kınamaya laik Bayraktarlar ya da Gazi Mestan Türbesine yapılan saldırının tüm ipuçlarının araştırıldığını belirterek, saldırıyı gerçekleştirenlerin tutuklanması için Kosova Polis Teşkilatı'nın elindeki bütün imkanlardan yararlanıldığını ifade etti. Kamberi, saldırganların yakın bir zaman içinde adalet önüne çıkarılacağını umut ettiğini bildirdi.

26.08.2007

Gazi Mestan Ovasından Pir Hayati Dergahına...

1.GÜN“Keramet gösterip halka, suya seccade salmışsın,Yaka’sın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın..” diyor divan şairimiz Şeyh Mahmut bir gazelinde…Suya seccade salınıp salınmadığını ya da nasıl salındığını bilmiyoruz ama Osmanlı’nın Rumeli macerasında “dest-i takva” içinde olduğu su götürmez bir gerçek. “Teşbihte hata olmaz” derler, bizde sıcak bir haziran günü yüreğimizi avcumuza alarak, “desti takva”nın gücüne sığınarak, ve peygamberlerin aziz olan toprağı buğdayla dölledikleri gibi gördüğümüz her yeri sevgiyle bezemek ve gördüğümüz her yere sevgi ekmek düşüncesiyle çıktık yola…Rumeli’nin artık camisiz minareleri, “huu” çekilmeyen tekkeleri, musallisi kalmamış mescitleri, bir fatihasız kabirleri, kitabesi çalınmış köprüleri, suları akmaz olmuş çeşmeleri, beyleri- paşaları kalmamış konakları, efendilerini hanımlarını yitirmiş evleri yeniden can bulsun diye çıktık yola…Zulüm görmüş, savaş görmüş, ezilmiş ağlamış, sahipsiz kalmış insanımızın yüzü gülsün diye çıktık yola. Priştine’ye doğru uzanıyor uçağımız… Priştine’nin kavruk sıcağı karşılıyor bizi…İlk ziyaretimiz, başta manevi şahsiyetiyle Balkanlarda yıkılmaz bir kale gibi duran Sultan Murat, Murat Hüdavendigar olmak üzere topyekün Kosova şehitlerine oldu…Uçsuz bucaksız Kosova ovasından türbeye doğru süzülürken, 1389 yılının sıcak bir Ağustos günü o topraklarda şehadet şerbetini içen yiğitlerin nara seslerini hissettik kalbimizde Onların “ya Allah “ sözleri yüreğimize düştü, en onulmaz acılar bırakarak… Onlar Kosova ovasının lale-i numanıydılar çünkü. Kosova ovasında lale-i numan olmak çok önemli. Çünkü Kosova savaşına kadar, sadece Kosova ovasında açan bir çeşit beyaz lale, savaşta dökülen kanlardan dolayı o günden sonra kan kırmızısı açar olmuş. Sonra Sultan Murat’ı karargahında dua ederken düşledik.Savaş öncesi ortalığı toz duman içinde bırakan fırtınanın bir an evvel dağılıp gitmesi için dua ederken düşledik.Sultan Türbesi önündeyken, bu türbeyi ziyarete gelenlere yıllardır, türbedarın anlattığı Kosova savaşının öyküsünü söyledik onun ağzından, onun dilinden; “Bak şimdi kızanım, Sultan Murad Han, otuzbin kişilik ordusuyla gelip burda cephe kurdu. Sağ cenahını, Oğlu Yıldırım Beyazıd tutuyordu. Sol cenahında ise diğer oğlu Şehzade Yakub vardı. Tabii cennetmekan Murad Han, kuvvetleriyle tam ortada bulunuyordu. Te şu karşı tepelerde de, ordusuyla birlikte Sırbistan Kralı Lazar vardı. Bu mübarek Kosova’da bütün