Yenişehir Wiki
Advertisement



Metâlib ve Mezâhib (Metafizik ve İlahiyat)[]

Yazarlar: Paul Janet Gabriel Séailles

Fransızcadan Tercüme eden: Elmalı'lı M.Hamdi Yazır

Çeviri Yapılan Eserin Adı: Histoire de la Philosophie (1886)

Baskıya Hazırlayan: Muhtar Yazır - Ayhan Yalçın

Arapça Yazı

Bismillâhirrahmanirrahim

Kul Huvallâhu ehad. Allâhu's-Samed. Lem-yelid ve Lem yûled ve lem-yekün lehû küfüven ehad. (De ki: O, Allah'dır, birdir. Allah, her yaratığın muhtaç olduğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı, O, doğurulmadı da Hiç birşey de , O'na denk olmamıştır.)

Arapça Yazı

Kânellâhû velâ şey'e maahû. Hz. Muhammed(S.A.V) (Allah Var idi ve beraberinde başka bir şey yok idi.)

Takdim[]

Bu terceme eserin aslı, Fransız Feylesoflarından (Pol Jane) ile (Gabriyel Seay) ın birlikte çalışmalarile meydana gelmiş ve belli başlı eserlerden sayılan bir kitap olup, eski Yunanın başlarından ibaret ondokuzuncu asırın sonuna kadar, batının felsee bahislerini ve bunlara dair mezheplerini ihtiva etmektedir.

Eserin, ilk defa 1925 yılında eski harfleriyle basılmış ve 1933 yılına kadar eski İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesinde Babanzâde Ahmed Naîm Bey tarafından ders kitab ıolarak okutulmuşbulunan tercemesine, eseri nakleden tarafından, bir dîbâce, bir hutbe ile birlikte, kitapta temas edilen bahisler ve mezhepler hakkında, gerek muhtelif İslâm âlimlerinin ve gerek mütercimin kendi şahsına aid fikir ve mutalâaları, kitabın içindekilere göre, sırası geldikçe, hâşiyeler halinde ilâve edilmiştir. Bu hâşiyeler, nakledilen esere ayrı bir zenginlik vermiştir.

İlmî kıymeti haiz eserleri neşretmeyi prensip edinen Yayınevimiz <<Felsefe Tarihi>> sahasındaki boşluğu doldurmak gayesiyle Elmalılı Hamdi Yazır merhuun METÂLİB ve MEZÂHİB isimli terceme eserini, yıllar sonra tekrar okurlarna sunmakla bahtiyardır.

Bu ikinci baskıda, mütercimin ifadelerini aslına ve metinlere sâdık kalarak, sadeleştirilmiştir. Bu suretle, yeni nesillerin kitabı daha kolaylıkla takip etmelerine v eiçindekileri açıkça kavramalarına yardım edilmek istenilmiştir. Oldukları gibi ullanılmaları geekli görülen bazı eski terimlerin bugünkü karşılıkları paranteler içinde gösterilmiş ayrıca eserin sonuna da bir lügatçe ve kişi adları fihristi eklenmiştir.

Yayınevimiz okuyucularının teşvik ve takdirleriyle Türk-İslâm kültürüne hizmetlerine devam edecektir.

Gayret bizlerden, Tevfîk ve İnâyet Allah'tandır.

ESER YAYINEVİ

HUTBE (sesleniş)[]

بسم الله الرحمن الرحيم


Hamd ve minnet Sana'dır Yâ Rabb!

Ey Yüce Rabb! Sen, şu görünürdeki ayrılığı içteki kavuşmaya ulaştırmasa idin, ben beni görmez seni sezmezdim. Anlayanlarla bir halli olmak, anlamayanlara da yol göstermek istemezdim. Sen, Bana, vicdan dedikleri bir buluş, vücud dedikleri bir bulunuş bağışladın. Ben, bu buluş ile, kendimi kendimde buluyor, bulunuşuma eriyorum. Bu sayede, bşka varlklara varıyor, vicdanlarını kendime katıyorum.

Vicdan, her an açıkça görünen, besbelli bir ilk olay, vücudise bu aynaya aksetmiş başka bir olay. Vicdan, cücudu, kendinden önce gelen zaruri bir şart oluyor. bu suretle, vücud, vicdanın birleşmesinde senin misâlin, yani vekilin olan nefis, âlemin vicdanı ile vücudunun birleşme başlangıcında da sen kendin belirmekte,

Ey Rabb! sen bizi böyle, bir taraftan vicdan, bir taraftan vücûd adında iki olaylar zincidi icinde yüzdürüyorsun. İçimde, dışımda her an birer hal noktası olarak uçuyup duran olay parıltılarını fırlatıyor, birbirine bağlayıp, taneler, diziler, cüzüler, küller, hey'etler, toplumlar, milletler, devletler, hasılı âlemler gösteriyorsun.

Ey ezelî hikmet sâhibi! Şu, cisimlere aid olaylardan çekim, manevî olaylarda da ruh denilen iki kavuşma başlangıcı olmasa idi, bu yıldızlar ve bu düenden oluşanlar nasıl bulunacaktı? Fikirler ve akıllar nasıl tutunacaktı? Atom tasavvurunun çıktığı o olaylar noktalarından, matematiğin adetleri ve boyutları, fiziğin mekanık büyük eserleri, kimyanın atom unsurları, hayatın uzvî hücreleri, tabiat tarihininnebatları, hayvanları ve cansızları, tabiatın cisimleri, astronominin yıldızları, yıldızların düzenli âlemi nasıl derlenir toplanır, toparlanıp da zaman içinde nasıl sürüklenirdi?

Ey varlığı için başkasına muhtaç olmayan örneksiz yaratıcı: Sen hadiselerin tozu dumana katmasından, bize, o iki ulaşma başlangıcı altında, iki âlem verdin ve veriyorsun. Çekimin kavramında madde olanları, ruhun kavramında da mânâ olanları uçuruyorsun. Fennin kabul ettiği Esir buluşu ile tabiatın sonunu hallettik sananlar ne kadar yanılıyorlar. Düşünmüyorlar ki eğer Esir, tek başına uzay gibi, bitişik bir birim ise, onun bir kısmı nasıl harekete gelebilir? O akan deniz nasıl dalgalanabilir? Yok Esir müstakil parçalara bölünmüş ise, her parçanın öbüründen ayırt edilmesi bir ayrılmaya bağlıdır. O halde, bir küçük parçanın hareketini ötekne geçiren vasıta nedir? Bir yrden başka bir yere geçmek için başlangıca lüzum kalmadan bir küçük parçanın hareketini diğer parçaya sıçratmak mümkün ise, ışığın geçmesi için Esir farazyesine ne hacet vardı? Haydi çekime bir cevher niteliği pakıştırarak madde olanları birbirine birleştirelim. Ruha da bir cevher niteliği yakıştırarak mânâolanları birbirine ulaştıralım. Fakat, bu iki kavuşma başlangıcı, birbirlerine karşı, her bakımdan, ayrı kalabilirler mi? Öyle olsa idi benim onlardan ne haberim olurdu? Nefis ile beden birbirleriyle nasıl içli dışlı olabilirlerdi? Halbuki ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hatıraları yaşıyor, sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Meselâ zihin çalışmalarımın bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile, (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun bu buluşması olmasa idi Ben şu kalemi ve hatta o kalemi tutan bu elimi nassıl bulur, nasıl tanırdım? Elimde kalemi nasıl oynatırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demekki âlem pergelinin kutupları yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Vak ki: ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum, (Ben) diyebiliyorum. Ruhanîliği ve cismanîliği toplayabiliyorum. Bu iki suteritn aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabbulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fakad arefe rabbehu = Nefsini bilen Rabbini bilir) inne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir taraf, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (başı olmayanlara), lâyezallere (sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi nice nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münasebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğimi, şahid olduğum vicdan ile, onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliğe yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehası, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Errahmanü ale-l'arş-i'stevâ) bunun belirdiği takta asılmış bir ledün kitâbesi. B unişaneyi görüyorum. Tekliğinin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâilahe illallahü vehdehu lâşerike lehu) deyip bu Teklik dershanesine giriyorum.

DÎBACE (önsöz)[]

Bu konulara değinilecektir.

"Tercemede Fıkha âid bir görüş, Kitabın ehemmiyeti, Felsefeye dâir bazı mütaâalar, İlimlerin içtimaîliği, Felsefenin Din'de ulaştığı gâye, Avrupa Felsefesinde noksan olan Felsefî matlub, îslam ile Hristiyanlığın ilme göre yerleri, Îslam Mütekellimlerinin bilgi bahsindeki mesleklerinin hulâsası, Peygamberliğe dâir bazı felsefİ esaslr, Dinin menşei hakkında bir iki söz, dinin aklîliği ve hissîliği, İslâmi hassaların tasnifi ve müruruzamanın tesiri, Yenişmenin Şerîat bakımından lüzûmu ve şartları"


Köşesine çekilmiş bu âciz, Elmalılı Hamdi, babası Numan, babası Mehmed, babası Bekir, Babası hasan , babası Bedrettin, mekteplerde ve medreselerde tahsil devrelerini tamamladıktan sonra, uzun seneler muhtelif İslâm ilimlerini ve bilhassa onbeş sene kadar (Fıkıh) okutmakla meşgul olmuş ve bu sırada Garbin hukuk esaslarının tanımak ve İslam Şeriatının insani ve içtimai kıymet ile Garp hukukunun ilmi mukayesine ve medeni mukabelesine dair bir fikir edinebilmek için Fransız lisanında da bir az birşey bellemiş idim. Bu hukuk adisinde doaşan âciz çalışmaları, Anayasa hukukunda Umumi felsefeye bir bakışta bulunmak ihtiyacının gösterdi. Tahsil hayatımda, devamlı olarak üç dört seneyi işgal eden Felsefe ve Kelâm öğreniminin semeresi olarak Felsefi bahis ve doktrinlerle geçen aşinâlığım, pek az lisan bilgisi ile, bu ihtiyacımı gidermeye yardım etti. Fransız kitapları okuduğum halde, İngilizlerin ilim tasnifleri mizacıma uygun geldi. Mantıktan başladım. Bu münasebetle ,(Darü-l'hilâfe) medreseleri namile yapılan yeni teşkilatta (Süleymaniye) Medresesi Mantık Müderrisliği ile vazifelendirildiğimden, İngiliz feylezoflarından (Alexandre Bain) nin (İstintacî ve İstikraî Mantık) adını alan ve (Stuart Mill)mantığından sonra olan kitabını terceme edip okutarak Mantık ve diğer fenler nakkındaki yeni fikirlerin İslamdaki mantık ve ilim telâkkileri ile münasebetlerini araştırırken, felsefe tarihinin ehemmiyeti kendini gösterdi. Bu bâbta müracaat ettiğim eserler içinde, Fransız feylezoflarından mütevaffa (Paul Janet=Pol Jane) nin (Metâlib ve Mezâhib) adını taşıyan Felsefe Tarihi ni tam manâsı ile ilmî ve felseî, ve eşsiz toplu bir eser buldum. Zamanımıza kadar gelen garp felsefe cereyanına tam bilgimizi bu eserin karşılayacağını ve bunu okuyacak İslâm alimleriin garp fikirlerini dağınık vasıtalar içinde aramaktan müstağni kalacaklarını anladım. Felsefe tarihi hocalarından bir hayli kimseye bunun tercemesini tavsiye ve rica ettiğim ve vaadlar aldığım halde, kimse bu vaadını yerine getirmedi. Vaktaki; şu bir iki sene zarfında bütün resmi meşgalelerden vareste ve bütün derslerimden ayrı kaldım. Bu sırada, bu kitabın (İlahiyat Felsefesi) kısmından başlayarak aşağıdan yukarya ter- XXVIII

METAFİZİK VE FELSEFE[]

Bilgi Bahsi[]

Bu konulara değinilecektir.

"Şüphecilik ve Doğmatizm"

Sokrat'tan Önce Felsefe[]

Bu konulara değinilecektir.

"Sofistlerin Menşei"

Sokrat[]

Bu konulara değinilecektir.

"Tasavvurlar, İlmin Mevzuu, Nefisteki Kesin Bilgi"

Eflâtun[]

Bu konulara değinilecektir.

"Ideler Âlemi, Duygular Âlemi"

Aristo[]

Bu konulara değinilecektir.

"Üniversel delilin imkânsızlığı, Esasların kesin şekilde bilinmesi"

Aristo'dan Sonra[]

Bu konulara değinilecektir.

"Kesin Bilgi vazolunuyor, Nefsi Mi'yar, Epikür'ün gayrî mantıkî Doğmatizmi"

Piron Ağnostisizmi (Yeni Akademi)[]

Bu konulara değinilecektir.

"Stoa Doğmatizmini tenkid, İhtimalcilik"

Karnead[]

Bu konulara değinilecektir.

"Zâhirî Hakkın dereceleri nazariyesi"

Telifcilik[]

Bu konulara değinilecektir.

"Hak ölçüsünün belirleşmesi"

Antiyoküs-Ciceron Şüpheciliğin Yeniden Ortaya Çıkışı[]

Bu konulara değinilecektir.

"Enezidem-Agripa, Önsebep, Eski şüpheciliğin özetlenmesini tenkid, İlmin sûretolarak imkânı, Husûle gelen neticeler."

İkinci Eflâtun Bâtiniyesi[]

Bu konulara değinilecektir.

"İNSİLÂH, (Fenâ-Fil'lah)"

Hıristiyanlık[]

Bu konulara değinilecektir.

"Kesin Bilgi Nazariyesine yeni bir rükün getirmiştir."

Orta Çağ: Îmân ile Aklın İlerleyen Farkı[]

Bu konulara değinilecektir.

"Netice- Şüphecilek, Montenyi- Şaron"

Dekart[]

Bu konulara değinilecektir.

"Kavramların açıklığa ve belirliğe kavuşması, İhali Sadûkîyet, Farkların uyuşturulması"

Malbranş[]

Bu konulara değinilecektir.

"Sağlam bilgi ve gerçekleri Allah'ta görmek"

İspinoza[]

Bu konulara değinilecektir.

"İnsan idrâki;Hakikate uygun mânâlar bakımından, İlâhi idrakten farklı değildir."

Laybniç[]

Bu konulara değinilecektir.

"Bedîhî, Delilli, Hissî, Sağla Bilgi."

Berkley[]

Bu konulara değinilecektir.

"Hissî yakînî yükseltmek iddiasında bulunuyor."

David Hiyum[]

Bu konulara değinilecektir.

"Tecrubî Şüpheciliği, İtikad Nazariyesi"

Kant[]

Bu konulara değinilecektir.

"Hakikat Mi'yarı- Sağlam Bigi, Îmân, Zan ve Rey, İlmî Sağlam Bilgi, Metaiziğin İkmânsızlığı, Îmân Ahlâkı"

Pozitivizm[]

Bu konulara değinilecektir. "Kant'ın tenkidlerine dayanmadıkça Felsefi bir değeri Hâiz değildir., Herbert Spencer ve Mantıksızlığı, "

Netice[]

MADDE BAHSİ[]

TAHLÎLİ FELSEFE TARİHİ - HISTOIR E de la PHILOSOPHI E (Les Problems et les Ecoles)