kafirler, bizimle vuruşmak için toplanmışlardı. Ben, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları, Hırvatları, Macarları, Makedonları sayayım. Sen Lehleri, Ulahları, Çekleri, Karadağlıları, Bosnalıları, Slovakları, Slovenleri say. Ben kafir ordusunu kırkbin, ellibin diyeyim. Sen çekinmeden altmışbin de! Otuzbine karşı altmışbin! Bu Kosova Meydanı’nında, vuruşma tam sekiz saat sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Kafir, bir ara bizim sol ceneha yüklendi. Şehzade Yakub’u düşürmek istedi. Yıldırım Bayazıd, te şu tepelerden yetişip, Şehzade Yakub’u çeviren kafire, öyle bir kılıç üşürdü, öyle bir kılıç üşürdü ki deme gitsin. Kafirlerin gözleri şaşı oldu. Ağızları açık kaldı. Kafir yüzgeri kaçmaya başladı. Şehzade Yakub, babasından destur alıp, kaçan kafiri kırmaya gitti. Murad Han’la Yıldırım Bayezid de meydan da kalanları tepelediler. Muharebe bitti. Bizimkiler, kafir kralı Lazar’ı esir alıp getirdiler. Sultan Murad, harb meydanını dolaşırken esir kralın damadı Miloş Hünkar’a yaklaşmak istedi. Sipahiler bırakmadılar. Ama kancık oğlu kancık Miloş dedi ki: “ Bırakın beni. Ben el öpmeye geldim!” Bizimkiler inandılar. Kancık Miloş, arkasına sakladığı bıçağını birden bire çekip,Hünkar’ı göğsünden vurdu. Bizimkiler “vay mel’un ! vay kafir!” diye Miloş’u, işte burada it gibi tepeleyip paraladılar ama ne fayda! Sultan Murad Han ‘ı kurtaramadılar. Hüdavendigar’ın vurulduğu yere, hemen bir çadır kurdular. Asker ağlaşmaya başladı. Hünkar, şehid olmadan önce, kumandanlarına dedi ki: padişahlığı, büyük oğlum Bayezid’e bırakıyorum!” sonra mübarek canını Allah’a teslim etti... Dövünmeyen kalmadı. Sonra Murad Hüdavendigar’ın mübarek kanının döküldüğü bu yere, işte bu türbe yapıldı. İçerde, sandukanın altında Hünkar’ın kanı, bağırsakları, ciğerleri ve yüreği var!... Mübarek cesedini, oğlu beyazı Bursa’ya götürüp Çekirge’deki türbesine defnetti. Cennet mekanının yüreği burada kaldı; cesedi Bursa’da 1389 senesinde Sultan Murad Han, kavuştu ulu Allah’a, şehitlerle beraber, Murad Han’a Fatiha!”Sultan Murat’ın türbesini bütün Kosova şehitleriyle beraber iki yiğit insan; 1904 yılında vefat eden Kosova valisi Hafız Mehmet Paşa ile 1859 yılında Priştine’de vefat eden Sofya Ordu-yu Hümayun Silistre kahramanı Rıfat Paşa koruyor. Türbenin kapısının üzerinde, bizim gibi bir haziran ayında, 5/6/1915 tarihinde burayı ziyaret eden ve Kosova ovasında Cuma namazı kılan Sultan 5. Mehmet Reşat’ın kitabesini okuduk. Türbeyi mahzun bir ikindiyle terk ederken Akif’in şiiri döküldü dudaklarımızdan; Nerede görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova...Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosava!Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?Hani sinende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?Hani asker? Hani kalbinde yatan Şah-ı Şehid?Ah o kurban-ı zafer nerede bu gün? Nerede o iyd?Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı?.. Akif böyle demiş ama Meşhed’de Sultan Murad’ın kanı, ciğeri ve yüreği duruyordu. Zaten biz de buraya yürek almaya, Sultan Murat’ın yüreğiyle yüreklenmeye gelmemiş miydik?. Türbeden gözyaşımızla ayrılıyor ve kent merkezine doğru yöneliyoruz. Hava kararmak üzere. İçimde bir ses “geceyi bekle” diye sesleniyor. Geceyi bekliyorum. Herkes odasına çekilince kendimi Priştine sokaklarına atıyorum. Gece daha bir başka Priştine. Bize biraz kırgın… Bunca yıl ona gelmemiş oluşumuza biraz dargın… Biraz sitemkar uzattı ellerini. Onun bu sitemini gece yarısı gittiğim 1461 yılında yapılmış olan Fatih Sultan Mehmet Camii’nde hissettim. Camii yapıldığında orda görev alan ilk kadiri Şeyhi Süleyman Efendi ile 1947 yılında vefat etmiş olan son kadiri şeyhi Mehmet Sezai Efendi’nin kabri Camiinin haziresinde duruyor. Buradaki tekke tam elli yıl (1947-1997) kapalı kalmış. Mehmet Sezai Efendi’nin kızı Fatma Hanım, hala karaduttan ilaç yaparak şifa dağıtıyor. Temellerini Yıldırım Bayezid’ın attığı, II.Murat’ın bitirmek için uğraştığı ama bitiremediği, Fatih Sultan Mehmet tarafından bitirilmesi nasip olan II Murat Camii de aynı sitemkar duruşla karşıladı beni gece yarısında. Priştine’de, Kamus-ul Alam’a göre; 20. yy başlarında olan 13 cami, 5 mescit ve 2 medrese’den geriye kalanlar sadece bunlardı işte. 2. GÜN Sabah erken saatlerde yine Priştine sokaklarını adımladık. Programımız gereği Prizren’e doğru yola çıktık. Âşık Çelebi’nin Nehârî'den bahsederken kullandığı sözler geldi yadımıza; "Rivâyet ederler ki, Prizren'de oğlan (çocuk) doğsa adından akdem (önce) mahlâs korlar; Yenice'de doğan oğlan baba diyecek vakit Farisî söyler; Priştine'de oğlan doğsa diviti belinde doğar. Binâenalâzâlik, Prizren şâir menba'ı ve Yenice Farisî ocağı ve Priştine kâtip yatağıdır." 1090 metre yükseltili Lvaja dağının ve Kaçanik kentinin ardından Şar dağları başlıyor ve Prizren’e ulaşıyoruz. Prizren…Bize “biz” olduğumuz kadar ve hatta daha yakın Prizren..Şair menbaı olan bir şehirde, yüreğinde eski zamanlara ait şerha şerha yaralar taşıyan biri olarak gezmenin dayanılmaz güzelliğini yaşıyorum…Yüreğim Bistriça ırmağı suyunda bir damla. Bu damla, bazen Sofu Sinan Paşa Camii’nin kubbesinde oturuyor, bazen Bayraklı Camii’nin bayrak asılan minaresinde, bazen Karabaş baba türbesinde, bazen halveti tekkesinde, bazen saat kulesinde ve bazen küçük Maraş camiinde duruyor. Ama bu damlanın en güzel durduğu yer şüphesiz Bistriça üzerindeki Taş Köprü…Prizren insanlarıyla, camileriyle, köprüleriyle bize “biz” olduğumuz kadar ve hatta daha yakın…Kent merkezinde Sofu Sina Paşa Camii’ne gidiyoruz. Camii şehri ikiye bölen Bistriçe nehrinin kıyısında, yerden yaklaşık iki metre yükseklikte. Camii’yi yaptıran Sofu Sinan Paşa’nın hizmet yerleri o zaman ki