METÂLtB VE MEZÂHİB METAFİZİK VE İLÂHİYÂT

Yazanlar : PAUL JANET GABRIE L SEAILLES Fransızcadan tercüme eden ; ELMALI'U M. HAMDİ YAZIR ESER: NEŞRİYAT ve DAĞITIM Halil Eser Çatalçeşme Sokak No. 52 Cağaloğlu — istanbul Eserin adı ': Histoire de la Philosophie (1886) (Les Problemes et les Ecoles) Yazarları : Paul Janet - Gabriel Seailles Tercüme eden : ELMALILI M. HAMDÎ YAZIR Baskıya Hazırlayanlar : MUHTAR YAZIR - AYHAN YALÇIN 0 l^^fJ^^-'^fj o ıj; Bismiliâhirrahmanirrahim «Kul huvallâhu ehad. AliâhuVSamed. Lem-yelid ve lem yû�led ve lem-yekün lehû küfüven ehad.» (De ki : O, Allah'dır, birdir. Allah, her yaratığın muhtaç bu�lunduğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı, O, doğurulmadı da. Hiç bir şey de. O'na denk olmamıştır.) c r . Kâneilâhû velâ şey'e maahû.» Hz. Muhammed (S.A.V.) (Allah var idi ve beraberinde başka bir şey yok idi.) TAKDİ M Bu terceme eserin aslı, Fransız Feylesoflarından (Pol Jane) île (Gabriyel Seay) m birlikte, çalışmalarile meydana gelmiş ve belli başlı eserlerden sayılan bir kitap olup, eski Yunanın başlarından itibaren on�dokuzuncu asır sonuna kadar, batının felsefe bahislerini ve bunlara da�ir mezheplerini ihtiva etmektedir. Eserin, ilk defa 1925 yılında eski harflerle basılmış ve 1933 yılına kadar eski İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesinde Babanzâ�de Ahmed Naim Bey tarafından ders kitabı olarak okutulmuş bulu^ nan tercemesine, eseri nakleden tarafından, bir dîbâce, bir hutbe ile birlikte, kitapta temas edilen bahisler ve mezhepler hakkında, gerek muhtelif İslâm âlimlerinin ve gerek mütercimin kendi şahsı�na aid fikir ve mütalâaları, kitabın içindekilere göre, sırası geldik�çe, hâşiyeler halinde ilâve edilmiştir. Bu hâşiyeler, nakledilen esere ay�rı bir zenginlik vermiştir. İlmî kıymeti haiz eserleri neşretmeyi prensip edinen Yayınevimiz «Felsefe Tarihi» sahasındaki boşluğu doldurmak gayesiyle Elmalıh Hamdi YAZIR merhumun METÂLİB ve MEZÂHİB isimli terceme ese�rini, yıllar sonra tekrar okurlarına sunmakla bahtiyardır. Bu ikinci baskıda, mütercimin ifadeleri, aslına ve metinlere sâdık kalınarak, sadeleştirilmiştir. Bu suretle, yeni nesillerin kitabı daha ko�laylıkla takip etmelerine ve içindekileri açıklıkla kavramalarına yar�dım edilmek istenilmiştir. Oldukları gibi kullanılmaları gerekli görülen bazı eski terimlerin bugünkü karşılıkları parantezler içinde gösterilmiş ayrıca eserin sonuna da bir lügatçe ve kişi adları fihristi eklenmiştir. Yayınevimiz okuyucularının teşvik ve takdirleriyle Türk - İslâm kültürüne hizmetlerine devam edecektir. Gayret bizlerden, Tevfîk ve İnâyet Allah'tandır. ESER YAYINEVİ FİHRİS T — FİHRİS T — HUTBE (Sesleniş ... ... XXII DİBACE (Önsöz ... XXVIII • Tercemede Fıkha âid bir görüş Kitabın ehemmiyeti Felsefeye dâir bazı mütalâalar İlimlerin içtimaîliği Felsefenin Din'de ulaştığı gaye Avrupa Felsefesinde noksan olan Felsefî matlub İslâm ile Hıristiyanlığın ilme göre yerleri İslâm Mütekellimlerinin bilgi bahsindeki mesleklerinin hulâsası Peygamberliğe dâir bazı felsefî esaslar Dinin menşei hakkında bir iki söz Dinin aklîliği ve hissîliği İslâmî hassaların tasnifi ve müruruzamanın tesiri Yenileşmenin Şerîât bakımından lüzûmu ve şartları _ I _ METAFİZİK FELSEFE BİRİNCİ FASIL BİLGİ BAHSİ Şüphecilik ve Dogmatizm SOKRAT'TAN ÖNCE FELSEFE Sofistlerin menşei SOKRAT Tasavvurlar, İlmin mevzuu, Nefisteki EFLÂTUN İdeler Âlemi, Duygular Âlemi ARİSTO Üniversel delilin imkânsızlığı Esasların kesin şekilde bilinebilmesi kesin bilgi 3 5 9 9 12 — XI -- ARİSTO'DAN SONRA 14 Kesin bilgi vazolunuyor. Nefsi Mi'yâr Epikür'ün gayri mantıkî Dogmatizmi PİRON AGNOSTİSİZMİ (YENİ AKADEMİ) ... 19 Stoa Dogmatizmini tenkid İhtimalcilik KARNEAD Zahirî Hakkm dereceleri nazariyesi TELİFÇİLİK ... ... ... 24 Hak ölçüsünün belirleşmesi ANTİYOKÜS — CİCERON ŞÜPHECİLİĞİN YENİDEN ORTAYA ÇIKIŞI 27 ENEZİDEM — AGRİPA. ON SEBEB. Eski şüpheciliğin özetlenmesini tenkid İlmin sûret olarak imkânı. Husûle gelen neticeler. İKİNCİ EFLÂTUN BÂTİNİYESİ 33 İNSİLÂH (Fenâ - fil'lâh) HIRİSTİYANLIK 35 Kesin Bilgi Nazariyesine yeni bir rükün getirmiştir. ORTA ÇAĞ : ÎMÂN İLE AKLIN İLERLEYEN FARKI 37 Netice — Şüphecilik Montenyi — Şaron DEKART 40 Kavramların açıklığa ve belirliliğe kavuşması İLÂHÎ SADÛKÎYET Farkların uyuşturulması MALBRANŞ 44 Sağlam bilgi ve gerçekleri Allah'ta görmek İSPİNOZA ... 47 İnsan idrâki; Hakikate uygun mânâlar bakımından, İlâhî idrak�ten farklı değildir. LAYBNİÇ ... 50 Bedîhî, Delilli, Hissi, Sağlam Bilgi. BERKLE Y ... 54 Hissî yakîni yükseltmek iddiasında bulunuyor. DAVİD HİYUM 56 Tecrubî Şüpheciliği İTİKAD NAZARİYESİ — x n — ^ KANT ^^ Hakikat Mi'yân — Sağlam Bilgi îmân, Zan ve Rey İlmî Sağlam Bilgi Metafiziğin İmkânsızlığı îmân Ahlâkı POZİTİVİZM Kant'ın tenkidlerine dayanmadıkça Felsefî bir değeri hâiz değil�dir. Herbeıt Spencer ve mantıksızlığı NETİCE İKİNCİ FASIL MADDE BAHSİ İLK FEYLEZOFLAEIN CANLI MADDE NAZARİYESİ 80 Demokrit'in Atom Nazariyesi. EFLÂTÛN ••• 85 Madde Nazariyesinin karışık hale getirilmesi ARİSTO 89 Madde, belirgin olmayan kuvvet, Sûretin tamamen dışında bu�lunmaz. EPİKÜR VE STOA MADDECİLERİ 92 PİLOTİN •• 96 İkinci Eflâtûn Mezhebi Maddecilere karşı tepki. FENLERİN TEKRAR ORTAYA ÇIKIŞI ... 98 Yeniden ele alman madde meselesi GASANDİ ATOMCULUĞU DEKART 101 Maddenin özü imtidaddir. Hendesî Mekaniklik İSPİNOZA 105 İmtidad İlâhî sıfattır. Cisimler bu sıfatın muhtelif halleridir MALBRANŞ 109 Makûl imtidad ve Cüz'î cisimler LAYBNİÇ 112 Metafiziğin muhtelif dereceleri Maddenin üç hududu BERKLEY ve HİYUM ... 116 'Maddenin varlığını inkâr ederler — XIII -- 18. ASIRDA FRANSIZ MADDECİLERİ 118 KANT 121 Maddenin Mahiyeti Genişleme ve itme gücü ~ FİTHE, SELLİNG, HEGEL İ M Maneviyatçılara göre madde nedir? ALMANYA'DA MADDECİLİK ... 127 FÜYERBAH — BÜHNER — MOLEŞOT ÜÇÜNCÜ FASIL " NEFİS VEYA RUH 133 TALEZ'DEN SOKRAT'A KADAR 134 Cismânî ve Rûhânî arasmda gelişen fark EFLÂTUN ... ... 138 Âlemin nefsi ve ferdlerin nefisleri ARİSTO ... ; 140 Nefis ve Cismin sûri, aktif ve gâyeci illetleri ARİSTO'DAN SONRA 143 Rûhânî Mefhumu kalkıyor Epikürcüler Nefsin unsurları • Stoacılar NEFİS VE RUH 145 İBRÂNÎ İLÂHÎYATININ TESİRİ • AHDİ CEDÎD. YENİ EFLÂTÛNCULAR 149 Âlemin nefsi ve İnsanın Nefsi Nazariyelerinde yine Rûhânî mef�humu İLK HIRİSTİYAN FEYLEZOFLARDA ... ... 151 . Maddîlik ve Rûhânîlik çatışması ORTA ÇAĞ : UYANIŞ DEVRİ ... 153 DEKART 156 Nefis idrâk ile mahdûd. Nefsin belirgin varlığı. İSPİNOZA 158 Küllî nefis imtidâdın mânâsıdır. İnsanın nefsi de insan cisminin mânâsıdır. LAYBNİÇ ... 101 Monadlar Nazariyesi, Üniversel Nefis oluyor. — XIV -- AMPİRİSTLER ... 1Ğ5 Hops Maddeciliği Lok'un Kararsızlığı : , Hiyum ve Stuart Mil Realizmi 18. ASIR FRANSIZ ve 19. ASIR ALMAN MADDECİLİĞİ 170 KANT 172 MAHIZ AKLIN MÜŞAGABELERİ METAFİZİĞE DÖNÜŞ ... ... 175 FİHTE, ŞELLÎNG, HEGEL MUTLAK RUH İSKOÇYA VE FRANSA RUHÇULARI 179 DÖRDÜNCÜ FASIL MADDE VE NEFİS ~ CEVHERLERİN MÜNASEBETLERİ 183 SOKRATTAN ÖNCEKİ FELSEFE ... ... ; ... 184 Aktif ve Pasif Mebdelerin Birbirlerine Kanşması. EFLÂTUN ... ... ... ... ... ... ... ... ... 187 Maddede, cisimdeki mekaniklik nefsin gâyelerine tâbi ARİSTO ........ . ... ... ... ... 191 Madde, Sûret ve Alâkaları Nefis ile Bedenin Münâsebeti; RÛH. ARİSTO'DAN EVVEL RÛH NAZARİYESİ 195 Stoacılara göre Rûh Nazariyesi ALLAH VE ÂLEM NEFİS VE BEDEN TABİÎ İHTİLÂT Epikürcüler : Hayvânî Nefis — Nâtık Nefis. CALİNOS ... ... ... ... ... 199 Rûh Fiziyolojisine serbest şeklini vermiş. Beyinin, iliğin ve sinirlerin yaptıkları işler. İKİNCİ EFLÂTÜNCULAR MEZHEBİNDE . . ... .. 202 Nefsin münâsebetlerini anlamak zordur. KİLİSE ADAMLARI VE İSKOLASTİKLER . . ... ... ... 204 PEKART ... ... 208 İmtidad ile idrâkin karşı karşıya gelmesi. Nefis ile Bedenin bir�leşmeleri ve karşılıklı tesirleri. MALBRANŞ ... ... ... 212 Cevherlerin Münâsebetleri. Muadde illetler Nazariyesi. İSPİNOZA 215 Cevher birliği, imtidad ve idrâkin birbirine müvazî olarak geliş�melerini îzâh eder. LAYBNtÇ 219 EZELÎ ÂHENK NAZARİYESİ NETİCE 223 Dekart taraf darlarından sonra çalışmalar asıl davanın reddine yöneliyor. II İLÂHİYÂT FELSEFESİ BİRİNCİ FASIL ESKİLERDE VE ORTA ÇAĞDA DİN BAHSİ 229 ESKİ YUNAN İLÂHİYÂTI 230 Şairler: HEZİYOT ve HOMER İLK YUNAN FEYLEZOFLARININ ÂLEMİN OLUŞU FELSEFESİ 233 İYON MEKTEBİ — KSENOFAN Birden fazla İlâh Mezhebini tenkid KSENOFAN'IN PANTEİZMİ Dînî Şüphecilik SOFİSTLER FELSEFE OLARAK ALLAH'IN BİRLİĞİ Sokrat. Gaye İlletleri, Ezelî İnayet veya RUBÛBÎYET DİNÎ EFLÂTUN MEZHEBİ 238 HAYIR MİSÂLİ — İLÂHÎ HAYAT ALLAH'IN VARLIĞINA DELİL Ezelî İnayet — Şer — Eslâhiyet ARİSTO'NUN İLÂHİYÂT FELSEFESİ ... 247 Kuvve ve Fiil Mahız Fiil Mahız İdrâk İlk harekete getiren delili STOACILARIN İLÂHİYÂT FELSEFESİ 253 MADDECİ PANTEİZM Umumî İttifak delili Gâye illetleri Şer itirazı — Epikenamata Mezhebi Stoacıların Dindarlığı v ~ XVI — İSKENDERİYE İLÂHİYÂT FELSEFESİ 259 EKANİMİ SELÂSE İşrak Flezhebi — İniş ve dönüş Vecid (Fenâ Fil'lâh) ORTA ÇAĞDA DİN BAHSİ ... 263 SENT OGÜSTEN ... 264 Eflâtûnculuk ile Hıristiyanlığın birbirine benzeyişleri Hıristiyanlık İlâhiyâtının husûsî hatları TESLÎS VE YOKTAN HALKETME ORTA ÇAĞDA ALLAH'IN VARLIĞI DELİLLERİ ... 278 Aşağıdan yukarıya yükselme yolu Yukarıdan aşağı inme yolu SÛRÎ MANTIK BURHANI SENT ANSELM DELİLİ GONİLO'NUN İTİRAZLARI ALLAH'IN VARLIĞINA DÂİR DİĞER DELİLLER 287 İlletlerin sonsuz teselsülünün imkânsızlığı Âlemin mümkün olması delili İlk harekete getiren delili Gâye İlletler delili KEMÂL MEFHÛMU DELİLİ ORTA ÇAĞDA İLÂHÎ HAKİKAT NAZARİYESİ 292 ALLAH'IN BİRLİĞİ ve VAHDETİ VÜCÛD Sen Toma'nm İlâhiyât Felsefesi ORTA ÇAĞDA BİD'İ İLÂHİYÂT FELSEFESİ ... 300 Vahdeti Vücûd Umdesi Sahtekâr DENİŞ LAREOPAJİT JAN SKOT ERÎJEN Amori Döben, David Dödinan, Ekkâr İKİNCİ FASIL SON DEVİRLERDE DİN BAHSİ 307 Allah'ın varlığına dâir deliller. DEKART ... 309 Allah'ın Varlığına dâir üç delil 1 — Aklen imkân delili 2 — Sonsuzluk tasavvurundan çıkarılmış delil 3 r— Lemmî delil Kemâl tasavvuru vücûdu tazammun eder. — XVII — II BİRDEN FAZLA DELİLLER 316 İspinoza, Laybniç Malbranş, Bossue EZELÎ HAKİKATLAR DELÎLt KANT IN TENKIDI 321 Vücûdî Delil KIyânî Delil ^ Tabiî İlâhiyât Delili Bu üç delilin bir tek delile dönüştürülmesi Kant Delili, Ahlâkî Delil HEGEL 330 Vücûdî Delili Müdafaa ÜÇÜNCÜ FASIL İLÂHÎ HAKİKAT BAHSİ 335 DEKART'IN İLÂHİYÂT FELSEFESİ ... 335 Allah kendinin illetidir. Allah, ezelî hakikatlarm da yaratıcısıdır. Sürekli yaratış —^ İlâhî gerçeklik. MALBRANŞ ... ... ... ... 340 Allah'ı vasıtasız görmek Allah'ta görmek Muadde İlletler ESLÂHİYET İlâhî nizamdaki düzgünlük Yaratılışın sonsuz gereği İSPİNOZA'NIN İLÂHİYÂT FELSEFESİ ... ... ... 347 Cevher Birliği Allahın Sıfatları İdrâk ve İmtidâd İlâhî İhtiyâr ve Külli Zorunluk LAYBNİÇ 356 Eslâhiyet Metafizik Şer, Tabiî Şer ve Ahlâkî Şer Bayl'ın İtirazları Ahlâkî Vücûb — İlâhî İhtiyâr 19. ASIR ... 370 KANT'IN İLÂHİYÂT FELSEFESİ Allah, Ahlâkın Mevzûâsı İtikadın ilim yerine konulması — XVIII -- FİHTE VE ŞELLİNG Vahdeti Vücûdun müteaddid şekilleri IIEGEL'ÎN İLÂHİYÂT FELSEFESİ ... SOPENHAVER ve HARTMAN ESVEÎYE veya İNZÂRİYE İSKOÇYA FELSEFESİ ... Hamilton ve Mansel Dinî Tenkid OGÜST KONT Üç Hâl Kanunu — İnsanlık Dini HERBERT SPENSER ... Tekâmül Kanunu — Bilinmez Dîni FRANSIZ RÛHÂNÎ MEKTEBİ Viktor Kuzen — Emil Sese Rûhânî Teoloji. ÇAĞIMIZDA DİN FELSEFESİ NETİCE 378 311 379 381 383 386 389 397 399 DÖRDÜNCÜ FASIL ÂHİRET HAYATI BAHSİ SOKRAT ... EFLÂTUN Fedon Delilleri Daha önceki vücûd ve tenasüh akidesi ARİSTO'DA ÂHÎRET HAYATI ve NOÛS ... Şahsî olmayan ebedîlik EPİKÜRCÜLER ... Lükres Nefsin ebedîliğine karşı deliller STOACILAR İSKENDERİYE MEKTEBİ Yeni Eflâtûncular HIRİSTİYANLIK DEKART LAYBNİÇ TATAVVUR MEZHEBİ İSPİNOZA Birbirine uygun gelen mânâlar Mânâ ve Allah sevgisi Şahsî olmayan ebedîlik 405 407 409 412 416 418 421 422 424 426 429 — XIX 18. ASIR FELSEFESİ ^^^ Şari Bone, Son doğuş Mezhebi Jan Jak Ruso, Kant Zarûrî Müselleme FRANSIZ FELSEFESİNDE ÂHÎRET HAYATI 435 Rûhânîlik Mektebi — İnsanlık Mektebi HULÂSA - - ••• ••• 437 Kişi adlan Fihristi 441 Felsefî Terimler Sözlüğü 449 — XX -- — HAŞİYELERİN FİHRİSTİ — İyoniyâ tâbiri ve toplu adaları Kesin Bilgi ... . Rûhânî Mücerredler Hisbâniye ... . Subre Teslis Bir hile ... ... . İlmi Yakîn — Ayni Yakîn İstikrarın temeli Kant'm Kaziyeleri ... Sağlam Bilgi Substence kavramı ... Numen'i bilmek İbni Sina'nın bir sözü Parmenides'in fikirleri Eflâtûn'a göre vücûd Hylos Nukle İbni Sina'nın bir tarifi Demokrit Maddeciliği Halâ Mekanik Hakikî İllet Tahayyüz Ahlat Tekevvün Pnevma Rûh Ahlâkî Rûh Nef îs Mevzua, Mahmule Âlemin küllî nizamı İslâm -Tasavvufunda bir husus 27 5 13 16 21 25 6, 277 39 50 61 64 65 68 68 81 82 87 89 90 91 93 103 107 112 114 140 145 146 148 151 152 164 176 X XI - Tavtia ve Spontane ... ... Aristo'ya göre varlık İbni Sinâ'nm Anatomi ve Fizyolo. Ferd, Dört. hilt ve mizaçlar ... ... Otomat Eşyanın hakiki illeti Nefîs ve beden Kaos ... Îtîkadî hükümler ... Manevî ve ahlâkî İlâh Misal — İdea ... Hareket ve Tasavvur Mürcîe Mezhebi Eflâtûn'un İlâhîyât Felsefesi Hikmet delili Arabi'nin Allah (c.c.) hakkında b Beş Sifir Dinler hakkında Yoktan varetme Alâ — Ednâ ... Kübrâ — Suğra ... Allah (c.c.) hakkında Mezhepler İlletlerin sonsuzluğu İhtisas delili Areopage ... Görme ilmi ... Allah (c.c.) 'm vücûdu vaciptir Sujet — Objet Mahmul tasavvuru Kant'm itirazı Takaddüm hakkı Asü gaye illet İmam Eş'ârî'nin görüşü Eslâh ' Serbest irâde Temânu Hıristiyanlıkta Mâbûd Nlrvana Âlemin vücûdu Âhîret hayatı hakkın sozu da fikir en ... 188 ... 192 . . . 20 0 ... 205 ... 206 ... 208 ... 212 ... 223 230, 266 ... 231 ... 237 ... 238 ... 241 ... 244 ... 245 ... 254 ... 255 ... 264 ... 267 ... 26 8 ... 279 ... 281 282, 283 ... 285 287, 288 ... 291 ... 292 ... 295 ... 296 ... 308 ... 323 ... 325 ... 343 ... 345 ... 355 364, 367 XXII - l SESLENİ Ş (HUTBE ) Hamtl ve minnet Sana'dır Yâ Rabb! Ey Yüce Rabb! Sen, şu görünürdeki ayrılığı içteki kavuşmaya ulaş�tırmasa idin, ben beni görmez, seni sezmezdini. Anlayanlarla bir halli olmak, anlamayanlara da yol göstermek istemezdim. Sen, bana, vicdan dedikleri bir buluş, vücud dedikleri bir bulunuş bağışladın. Ben, bu bu�luş ile, kendimi kendimde buluyor, bulunuşuma eriyorum. Bu sayede, başka varlıklara varıyor, vicdanlarını kendime katıyorum. Vicdan, her an açıkça görünen, besbelli bir ilk olay, vücud ise bu aynaya aksetmiş başka bir olay. Vicdan, vücudu, kendinden önce gelen zarurî bir şart buluyor. Bu suretle, vücud, vicdanın ilişiği olan ilk şey oluyor. Vücud olmasa vicdan olamayacak, vicdan olmasa vücud açıkça görünemeyecek. Kişinin vicdanı ile vücudunun birleşmesinde senin mi�sâlin, yani vekilin olan nefis, âlemin vicdanı ile vücudunun birleşme başlangıcında da sen kendin belirmekte. Ey Rabb! Sen bizi böyle, bir taraftan vicdan, bir taraftan vücûd adında iki olaylar zinciri içinde yüzdürüyorsun, içimde, dışımda, her an birer hal noktası olarak uçuşup duran olay parıltılannı fırlatıyor, birbirlerine bağlayıp, taneler, diziler, cüzüler, küller, hey'etler, toplum�lar, milletler, devletler, hasılı âlemler gösteriyorsun. Ey ezelî hikmet sâhibi! Şu, cisimlere aid olaylardan çekim, manevî oIayİ9.rda da ruh denilen iki kavuşma başlangıcı olmasa idi, bu yıldızlar - - XXIII — ve bu düzenden oluşanlar nasıl bulunacaktı? Fikirler ve akıllar nasıl tutunacaktı? Atom tasavvurunun çıktığı o olaylar noktalarından, ma�tematiğin adetleri ve boyutları, fiziğin mekanik büyük eserleri, kimya�mn atom unsurları, hayatın uzvî hücreleri, tabiat tarihinin nebatları, hayvanlan ve cansızları, tabiatın cisimleri, astronominin yıldızları, yıl�dızların düzenli âlemi nasıl derlenir toplanır, toparlanıp da zaman için�de nasıl sürüklenirdi? Ey varlığı için başkasına muhtaç olmayan örneksiz yaratıcı : Sen hadiselerin tozu dumana katmasından, bize, o iki ulaşma başlangıcı al�tında, iki âlem verdin vc veriyorsun. Çekimin kavramında madde olan�lan, ruhun kavramında da mânâ olanları uçuruyorsun. Fennin kabul ettiği Esir buluşu ile tabiatın sonunu hallettik sananlar ne kadar va�nıhyorlar. Düşünmüyorlar ki eğer Esir, tek başına uzay gibi, bitişik bir birim ise, onun bir kısmı nasıl harekete gelebilir? O akan deniz nasıl dalgalanabilir? Yok Esir müstakil parçalara bölünmüş ise, her parçanın öbüründen ayırt edilmesi bir ayrılmaya bağlıdır. O halde, bir küçük parçanın hareketini ötekine geçiren vasıta nedir? Bir yerden başka yere geçmek için başlangıca lüzum kalmadan bir küçük parça�nın hareketini diğer parçaya sıçratmak mümkün ise, ışığın geçmesi için Esir faraziyesine ne hacet vardı? Haydi çekime bir cevher niteliği ya�kıştırarak madde olanları birbirine bitiştirelim. Ruha da bir cevhcr niteliği yakıştırarak mânâ olanları birbirine ulaştıralım. Fakat, bu iki kavuşma başlangıcı, birbirlerine karşı, her bakımdan, ayrı kalabilir�ler mi? Öyle olsa idi benim onlardan ne haberim olurdu? Ruhlar ile cisimler arasında ne münasebet bulunurdu? Nefis ile beden birbirlerile nasıl içli dışlı olabilirlerdi? Halbuki ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zilınimde, memleketimin cisme dair bütün hatıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum.. Meselâ, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kayna.