coğrafyamızı anlamak için çok anlamlı; Sofu Sinan Paşa 1590‘da Budin,1594’te Kars,1596’da Erzurum,1597’de Eğri,1601’de Bosna’da Beylerbeyliği yapmış.1608 de Şam ve tekrar Bosna Valiliği yapmış. Kısa bir şehir turunun ardından Karabaş Baba türbesine gidiyoruz. Prizrenlilerin hıdrellez kutlamalarını yaptıkları yer burası. Geniş bir alanın ortasında Karabaş Baba türbesi var. Karabaş Baba, bir horasan eri. Onun hemen ardında Kız Türbesi var. Kız türbesinin hikayesi ilginç. Zamanın Prizren Paşası’nın her şeyiymiş kızı. Onu çok severmiş. Kızına silah tutmayı, kılıç kullanmayı öğretmiş. Her şey böyle yolunda giderken kız hastalanmış ve ölüm gelmiş çalmış kapısını kızın. Her şeyini kızına bağlamış olan Paşa, tam konağının karşısına, buraya, kızına bir kabir yapmış ve her sabah bu kabre uğrayıp dualar etmiş. Sonraları konakla bu kabir arasındaki düzlüğün adı “Beyzade Çayırı” olmuş. Biz de Paşanın yaptığını yapıyor ve Kız türbesinden, Karabaş Baba türbesinden ve Beyzade Çayırından ayrılıyoruz. Gece yürüyoruz Prizren sokaklarında. Geceyarısında yürüyoruz. Eskiden karlı bir kış günü bir dostu uyandırmanın çok garip duygular içinde yapılan bir eylem olduğunu düşünürdüm. Karlı bir kış günü bir dostu uyandırmak gibi bir şey şafağı Bistriçe ırmağının kıyısında gözlemek…O şafak yüreğimi bıraktım Bistriçe ırmağının delişmen sularına… “nereye istersen, ama nereye istersen oraya götür” dedim Bistriçe’ye. Yüreğimi Suzi Çelebi’ye götür önce, en güzel Gazavat’ını okusun diye bana. Götürdü beni Bistriçe. Sonra alsın götürsün istedim yüreğimi, Körağa Camii’ne, Cemalüddin Camii’ne, Saat kulesine, Maksut Paşa Camii’ne, Bayraklı Camii’ne, Halveti tekkesine, Rufai tekkesi’ne, Çuhacı Mehmet Camii’ne, Karabaş Baba türbesi’ne, Kız türbesi’ne alsın götürsün istedim yüreğimi. Sonra yine Sofu Sinan Paşa Camii’ne götürsün ve basamaklarında bıraksın istedim. 3. GÜN Bir cuma günü Prizren’i terk ederken, hani akşamüstü terk edilen kentlerin yaşadığı sarı bir hüzün olur ya aynen o hüzün kapladı Prizren’i. Bir yanımız; “gidelim” diyor “Üsküp’e Yıldırım Bayezid Han diyarına”, diğer yanımız “gitme, gitme kal bu şehirde” diyor. Prizren kalesini ve minarelerini seyrederek uzaklaşıyoruz Prizren’den. Makedonya gümrüğünden geçerek süzülüyoruz Üsküp’e… Üsküp’teyiz işte. Yıldırım Bayezid Han’ın aşk ve tutku derecesinde sevdiği Üsküp’ü, Kalesiyle, taş köprüsüyle, Vardar Nehri’yle solukluyoruz. Eski Çarşı’da Üsküp’ün meşhur yemeği “tafçe” yerken sanki zamanın birkaç asır gerisine gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Sonra biraz daha fazla Üsküp’ü yaşamak istiyoruz. “Üsküp ki Yıldırım Bayezid han diyarıdır” diyor ya Yahya Kemal, belki de o yüzden Üsküp’te gezerken Yıldırım’ın Niğbolu kalesi önünde “geldim bre Doğan, yetiştim bre Doğan ” diyen sözleri çınlıyor kulaklarımızda. Ve Yahya Kemal’in; “Üsküp ki bir müslüman şehirdiBinbir türbeyle müştehirdiVardar’sa önünde bir nehirdiHer an tekbirle çağlar”diye yaptığı betimlemeyle yaşıyoruz Üsküp’ü…Üsküp’te, Evliya Çelebi’nin saydığı yedi kervansaray yok bugün. Ama Üsküp’te Mustafa Paşa Camii, Sultan Murat Camii, İshak Paşa Camii, İsa Bey Camii, Alaca Camii var. Kurşunlu han da var, hani Yahya Kemal’in “Üsküp şehrinin hapishanesiydi, bıçak ve tüfekle oynayan bu şehirde bütün sanatların fışkırdığı yegâne menbaı cinayetti. Cinayetin başlıca sebebi aşk ve alaka idi ; türküler cinayetten doğardı ; fermene, camadan , çakşır , trablus kuşağı, uzun püsküllü Tunus fesi, yüksek topuklu rugan kunduralar, gümüş köstekler cinayetin kisvesiydi . Kabzaları gümüş bıçak ve rovelverler cinayetin ince işlerindendi ; evlerde, dükkanlarda , kahvelerde hikaye edilen en meraklı menkıbeler de cinayete dairdi; işte bütün güzelliğin menbaı cinayet olan bu şehirde cinayetin bir muazzam eseri vardı ki Kurşunlu Han’dı” diye tarif ettiği Kurşunlu Han da var, Davut Paşa Hamamı, Demirciler Çarşısı, Kazancılar Çarşısı ve Bit Pazarı da var. Üsküp’ün içinde kumaş biçerler/Sevdadan gayrisi dar gelir bana/Ellerin zoruyla yardan geçerler/ben yardan vazgeçmem zor gelir bana diyor ya Üsküp Sevda Türküsü’nün dizeleri biz de öyle yaşıyoruz Üsküp’ü. Sultan II Murat Camii’nin ahşap çatısına ve hemen girişindeki merdivenleri ahşap olan saat kulesine, oradan İsa Bey Camiine ve Yahya Kemal’in annesinin kabrine savrularak…Akşam Vodno dağına çıkıyoruz ve gece yarısında Üsküp sokaklarındayız yine. Duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı duran, türbenin başı ucunda düşman zindanından taşıdığı bukağılar olan Bukağılı Baba’nın, Kale içinde yatan, kabri gülleden bir duvarla örülü olan ve düşman Üsküp’ü sardığı zaman şehri topa tuttuğunda, şehrin üstüne düşürülen gülleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutup üst üste yığan Cafer Baba’nın, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatan Gazi Baba’nın ve Türbesi Kosova Meydan Muharebesi’nin yolu üzerinde olan Haydar Baba’nın nefesi okşuyor yüzümüzü. Sonra sekiz gözlü Vardar Köprüsü (taş köprü)’nün asırlık hasreti, sonra yine Vardar üzerinde on dört gözlü Fatih Köprüsü’nün yetim duruşu yakıyor içimizin ormanlarını… 4. GÜN Sabah yola çıkıyoruz, uzun bir yola. Kısa bir Üsküp turu ve Fatih Köprüsü’nün sökülmüş namazgahının burukluğu ile yüreğimizi Şar dağlarına atıyoruz. Kulaklarımızda meşhur “Vardar Ovası” türküsü var. Kalkandelen’e varıyoruz. Alaca Camii’inin süslü duvarlarının güzelliği bizi çarpıyor. Abdurrahman Paşa yaptırmış bu güzel camii, kızlarına atfen. Kızlarından biri vefat edince minarenin yarısının taşı beyazdan griye dönmüş ve öylece tamamlanmış. O sebeple Alaca Camii ismini almış. Alaca Camii’nden şehir merkezine doğru yürüdüğümüzde eski bir hamamın bar yapıldığına dair levhası canımızı acıtıyor. Başımızı