ştığmı duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile, (Ben) dedighn nefsimde karar kıldıklannı anlıyorum. Cisim ile ruhun bu buluşması olmasa idi Ben şu kalemi ve hatta o kalemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl ta�nırdım? Elimde kalemi nasıl oynatırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutupları yerindeki o iki kavuşma başlangıcı ara.smda, daha mühim vc daha bü�yük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki : ruh ile beden biıieşebiliyor 1ar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyo�rum, (Ben) diyebiliyonım. Ruhanîliği ve cismanîliği toplayabiliyoram. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dedi�ğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varhğın kabulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fakad arefe — XXIV -- rabbehu - Nefsini bilen rabbini bilir) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorıım. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (başı olmayanlara), lâye�zallere (sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi nice nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarmdaki münasebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardaki�ni kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğimi, .^ahid olduğum vic�dan ile, onlardaki birliği de ksyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidrc-i Müntelıası, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Errahmanü ale-rars-i'- stevâ) bUHun belirdiği takta asılmış bir ledün kitabesi. Bu ni.saneyi gö�rüyorum. Tekliğinin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâilahe İJ�Jallahü vahdehu lâşerike lehu) deyip bu Teklik dershanesine giriyorum. Ya Rabb! Bu gördüğüm Sen misin? Yoksa, küllün nefsi âlemin nefsi, en büyük insan, kâmil insan denilen vekilin, Halifen midir? Ben buraya olaylar içinde geldim. Hem nefsimle değil ruhumla geldim. Ru�humla kavuştuğum ve (Ben) diyemediğim bir birlik ba.şlangıcına var�dım. Nefsimden geçtim, bütün nefislerden de geçtim. Fakat, bu geçiş, az çok sonu olanlar içinde bir geçiş. (Ben) diyemiyorum. Lâkin yine bir Ben gölgesi içindeyim. Demek ki, birliğe varırken, vicdan ve vücudun mutlak değerlerile birliklerine değil, henüz vicdan mahiyetinde olan izafî birliklerine vardım. Bu bakımdan, henüz sana değil. Bir oluşunun arşına geldim. Gerçi, olaylardan doğrudan doğruya sana atlamak yol�ların en kısasıdır. Bir âlemin nefsi, bir olaylar cevheri tasavvuru edin�mek seni bulmaktan daha kolay olmamakla beraber, vicdan merhale�lerine bir merhale daha ilâve etmek demektir. Onun için, bunu bırakı�vermek ve olayların vücudunu senin vücudundan ibaret görmek, sana yaklaşma aşkına daha elverişli görünür. Halbuki, olayların bahsi ge�çen başlangıçlarda görünen izâfî yokolmamalarını silmeden, vücudunu olayların vücudunun üstünde görmek, seni, yalnız vicdanın ilgilendiği şey olan ve vicdanın hizasında bulunan, meydana getirilmiş vücud gibi, yalnız ve bizatihi bir vücud değil, vicdan ve vücudun mutlak birliğini sağlayan mutlak hak bilmek ve cevher olmaktan daha yüce bir kendi kendine ve kendiliğinden varlık olarak tanımak, melekût âleminde ge�zerken, daha büyük bir yükselişe nâil olmaktır. Uzak sefer görgüyü ço�ğaltır. Bu çoğalma ise mutlak kemâline bir mertebe daha yaklaşma�dır. Evvelki yolda, Sen, apaçık olarak. Mutlaksın. Her vücud senin ol�duğu için, vicdan seni, mutlak vücud ile aşikâr şekilde bulmuş olur. İkinci yolda hem aşikârsın, hem nazarisin. Vicdan seni, kendi payına apaçık, vücudun payında da nazarî olarak bulur. Apaçıklığın ve naza- — XXV -- rîlîğin bir araya getirilmesi de, Tek oîmana daha uygun görünür. Gö�rünürdeki ve içteki ismi bu mânâda anlamak evvelki mânâdan daha fazla akla gelir. Hasılı ; Seni arşta tanmıak, arşm üstünde tannnak meselesinde, is�tiva meselesi denilen bu karışık îmân içinde, vicdan ile vücûdu karış�tırıp (Ene-l'hak = Hak Benim) diyenler olmuş. (Ben) i yok etmeden sana varanlar, vücud olarak değil, vicdan olarak vardıklarmm farkına varmamışlardır. Sana vücud olarak varanlar kendi vücudlannı yoket�miş bulunurlar. Çünkü, vücudunun karşısında diğer vücudlar mahvol�mak mecburiyetindedirler. Göz ile görmek bile vicdanî bir buluşma de�mektir. Cemalini görenler (Ente Rabbi lâ-ilâbe-illâ ente, halakteni) di�kebilirler. Mansur Sana geldi ise (Ene-l'hak = Hak Benim) dediği za�man değil, asılıp, (Ben) den tamaniile soyulup çıktığı zaman gelebilmiş- (ir. Taklid edenin (evhidi (Lâilâhe illâllâh) ârif olanın tevhidi (Lâilâhe illâ ente) dir. (Lâilâhe illâ ene) ancak senin tevhidindir. Ey Rablerin Rabbi ve cy Hakkın ve Doğrunun ınerciî! Seni arayan�ların çoğu, ya kör bir tabiat veya köhne bir kuvvet sandılar. Yapar, yıkar, anlayıp anlatamaz dediler. Bunlar, hitabına nâil olan peygam�bcrlerindeki sırrını idrâkten âciz kaldılar. Sana yalvaranları gaflet için�de, söylediklerinde meşgul olanları câhil farzettiler. Bihnediler ki senin sözün olmasa idi insan sözü olmaz idi. Sen anlatmasa idin, Âdem (A.S.) isimleri bilemezdi Anlattın, buyurdun, buyurduklarını duyurdun. On�lar da, bize duyurmak, aç gönüllerimizi doyıırıııak için, dik kafalı inad�çılaıia uğraştılar. Neınrudlarla, Firavunlarla boğuştular. Ebu Cehiller�le döğüştüler. İnsanlara sağ bir vicdan, vicdanlara noksansız bir hürri�yet nuru doğdu ise, bunlarla, sonradan bunların yerini alanlarla doğdu. Ey ululuk güzelliği! Seni sevenler sevişir, sevmeyenler döğüşür. Peygamberler seni sevdiler, düşmanları kardeş yaptılar, hakkı, hukuku (anıttılar, milletler meydana getirdiler. İlmi ve veliliği miras bıraktı�kır. Kelâmın olmasa idi onlar olmazdı. Onlar olmasa idi, insanlık, fazi�letli toi)Iumculuk ruhunu duymazdı. Firavunlar, Neınrudlar; o millet lerin üzerinde, kahredici baskılar ve bencil aldatmacalarla, zorba hükü�metler kurmak istiyorlardı. Halkı, kendilerine, heykellerine, resimlerine taptırimak sevdasında idiler. Kardeşleri birbirine düşman yapıyorlardı. Çünkü, insan ruhuniın sonsuz temayüllerini üç günlük ömrün içine sığdırmağa çalışıyorlardı. Başı ve sonu olmayanın gönüllere aksi de�mek olan sınırsız emellerin tecellilerini yeteri kadar kuşatabilen ebedî liğin, sonsuz genişliğindeki keyif ile j etinnıekten habersiz bulunuyorlar�dı. O sınırsız emel, o iş zorlaması, akıllara uyuşukluk, kalplere sıkıntı veriyordu. Sevgiyi düşmanlığa, aşkı ihtirasa, irâdeyi entrikaya, hürri- ~ XXVI — yeti esirliğe çeviriyordu. Hak meclisinde j^er bulamayan fânî gönülleri, ihtiras heykelleri içinde yerleşmek için, şehvetler âleminde boğuşturu�yordu. Ey kitap indiren! ve ey bulutlan yürüten! Hâlis sâlevâtıuı ve bol selâmuiî o büyük peygamberlere ve bilhassa son peygamber ve temiz kullannuı efendisi olan (MUHAMMED BIUSTAFA) (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerine hediye eyle ki birliğine şehâdeti (Ve eşlicdü enne Muhammedün abdühu ve resulühu) iman vesikasile tekid ederek, insanlığı, canlı ve cansız putların esirlik boyunduruğundan kur�tarmış, Firavunların, Kayzerlcrin, kisrâların zorbalık binalarını yıka�rak, vicdanlara hürriyet zevkini tattırmış ve bu zevkin, karşılıklı tam bir uyuşmadan doğan faziletli bir toplumculuğa ve bunun da. hakkın ortaksız hakimiyetini temsil eden, üstün bîr kulluğa dayanabileceğini anlatmıştır. HAZRETİ MUHAMMED'in tuttuğu meşaleden yayılan lahûti nur�ları ahp insanlık âlemine ilim ve iş olarak dağıtan ve medeniyetin hak ve hakikatini tebliğ eylemiş olan (MUHAMMED) Ashabını, rahmetinin cennetile meramranna eriştir. Devrin en şiddetli toplum sarsıntılarına uğrayan Müslümanların uyanışlarını tamamla ve kalplerini, bir Tek oluşunun arşından, yeni yeni feyizlerle doldur Ya Rabbi! Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. 8. Haziran. 1923 Elmahh Haindi YAZIR XXVII - D î B  C E (ÖNSÖZ) Köşesine çekilmiş bu âciz, Elmalıh Hamdi, babası Numan, babası Mehmcd, babası Bekir, babası Hasan, babası Bedrettin, mekteplerde ve medreselerde tahsil devrelerini tamamladıktan sonra, uzun seneler muhtelif İslâm ilimlerini ve bilhassa onbeş sene kadar (Fıkıh) okut�makla meşgul olmuş ve bu sırada Garbin hukuk esaslarını tanımak ve İslâm Şeriatının insanî ve içtimaî kıymetile Garp hykukunun ilmî mu�kayesesine ve medenî mukabelesine dair bir fikir edinebilmek için, Fransız lisanından da bir az bir şey bellemiş idim. Bu hukuk vadisinde dolaşan âciz çalışmalarım, Anayasa hukukundan Umumî felsefeye bir bakışta bulunmak ihtiyacını gösterdi. Tahsil hayatımda, devamlı ola�rak üç dört seneyi işgal eden Felsefe ve Kelâm öğreniminin semeresi olarak, felsefî bahis ve doktrinlerle geçen aşinâhğım, pek az bir lisan bilgisi ile, bu ihtiyacımı gidermeğe yardım etti. Fransız kitapları oku�duğum halde, İngilizlerin ilim tasnifleri mizacîma uygun geldi. Man�tıktan başladım. Bu münasebetle (Darü-1'hilâtc) medreseleri namile yapılan yeni teşkilâtta (Süleymaniye) Medresesi Mantık Müderrisliğile vazifelendirildiğimden, İngiliz feylezoflarından (Alexandre Bain) nin (İstintacı ve İstikraî Mantık) adını alan ve (Stuart Mili) mantığından sonra olan kitabını terceme edip okutarak Mantık ve diğer fenler hak�kındaki yeni fikirlerin İslâmdaki mantık ve ilim telâkkileri ile münase�betlerini araştırırken, felsefe tarihinin ehemmiyeti kendini gösterdi. Bu bâbta müracaat ettiğim eserler içinde, Fransız feylezoflarından müte�vaffa (Faul Janet = Pol Jane) nin (Metâlib ve Mezâhib) adını taşıyan «Felsefe Tarihi» ni tam manâsı ile ilmî ve felsefî, ve eşsiz toplu bir eser buldum. Zamanımıza kadar gelen garp felsefe cereyanına tam bilgimizi bu eserin karşılayacağını ve bunu okuyacak İslâm âlimlerinin garp fi�kirlerini dağınık vasıtalar içinde aramaktan müstağni kalacaklarını an�ladım. Felsefe tarihi hocalarından bir hayli kimseye bunun tercemesi�ni tavsiye ve rica ettiğim ve vaadlar aldığım halde, kimse bu vaadim yerine getirmedi. Vaktaki; şu bir iki sene zarfında bütün resmî meşga�lelerden vareste ve bütün derslerimden ayrı kaldım. Bu sırada, bu ki�tabın (İlâhiyat Felsefesi) kısmından başlayarak aşağıdan yukarıya ter- — XXVIII -- eemesine koyuldum. Evvela bunu, sonra (Metafizik) kısmını tamamla�maya muvaffak oldum. Bu iki kısım, bizim en büyük felsefi ihtiyacımı�zı kavradığı için, diğer kısımları beklemeden, neşredilmesini ve klasik kitapların yani; (Kütübü Münakkaha-i Müdevvene = Yazılmış veciz kitaplar) in lisanımıza nakil ve tercemesinden pek ziyade bahsedilen şu zamanda, bunun bir başlangıç oluvermesini temenni etmekten kendi�mi alamadım. Senelerden beri devam eden ilmî çalışmaları durdurul�muş ve o çalışmaların müktesep bir vatan ücreti olan geçim imkânları kesilmiş ve bu sebeple hususî hayatı yeis verici bir hale gelmiş bulunan bir kimsenin bu iştigali, bir küstahlık ve bu temennisi bir hayal sayıl�mak lâzım gelirse de, ilme mübtelâ olmanın böyle bir tecellisini mazur görmemek ve vazifenin yapümasında Hakkın rızasından başka bir gâye gütmeyen muztarip bir kalbe Hazreti (IVlüsebbibülesbab) in mutlak inayetinden ümid kestirmek de doğru değildir. Filhakika, ilim dostu bazı fâzıl kimselerin, ilâhî sevk ile, kitabın basılma masraflarını üstlerine almaları bugün bu eserin yayınlanması�na imkân verdi. İhtimal ki; bu eser, aslının kıymeti ve tercemesinin sâ�deliği ve açıklığı ile, gerek Şeriye ve gerek Maarif Vekâletlerinin rağ�betine nâil olabilirdi. Fakat, bu rağbetin sonradan zuhûruna mânı olmayan ve belki onu daha ziyade kolaylaştıracak olan bu şahsî teşeb�büsteki fedakârlık, eserin neşrini çabuklaştırmak bakımından, daha uy�gun görüldü. Eski bir fıkıh müderrisinin böyle garptan nakledilmiş bir felsefe eserinin neşrinde Hakkın rızasını gözetmek iddiası bir az garip görü�nür. Fakat, bugünkü hayat şartları altındaki yeni ihtiyaçlara göre, İs�lama hizmet ile kendisini mükellef bilen ve başka lisana aşina olmayan İslâm âlimlerinin kendilerine yabancı bilgileri tamamlayacak, fikir ça�lışmalarını açarak hedef tayinlerine vesile olacak böyle bir eserin mü�talâasını kolaylaştırmaktaki iyi niyet dikkat nazarına alınırsa, bu ga�râbet zâil olmak lâzım gelir. Âhîrete âid maksadları dünya maksadlarile icrâ etmek İslâm Şe�riatında hoş görülmezse de, dünya maksadlarını âhiret maksadları ile tatbik etmek o nisbette hoş görülür. (Utîtti ıılûmelevveline velâhirin) hadisi şerifinden anlaşılacağı üze�re, (Aleyhlsselâtü Vesselam) Efendimiz, Evvelin ve Âhirinin ilimlerine mazhariyetle mümtaz idi. Onun vârisi olan ümmetin de bu mazhari�yette bulunması iktiza eder. Bu sayededir ki o ümmet, diğer ümmetler için (Mabihilistishad = Örnek alınacak) bir kemali hâiz olabilir. İlmî servetleri tam olan milletlerin ölüsü de dirisi de, noksanları olan mil�letlerin medenî mercileri olagelmiştir. — XXIX -- islâm Milleti (Vecealnaküm iimmeten vasatan litekûııû şühedâe alennas) sırrına mazhar olmak için (Ve yekûnürresulü aleyküm şehi- • den) gereğince, Hazreti Resulullahı örnek ittihaz edebilmeli ve diğer ümmetlerden istiğna ile tam istiklâle sâhip olmalıdır ki; yalnız Allahın dergâhı önünde rükû edebilsin. Halbuki, bugünkü ümmet, geçmişlerinin ilimlerini zayi etmekte bulunduğu gibi, yeni ilimlerde de, her bakım�dan, noksan olduğu için, İslâmın şevketinden hisse alamamış, garp mil�letlerine karşı ilmî noksanı ile onlar, Allah korusun, her bakımdan ben�zemek tehlikesile karsı karşıya gelmiştir. Garp âlemi, bizim din ve Kur'an ilimlerimize varıncaya kadar en mühim kitaplarımızı terceme ederek kendi malûmatına zam ederken ve (Şârânî) nin (Mizan-ı Kübra) sını bile o yolda mütalâa ile İslâm usulünü tahrif edecek neticeler çıkarmağa çalışırken, biz niçin onların ilim ganimetlerinden mahrumiyet içinde kalalım ve niçin, bu mahru�miyetten kurtulmak maksadile, mütemadiyen kendimizden çıkıp onlar gibi olmağa meyledelim? Kur'an-ı terceme edip okuyan ve İslâma kar�şı onunla da silâhlanan Firenkler, Müslüman olmuyorlarsa, onların fel�sefelerini okuyup anlayacak ve kendilerine karşı bununla da silâhla�nacak Müslüman niçin Firenk oluversin? İslâm ehlinde göze çarpmağa başlayan ve hoş olmayan meyil, onlardaki sermayenin ilmî dehamızla işletihnemiş ve eş kıymetlere olsun çevrilmemiş olmasından ileri gel�mektedir. Böyle olmasa, hakikatin aleyhimizde bulunmasından ileri gelse idi, durum korkunç olurdu. Halbuki; yakında işaret edeceğim gi�bi, hakikatin bütün esası bizdedir. Bizim dinî hakikatlarımıza tam bir mutabakat halinde yerleştirilebilecek olan ilim ve fenler, onlarda dal�dırma suretile ve tam bir sapıklık içinde gelişebilmiştir. Ferdler, ekse�riya, 14-15 yaşlarında buluğa ermeğe, çocukluk devrinden gençlik dev�rine atlamağa başladıkları gibi, galiba Milletler de 14 üncü ve 15 inci tarih asırlarında başka bir uyanışa, başka bir hayata geçiş devresine