kaldırıyoruz Şar dağlarıyla adeta burun buruna, nefes nefeseyiz. İçimizden gelen bir sesle sesleniyoruz; “dağlarda öfkeli başım…alnımda hep kavga duruyorbahardan mı yoksa aşktan mıağladıkça dağlarımız yeşerecek; görecek göreceksinağladıkça bozkırlar yeşerecek; göreceksin…” Ve ekliyoruz; ağladıkça ve sevdikçe Kosova yeşerecek…ağladıkça ve sevdikçe Makedonya yeşerecek..görecek … göreceksin…”Kent merkezinden, Pena nehrinin üzerinden sanki bir elin bizi itmesiyle doğru Harabati baba tekkesine gidiyoruz. Tekkenin kurucusu Harabati Baba değil. Sersem Ali Baba aslında. Ama daha sonra gelmiş buraya yerleşmiş Harabati Baba ve tekkenin onun ismi adıyla anılır olmuş. Tam şar dağlarının eteğinde ve çok geniş bir alanda Harabati Baba Tekkesi. Rivayete göre tekkenin kurucusu ve bir saray mensubu olan Sersem Ali Baba, tekke yerini tespit için Kalkandelen’de üç ayrı yer tespit etmiş. Bu üç ayrı yere birer keçi kesip bırakmış. En çok burada dayanmış keçi eti. Bunun üzerine o da tekkeyi buraya kurmuş. Balkanların en büyük Bektaşi Tekkesiymiş burası. Tekkenin içinde Bektaşi dergahı var, camii var, yazlık köşkü var ve er meydanı var. Önce Tekkeden sonra da Kalkandelen’den ayrılıyoruz. Kalkandelen’in eski ismi Tetova. Tito’nun şehri anlamında. Menzilimiz Gostivar. Gostivar’ı geçip Yukarı Banitsa köyüne gidiyoruz. Sıcak bir karşılama var köyde. Oradan Kırçova’ya geçiyoruz. Kırçova’dayız. Çok sıcak bir karşılamadan sonra Halveti tekkesine gidiyoruz. Sonra tekrar düşüyoruz yola. Yolumuz Struga ve Ohri’ye. Önce Struga’ya gidiyoruz. Drim nehrinin tam Ohri gölünden ayrıldığı yere. Çok güzel bir göl Ohri. Drim nehri de aynı şekilde çok güzel. Rivayete göre Drim nehri yedi yılda bir gölü temizliyormuş. Yedi yıl enteresan aslında. Kuyulardaki sular da yedi yılda bir Kabe’yi ziyarete gidermiş. Drim’in gölden ayrılıp Adriyetik’e doğru akması bana ana ocağından gurbete gitmek için ayrılan çocukları hatırlattı nedense. Ya da kendi obasını kurmak için boydan ayrılan çocukları. Ve bu yolculuğun sonunda Ohri gölünden daha büyük bir suyla buluşması Drim’in, böylesi yolculukların doğru olduğunu gösteriyor diye düşündüm. Struga’dan sonra Ohri’ye doğru yola çıkıyoruz. Bizi önce Ohri kalesinin ışıkları sonra da Hayati Baba’nın nuru karşılıyor. Tam göl kıyısında Goriçe’de kalıyoruz. 5. GÜN Sabah erkenden ve sabırsızlıkla Ohri’nin merkezine düşüyoruz. Göl çok güzelmiş, sahil çok güzelmiş, binalar çok güzelmiş kimin umurunda. Gayriiradi bir şekilde kent merkezindeki birkaç asırlık çınarın yanından Halveti tekkesine, Hayati Baba’nın ve diğer şeyhlerin kabirlerinin yanına gidiyoruz. İçerde küçük çocuklar Elif-be okuyorlar. Hocaları bize küçük bir çalışma örneği sunuyor ki etkilenmemek mümkün değil. Halveti tekkesinde içimizi ürperten bir duygu yoğunluğu yaşıyoruz. Sanki her şey aynı sanki çok kısa bir zaman önce burada “huu” çeken