giriyorlar. Avrupa uyanışı 14 üncü milâdî asır içinde başlamış idi. İs�lâmın hicrî tarihinde, içinde bulunduğumuz aynı asırlarda da büyük bir uyanışın başladığını görüyoruz. Bugün bocalayıp duran bu uyanış cereyanı, henüz ruhî şuura erememiş ve nefsî birliğini toplayamamış olduğu için, gayet tehlikeli bir devir geçirmektedir. Allah korusun, içtimaî vicdanını kaybederse, uzun müddet felâket dalgaları içinde kıvranacak ve hiç bir milletin cemiyet sulbuna gire�meyecektir. Cenab-ı Hak'tan temenni ettiğimiz gibi, içtimaî vicdanını kaybetmeden, bu uyanış devrelerini takip edebilirse, aklına ve güzelli�ğe, ruh ve bedenine tam bir metanetle düzen verip, yakın bir istikbalin en büyük bir milleti olarak ortaya çıkacak, bugünkü medeniyetin has�talıklarından sıyrılmış. sıhhatli bir hayat ile bütün milletlerin örnek — XXX -- alacakları bir seviyeye gelecektir. Her halde İslâmm 20 inci asrı Avru�panm 20 inci asrından pek çok mütekâmil bir mertebede olacaktır. Bizi Avrupa içinde eritip kaynatmağa çalışmak bir dalâlet ve fakat Avrupayı bizim içimizde eritip kaynatmağa çalışmak, bilakis, bir veci�be demek olacağından, bu maksada dayanan bu tercemtsyi bir hayır eseri addetmekte tereddüt etmedim. Ana kitaplardan sayılan bu eserin hemen hemen benzeri yoktur. Şimdiye kadar bu tarzda bir Felsefe Tarihi yazılmamıştır. Paris Üni�versitesi Edebiyat Fakültesi azâsından Felsefe Profesörü (Paul Janet) ile ayni fakülte konferans muallimi (Gabriel Seailles) in müşterek ça�lışrrmlarile meydana gelen ve fakat (Paul Janet) nin felsefî ihatasına daha ziyade borçlu bulunan asıl eserin dîbâcesinde müellifler şöyle di�yorlar : «Takip ettiğimiz fikir gayet basittir. Fakat, bunu bulmak ve icra mevkiine koymak göründüğü kadar kolay olmadı. Çünkü, bizden evvel kimse bu yola girmemiş, Fransa, İngil�tere, İtalya, Almanya'da, hasıh hiç bir yerde, bu esas daire�sinde değil, buna benzer bir eser bile yazılmamıştır. Doktrin�ler Tarihi daima felsefî meslekler tarihinde gizli bulundu�ğundan, onları bunlardan ayırıp çıkarmak mühim çalışmala�ra bağlıdır. Bu yapıldığı takdirde de noksan kalmaktadır. (Meselâ itiyad veya lisan meselelerini ayrı ayrı takip eden bir tarih bulunamıyor). Ne bulunursa bir takım asıl bahislerle karışık olarak, ikinci derecede ve hülâsa edilmesi güç bir çok kayıtlar ve vasıflar içinde dağılmış ve perişan, tertipsiz ve bir�likten mahrum halde bulunuyor. Bu bakımdan biz, bu nok�san ve perişan parçaları toplayıp terkip ederek bir kül mey�dana getirmekle faideli bir şey yapmış olduğumuza kailiz. Bu itibarla, işbu eser, sade bir tarihten, bir nakilden ibaret kal�mayıp felsefî bahis ile Felsefe Tarihi arasında mutavassıt ilmî bir hassayı hâizdir. Felsefe, bu yolda, tarihile, muhte�lif doktrinlere ayrılıyor ve gâyet ilmî bir surette arz-ı vücut ediyor. Her bahiste, fikrî hareketler, bütün cereyan siLsilesile, görülüyor, zannedilenin aksine olarak, felsefe, bize kendisini diğer fenlerden farksız bir halde gösteriyor. lîer meselede, za�man şırasile yapılmış olan ilâveler göz önünde bulunuyor. Bir takım ihtilâflar varsa da bunlar, felsefeyi yeni zeminler üze�rinde tabaka tabaka kesiksiz yükseltip gâyet toplu noktalara ve pek yüksek tasavvurlara çıkarmaktadır. Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir : Bir bahis, bir na- — XXX I — zariye, bağlı bulunduğu meslek itibarile, bir mânâ ifade ede�bilir. Ondan ayrıldığı takdirde, uydurma ve manasız bir şey kalır. Her felsefe bir sanat eserini ihtiva etmektedir ki par�çalandığı zaman lâtifliğini kaybeder. Evet, şüphesiz böyledir. Fakat, biz, o nazariyeleri ve halk suretlerini mesleklerin umû�mî temellerine ve küllî kaidelerine bağlayıp bizzat o meslek�leri de muhtelit görüş noktalarmdan göstermeğe çalışacağız ki, bu suretle, meslekler, birliklerini zayi etmeden, gelişmele�rini arttırmış bulunacaktır. Daha ileri gidilerek sorulabilir ki : Felsefe de tarihi yapı�labilecek değişmez nazariyeler var mıdır? Aristo'dan Dekart'a, Dekart'tan Kant'a gelinceye kadar felsefî fikirde vâki olan büyük ilerlemeler, hep yeni bir yol bulmak ve eşya hakkında yenilik getiren bir görüş keşfeylemek ve geçmişteki nazariye�ler yerine, o zamana kadar konulmamış yeni nazariyeler ika�mesine girişmekten ibaret değil midir? Yeni bir felsefe, bilgi ve vücud nazariyesinin şekil değiştirmesinden başka bir şey midir? Evet, meseleler ayni hudut içine konulmuş olarak kal�mış değildir. Her zaman, yeni bir meselenin zuhur etmesi ve o zamana kadar görülmemiş olan bu meselenin de çıkış şekli ve zamanının kaydedilmesi mümkündür. Ve sonra, evvelce bilvesile bahsedihniş, ikinci derecede bir meselenin, yeni bir mesleğe öncelikle girdiği de vâkidir. Fakat, her ne olursa ol�sun, bir takım aslî bahisler (matlaplar) vardır ki; bunlar ru�ha, bizzat eşyanın tabiatından akseder ve meslekten mesleğe değişip durur. (Meselâ bazan -Nefs-i âlîm- ve bazan da -Vi�fâk-ı mukadder, namını alır). Bir de, gerek nazariyeler ve ge�rek bunların halli için tatbik olunan faraziyeler hudutsuz de�ğildir. Ruhun tabiatı bunları sınırlandırır ve, devirden devire tekrarlanarak ortaya konulmak suretile, tekemmül ederler.» - Malûm olduğu üzere, bir felsefe demek, uınumî veya küMÎ bir mev�zu dairesinde, felsefî nazariyeleri ve meseleleri, yeni bir buluş veya es�kisinin devamı olarak, hususî bir meslek şeklinde, bahis ve münakaşa mevzuu yapmak ve buna muhalif olan meslekleri de tenkid etmektir. Bir felsefe kitabı deyince, bizce, zihne gelecek olan böyle bahisleri ih�tiva eden kitaptır. Bütün felsefe zevki de bundadır. (Mekasit ve Meva�kıf) in bizdeki ehemmiyeti de bu haysiyetteki nakahat ve cemiyetlerin�den doğmuştur. Felsefe davalarını ilk önce böyle belli bir meslek üze�rinde tahsil ile ilmî bir meleke kazanmamış olanlar, felsefe kitapları�nın mütalaasında ekseriya ruh buhranlarına düşerler. Mesleklerin en büyük faidesi de mütalâada ruh birliğini sağlayabilmektir. Çünkü, bü- — XXXII -- tünlüğü bozulmuş olan ruhların hakikat ile münasebetleri kesilir. Fi�kir daima cevelan halinde görülse bile vicdanî (itkan) kalmaz. Her şeye ayrı bir görüş ile bakmak ve bir şeydeki muhtelif görüşlerin ayırt edilmesine ehemmiyet vermemek, vicdan ile vücudun hakikî irtibatla�rının bozulmasından ileri gelir. Bunda şahsiyet bozulur. Neticede (iç�timaîlik) yara alır. İlimde ve felsefede asıl iş, birbirinden farklı ma�lûmatı yığmak değil, o malûmat arasındaki münasebetleri tensik ede�rek, mutlak bir çoğunluğa varmak demektir. Bugün âciz kalemimin tavassut ettiği bir kitap işidilince, ilk bakışların bu cihete dönük ola�cağı hatıra gelir. Fakat, bir meslek kitabında bu gayeye ermek için bütün felsefe tarihini de bilmek iktiza eder. Bütün malûm Felsefe Ta�rihinin bir meslek kitabma konulması ise, (Şerh-i Mevakıf) eserinde ya�pıldığı gibi, hem kısır kalmış hem de zorluklara sebep olmuştur. Bu itibarla, felsefe tarihinin ifrazında, meslekî mütalâa için, büyük bir tahsil faidesi vardır. Ancak, gerek maruf olan Felsefe Tarihi kitapları ve gerek felsefe Kamus ve Ansiklopedileri ile iktifa etmek perakende kalmak demektir. Süleymaniye câmi-i şerifinin her penceresini, her kö�şesini, hasılı, sanatlı her noktasını ayrı ayrı resimler ve izahlar altında tafsilâtile anlatmak ve bu tafsilâta sanatın bütün inceliklerini sığdır�mak, ne kadar mühim bir iş olursa olsun, o camiin umumî şekli hak�kında bir hayal edinebilmek değildir. Yalnız bunları bilen, her halde umumî, basit bir resmin vereceği açıklık ve bilgi hakikatından mah�rumdur. Fakat, o kısımları ile birlikte aralarındaki münasebetler de tanzim edilir ve neticede küllî bir suret dahi tesbit olunabilirse, bilgi vazifesi tamamlanmış olur. İşte, meslek bu işi görür. Bunun içindir ki, felsefe mesleklerinin de her bakımdan münasebetlerini tesbit ve birleş�tikleri cihetleri ve hal suretlerinin vâsıl olduğu -kendilerine mahsus�kisveleri anlayabilmek, ayrıca ilmî bir kemaldir ki; bunu işbu kitap dikkat nazarına almıştır. Bu sebeple bu kitap, müelliflerin dediği gibi, hem nazariyelerden tam olarak bahsetmiş, hem de bunları tarih olarak nakletmiştir. Mütalâa edilip geçilecek bir kitap değil, okunup okutula�cak bir kitaptır. Malûm ya, her ilmin bir nakilciliği bir de akılcılığı vardır. Ne nakil ilimleri akü hissesinden müstağni, ne de akıl ilimleri nakilden vareste�dir. Terakki, geçmişteki kıymetlerden müstağni olmak değil, onları yeni değişiklikler ve keşiflerle daha mütekâmil kıymetlere ulaştırmaktır. Başka j3ir deyişle, geçmişlerin servetine geleceklerin servetini zammey�l^ektJr. Amr İbni As Hazretlerinin dediği gibi, akıl (Zanda isabet et�n^k ve ohîiıış vasıtasile olacağı bilmek =: Eiisabetü bizzan ve marifetü mayekûnü bima kadkâne) diye tarif edilebilir. Filhakika, vâkıaların geçmişteki seyrinden gaflet edilerek vâsıl olunacak fikrî buluşlar, şâi- — XXXIII — III râne olsa da, iptidaîlikten çıkamazlar. Ustasız sanatkâr, hocasız âlim, ne kadar kabiliyetli olursa olsun, istidatlı bir talebe olmaktan ileri ge�çemez, meğer ki; doğrudan doğruya: bir mû'cizeye mazhar olsun. Hal�buki; mûcize devri geçmiştir. İçtihad devri açılmıştır. İlimlerin akılcı tarafını ve bugünkü rolünü ihmal edip sırf nakilci tarafını tesbit ile uğraşmak iskolastik denilen taklid mertebesinde sayıp durmak demek�tir. Bu ise, hakikatin canlılığından ve canlı noktaları bulunduğundan gaflet eylemektir. Buna mukabil, ilimlerin nakilci tarafını ihmal edip sadece akılcılığı ile meşgul olmak ölçüsüz, iptidaî ve çocukca bir hare�ket olur. Bunun yanında, İskolastik reşit bir ilmî mahiyeti hâizdir. Eşarî'yi bilmeyen Razîlikten dem vuramaz. Nevton'u tanımayan Ayinş�tayiî'den bir şey anlayamaz. Değişiklikler çabuk olabilir. Fakat, terakki hayli muhafazakârdır. Kuvvetlerin değişmesi Kanunu, Kuvvetlerin ta�haffuzu ile birlikte yürür. İşte, Felsefe Tarihi değişiklikleri. Felsefî mes�lek de tahaffuzu temsil eder. Bu tahavvül ve tahaffuz sayesindedir ki; insan ruhu terakki eder, fen kemale doğru gider. Eski devirlerde, ilmî içtihad, bölünmeyi pek kabul etmiyordu. Fel�sefe, bütün ilimleri ihtiva ediyordu. Bir felsefe müçtehidi fen kısımları�nın da müçtehidi idi. Feylezof, hem matematikçi, hem tabiat âlimi, hem de hatta hakim idi. Son devirlerde ise, içtihadlann bölünmesi zaruret oldu. Bunun için, zamanımızda müçtehid, mutlak ferdler değil, cemi�yetler olmuştur. İnsan hayatı gibi, ilim hayatının da içtimaîliği arttı. .Bir fennin müçtehidi diğer fenlerin taklidcisi olabiliyor. O halde, muh�telif fenlere mensup müçtehidler arasında içtimaî bir kıymet ve rabıta bulunmak lâzım gelir ki; karşılıklı bağlılık hâsü olabilsin. Çünkü, ce�miyetin ehemmiyeti ruhan birbirine benzemekte ve fiilen ahenk içinde bulunmaktadır. İçtimaî faaliyet ferdlerin ayni mevzulara üşüşmelerin�de değil, imece ile çalışabilmelerindedir. Bu ise, içtimaî bir esasın hük�mü altında bulunmakla olur ki; o hâkim esas, içtimaî ruh demektir. Bu içtimaî ruh, o sahanın çeşitli ve ahenkli faaliyeti sayesindedir ki, mutlak içtihad mertebesini ihraz edebilir. Muhtelif fenlerin bu içtimaî kıymetini verebilecek şey felsefî içtihaddır. Felsefî içtihadın dinî içtihad ile mutlak tesanüdü de umumî hayatın intizam ve ahengini temin eder. Asıl içtimaî nefis ise bu ahenk ile payidâr olur. İlim hayata ancak ha�vas yolu ile, din ise havasa ve avama şâmil umumî bir yol ile feyzini neşreder. Bir memleket halkının hepsinin mutekid ve dindâr olması mümkündür. Lâkin hepsinin âlim olması mümkün değildir. Avamında ne ilim ne de dinden hiç biri bulunmayan bir memlekette kıyamet ko�par. Avamı dindâr, havassı dinsiz olan memlekette ise avam ile havas arasında benzerlik ruhu bulunmaz. İçtimaî merkezler demek olan havas ile içtimaî muhit olan avam arasındaki bu itişme, millet ve devlet deni- — XXXIV -- len içtimaî birlik ve faaliyetin parçalanması demektir. Zaten milliyet, bir toplumun bir araya gelmesine sebep olan içtimaî bir nefis, bir vic�dan demektir. Irk ve kan milletin kabiliyeti değil, bu kabiliyetin mey�dana çıkmasma yarayan vasıtalardır. Her milletin genişleme gücü o vicdanın şumul derecesi ve küllîliği ile mütenasiptir. Lisan dahi, ırk ve kandan ziyade bu vicdanın ifadesidir. Din, bu vicdanın en şumullü temelini, en büyük teminatını teşkil eder. Bir toplumun dini ne ise iç�timaî vicdanı da o, içtimaî vicdanı ne ise, gerçek dini de odur. Devlet, milletin hukukî şahsiyeti ve bu hüviyetile faaliyetidir. Her devletin bir milleti vardır, ve lâkin her milletin bir devleti olmayabilir. Devlet, mil�letin işlerini görmekte faaliyet unsuru ile ağır basar. Bu devlet idaresi unsurunun kıymeti de toplumdaki küllî vicdanı iyi temsil ile beraber dışta ve içte hâiz olduğu amelî kudret ve maddî mukavemetile mütena�sip olur. Millet, henüz faaliyete geçmeyen ve devlet kavramını henüz almamış bulunan içtimaî duruma da sâdık olabilir. Fakat, hukukî şah�siyetini tamamlamış ve faaliyete geçmiş bulunan millet, İslâm Şeria�tı lisanında (Ümmet) mefhumuna tekabül eder. Emrullah Efendi mer�hum, (Ümmet) kelimesinin (Ünımi) kelimesile ilgili olduğunu zanne�derek (Nation) tabirini (Millet) diye ifade etmeği tercih etmişti. O zamandan beri (Ümmet) mefhumu zayi edilmiş ve istihfaflı bir telâk�kiye maruz kalmıştır. (İstihalât Encümeninde) sonradan buluştuğu�muz zaman, bu kelimenin (Ümm) ve (Ümmi) tâbirlerile değil, (İmam) tabirile alâkalı bulunduğunu izah eylemiş ve kabul ettirmiştim. Maat�teessüf geçmiş hatayı tashihe fırsat elvermeden Emrullah efendi vefat etmişti. İşte, ilim ile hayatın, vicdan ile vücudun bu hususî alâkası, havas ile avamın içtimaî vicdandaki birbirine uygunluk ve benzerlik derece�sile mütenasiptir. Havassın hususiyeti avamdan ziyade mâlik olduğu hassaları itibariledir. Avamın hâiz olduğu vicdan suretine sâhip olma�yan havas, o avamın içtimaî cinsine değil, zıt cinslere girmiş olur. Bu noktayı idrâk eden bazı havas, dinde riyakârlığa meylediyor. Fakat, samimiyetsizlikten ne çıkar? Kaldı ki; riya bir nifaktır. Nifaka alışan ruhlar, vicdanın hakikata bakan seziş kuvvetini, ferasetini körletir. Ha�kikat karşısında kendisini bir vesvese istilâ eder. Çok zaman olur ki, ciddî ve sâf avamın bazı hadiselerden hissettikleri neticeleri münev�ver sayılan havas, ruhlarındaki nifak vesvesesinden dolayı, hissedemez�1er. Bu yüzden, havassın dine hakikî bir aşkla sarılması lâzım gelir ki, bu aşk ve sarılma sayesinde, havas arasındaki zıddiyetler çekici anlaş�malara dönüşsün ve toplumun selâmet ve saadeti devam edebilsin. Bu ise, ilim ve fenler ile felsefenin, felsefe ile dinin karşılıklı emniyeti sa�yesinde husule gelir. — XXXV -- Bundan dolayıdır ki felsefenin sonu (Din Felsefesi) olmuştur. Bu itibarla, felsefe (Hikmet) namını alır. Hakikî feylezoflar, hakikî hakim�lerdir. İlimler insanlar tarafından konulmaz, keşfedilir. Din felsefesi yapmak da bir din koymak demek değildir. Din, Hak'kı İDulmak ve ta�nımak demektir. Hak dinini tanıtanlar ise hakimler değil, Peygamber�ler ve Evliyadır. Feylezoflar, bu babta, Peygamberlerin talimatını, öğ�rettiklerini izah ve tatbik ile hâkîm ve velî olabilirler. Dine karşı çık�mağa çalışan feylezoflar, umumiyetle, bu hususta bir hakikati gördük�leri ve buldukları için değil, aranılan Hakkı göremedikleri için, başka bir tabirle, noksan idrâklerinden dolayı o mücadeleye girişmişlerdir. Avrupa'daki 18 inci asır dinsizleri ve bütün maddeci dinsizler bunun en bâriz misalidirler. Mesela (Bücimer), madde atomlarını ayıran ne�dir, bunlar arasındaki hareketli ve hareketsiz münasebetler ve bağlan�tılar hangi temel kavram ile izah olunacaktır gibi meseleleri asla idrâk edememiştir. Bunu idrâk eden maddeci feylezoflar bile, maddeyi Cena�bı Hakka istinad ettirmeğe lüzum görmüşlerdir. Bu kitabı takip ederken göreceğiz ki; Kant gibi bazı feylezoflar, tenkid yolu ile felsefeyi feda etmiş olduğu halde, dini ihmal edememiş�tir. Dinin izahının felsefeye bağlı olduğu kanaatini kesmiş, bununla beraber, dinin ahlâk ilmi ile münasebetini tesbit eylemiştir. Bu mez�hebe göre, felsefenin dinle ilgisi ve dine dayanması, Ahlâk ilmi, yani amelî hikmet yolu ile muhafaza edilmiş oluyor ki bunun İslâm Muta�savvıflarının üslübuna benzeyen hayli tarafı vardır. Sonraları, Pozitif Felsefe okulunun ilk devrelerinde, dini bir tarafa bırakmak ve bu su�retle dinsizlerin gözlerine girilmek istenmiş ise de, onların gözüne gire�yim derken kendi vicdanlarında mahkûm olmuşlar ve yeniden bir din ihtiyacı duyarak yeni bir din koymağa teşebbüs etmişlerdir. Allahı bı�rakmış, (Mevcûd-u Âzam), (Senem-i Âzam), (Muhît-i Azam) unvanla�rile (İnsaniyet), (Arz) ve (Feza) dan ibaret ekanimi ile yeni (Tes�lis — Üçlü Din) tasavvur eylemişler ve insanlıkta en ziyade kadınla�ra tapınmağı esas sayarak, bu suretle güya hislerini tatmine bir yol bulmak istemişlerdir. İşte, feylezofun koyacağı dinin, böyle uydurma ve kaba bir tapıştan, eski devirlerin Paganizm devrine dönmekten baş�ka bir şey olamayacağını bununla isbat eylemişlerdir. Filhakika, görü�nüşte Allah kavramına zıt olan bu hayal, insanların erkek ve kadından büyüklerini mabut ve ilâh yapmak suretile Allahlık fikrinin esasını ih�tiva etmiş ve ancak bâtıl dinlerin çıkış tarzlarına açık bir misal teşkil etmiştir. İnsanlık fikrinin yükseldiği iddia olunan bir zamanda, insan vicdanını böyle dar bir çember içine koyup insanlığı Firavunlar devri�ne geri götürmeğe çalışmak ne kadar teessüfe lâyıktır. Sonra (Spencer) gelmiş, din esasının bütün ilimlere ve felsefeye mutlak üstünlüğünü — XXXVI -- tesbit etmiş ve (Kibar Dini) namını alan Fransa Devletini bir zaman�lar (lâikliğe) sevkeclen (Fozitivist Din) in saçmalığuıı ayrıca beyan eylemiştir. İşte, garp felsefesinde vukua gelen bu değişiklikler, insan ahlâkında büyük yaralar açmış ve bugünkü sıkıntılı şiddet devrini ha�zırlamıştır. Fennî terakkilerin nice merhaleler katettiği bir devirde, in�sanların döktükleri kan, taşıdıkları ihtiras, maruz kaldıkları zulümler, insafdan uzaklaşma, nefret ve düşmanlıkta şiddet hep maneviyatta vu�kua gelen sarsıntıların ve karışıklıkların neticesidir. Şimdi, insaf ve hakkaniyet fikrile felsefenin takip ettiği tarihi seyir gözden geçirilirse, görülür ki, din bahsinde felsefenin ciddî olarak eri�şebildiği gâye Allahın birliğini tesbitten başka bir şey olmuyor. De�mek oluyor ki, diğer dinler içinde dâima garip kalmış olan felsefe, İslâmiyette aradığını bulacaktır. Eğer son Avrupa feylezoflarmm mensup oldukları milletlerin dini İslâm Dini olsa imiş, bugünkü garp felsefesi büsbütün başka bir ha�kikat rengile ortaya çıkabilecekmiş. Bugün, Müslümanlara düşen en büyük vazifelerden biri de bu noktayı tamamlayabilmektir. Son feyle�zoflardan bir kaçının Hıristiyanlığa temas ettiğini görmekteyiz. Fa�kat, bu temasın ne kadar gayri tabiî olduğunu anlamakta müşkülâta tesadüf etmeyeceğiz. Gerçi, bütün Orta Çağı dolduran bir (Hıristiyan�lık Felsefesi) vardır. Yokluktan halk akidesindeki asıl dini mahiyete temas eden bu felsefe, gerek bunda, gerek Allahın varlığını gösteren deliller bahsinde, İslâm esaslarına benzemekle beraber, İlâhî Hakikat bahsinde, Hıristiyanlık akidelerinden hiç bir şeyi isbata yanaşmadığı gibi, bunda da Allahın Birliğine varmaktan başka bir şey yapmıyor. (Teslis) ve saire gibi mevcut Hıristiyan akidelerine felsefî bir mevki vermiyor. İlim tevhide münhasır kalıyor, teslis ise akla zıt bir akide oluyor. Akıl Allahın Birliğini anlar, fakat (Üçlü bir Allahı) anlayamaz deniliyor. Halbuki, hakikatta akıl, teslisi anlayamıyor değil, çelişme bularak iptal ediyor. Yoksa akıl burada, usulen kabul edebildiği ve fakat ihata ederek idrâk edemediği bazı hakikatlar gibi, kusur ve âc�zini itiraf etmekle kalmıyor, mukabil hücuma geçiyor. Bugünkü Garp Metafizik Felsefesi, Ulûhiyet bahsinde, pek ciddî bir yola girmiş ve Al�lahın birliğinde şüphesi kalmamıştır. Ancak (İstiva Meselesi) dediği�miz bilgi noktası üzerinde uğraşmağa devam etmektedir. Burada (Vah�dct-i Vücucl) veya (Müteal İlâh = Transceııdental) nazariyeleri karşı karşıya getirilip bahis mevzuu yapılıyor. Bu ikisi arasındaki münakaşa sürüp gidiyor. -Burada şunu kaydetmeden geçemeyeceğim ki (Allahm Birliği) et�rafında bu gâyeye erişmiş olan Avrupa Felsefesinde henüz (Peyg-amber- — XXXVII - - lik Bahsi) açılamamıştır. Psikolojinin tesbit ettiği bazı ruhî vakıalar do�laylsile olsun Garp Felsefesinde bir (Vahiy ve Peygamberlik Bahsi) bulunamaması henüz büyük bir noksandır. (Peygamberlik Bahsi) dinî akidelere ait ilimlere mahsustur, denilmesin. Dinî akideler Hmine (UIû�hiyet Bahsi) nin ilgisi ile (Peygamberiik Bahsi) nin ilgisi arasında esaslı hiç bir fark yoktur. Bunların her ikisi de akıl ve felsefenin ver�diği selâhiyetlerle bahis konusu yapılabilir. Bu itibarla, İbni Sinâ'nın gerek (Şifâ) sında ve gerek (İşarât) mda yaptığı gibi, Peygamberlik mümkün müdür? Mümkün ise vâki olmuş mudur? suallerini sorup ve nefislerdeki ve ruhlardaki vâkıaları gözden geçirerek (Peygamberlik) ve (Evliyahk) nazariyelerini de felsefe nazariyeleri meyanında hallet�mek lâzımdır. Çünkü, (Peygamberlik) vâki olmuştur. Din vakıası da bununla ilişkilidir. •Î4- Avrupa, Din Felsefesi ile (Felsefe Dini) ni birbirinden ayırmak is�tiyorsa, bu, Hıristiyanlığın tabiatından doğan bir fikirdir. Çünkü, bu�günkü Hıristiyanlıkda, din felsefesinin esası ancak tam bir cehalet olabiliyor. Dogmatizm inkâr edilip Septisizm tercih edilmedikçe Hıris�tiyanhğı müdafaa etmek kabil olmuyor. Bundan dolayı Hamilton Oku�lu, Kant Felsefesinden bu noktada istifade etmek istemiş ve Hıristiyan�lığı ilmî esaslarından ayırıp (Mutlak Cehil) üzerine bina ederek müda�faaya teşebbüs etmiştir. Bununla beraber, Stuart Milî, dinin (Cehl-i Mutlak) üzerine bina edilmesinin mahzurlarını göstermiştir. Hıristi�yanlık ilme dayanam.az. Felsefe de (Cehl-i Mutlak) üzerine kurulamaz�sa, din felsefesi ile felsefî din arasındaki fark pek tabiî olmaz mı? Halbuki, İslâm Dininde akide, esas itibarile, ilmî kıymeti hâiz ol�mak lâzım gelir. Aklın burada, hiç olmazsa, (İmkânın isbatı) gibi mü�him bir vazifesi vardır. Hatta bizde (Taklid akideler) münâkaşa ve ihti�lâf mevzuu olmuştur. Gerçi, felsefenin Bilgi bahsinde, İslâm Felsefe ve Kelâm mesleklerinin, bugünkü Felsefî telâkkiye göre, dogmatik olma�sı ittifakla kabul edilmiş değildir. Mutezile ve feylezoflar gibi Dogma�tik olanlar varsa da (Eşâire) ve (Matüridiye) gibi (Bazı hallerde sep�tik, bazı hallerde doğmatik) olanlar da vardır. Çünkü, bunlar (Tedrib) mesleğinden yürümüşler ve (David Hiımı) şüpheciliğine yakın bir Şüp�hecilik Felsefesinde ve ondan daha ziyade Dogmatizme mütemayil or�ta bir mertebede karar kılmışlardır. Bunların esas fikirlerine göre, in�san ilmi ve bir şeyi doğru ve sağlam bilmek, zarurî değildir. Tam ve doğru bilgi vâkıaları doğuracak bir kıymeti hâiz olabüip aklın zarure�tini ve mantıkin zaruretini tazammun etmez. İlmî tasdikler, Kant'ın (Assetorik) dediği vâki kaziyeler ve umumî mutlaktır. Çünkü, mutla�kın esası (Fâiü Muhtar) dir. Zaruretler hep amelî bakımdan ileri ge�lir. Vukuattan, vukuatın devamı demek olan tabiattan, hasılı Allah'- XXXVIII - - ırı kanunlarından ileri gelir. (Sünııetülîah). Ben Eşârînin ve Matüri�dînin, bilgi bahsinde, aidin icap ve lüzumunu inkâr ve tabiî seyri tes�bit etmelerinden öyle anlıyorum ki; insan ilminde mantıkî mutlak bir zaruret yoktur. Bu zaruretler hep (Şartın vasfile zaruret) denilen kısma râci olur. Bunun menşei de, her ilimde ilk başlangıcın zımnî bir mukaddime olarak bulunduğu faraziyesidir. İlk başlangıç, (Fâil bi-l'- icap) olsa idi yakın ilim mutlak zatî bir zaruret olurdu. İlk mebde (Fâ�il-i Muhtar) olunca bu yakın bilgi vâkî ve fiilî bir bilgiden ibaret kahr. Tecrübe kıymetini geçemez. İslâm feylezoflanmn (İcap) a, Mütekel�liminin (îhtiyar) a kail olmaları bunu teyid eder. Görülüyor ki, bu iki n) (19) Çiçero'nun Tusculanes ; (Ruhun varlık v e ölmezliği ) adlı eseridir, ŞÜPHECİLİĞİN YENİDEN ORTAYA ÇİKİŞ! — ENEZİDEM, ÂGRİPA (AGRİPPA) — ON SEBEB : SEKSTÜS AMPRİKÜS (SEXTUS EMPRİCUS) ™ ESKİ ŞÜPHECİLİĞİN ÖZETLENMESİNİ TENKÎD — 1. İLMİN SURET OLARAK İMKÂNI 2. HUSULE GELEN NETİCELER Telifçilik (Elektizm), Şüphecilikten doğduğu için, ona katılı�yordu. Meslekler arasındaki kararsızlık, Şüpheciliğin tavsiye et�tiği, kesin hüküm vermemek huyundan kalmakta idi. Bir felsefe kaziyesinin (Önerme) medlulünün mesleklerin tümü ile belli ol duğuna, bu bakımdan, mesleklerden alınmış kazij elerin, meslek�ler gibi, birbirlerinden farklı bulunduğuna derhal işaret etmek gerekiyordu. Bu suretle, Teilfciük, Şüpheciliğin yambaşında yat�makta idi. Ne var ki. Telifçilik, bundan böyle, çekici olmaktan mahrum kalmıştı. Yapacağı şey, Arsesiias'm ve Karnead'ın de !illerini toplayıp ıslah etmek ve onları daha geniş şeki]d(^ anlat�maktı. Bunu yapanlara (Yeni Şüpheciler) deniliyor. Bunkır : (Batlamiyos, Enezidem, Agripa ve Sekstüs Amprjkus) dur. Mi lâddan sonra ilk iki asırda yaşamışlardır. Bunlar, delillerinin ço�ğunu Yeni Akademiden aktarmış oldukları halde, ondan ayrı ol�duklarını iddia ederler ve onu mantıksızhkla suçlarlar. Yeni Aka�demi, Benzedik Nazariyesini ortaya atarak Teüfci Doğmaîizm'- in zuhuruna sebep oldu ve kendilerini bununla uğraşmağa mecbur etti diye yakınırlar. Dogmatiklerin hücumlarına karşı, ilk, bozul mamı.ş şeklindeki Şüphecilik, yani Piron Ağnostisizm'i (Lâcdri ye) kendüerince güvenilecek bir dayanak gibi geliyordu. Doğru sunu söylemek lazım gelirse. Pironcularm Yeni Akademiden fark- 2ö METÂLIB - MB]ZÂHJB larının ne olduğunu açıkça anlamak zordur. Enezidem'in başlıca meziyeti, şüphe sebeplerini on kısım altında toplamış olmasıdır. [...Bunlardan dördü daha ziyade nefse aiddir. Ahşlardaki çelişme�leri göstererek, nefsi, bunların objelere uygun olup olmadıkları hakkın�da şüphe ve tereddüde düşürmek için kullamhr. Eîvvelâ, aynı şey, muh�telif hayvanlara muhtelif şekilde görünür. Sonra, insanlar arasında bi�le, bir şeyi farklı gösterecek tabiat ve ahlâk ayrılıkları vardır. Ayrıca, bir insanın duyulan dahi her zaman birbirine uymaz ve çok zaman farklı olur. Bundan başka, tabiat ve ahlâk mizacımız, sağlık ve hasta�lık, uyku ve uyanıklık, hareket ve hareketsizhk, sevinç ve keder gibi hal�lerimiz, bizim eşyayı görmemizde değişiklik husule getirebilirler. Doğ�ru ve isabetli bir müşahede yapabilmek için gerekli bir haldemiyiz, ele ğilmiyiz? Bunu nasıl anlamalı? Hangi ölçüyü temel alsak bu ölçünün (miyar) kuvvetli delili bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu isbat edici de�lilin doğru olduğunu bilmek için de ayrıca bir miyar lâzım olacak. Bu ise, sonsuzluğa doğru gider. Enezidem'in on sebebinden altısı da objeye aiddir, ve objeye göre, bilgimizin sağlam olamayacağına veya sağlam bilginin zorlukla elde edilebileceğine delâlet eder : 1 — Bir şey, girdiği suretlere göre, bize muhtelif şekillerde görü�nür. Meselâ, bir madde, toz halinde iken beyaz, kütle halinde iken ise, siyah veya sarı görünür. Bir tek kum tanesi sert, fakat bir kum yağını yumuşak görünür. 2 — Müşahedenin neticesi de, vukua geldiği muhitlere göre değişik olur. Dört köşe bir çevre, uzaktan dört köşe görünmez. 3 — Eşya, içinde bulduğumuz alışkanlıklara göre, bizde kuvvetli veya zayıf bir tesir bırakır. 4 — Aldığımız intibalar hep izafi lOİduğundan, eşyayı oldukları gi�bi bilmemiz mümkün değildir. 5 - Müşahedemiz (gözlemimiz), hava, su ve diğer şeyler gibi bir aracı ile vukua geldiğinden, biz bunların alışlarımız üzerindeki tesir�lerini takdir edemeyiz. 6 - - Kanunların ve geleneklerin birdejı fazla olması, tabiata göre şu doğru, şu yanlış (hak ve bâtıl), şu iyi, şu kötü diye karar vermemizi imkânsız kılar...] (Sektus Amprikus. Piron, Hipati). Bu delillerin çoğu yalnız his yolu ile aldığımız bilgiler için geçerlidir. Enezidem, bu tenkidlerine, hakikat tasavvurlarını ve ŞÜPHECİLİĞİN YENİDEN ORTAYA ÇIKIŞI 29 bilhassa sebeplilik hakkındaki tenkidlerini ilâve etmişti. (Emile Saisset - Enezidem). Enezldem, illiyet (sebeplilik) tasavvurları�na bağh olmak üzere, infiâl (etkilenmek), hudus (meydana geti�rilme), intifa (olumsuzluk) tasavvurlarını dahi tenkid ediyordu, ve bu tasavvurların hepsinin çelişme ihtiva ettiğini göstermek istiyordu. Stoacılara karşı da, realitelerden cevheri, dış görünüş�lerden içindekini çıkarmanın imkânsız olduğunu iddia ediyordu. Biz, bu iddiaları, Sekstus Amprikus tarafından geliştirilmiş ola�rak, tekrar bulacağız. Enezidem'in vardığı netice şu oluyor : în�san hiç bir şeyi, hatta kendi şüphesini bile doğrulamamalıdır. Enezidem, kendi fikirlerine bir mezhep denilmemesini ve buna bazı fikirlere eğilmek denilmesini arzu ediyordu.» {...Agripa ise; bunları beş esasa veya Şüpheciler deliline indiriyor�du ; 1 — İnsan fikir ve mütalâasının birbirine ters olabilmesi, 2 — Sonsuz zincirleme (teselsül) iddiasının isbatı gereği, 3 — Dış âlemden aldıklarımızın izâfî olması ve nefise göre de�ğişmesi, 4 - - Her isbatlayıcı delilin bir IVhısadere Alelmatlup (20) üe sonuç�lanması, 5 - -- Devir : Bir önermeyi isbata yarayan her şeyin o kaziye (öner�me) ile isbat edilmeğe muhtaç halde bulunması ve bilhassa, tasavvur�ların, hakikati ancak hissî (duyusal) müşahedelerin yardımı ile, hissi müşahedelerin de tasavvur ile isbat olunabilmesi,..] (Seaci^s BJnıpricus, Pyrrhon, Nihayet, Milâdın ikinci asrı sonlarına doğru, Sekstus Ânıpri�küs, kendinden evvel gelenlerin bütün çahşmalarını hulâsa eder. Her delilin (burhan) diğerlerine bağh bulunması, sonsuzluğa kadar böyle gitmesi lüzumundan dolayı, sağlam delilin ve haki�kiliğe bir miyar konulmasının imkânsızlığı esasından çıkarılm].s olan delih mütemadiyen zikreder. Hatta (hakikilik kararını ver mek insana âittir) kaziyesini (önerme) bile iddia etmek mümkün (•20) Eski bir mantık tâbiridir. İddiâyı isbat etmek i^in bir şeyi nİ-ic kendisi ile delii .göster�meğ e kalkışmak. 30 METÂLİB - MEZÂHİB değildir, der. Çünkü, bu karar kime ait olacak? Bir insana nnı, yoksa bütün insanlara mı? Birinci halde, o bir tek insan nasıl keşfolunacak? îkinci halde, insanların ittifakı nasıl kararlaştı�rılacak? Bir şeyin hakikat olup olmadığına karar vermenin in�sana ait olduğu iddiasını kabul edelim. Bu kararı hangi kuvve ile verecek? Havas (duyular) ile mi? Havas, insandan insana, hatta, bir insanda, vakitten vakite değişir. Bundan başka, duyu�larımız bize yalnız nefsimizdeki değişiklikleri gösterir ve eşyanın tabiatına dâir bir hüküm vermemize müsaid değildir. Şu halde, bahsi geçen karar akıl ile mi verilecek? İçimizdeki akıl, insan�dan dış âleme nasıl varacak? Bu son delil, Kant'm vazettiği (İn�san ruhunun söylediklerinin objektifliğini (ayniliğini) isbat eden nedir ?) meselesinden önce gelmiş bir his gibidir. Bundan sonra, Sekstus Ampriküs hakikat tasavvurunu tetkik ediyor ve burada, miyâra dair söylediklerine büyük bir şey ilâve etmiyor.» Sekstus Amprikus, ilmin suri imkânına dâir tenkidini bitir�dikten sonra, muhtelif Doğmatizm mesleklerinin vâsıl oldukları ilmî neticeleri tenkide girişiyor ve kendisinden evvel gelenleri.rı, bilhassa Enezidem'in delillerini geliştiriyor. [...stoacılar, Ur şeyin varhğına delâlet edenleri ikiye taksim eder�lerdi : Bir kısım, daha önce geçmiş tecrübelerle bize ilgisi olan diğer hâ�diseleri sadece bize hatırlatırlar. Parıltının yanmağa ve ateşin parla�masına delâlet etmesi bu kabildendir. Bunlara ((Hatırlatıcı işaretler - Signes commenoratifs» derler. Diğer kısmı da, tecrübenin hiç göstere�meyeceği şeyi ilham ederler. Bunlara da (Haber Verici İşaretler = Sig�nes indicataurs) deniliyor. Meselâ, vâkıalar, sadece diğer vâkıalann ha�tırlatıcısı olmakla kalmaz, bize öz varlığı ve sebep-sonucu da ilham ve ihbar ederler. Sekstus Ampriküs, Haber Verici işaretlerin varlığım in�kâr eder ve der ki, işaret ile onun delâlet ettiği şey, birbirlerine izâfe edilmiş iki şeydirler. Halbuki, (sağ ve s.ol gibi) şeylerin biri, diğeri ol�madan bilinemez. Demek ki, işaret, delâlet ettiği haysiyetten, medlulü olmayınca, anlaşılamaz. Bu bakımdan, bunun bize ilham etmek istediği şeyi de o anda bilmiş olmamız gerekecek ve o zaman da bu işaret (dal) faidesiz olacak. îşaret (emâre), bilgi nizamında, medlulünden evvel ge�lemez. Öyle olunca da Haber ve İlham Verici işaretler, emâreler ve alâ�metler yoktur. Bu takdirde, vâkıalardan (olaylar) öz varlığa nasıl ge�çiliyor? Vâkıalar (olaylar) bize, daha önce kendilerile birlikte, ayni ON SEBEB 31 manda, ve tıpkı onların tarzında malûm olmayan hiç bir şeyi bize ma�lûm^ kılamazlar.»