dervişler oturmuşlar ve hatta çektikleri “huu”ları burada bırakıp gitmişler ve sanki birkaç dakika içinde gelecekler gibi…. Dergahtan çıkmak ve ayrılmak çok zor geldi. Çaresiz ayrıldık, çünkü yolumuz vardı. Kaleyi uzaktan seyrettik, sahildeki Osmanlı evlerini de. 500 yıllık Haydar Paşa Camii’ni ve Kuloğlu Camii’ni de. Eski 0smanlı evlerini arkamızda bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Yolumuz Galiçitsa’ya, Prespa’ya doğruydu. Yani Resne’ye ve Manastır’a. Resne, merkezdeki tek minareli naif camii ile karşılıyor bizi. Yanından geçerek meşhur Resneli Niyazi’nin köşküne gidiyoruz. Belki pazar olduğundan belki de tarihin bir cilvesi köşk te Resne de ıpıssız. Yürek buran bu sessizlikte yavaş yavaş Manastır’a doğru yöneliyoruz. 2601 m yüksekliğindeki Pelister dağını tırmanıyoruz. Bu dağın geçiş yüksekliği ise 1750 metre. Ve Manastır’a ulaşıyoruz. “Manastır’ın ortasında var bir havuz” diyordu türkülerimiz. “Şu Manastır kızları hepsi de yavuz” diye devam ediyor. Manastır’ın kızları ne kadar yavuz bilmiyoruz, ama Manastır’ın havuzu hiç de güzel değil. Manastır’dan Ribnik Nehri geçiyor ve şehrin girişinde bir tepelikte eski mezarlık var. I.Murat zamanında Timurtaş Paşa tarafından 1387 yılında feth olunmuş Manastır. Evliya Çelebi 17. yy 20 mahalle, 3 bin ev, 900 dükkan, 70 mihraplı camiiden bahsetmişse de Manastır’da bugün bunlar yok. Manastır 19. yy Makedonya’nın merkezi ve 3. Ordu’nun karargahı olmuş. Asker şehri yani.Büyük bir orduya karargahlık etmiş bir şehri nefeslemek istedik uzun uzun. Manastır’a girer girmez Drahor deresi ve hemen yanı başında Bedesten, İshakiye Camii ve Ferik Camii ile yüz yüze geliyoruz. Camiler kapalı ne yazık ki. Bize, “nerdesiniz , nerelerdesiniz, nerelerde kaldınız” der gibi bakıyor iki camide. Onlara cevap olarak, usulca, yüreğimin kıvrımlarında boğulurcasına ve kimsenin duymayacağı bir şekilde Mübadelede Edirne’den Yunanistan’a göç etmiş bir mübadilin sözleriyle cevap veriyorum; “abe darmaduman olduk be..” Halimizi anlıyorlar.…Camilerin yanından Mustafa Kemal’in 1898 yılında askeri öğrencilik yaptığı meşhur Manastır Askeri İdadisi’ne gidiyoruz. Anılar, hatıralar, işaretler…Tarihe şerh düşercesine İdadi’nin önünde durup bakıyorum.. Az ilerde ittihatçı teğmen Atıf’ın Şemsi Paşa’yı vurduğu Manastır Postahanesi duruyor. Şehrin ana caddesine doğru bakıyorum uzun uzun… Bu caddede nice nice insan “dünyaya nizamat vermek” arzusuyla yürüdü diye düşünüyorum. Dağa çıkmalar, eşkiyalıklar, efelikler, vatan kurtarma arzuları, “İstanbul Padişahınsa dağlar bizimdir” tarzı efelenmeler hepsi hepsi sonlanmış ve ürkütücü bir sessizliğe bürünmüş durumda. Demek ki “eşkıya dünyaya hükümran olmuyor”muş. Yavaş yavaş ayrılıyoruz Manastır’dan Usulca geçiyoruz Resne’yi ve tekrar dönüyoruz Ohri’ye. Ohri’den evvel bir kere daha Struga’ya ve sonra Ohri’ye. Ohri’ye gelince tekrar Halveti Tekkesine gidiyoruz.Uzun bir müddet kalıyoruz orada. Sonra sahile iniyoruz. Tipik bir sahil kasabası. Ohri gölünün bir kısmı Arnavutluk’a ait. Yani Makedonya ile Arnavutluk’un sınır çizgisi Ohri gölünden geçiyor. Tıpkı Yunanistan’la olan sınırının Prespa gölünden geçtiği gibi.bir motor tutup merkeze 2-3 km mesafedeki otelimize gidiyoruz gölün üzerinden. 