... ] Sekstus Amprikus 'e göre; yalnız vâkıalardan iilotc (sebep�sonuç) geçilemez değil, bu illet mefhumu (kavramı) bile tenakuz (çelişme) demektir. [...Biz, edinmeğe çalıştığımız bazı tarzlardan illet ve malûl alâka�smı kavramağa ve tasavvura kadir olamayız. îlletin (sebep-sonuç) so�nuçtan evvel olması lâzım gelir. İllet ise; izafi bir şeydir. Her illet (se�bep; bir malûle (sonuça) nazaran illettir. Halbuki, bazı işler, yalnız zihinde değil, varlıklarında da birlikte ve birbirine yakındırlar. Sebep ile sonuç birlikte olunca; nasıl fark olunurlar? îllet nerede? Malûl ne�rede? Sonra, sebep (illet) ve sonuç (malûl) nasıl görünürler? Cisim olarak mı, yoksa cisim olmayarak mı? Cisim olan, cisim olmayanı hu�sule getiremez. Bunun aksi de böyledir. Mütecanis olmayan bu iki hu�dut arasında alâka tasavvur olunamaz. Cisim olan cisim olanla, cisim olmayanla da husule gelemez. Zira, bu takdirde, müessir (etken) cev�herden (Öz varlık) dan çıkması icap eden şey, kendisinde mevcut ûla�cak ve bu bakımdan tekevvün (oluşmak) etmiş olmayacak. Kaldı ki, illet (sebep) malulünü (sonuç) ya müstakil olarak husule getirir veya husulün vuku bulduğu yer olan bir maddeye muhtaç olur. Müstakil ola�rak husule getirirse bir, iki olacak ve, tabiatı müstahsil (üretici) oldu�ğu için, bu iki de dört olacak ve böylece devam edip gidecektir. Halbuki, tek olandan sonsuz çoğun çıkması imkânsız değil midir? Eğer yapıcı (fâü) başlangıç (mebde) ile mümkün (kabil) olan başlangıç birlikte bulunabiliyorsa o takdirde, illet (sebep), o vasıfda (nitelikte) olan şey�dir ki; onun bulunmasile, sonucu kendiliğinden olduğu gibi, yok oîma�sıyla yok olur diye tarif edileceğinden, mümkün olan (kabil) asıl yapıcı (fail) kadar illet (sebep) olmuş olacaktır...] (Adverbııs Mathernaticus. IX, 105 - 275).» ' ^ Şuna da işaret etmek lâzım gelir ki; illiyet (causalite ) ta.sav�vuru hakkındaki bu mufassal (ayrıntılı) tenkidler (eleştirmeler) tamamen objektif olup dış âleme âittir. Bunda, daha sonra gelen düşünürlerin Subjektivlzmine dair bir öncelik aramamalıdır�Sekstus AmprikuS/ bu tarzda bir takım delillerle, tezayüd (fivz lalaşma) ve tenakus (azalma) tasavvurlarını ve daha sonra in lalap (devrim), tahavvül (değişme) ve hareket tasavvurlarını ip tal etmek ister. Fizik ilminin bağlı bulunduğu mekân, zaman, ci�sim, sükûn, hareket, karışma (ihtilât) kavramlarını, Allahın 32 METÂLİB - MEZÂHİB varlığını, ve Allahta üniversel (küllî) gâyeciliği (gâiyet - finalite) icap. ettiren Rablik sıfatlarını (nitelik) delillerini tetkik ve tenkid eder. Delilleri geliştirmekten başka bir şey yapmamış olan se�lefleri (kendinden önce gelenler) gibi, bu da, kabul ve tasdik edi�len bütün fikirler için tarafsız kalır. Her kabul ve tasdike, aynı kıymette, başka bir tasdik ile mukabele edilebilir. Bu bakımdan, hemen hüküm vermemelidir. Zuhura geleceklere, ahvalin cere�yan tarzına ve zamanın ihtiyaçlarına göre, hareket edilmelidir. - İKİNCİ EFLÂTUN BÂTİNİYESİ (MÎSTİSÎZMİ) - rr^SÎLÂH (FENÂ-B-^ÎL'LÂH) Şüphecilik, kadîm (eski) felsefenin, son sözü olmak lâzım ge�liyordu. Gerçi, (Telifciler), ilk bilgiye ve müşterek hisse (sens commun) müracaat ederek, bununla mücadele etmek istediler. Lâkin, muhtelif Telifcinin tasavvurları, kendi aralarında, telif iddiasında bulundukları mesleklerden fazla birleşemiyordu. Bu ihtilâfdan faydalanan da Şüpheciler idi. Hakikat, ne zihnin dı§ âlemle ilişki kurmasında, ne de kendini düşünmesindedir. Bun�dan vazgeçmelidir. Meğer ki. hakikatin bize, ezelî kaynağı olan Hazretl Allah tarafından doğrudan doğruya tebliğ edildiği kabul edilmiş olsun. îşte Yeni Eflâtuncularm kabul ettikleri son hal şekli budur. Şüphecllef, bu hal şekline, zarurî (zorunlu) hale ge�tirerek, hazırlamışlardır. Bu, zihnin bile üstünde bir ilham ile, hakikiliği aramağa kalkmak için, zihnin kesinliğinden ümidi kes�miş olmak lâzım gelirdi. Her şeyden önce, varhğı isbâta muhtaç olan bir (Ailahı bil�me), kesin olarak, nasıl elde edilir? İkinci Eflâtuncular (Plotin) mesleği bu suale cevap verir : Allah, bizim içimiz (bâtınımız) dır. Hakikatte, biz ondan ayrı değiliz. Açık söylemek lâzım gelir�se, felsefenin bütün işi, bizi hakikî varhğımıza geri döndürerek ilâhî varlıkla buluşup anlaşma zevkini vicdanımıza vermek, bizi yüksek birlik içinde gömen vecid ve istiğrak halinde kendimi? • den geçirmektir (Fenâ-Fil'lâh). Bu suretle. İkinci Eflâtuncula' Mezhebi de, Telifciler (Eklektistler) gibi, doğrudan doğruya ke�sin bilgiye, ilk kesin bilgiye başvuruyor. Fakat, kalbin yalnız kendini düşünmesinden böyle dış âleme kesin bilgi nasıl çıkanla�P./3 34 METÂLİB - MEZÂHİB bilir? Telifciler^ bu suale cevap vermemişlerdi. Bu mesele şimdi şöyle hallediliyor : Kalbin kendini düşünmesi, son haddinde, hem her varlığm hem de her hakikatin çıkış yeri olan en yüksek baş�langıç (Mebde-i Alâ) ile birleşmesi demektir. . Sağlam delilin kıymetinin, ancak, sağlam olmayan başlangıcı ile olabildiğini Aristo pek âlâ anlamış idi. Nazar yoluyla hakikati bulmamız, bizim o hakikata zaten mâlik olmamızdandır. Bu ha�kikata mâlik olmayı nasıl izah etmeli? Nefis, yüksek kısmile, dai�ma akılda durur. Kendine olan bedihesinde (Apaçıklık) makûldür ve mânâ âleminin apaçıklığını da (bedîhesîni) hâizdir. Lâkin, bi�ze şuur ve fark bırakan bu aklî bedihenin (apaçıklık) fevkinde bir Ahad (Tek) bedîhesi, bir (Fenâ fll'lâh = İnsilâh) vardır ki; bizi belli idrâklerin hepsinin üstüne çıkarır ve Allahm içinde kay�beder (Plotln). Biz mânâlann başlangıçlarım ve onunla râbıtasını ancak bu halimizle elde ederiz. Bizi mutlak ile birleştiren bu yük�sek apaçıkhğa yükselmediğimiz takdirde, bir kalp ve obje, zihin ye dış âlem, idrak ve varlık realitesi kalır ki, bilgiyi hep tehdid eder. Bu bakımdan, son tahlilde, vecid hâli (fenâ - Extase) her kesin bilginin esasıdır. Lâkin, İkinci Eflâtuna göre, vecid ve is�tiğrak hâli (extase) bize tâbi değildir. Kendimizi ona hazırlama�mız lâzımdır. Bu hazırlık, en ziyade, ilim ve fazilet ile, nefsimizi islâh sayesinde olabilir. Şu halde, kesin bilgi, bazı seçkin kimse�lere mahsûs semâvî bir lütûftur. HIRİSTİYANLIK; KESİN BİLGİ NAZARİYESİNE, YENİ BİR RÜKÜN fTEME]L UNSUR) GETİRMİŞTİR : • ÎMÂN : İkinci Eflâtuncular Mezhebinin vecid ve istiğrak hali (insi�lâh, fenâ fiKlâh), bizi aklın ötesinde olan Mutlak ile doğrudan doğruya birleştiriyor. Lâkin, bu vecid hali (insiiâh) ârizî ve ge�çicidir. Hıristiyanlık Felsefesindeki imânla işi ise; büsbütün baş�kadır. Senpol'a göre (Saint Paul), îmân, İncil'in vaazlarına uyan bir aklın işi değil, bir güven hissi, bir Allah Sevgisi ihtiyacıdır. Bu, bir irâde eseridir ki, Hazreti Mesih ile birlikte lâhutî bir ha�yat yaşamak için, beden ve şehvet hayatından yaz geçer. [...Artık yaşayan ben değilim. Bende Mesih yaşıyor...] (Gal., 2, 3.). Bu suretle, İmân. nefsi alır, yeniler ve yeniden doğurur ve ona yeni bir hayat verir. (Yine ayni kaynak, 3, 7.). Lâkin, insan, kendi selâmetinin yapıcısı değildir. îmân ona Allahtan gelir ve onun ruhuna vararak onda (Ruhanî bir İnsan) vücuda getirir.» Sent Ogüsten (Saint Augustin)^ İmânın her bilgide tesirini izah ederken, dini îmânı yine aklî îmâna bağlamak ister. [...insanın nefsini, hakikate sahip olmadıkça, rahat bırakmayan kesin bilgi ihtiyacı ile Şüphecilik asla uyuşamaz. Sonra, Şüphecilik çe�lişen bir takım unsurlar ihtiva eder : Zira, şüphe edersem bende il�min manası vardır. Çünkü şüphe, hakikî ilmi, kendine uygun olmayan hayalî ilim ile mukayese etmekle oUu". Sonra, şüphede şu vakıa da var�dır : Şüphe eden idrâk eder ve var olur...] (Teslis, K. 14.). İşte Dekart'ın (İdrâk ediyorum, varım) fıkrasının aslı budur. Bu bakımdan, Şüpheelhk tutulamaz. Halbuki, (kelimenin umu�mî mânâsile) ilim ve îmân birbirlerine lazımdırlar. Her bilgi fii- 36 METÂLİB - MEZÂHİB li bunları birleştirir. Bilmek (savoir) nedir? Bir şeyi zarurî kılan ne ise; onu akıl ile idrâk etmektir. Fakat, bu zarurîliğin kabulün�den önce asıl mevzuun kendisinin varlığmı kabul etmek lâzımdır ki; nazarî zihin mukayese etsin ] (Libre Arbitre 2, 3.). [Bu suretle, îmân, yani tasavvura râzı olan irâde fiil, bilgiye ilk adım olur. Hissi müşahedelerin, sübjektif olarak, hakikate uyduklarında şüp�he yoksa da, bu müşahedelere hakikî bir âlemin masadak (tasdik eden şey) olması hususunun kesin olarak bilinmesi ancak imân ile olur. Şim�di, bu hissedilen âlemde, hislerin üstünde bir hakikatin da mevcut gibi olması, tasavvurdan daha evvel, bir imânm eseridir. Demek ki, ilim bu�lunmadan imânm bulunması mümkündür. Fakat, imân olmadan ilmin bulunmasma imkân yoktur. Son maksad, ne ilimsiz itikaddır, ne de iti�kadsız ilimdir, belki ilim ile sonuçlanan imân veya imâna uygun bir ilimdir.,.] (Utîlite^Credendi, 2, 25). time asıl mevzuunu veren bu ilmî imâna, dinî imânın iki şe�kilde benzeyişi vardır : Dinî imân bir irâde işidir ve ancak, aşk ile mümkün olur. Hayrı bilmek için, onu sevmek ve istemek lâ�zımdır.. Dinî imân dahi, mevzuunu ve tâalluk ettiği şeyi kendi dı�şında bulur ki; bunlar ilham ile verilen metafizik hakikatlerdir. ORTA ÇAĞ ; ÎMÂN İLE AKLIN İLERLEYE N FARKI NETİCE : ŞÜPHECİLİK - MONTENYİ (MONTAİGNE) — ŞARON (CHARON) Sent Ogüsten'de (Sainî Augustin) olduğu gibi, Orta Çağ Fel�sefesince de imân, bir tecrübe işidir. Dış âlemden alman tecrü�belere göre, bir ahlâkî ve rûhânî hayat tecrübesidir. Eskilere na�zaran, ahlâk hayatı ilme tâbidir. Iş, anlayışına göre yapılır. îs�kolastiklerin büyüklerine göre ise, nefis hayatımn tecrübesi, bu rûhânî tabiate tâalluk eden derin vicdan, yani îmân, ilmi bilgi�den daha önce gelir ve onun şartıdır. îmân ile karşı karşıya de�ğil. onun başlangıcıdır. Hakikat, kendi kendisile çelişemez Sent Anselm (Saînt Anselm) (2') şu nazariyesini kuvvetle söyler : Anlamak için inanırım, çünkü inanmazsam anlayamam (Prose�lüj.). Sen Torna (Saint Thomas). daha az cesurdur. O artık, tabiî aklın (teslis, fitrî, günah ve saire gibi) ilham ile gelen hakikatleri isbat edeceğini kabul etmiyor. [.Bunlar, diyor, akla ters değil (^2) (21) Anselm (Saint) Hıristiyan iiâhiyatçısıdır. (Doğ. 1035 — Ö. 1109). (22) Bu devrin Hıristiyan âlimleri, bu fikri, tslâm (Mütekelliminin) den duymuş gibidirler. Gerçekten, Islâmda, dinî hakikatlar, meselâ Âhîret şâire gibi akideler, tarihi vak'- alar gibidir. Aklen bulunamaz ve nakle ve vahye ihtiyaç görülür. Bu mânâda bunlara, .akıltistü demek mümkün ise de bunlar aklen imkânsız ve birbirini nakzedici değildir�ler. tfidince akıl inkâra mecbur kalmaz. Halbuki, Hıristiyanlıktaki Teslis böyle deP - dir. Akla ters düşer. Aklî îmân, her şeyden önce, teslisi reddeder. Bu bakımdan, zikrî geçen kaidenin Hıristiyanlığa tatbiki lafdan ibaret kalır. 38 METÂL B - MEZÂHİB aklın üstündedirler, bunun için imânın mevzuudurlar] (^3) (Sum�ma TheoJogie, 1, 22. Cild 1). «îmân, insanda, ilâhî bir davet gibi, bir lûtfun cereyan etmesile mümkündür ve akıldan ziyade irâ�deye bağlıdır. Aklın metafizik hakikatlara yapışması sağlam de lillerin sevkile değil, İrâdenin emrine uymakla olur. Akıl, yal�nız kiliseye karşı olanların delillerini reddedebilir ve bunların bâ�tıl olduklarını veya zarurî (zorunlu) olmadıklarını gösterebilir. İlâhi bir lütuf (tevfik) olan imân, tabiatı yıkmaz, tamamlar ve daha mükemmel yapar. îmân aklın başlangıcıdır. Bu mânâda akıl, imâna tâbidir...] (Summa Theologie, 2, 3.),» Nihayet, GiyyonrDekkanı Ç,*) (Roseleîn GuiSiaume d'Occam) ile Kelâmiye (Ismiye - Nominalisme) Mezhebi galebe ettiği za�man, imân ile ilim birbirlerinden ayırt edildi ve birbirlerine mu�kabil tutuldu. Hakikîye (Realisme) Mezhebi bizzat Allahın ma�nâlarını ilmin müteâllâkı (tâalluk ettiği şey) yaptığından akıl ile imânın uyuşması çarelerini araştırabiliyordu. Kelâmiye (No�minalistier) ise; ilmi sırf surîliğe irca ediyordu. Artık ilimler, ilâ�hi mânâlar olmadıkları için, istidlâlimize esas olamıyorlar. İlim�ler, kelimeler demek oluyor. O zamandan itibaren, ilham ile ge�len hakikatlar yalnız îmân yolu ile geliyor ve îmânın, artık sade�ce izâfî kıymeti hâiz olan akıl ile müşterek bir tarafı kalmıyor. Anlaşılıyor ki. Orta Çağ, işinde başarı gösterememiş ve imân ile aklı uyuşturamamıştır (25). O zaman, imân ile müsbet bir dinin akideleri bii'birlerine ka�nştıiTİmış. bununla beraber büyük bir gerçek c!c sezilmiş idi. Felsefî hakikat, hususî mânâsüe, ilim ve fen olmasa büe, ahlâkî ve ruhanî hayat tecrübesinden tefrik edüemezdi. Bu tecrübeden ve bunun inikâslarından (yankılar) ilhamı alınacak mânâlar ile yapılırdı. Birbirile hem birlikte hem de karşı karşıya olabilen itikadî (23) Âquino'lu Saint Thortias'm CÖoğ. 1225 — Ö . 1274) bir eseridir. (24) OUtLLAUM E d'Occa m (Doğ . 1285 ^ Ö . 1349) İngiliz Filozofu v e ilâhiyatçısıdır. (25 ) B u başarısızlık, imânın akla zıt olmasından değil, imân edilmek istenilen Hıristiyanlık akidelerinin akla zıt düşmesindendir . ŞÜPHECİLİK 39 hakikat ile felsefi hakikatin böylece birbirinden ayrılması, yeni�lik devrinin haşarı feylezoflannca, adeta bir hile mevzuu yapılı�yor ve imân mevzuu yapılması tatlılıkla kabul edilen bir şey, akıl namına reddediliyordu Fakat, bu akıl ve imân ikiliği insa�nın zihnini perişan ediyor ve eski ananelere ciddiyetle dönmek, akla bütün hukukunu iade etmek lâzım geliyordu. İşte bunu ya�pan Dekart (Descarfes) olmuştur. Eğer Orta Çağ fikrinde kalı�nu'sa, akıl ile imânın karşı karşıya gelmesi, ilim ve fende Şüp�heciliğe sevkedecektir. Hatta, Montenyinin (Montaigne) görüşü budur. Onun bütün işi Iskolastik büyüklerinin kabul ve tasdik et�tiklerini inkâr etmek olmuştur. (Essais - Denemeler) adlı eserin�den sonra Orta Çağ sona erer. Bununla beraber, Montenyi, eski Şüphecilerin ilmin ve husûle gelen ilmî neticelerin ne suretle ne�ticelendirildiği hakkındaki delillerini ele almaktan başka bir şey yapmaz. Talebesi ve dostu olan Şaron (Charron) da «Hıristiyan�lığı, mülhid ve kâfir (inançsız) bir halk arasında neşir ve takrir için» bunun bir yol olacağını düşünmektedir ve onları Piron (Pyrrhon) gibi Agnostisist (Lâedriyeci) yapmak istiyor. Akıl, aczinden dolayı, mağlup olunca, hemen boyun eğecek ve «Piron ve Akademi Mesleklerinden olanlar, delâlete düşürücü değil hida�yete erdirici olacaklar.» (26) Bu hileyi, son zamanlarda, bir takım çocuklar ve yazarlar, memleketimizde, tslâm. Dinî meseleleri hakkmda kullanmağa başladılar ve o zamandan beri edebiyatımıza bir Hı�ristiyanlık üslübu karıştı. Halbuki, İslâmda, imân ile aklın çatışması görülmemiştir. Is�lâmi hakikatların ya zarurî (zorunlu) ya mümkün, makûl şeylerden ibaret bulundu�ğu hesaba katılmamaktadır. Bu, fena bir sükuttur. DEKÂRT (DESCARTES) : — KAVRAMLARIN AÇIKLIĞA VE BELİRLİLİĞE KAVUŞMASI; — İLÂHİ SADÛKÎYET (ÎLÂHÎ TASDİK) ™ FARKLARIN UYUŞTURULMASI Acaba Şüphecilik ile ilham arasında, seçilmeğe lâyık, başka bir şık yok mu? Bazı zekâlar bu çıkmazdan kurtulmağa çalıştılar. Galile ve Kopernik fennî dehâlarının tabiî hareketi, Bakon ve di�ğerleri, son fenni buluşlardan evvel gelen seziş ve duyuşları, Jurdano Brüho ve Nîkola gibiler felsefe çahşmaları ile uğraştı�lar. Bu ruh, kendine dâir tam bir şuur edinmeden, tekrar ortaya çıkan Eskilerin ruhu idi. Yapılması arzu edilen ve gereken şeyi tamamen hissederek tek başına yapan ve müstakil bir felsefe te�sisine girişen evvelâ Dekart oldu ve bu maksad, husule gelmekle kalmadı, hakkile hâsıl oldu.. Dekart Felsefesinin başları, insan ruhunun, Orta Çağ sonun�dan beri geçen tarihine bir fezleke olmuştur. îmânı bertaraf eder ve karşısına derhal Şüphecilik dikilir. Bundan kurtuluş ise. Şüp�heciliğe herhangi bir yol imiş gibi sarılmakla mümkün olur. Biz rey ve mütalâalarımızın çoğunu mürşitlerimizden ve arzuları�mızdan almışızdır. Bunları bırakacağız. Duyularımız (havassı�miz) bazan bizi aldattığından, bunlara da güvenmeyeceğiz. îstid�lâl yaparken, en basit hendese maddelerinde bile yanılan kimse�ler vardır. Bu itibarla, sağlam delil (kanıt) saydığımız aklî se�bepleri de hep bâtılmış gibi atacağız. Nihayet, gayet hileci ve al�datıcı, şeytanî bir deha gibi bizimle oynayan ve bizi aldatmayı sanat yapan hükümlerimizi de eşya hakkında durduracağız. Böy- ÎLÂHÎ TASDİK 41 le, usulü dairesinde şüphe ile Lâedrilik (Agnostîsiım)^ Dekart Felsefesinin ilk lâhzası oluyor. Lâkin, bu şüphenin kendisinden, zarurî bir hakikat çıkmaz mı? Ben ki şüphe ediyorum, idrâk (al�gı) ediyorum; idrâk ediyorum demek ki varım.» İşte, yrni felsefe böyle başhyor. îlk önce (Müdrik Nefsi) yahut (Nâtık Nef�si) vazediyor. Bundan böyle, hiç olmazsa müşahede vâkıaları, idrâk (algı) tecellileri bu kadar açıklıklıklan ve kesinlikleri do layısüe, en müfrit Şüpheciliğin dışına çıkıyor. Meselede, yalnız bu sübjektif hâdiselerin (olayların) realite ile ilgisi ciheti kalıyor ki bu da objektif sağlam bilgi meselesidir. .Buna nasıl varılıyor? Dekart Nazariyesinin en hoş noktası işte burasıdır. (Ben idrak ediyorum, demek ki varim) dediğim zaman, bana bu kaziyenin (önerme) hakikîhğini (gerçekliğini) temin eden nedir? îdrâk etmem için var olmam lâzım geleceğini pek açık olarak bilir olmamdır. O halde, şunu bir kaide olarak alabilirim : Pek belli ve belirli olarak tasavvur (tasarım) etti�ğim şeyler hep gerçektir. Demek oluyor ki. bellilik ve belirlilik gerçeklik kavramının miyârı (kriteri) ve delili (kanıt) dır. De�kart, bu noktadan yürüyerek, Allah'ın varlığını isbât eder ve isbât ettikten sonra da, başlangıçların (mebâdinin) sırasını ters çevir�diği gibi, şunu ilâve eder : Allah var olduğu içindir ki belli ve be�lirli olarak tasavvur ettiğim şey gerçektir. [...Bunu, bazan, bir kaide olarak almışmıdır. Nitekim (pek belli ve açık olarak tasavvur ettiğim şeyler hep gerçektirler) kaziyesi (önerme�si), ancak Allahm var ve en mükemmel bir varlık olması ve bizdeki şeylerin hep ondan gelmesi sebep gösterilerek temin olunur (sağlanır). Anlam (mana) ve kavram (mefhum) lanmızm gerçek ve Allahtan gelen şeyler olmalarından, belli ve belirli olanlarının hiç birinde, bu sebeple, gerçek olmamak ihtimali bulunmadığı netice,si çıkarılır...] (Metafizik Nutuklar 4'üncü kısım) Burada bâtıl bir devir yok mu? Akıl Allahı isbat ediyor, hal�buki aklı teyid eden Allah oluyor. Bu, eğer Allah isbat olunursa, Allahm varlığı delilimizin kıymeti olur, demektir. Tabiî nur Al (27) Buradaki idrâki, ilim ve bilgiden daha umumî olarak, bildiğimiz tasavvur, daha doğru�su, duygu ve mutlak şuur diye anlamalı. 42 METÂLİB - MEZÂHİB lahı isbat ediyor ve fakat, Allah var olmazsa, bu, gaflet (yanıltı�cı) bir başlangıçtan ibaret kalabilecek. Dekart'ın bu devirden nasıl kurtulduğunu anlamak için, onun yakîne (sağlam bilgiye) ne mana verdiğini bilmek lâzım gelir. Matlup olan, bizce gerçek görünenden aslında gerçek olana geç�mek değil, belki zihin dairesinde değişmez sağlam bir bilgi bul�maktır. Giderilmesi icap eden şüphe de bir toplam yapan ve bun�da aldanıp aldanmadığını anlamak isteyen bir insanın şüphesidir. [...Biz bir gerçeğin açıkça tasavvurunu idrâk edersek, tabiatile ona inanmağa kalkarız. Eğer bu inanış gayet sağlam olur da bu hususta şüphe etmeğe hiç bir sebep bulamaz ve artık araştırılacak bir cihet bı�rakmaz isek, ancak o zaman, aklen istenilebilen tam sağlam bilgiyi el�de ederiz. Çünkü, ortada bir sahtelik bulunması ihtimahnin de bizce ehemmiyeti vardır. İhtimal ki bizim bu kadar kuvvetle kaani olduğu�muz gerçek, Allahm ve meleklerin nazarında yalancıdır ve o takdirde de mutlak olarak yalancı olmuş olur...] (Cevap 2. itiraz). Başlangıçtaki apaçıklık (bedahet) ile, her uzunca istintacın (netice çıkarma) şartı olan tezekkür (anma) arasım fark etmek lâzımdır. (İdrâk ediyorum, demek ki varım) gibi apaçık bir ger�çeğe zihni bağlarken şüpheye hiç mahal yoktur. Apaçığı bilmek (bedihe), yâni hazır olan gerçeğe dâir belli ve belirli bilgi, ilâhî tasdik ile teyid edilmeğe muhtaç değildir. Lâkin, uzunca bir istin�taç yaptığımız ve yahut bazı neticeleri hatırlayıp bunları ihtiva eden başlangıçları tasavvur, ve isbat eden istidlâli tekrar etmedi�ğimiz zaman, bu hususta ruhumuzun değerini Allah bilgisinin te�yid etmesi ve ona bir sağlam inanış bahşetmesi iktiza eder. «Mülhidin (Allaha inanmayanın) ilmi gerçek bir ilim değil�dir. Zira, şüpheli bir bilgi, ilim adını alamaz.» (Cevap 2, İkinci iti�raz) . Yukarıda zikri geçen ve bizi ilzam etmiş gibi görünen itiraz çemberinden işte kurtulduk : «İdrâk ediyorum, demek ki varım» kaziyesi (önerme), tasavvur ettiğimiz anda hemen belli ve belirli olsa, apaçık bir gerçektir, ve «idrâk ediyorum» u ihtiva etmeyen hiç bir idrâk bulunmadığı için, bu gerçek, hiç bir zaman, hâfıza sahasına düşmez. (İdrâk ediyorum) başlangıcı (mebdei), şüphe- İLÂHÎ TASDİK 43 ye aslâ mahal bırakmayan apaçıktan hiç çıkmadan, Allaha ka dar gider, Allah mânâsına varılınca, aklın, gerçeklik için yapıl�mış olduğu kesin olarak bilinir ve bu sağlam bilgi, Allahın varlı ğını isbata yarayan ilk esaslara da şâmil olur. [...«Evvelâ, Allahın mevcut olduğuna dikkat ve gayret etmemiz, onun varlığını isbât edebilen sebeplere dikkat ettiğimiz içindir. Lâkin, bundan sonra bunun gerçek olduğunu sağlam şekilde bilmek için, bel�li ve belirli, açık bir şey tasavvur etmiş olduğumuzu hatn'lamamız kâ�fi gelir. Halbuki, Allahın mevcut olduğunu ve bunun yalan olamaya�cağım hiç bilmese idik, bu hatniama kifayet etmezdi".,.] (Cevap 3, iti�raz.) Hulâsa etmek icap ederse, Allah, hem ilmin hem varlığın baş�langıcıdır. Sağlam bilginin dayandığı nazarı temel de odur. Mâ�nâların açıklanması ve belirlenmesi amelî bir miyârdan ibaret�tir. Biz, idrâkin mevcudiyetini ve bundan doğrudan doğruya is�tintaç (netice çıkarmak) olunan Allahın varhğını, şüpheye hiç ma�hal bırakmayan bir bedahat (apaçıkhk) ile biliyoruz. Âlemin var�lığına gelince : O. ancak, Allahın varlığının tasdikile teyid olu�nur. Yine, bu âlem hakkında ilim sâhibi olmak da, Allahm varlığı sayesinde mümkündür. Zira, belli ve belirU manaların, belirli hakikatlar tarafından teyid ve tasdik edilmesi, ancak, Allahm mevcut ve en»mükemmel olmasından dolayıdır. MALBRAN Ş (MALBRANCHE ) SAĞLA M BİLGİ (YAKÎN ) V E GERÇEKLER İ ALLAH'T A GÖRME K Dekart'a göre: açık \'e belirli mânâlar arasında hakikatların (gerçeklerin) isbat edildiğini sağlam şekilde bilmemiz, bu ger�çeklerin, Allahm varlığı ile teyid ve tasdik edilmesi sayesindedir. O halde, ortada üç had vardı r : 1 — Ruhdaki mânâlar, 2 Ha�kikat (gerçek), 3 — Allah. Malbranş ise; Dekar t meslekini sade�leştirip bu üç haddi yalnız bir tek hadde irca eder. Ona göre, mâ�nâlar da hakiki (gerçek) dir. Bu mânâları doğrudan doğruya bir bedahat (apaçıklık) ile idrâk eden (alan) ruhumuzu, Allah ile te�yide ihtiyaç yoktur. Zira, ruh, belli ve belirli mânâlara mâlik olurken bizzat Allahı görür. [...«Cismimiz, cismanî bir âlemde gezinirse, ruhumun da, bunun�la ilgili ve hissedilmesini sağlayan makul (akUn kabul ettiği) bîr âlem�de, durmadan döner, dolaşır (Interetiens. 1, 5) (28). Mânânm gerçek�liğini inkâr etmek, olmayan şeyi idrâk edebileceğimizi kabul etmek de�mektir. Ben, her neyi idrâk ediyorsam o, en az idrâk sırasmda, var de�mektir. Bir daire veya adedi, bir varlık veya sonsuzluk, veya sonu olan bir varlık diye idrâk ettiğim zaman, hakikatleri görmüş oluyorum. Çün�kü, görmüş olduğum daire Iıiç mevcut olmamış olsa idi, onu idrâk et�tiğim zaman, yok olan bir şeyi idrâk etmiş olurdum. Halbuki, idrâk ettiğim dairede bir takım hususiyetler vardır ki; diğer şekillerde yok�tur. Demek ki, bu daire, idrâk ettiğim sırada mevcuttur. Zira, yok olan şeyin hususiyeti de olmaz. Yok olan şeyleri birbirlerinden ayıran şey�ler de yoktur...] (Enteretiens. 1,4). Bu mânâların bulundukları yer, ger�çek olmalarının temeli Allahtır. Belli mânâların hepsi, akıl bakımın- (28) Entretiens sur la Metaphysique et la religion : Metafizik ve Din üzerine göri.işmeler. Çe�viren. Bedia Akarsu. M.E.B. 1946. SAĞLAM BİLGİ 45 dan gerçek olmaları dolayısı ile, Allahtadırlar. Bizim onları görmemiz ancak Allahta olur. Akılların bu gerçeklerle nurlanması ancak külü (üniversel) akılda olur. Mânâlarımızın, ezelî, değişmez ve zarurî olma�ları, ancak değişmez bir tabiatta bulunmalarile kaabildir. Bizim ruh�larımız, ancak, küllî (üniversel) akılda sâkin olurlar. Keşfedeceğimiz bütün hakikatlann mânâları aklî bir cevherde (ana madde) gizlidir (Enteretîens. 1, lO.)...} Bu suretle, sağlam bilginin başlangıcı (mebdei), x411ahla bir�leşmek, ve hatta onunla bir olmaktır. Hakikat, bizde hâzır ve bizce idrâk edilen Allah'tır. Hakikat olduğu, mutlak olduğu, ve aklı kabul ettiği anlaşılan da odur. Dekart gibi, Malbranş'ta da gerçekliğin amelî mîyân (kriteri), mânâların açıklığı ve apa�çıklığıdır. [...«Allahın eserlerini bilmek için, bize verdiği mânâları tetkik et�melidir. Zira, Allah, o eserleri, bu mânâların belli ve açık olanlarına göre vücuda getirmiştir. Eğer, başka bir yol seçilirse, büyük tehlikelere koşulmuş olur...] (Inter. 3, 12). [...Belli mânâların hepsi, akıl ile ger�çekleşmesi bakımından, Allahtadırlar. Biz, onları ancak onda görü�rüz.,.] (Inter. 1, 18). Bu nazariyede maddî âlem ne oluyor? Bu, büs�bütün fâidesizdir. Eğer, maddî âlem hiç mevcut olmasa idi, akim kabul ettiği âleme ait bilgimizden hiç bir şey değişmezdi (Ayni eser, 1, 5). Ve hatta, umumî olarak söylersek, objeler olmadan duyularımızın hepsine mâlik olabilirdik (Ayni eser, 1, 4, 6, 8). Fakat, his âlemimiz olmasa idi, maddî âleme aklımızın ermesi için hiç bir vasıtamız bulunmazdı. Öyle ise, maddî âlemin varlığını nasıl kabul ve tasdik ediyoruz? Bu, vasıtasız bilinemiyor. Bizi buna inandıran hislerimiz oluyor. Bunlar da sırf nef�simizdeki tahavvüllerden (değişmelerden) ibarettir.) [...Cisimler, ne ruhumuza tesir edebilir, ne de ruhumuza intibak edebilir. Ruhumuzun cisimleri bilmesi ancak bu cisimleri temsil eden mânâlar içinde olur. Ruhumuzun bu cisimlerin varlığım hissetmesi ise, bir takım sebeplerden başka bir şey olmayan ânzalar ve hisler sayesinde olmaktadır...] (Ayni eser, 5, 6). [...Bunları delillerle isbât etmek müm�kün değildir. Âlemle alâkası bulunan ilâhî irâdeleri, bizim bu âlemden edindiğimiz kavramlar (mefhum) kavrayamaz. Mahlûklara (yaratık�lara) varlık verebilen ancak bu irâdeler olduğu halde, delil ile isbat olunabilecek gerçeklerin, başlangıçlarına (mebdelerine) zarurî bir ir�tibatı (ilişkisi) bulunan hakikatlara münhasır bulunduğu aşikârdır. Ci�simlerin varlığım delüe dayanarak isbât etmek kaabil olmayınca, bu- 4e, METÂLİB - MEZÂHİB nun ilhamdan başka bir yolu bulunmadığı anlasıhr...] .(Ayni eser, O, 6).» Ruh ile cisimlerin birleşmesi kanunlarınm teferruatından olarak bizi ilgilendiren duyular (ihtisaslar) bir takım tabiî ilham�lardan başka bir şey değillerdir. Bunlarla, Allah bizlere, bir cis�mimiz bulunduğunu ve başka bir çok cisim ile de çevrilmiş ol�duğumuzu bildirmektedir. Lâkin, hislerimiz, bazen bizi yanıltır. Nazarı bir şüpheye imkân hasıl olur ve metafizik bir ilhama mü�racaat etmek lâzım gelir. . - [...imân, bizim için öyle bir delil olur ki, kendisine mukavemet imkânı 'yoktur. Ortada bir cisim, ister var olsun ister olmasın, şura.sı bellidir ki; biz onu görmekteyiz. Buna dair ihtisasları (duyuları) da bize ancak Allah verebilir. Demek ki, beraber yaşadığım insanları, mü�talâa eylediğim kitapları, dinlediğim nasihatları, müşahedelerime ya�rayan görüntüleri, ruhuma ancak Cenabı Hak hazırlar. Allahm yeri ve gökü yarattığını ve indirdiği kitabın ilâhî bir kitap olduğunu bana imân öğretir. Bu kitap da, ortaya çıkınca, bana, müsbet olarak, bin�lerce yaratığın varlığını söyler. İşte bunlar, hep, benim değişik maz�hariyetlerimdir. Cisimler vardır. Bu delille isbat edilmiştir ve imânın icabıdır...] (Ayni eser, 6,8,). Hulâsa : nefsimizde iki münasebet vardır. Bunlardan biri, nefsin, kendine varlık veren ile, üniversel akıl ile olan ilk ve za�rurî münasebetidir ki, p.zay cisimlerin yeri olduğu gibi, bu üni�versel akıl da ruhların yeridir. Diğeri de, nefsin kendi cismine ve diğer cisimlerle, umumî kanunlara göre ve dolayisile ölün mü nasebetidir ki bu münasebet zarurî değildir. Demek oluyor ki, nefis, cisimlerin varüğım. kendi cismi de dahil olmak üzere, hep dolayisile, sağlam şekilde bilebilir. Doğrudan doğruya ise, an cak Allah ile birleşir. Şu hale göre, Allahm bizim üzerimizdeki devamlı tesirinin neticesi olan (Hakikati Allahta görmek), başka bir deyişle, aklımızın üniversel akıl ile bağlantısı, her sağlam bilginin temeli oluyor. İSPİNOZA (SPİNOZA) : İNSAN İDRÂKİ, HAK i KATA UYGUN MÂNÂLAR BAKIMINDAN, İLÂHÎ İDRÂKTE N FARKL I DEĞİLDİ R Cevher (Öz varlık) dan maksadım, kendi kendine \'ar olan ve kendiliğinden tasavvur edilendir. Arazlardan maksadım da, başka şeyde bulunan ve o şey ile tasavvur olunandır. Bu söz, eşyanın nefsinin, tasavvurlarımızla ve tasavvur edebildiğimiz kadar varolduğunu farzetmektir . Bu da, varlık ile idrâki birleş�tirmektir. Bu bakımdan, apaçık mânâlar kavramının başlangı�cım îspinozada dahi bulmamız lâzım gelir. îşte, İspinozanın (Et hique = Ahlâk) adlı eseri, bu başlangıcın (mebdein) ta dış sek�line kadar, en belirgin şekilde tatbikatıdır. [...Mânâ, mevzuundan başka bir şeydir. Çember başka şey, çem�ber mânâsı başka şeydir...] (Reforme de l'Entendement - Emile Sais�şet - T. 2. S. 385). Fakat, hakikat olan bir mânânın, mevzuuna uygun olması gerekir. (29) (Ethiaue - 1. a.xe 6). Bir mânânın mevzuuna uy�gun olup olmadığını nasıl anlamalı? Bunu arılamak için, hakikat mâ�nâsının asıl belirtici vasfını tanımak icap ediyor. Hakikati idrâkin bâ�tılı idrâkten farkı, yalnız görünürdeki niteliği ve özelliği, yani mevzuu�na uygun olması değil, belki, bununla birlikte ve daha ziyade, kendisile, yani mevzuundan ayrı olarak, objektif gerçekliğinde bulunduğu kabul edilen ayırıcı ve belirtici vasfıle olur. Mânâlarda Hak ile Bâtılı ayıran gerçek bir şey vardır...] (-^o) (Reform de l'Entendement - S. 299). [...Bir hakikat mânâsının kendinde mevcut belirtici vasfı Tam (eksiksiz) olmaktır. Tam bir mânâ, insan nefsinin kunhünü teşkil et�tiği için, Allahta İTulunan bir uıâuâ, bir ilinî. ssıiettir. Allahta bulunan (29) Ethica. Etika. Çeviren Prof. Hilmi Ziya tJlken. M.E.B. 1965. (30) Emill Sasset: Reforms de l'Entendement. 48 METÂLİB - MEZÂHİB bir mânâ, sadece insan nefsinin künhünü teşkil ettiği için değil, aynı zamanda, başka bir şeyin mânâsı olduğu için ele alınmış olursa, bu mâ�nâ, bizde, noksan bir şekilde, yani Tam olmayarak bulunur. İşte, mâ�nâların bâtıl oluşu ve kara cahillik demek olan bir şey bilmemek, bu noksan bilgiler demektir. Bütün mânâ ve sûretler, Allahta, hakikî ve tamdırlar. Biz de, tam olan mânâları, açıklık ve belirliliklerinden, tam olmayan mânâları da, noksan olmalarından, bir çok mânâya gelen hal�lerinden tanırız,..] (Ethique - İspinoza - 2. Sahife 35 - 36). Tâm olan mânâlar mahiyetleri itibarile, hakikat (gerçek) olduklarından, mânâ�ların gerçeklik miyarı (kriteri), bir had tayini icap ederse, açıklıkları ve belirlikleridir. Açık (celî) ve belirli (mütemayiz) olan mânâlar hiç bir zaman bâtıl olamazlar. (Bak. Rs.forme de l'Entendement Sahife 399). Lâkin, bu takdirde, insan ilmile ilâhî ilim arasında fark da kalmıyor. Celî ve mütemayiz olan mânâ, bâtıl olamayacağı gibi vehim ve şüphe�den de âri olur. Ruh, ne kadar az anlarsa, vehim gücü o nisbette fazla olur ve ne kadar çok anlarsa, bu vehim kuvveti o kadar azahr. (Sahife 394. Aynı eser). Vehim ve şüphe ezelî hakikatlara kadar sirâyet edemez. Her şeyi bilen biri bulunursa, bunda hiç bir vehim olamaz. Bir şey hakkında aşi�kâr ve belirli bir mânâya mâlik olduğumuz sırada biz de vehimden asla korkmayız. (Bak : Ayni eser, sahife 392). Belli ve seçik olan mânâ, şüphesiz ârîdir. Zira, şüphe birbi�rine zıt iki mânânın başka mânalara gelmesinden doğar. Halbu�ki, gerçek olan mânâ her şeyden önce ve kendiliğinden sağlam şekilde bilinir. [...Hakikat, kendi kendisinin husûsî alâmetidir. Gerçek bir mâ�nâyı hâiz olan kimse, o anda, hem bu mânâyı hâiz olduğunu bilir, hem de bu mânânın temsil ettiği şeyde şüpheye imkân göi-mez. (Ethique, 2, Sahife 43). Hakikat için, bir hakikat mânâsından daha açık (vâziiı) daha kesin ( kat'î) ne gibi bir kaide bulunabilecek? Işık, nasıl ki hem kendisi görünür hem de karanlıkları gösterirse, hakikat da, bunuii gibi, hem kendine ve hem de yanılmalara miyâr olur. (Ayni eser, 2, 43 Ş.). Nefsimiz, ilâhî akıldan bir parça olduğu için (Hâşâ), bunun açık ve seçik mânâları da Allah'ınki kadar hakikat olmak zarûretindedir (Aynı eser). Sağlam bilgi ile objektif ana madde ayni olduklarından bir şe�yin objektif künhünü (ana madde), yani tam mânâsım hâiz olan en yüksek sağlam bilgi yalnız Allaha mahsustur. (Reforme de l'entende�ment - Sahife. 