6. GÜN Bugün uzun bir yolculuğumuz var. Gölün kıyısından çıkıyoruz, Ohri’ye veda ediyoruz ve süratle yol alıyoruz. Kırçova’nın yanından, Gostivar’a, oradan Kalkandelen’e uzaktan bakarak Üsküp’e varıyoruz. Oradan Priştine’ye. Priştineye Uzaktan selam veriyoruz Havalimanı, uçak ve hedef İstanbul. Uçakta koskocaman Kosova ovasını, Makedonya’yı, insanları, dağları, gölleri düşünüyoruz. Çok sıkıntı çekmiş bu toprakların insanı ve hala çekiyor. Bu insanların ekonomik sıkıntıları var. Sosyal sıkıntıları var. Statü sıkıntıları var. Ama bu insanlardan bizden ne para ne pul istiyor. Bu insanlar bizden sadece sevgi istiyorlar. Prizren’de akşam yürüyüşüne çıkan iki yaşlı karı kocaya “nasılsınız” diye sorduğumuzda onlar da bize “nereden geldiğimizi” sordular. “İstanbul” deyince, “Türkiye” deyince gözlerinin parlaklığını bu kelimeler anlatamaz. Sadece onlar değil hemen hemen karşılaştığımız herkeste bu sevinci, bu süruru yaşadık.. Bu insanlar bizden sevgi, muhabbet ve dostluk istiyorlar. “Biz baş ederiz” diyor Prizren’li bir dostumuz. “Biz, savaşla baş ederiz, biz, yoklukla baş ederiz, biz, baskıyla baş ederiz, biz, açlıkla baş ederiz. Yanımızda olduğunuzu bilelim, bizden sevginizi esirgemeyin; bu bize yeter “ diyor. Bilgesu Erenus Nara ve İncir’e Gazel’de şöyle diyor;“Nar kentinde bir incir buldum. Narı da İnciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında eve girerken bir nar atardı yere, bütün gücüye; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin bereketi niyetine. Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki gün sonra narın patladığı yerden çok uzakta incecik bir çıtırdı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye..”Bu gezimizde Balkanlara, o topraklarda sevgi, kardeşlik ve bereket filizinin yeşermesi için bir nar attık aslında. Bu narı olanca gücümüzle Kosova ve Makedonya toprağına vurduk. Bu, sevgi, muhabbet ve bereket narını toprağa çaldık... Bu narın taneleri Priştine’de Sultan Murat Türbesinin kubbesinden, Ohri Halveti dergahına kadar, Vodno Dağının zirvesinden, Sarı Saltuk Türbesine kadar dağıldı. Kuşkusuz sevgiyle, muhabbetle topyekün Balkanlara dağılacak.. Gerçekten de Balkanlarda çok güçlü bir dinamik harekete geçmek için bizim sevgimizi ve muhabbetimizi bekliyor. O yüzden içimizden gelerek ve de ısrarla söyledik, söyleyeceğiz; sevdikçe ve ağladıkça Kosova yeşerecek, Makedonya yeşerecek, Balkanlar yeşerecek… Görecek… Görecek… Göreceksin.. “Göreceğiz bre, em de ep beraber göreceğiz”