386) , İspinoza, böyle bir nazariye ile, Şüphecilere karşı durmağa İNSAN İDRÂK 49 mecbur oluyordu. Aşikâr mânâ, kendiliğinden, sağlam bilgiyi icap ettirince, sağlam bilgi noksanlığı, hiç bir aşikâr mânâ bu�lunmamasından ileri gelir. Halbuki aşikâr mânâyı haiz olmak aklın tabiatı gereğidir . Bu bakımdan. Şüphecilerin insandan başka bir yaratık olması lâzım geliyor. Şüpheci ister ki delillerin delilleri sonsuz olarak isbat edilmiş olsun. — « Buna cevaben derim ki (İspinoza), Agnostisizm (Lâedrilik) ile ne kazanılır? Eğer bir kimse, usulü dairesinde, tabiatı tetkik ve mü�talâaya girişir, yani hakikatin mânâları kanununa göre ve münasip şekilde yeni mânâlar elde ederse, öğrendiklerinin hakikate uygun oldu�ğundan şüphe etmez. Çünkü, hakikat kendi kendine meydana çıkar ve ahnan bu lezzet karşısında sanki o her şeyi bilmiş olur (Bak. : Refor�me de l'entendement - Sahife 388).» îspinoza'nın, (Ethique - Ahlâk) adındaki eseri, tamamen Şüphecilere cevaptır. Tabiat nizamını ele alır ve, bu yoldan, şüp�heyi imkânsız hale getirir. «Şüphecilerin bazıları, belki de, bizim başlangıcımız (mebdeimiz) olan (İlk Hakikat) ve bundan çıkaracağımız teferruat hakkında şüp�he etmeğe devam edeceklerdir. Eğer vicdanlarına rağmen söylemiyor�larsa, bu adamlar, ya kör bir ruh ile doğmuşlardır, veya bir takım ve�himlerle dalâlete düşmüşlerdir. Gerçekten, bunlara bir şey isbât edil�diği zaman, bu fikrin delili gösterilmiş midir, gösterilmemiş midir, bil�mezler. Yalnız inkâr ederler, veya tasdik ederler, itiraz ederler, fakat, neyi inkâr, neyi tasdik ve neye itiraz ettiklerini bilmezler. Bu itibarla, bunları, akıldan mahrum ve iç güdüleri (insiyakları) ile hareket eden kimseler olarak görmek lâzım gelir. (Bak : Reforme De l'entendement, Sahife 389 - 390).» F./4 LAYBNİÇ (LEÎBNÎTZ) : — BEDİHÎ (APAÇIK), DELİLLİ (KANITLI), HİSSÎ (DUYUSAL) , SAĞLAM BİLGİ (YAKIN ) Laybniç, bilgiyi, bedihi (apaçık), delilli (kanıtlı) ve hissi (duyusal) diye üç kısma ayırmış (Bak : Ncuveaux essals, 3, 4) ve bu üç bilgiyi (kesin bilgiler) adile (şüpheli bilgiler) e karşı tutuyor. (Ayni eser Sahife 14) ve her üç kesin bilgiye (sağlam�lık) vasfı veriyor. Ona göre, üç türlü sağlam bilgi vardır : 1 — Apaçık sağlam bilgi (bedihî yakîn), 2 — Delilli sağlam bilgi (burhanî yakîn), 3 — Duyusal sağlam bilgi (hissi yakîn). (^O�Bedihî (apaçık) sağlam bilgide iki türlü hakikat vardır : 1 — Vâki olan (reel) ilk hakikatlar, 2 — Aklın ilk hakikatları. Bunların her ikisi de ilk önce ve kendiliğinden bilinirler. Vukua gelen ilk hakikatlar (ilk olaylar), başlangıçta, kendi kendine nefsimizde vukua gelen tecrübelerin mahsulüdür. Meselâ; «idrâk ediyorum, demek varım», genel ka�ziyesi (önermesi), veya, filân şeyi idrâk ediyorum, özel kaziye�si (Önermesi) gibi. (31) Bu taksim, islâm Mutasavvıfiarmm, timi Yakîn, Aynî Yakîn, Hakkı Yakîn taksimini hayli andırıyor. Bununla beraber, aralarındaki fark büyüktür. Seyyid Şerif, Tarifa�tında der ki: «He r akıllının öleceğini bilmesi sağlam bilgidir. (İlmî yakîn). Ölümün yaklaşması ile ölümü görüp öleceğini bilmesi (Aynî yakîn) dir; Ölümü bilfiil tatması (Hakkî yakîn) dir. Buna rağmen, bedâhet (Hakkî yakîn), burhan (timî yakîn), his de (Aynî yakîn) diye tefsir olunabilecektir, (timi yakîn) ve (Aynî yakîn) tabirleri, Kur*- ân-ı Kerîm tâbirlerindejıdirler. SAĞLAM BİLGÎ 51 [...«Bize varlığımızı bildiren bedihîlik (apaçıklık) öyle bir vâki (olay) dır ki bunu bilmemiz, hiç bir delil ihtimal veya ihtiyacı bulun�mayan tam bir bellilikle olur. Hatta, her şeyden şüphe etmeğe başla�dığım zaman bile, şüphem, kendi varlığımdan şüphe etmeme meydan vermez...] (Bak: 'Nouveauz essais, 4, 2, 3). «Aklın ilk hakikatlan, birbirini tasdik eden hakikatlar, yani (ha�kikatin müttefikleri) dediğim hakikatlardır. Tam olan manaların hep�si aklın ilk hakikatlerini ihtiva ederler» (Ayni eser, 1,3,4). Bu iki türlü bedihî (apaçık - aşikâr) hakikat, birbirinden şöyle farkolunur : Akhn hakikatlan, bize zarurî, vukua gelen hakikatlar (olaylar) ise; mümkün görünür. Ve fakat daha sağlam bir şey ile isbat olunamamak hususun�da ikisi de müşterektirler. (Ayni eser, 2, 3, 4). Varlığımıza ve idrâkimize taalluk eden ilk müşahede bize anında (bi-l'inniye) vukua gelen hâdiselerin (olayların) ilk hakikatlarmı, yani ilk tecrübelerini verir, na�sıl ki, birbirini tasdik ve teyid eden kaziyeler (önermeler) de bi-l'lim�miye aklın ilk hakikatlarmı, yani ilk nurları ihtiva ederler. Bunların ikisi de isbat edilemez ve ikisine de bunun için (ilk) denilir. Çünkü, evvelkinde, müdrike ile müdrikenin taalluk ettiği şey arasında, beri�kinde de, mevzu (konu) mahmul (yükletilen) arasında vasıta yok�tur...] (Ayni eser, 2, 4, 9). (32). Burhanî yakın (delilli sağlam bilgi) de, bedihî yakine (apa�çık sağlam bilgiye) râci olur. Kendisile bir netice çıkardığımız fiil, basit bir apaçıklık fiilidir (bir bedahet fiilinden ibarettir), îlk kısımlar ile netice bir sezişte buluşurlar. Delilli yakîn (sağ�lam bilgi) bir apaçık (bedihî) yakînden ibarettir ki, bir tek ha�kikate uygun olacak yerde, bir çok kaziye arasındaki bağlantıya uygun düşer. Hissî (duyusal) sağlam bilgiye gelince : «Biz, kendi varlığımızı bedahat (apaçıklık) ile, Allahın varlığım deliller ile diğer eşyanın varlıklarını da hislerimizle (duyularımızla) biliriz.» (Nouveauz Essais. Sahibe 2 ve 94). Bizim, duyurulmak yolu ile, kendimizden başka şeylerin mâ�nâsını elde ettiğimize dair ters bir iddiada bulunulamazsa da, asıl mesele bu değil, buna, doğuştan (fitrî) bir inanış ile, bağ�lanmağa hakkımız olup olmadığını bilmektir. Laybniç'e göre, hissî bilgide dahi, diğerlerinde olduğu gibi, yakîn (sağlam bilgi) (32) Şu hale göre, (ûlâ) dernejs (evvelâ ve bizzat), yani (bilâvasıta) demek oluyor. 52 METÂLİB - MEZÂHİB vardır . Lâkin, hakikat olan hissi bilgi ile uykudaki ve uyanık�lıktaki hayaller i birbirinden ayırmak için bir miyâr (kriter ) bul�mak lâzım gelir. Bu hususta, intihaların şiddeti miyâr olamaz. «Gerçi, hislerin tahayyüllerden (hayal kurmak) çok daha şiddetli olması normaldir. Fakat, bazı hayal kurmağı seven kimselerin, hakikî olanlardan ziyade hayallerin tesiri altında kaldıkları yerler de vardır. Hasselerin (duyuların) taalluk ettiği şeyler bahsinde hakikî miyâr, hâ�diseler arasındaki irtibattır (ilişkidir) : Yani, muhtelif zaman ve me�kânlarda, muhtelif insanların tecrübelerinde vukua gelen buluşma�ların, ve birleşmelerin hadiselerin hep birbirinin ayni olarak vukua gelmesinin, bu hususta pek büyük ehemmiyeti vardır. İşte, dış âlemi�mizden hissettiğimiz şeylere dair hakikatları tesbit ve tevsik eden bu ilişki (irtibat), aklın hakikatları ile tahkik edilir, görüntülerin hendese ile tahkik edilmesi gibi.] (Nouveaux essais, 2, 4, 14).» Şu halde, hissi yakîn (sağlam bilgi), aklın ilk hakikatlarına dayanmaktadır : Akıl hakikatlarının kontroluna tâbi tecrübeler, nefiste vâki olur. Bu bakımdan, hissi sağlam bilgi (yakîn), bedi�hî (apaçık) sağlam bilgiye dönmüş oluyor. Bütün Dekar t taraf�darları gibi, Laybniç de, sağlam hissî bilgiye birinci derecede kıymet vermek istemiyor. Nefi s ile cismin birleşmesi (Ârizî Ka�nunlar) veya (Ezelî Ahenk) Kanunları ile vukua geldiğinden, dış âlemimizdeki bir hakikatin varlığından emin olabilmemiz için, daima, bu kanunları koyana başvurmamız gerekiyor . «Bizim idrâklerimiz yalnız kendimizden gelir. Bu hususta, diğer mahlukların nefis üzerinde doğrudan doğruya bir tesiri olamaz. Külli (üniversel) ve ezelî (başlangıcı bilinemeyen) hakikatlara dair sağlam bilgimizin temeli, mânâların kendilerindendir. Mümkün olan şeylerin gerçeklik temeli de, his hâdiselerini (olaylarını), erişmek istedikleri akıl hakikatları gibi, güzelce birbirine bağlayan sürekUliktir. (Neuveaux essais, 2, 2, 4). Fakat, bu yakîn, birinci derecede bir sağlam bilgi değildir. Zira, metafizik bakımından, bunun devamlı bir rüya olması ve insanın öm�rü boyunca uzayıp gitmesi imkânsız değildir. Lâkin, bu da, matbaa�dan karma karışık olarak çıkan formaların kendi kendilerine, tesadü�fen birleşip muntazam ve tertipli bir kitap oluvermesini farzetmek kadar akla ters düşen bir şeydir. (Apm eser, 1, 2, 4, 14).r) Son tahlilde, hissî yakîn (duyusal sağlam bilgi), akli yakîne SAĞLAM BÎLG ' 53 (aklın sağlam bilgisine), yani, vâkıaların (olayların), aklın icap�larına uymasına varıyor : «Duyulan şeylerin gerçek olup olmadıkları, birbirlerile olan irti�batlarından (ilişkilerinden) anlaşılır. İrtibatları, akla dayanan aklı ha�kikatları ile ve henüz sebebin görünmediği sırada ise, doğrudan doğru�ya, hissedilen eşya üzerindeki devamlı müşahede (gözleme) ve taras�sudlara (gözetleme) tâbi olur...] (Ayni eser, 1, 4, 10, 11). BERKLEY (BERKELEY) ; HİSSÎ YAKÎNİ (DUYUSAL SAĞLAM BİLGİYİ) YÜKSELTME K İDDİÂSINDA BULUNUYOR : Berkley, Şüpheciliği bertaraf etmek istemiş ve kendisinin mezhebi olan (Maddeyi red - Sübjektif İdealizm) Mezhebini sırf bunun için ortaya koymuştur. [...Bana, reyimde en aşağı derecede bir fesad ve Şüphecili�ğe çeken bir şey bulunduğunu gösterirlerse, o zaman, karşı re�yin reddine şimdi imkân veren (idrâk ediyorum) hissinden vaz�geçmekte de o nisbette haklı olurum...] (1 er DiaL ogues entre Hylas et Phillopus.) P ) Berkley'in getirdiği yenilik, hissî yakinin bütün selâhiyet ve nüfuzunu iade etmek için, maddî cevheri (anamaddeyi) inkâr et�mesidir. «Hissedilen şeyler hallerince müşahede edilip dururken bunların varlıklarından şüphe etmeğe kalkmanın mânâsı anlaşılamaz (3. Dial). Buna, nazari bir mesele gibi bakıp, ilâhî tasdiki düşünerek isbata ka�dar gitmek, bir feylezof için, bir az çocukca olur. Bu gördüğüm, dokun�duğum şeylerden şüphe edersem, kendi varlığımdan da ederim. Ben derim ki, kendi varlığımı ne kadar sağlam biliyorsam, cisimlerin varlığı�nı da o kadar sağlam bilirim. Cisimlerden maksadım hasselerimle (du�yularımla) doğrudan doğruya aldığım şeylerdir).» Berkley, bununla, bütün Dekart Medreselerinin (okullarının) ittifak ettikleri (Ruhun varhğı. cisimlerin varlığından daha ke- (33) Beşeri Bilginin ilkeleri hakkında bir Eser ve Hylas ile Filanos arasında üç konuşma. M.E.B, 1935 fet. M.S. Engin. DUYUSAL SAĞLAM BİLGİ . 55 sindir) fikrine karşı çıkıyor. His yolu ile edinilen bilgi de, vicdan ile olan bilgi kadar sağlam ve onun gibi (apriori) dir. Berkley, hatta, Allahın varlığını bile his yolu ile edindiğimiz sağlam bilgiye dayatır : [...«Bence şurası aşikârdır ki hissedilen şeyler bir akıl veya ruhtan başka bir yerde mevcut olamazlar ve ben, bundan, bunların hakikî var�lıkları yoktur neticesini çıkarmam. Belki, bunların yalnız benim zih�nime tâbi olmadıklarını ve bence müşahede edildiklerinden başka bir varlıkları bulunduğunu ve bunların bulunabilecekleri başka bir ruhun mevcut olması lâzım geldiğini anlarım. Şu halde, hissedilen âlemin gerçekten var olduğu ne kadar sağlam şekilde biliniyorsa, bunları iha�ta eden ve bulunmalarına imkân veren sonsuz ve her yerde hâzır bir ru�hun varhğı da o kadar sağlam ve kesin şekilde bilinir. (2 Dial.).» Berkley, bununla, Dekar t Medresesinin kabul ettiği tertibi ters çeviriyor : Hissî yakînin (sağlam bilginin) temeli artık ilâ�hî tasdik v e teyid değil, tersine olarak, Allahın varlığını kavrama�mızın temeli, hâsselerimizin (duyularımızın) tasdik v e teyidi ol�muş oluyor. Buna göre, sağlam bilgi iki türlüdür : Birincisi, bedihî (apaçık) veya apriori sağlam bilgidir ki hem hâs�selerimizin (duyularımızın) hem de vicdanın verilerine şâmildir. İkincisi, delilli yakîn (sağlam bilgi) dir ki; dolayisile olur ve ev�velki sağlam bilgiye dayanır. Demek oluyor ki, Berkley, kendisinin (maddeyi red) mezhebini, hâsselerimizin (duyularımızın) tasdik ve te�yid ettiklerine tam bir inanış ile telif eylemiştir : Hatta, ona göre, mad�denin reddedilmesi, hâsselerimizin doğruyu verdiklerini teyid etmek içindir. Cismanî cevherin (öz varlığın) bu suretle ortadan kaldırılması, eşya gerçeklerinin manalarda tesbiti, aksi düşüncenin Şüpheciliğe gö�türmesi, güvercinin boynunda değişik renkler, sudaki sırıkta kırıklar göründüğü için bir takım itirazlara sebep olması yüzündendir...] (2 Dial.). DAVİD HİYUM (DAVÎT HUME) : TECRÜBİ (DENEYCİ) ŞÜPHECİLİĞİ (AMPİRİZM) : İTİKAD (DOĞMA ) NAZARİYESİ : İnsan bilgisi bahsinde, Lok (J. Locke). Tecrübe (deney) Mezhebinin neticelerinin ne olduğunu araştırmıştı. Dayanıklı olan sağduyusu, ifrata gitmesine mâni oluyordu. Sağlam bilgiyi bir oldu bitti (emri vâki) telâkki etti. Lok, hakikatların sağlam olarak bilinmesini, bedihi (apaçık - aşikâr) bilgiye dayatır. «Bu nevi bilgi, tesirini, dayanılmaz şekilde yapar. Ruh, kendisine yönelir yönelmez (teveccüh), bu bilgi, derhal, bir açık gündüz parlak�lığile ve tam bir kolaylıkla görülür. Ruhun şüpheye düşmesine, tetkik�lere girişmesine imkân vermez. Parlakhğı, hemen tesirini yapar. İşte, bilgimizin bütün sağlamlığı, bütün belirliliği bu basit teveccüh (yönel�me) sayesinde olur. Bundan daha sağlam bilgi arayan ne aradığını bil�mez. Yalnız, Piren (Pyrrhon)cular gibi olmak sevdasını besler. Onun da hakkından gelemez.» (Essais sur l'entendement humain, sahife 3, 4, 10). (34) Hiyum, Tecrübe (deney) Mezhebinin (Ampirizm) ihtiva etti�ği şüpheci neticeleri, cidden felsefi incelikle çıkarttı. Berkley'in tahlilini ele alıp son devir Şüpheciliğini (35) kurdu. O da, Berkley gibi, hâsselerimizin (duyularımızın) doğrudan doğruya, vasıtasız olarak, ilham ettiklerini hep kabul etti ve daha ileri gitmedi. Tec�rübe, bize, doğrudan doğruya bir cevher (öz varhk) bildirmedi�ğinden, ruhî olsun, maddî olsun, bütün cevherleri inkâr etti. Yal�nız madde mefhumunu (kavramını) değil, ruh mefhumunu da bir (34) John Locke ; Essay Conserning human Under Standing. (Londra 1690) (35) Demek oluyor ki, Sofistlerden sonra. Eski Şüpheciler, Yeni Şüpheciler, Son Devir Şüp�hecileri adile üç (Agnostisizm - Lâedriye) vardır. AMPİRİZM 57 duyular topluluğunda gördü. Dış tecrübe gibi iç tecrübe de bize bir takım müşahedelerden başka bir şey bildirmez. Bu itibarla (Ben) mânâsı da bir hisler silsilesinden ibaret kahr. Sağlam bilgi�nin taalluk ettiği ancak bir şey vardır: Müşahedeler ve bunlarla ilgili olanlar. Bir tek kaynağı vardır: Doğrudan doğruya tecrübe, «Madem ki ruhta müşahedelerden başka bir şey hazır olmuyor ve madem ki bütün mânâlar, ruhta daha önce hazır olmuş bir takım şey�lerden meydana geliyor, o halde, bizim için, mânâ ve intibâlardan baş�ka bir nevide bir şeyin mânâsını tasavvur ve tasvir etmenin imkânsız olduğu anlaşılır. Dikkat ve teveccühümüzü (ilgimizi), kendimizin dı�şında olanlara, mümkün olduğu kadar bağlayalım. Hayal gücümüz semâlara ve kâinâtın uzaklıklarına doğru uzansın gitsin. Kendimizden dışarıya hakiki bir adım atmış olmayız. Şu belli ve sınırlı yerde zuhur eden müşahedelerin varlığından başka nevide hiç bir varlık tasavvur edemeyiz. Tasavvur ettiklerimizin hepsi hayal gücümüzün (muhayyile�mizin) kâinatıdır. Bu kâinatta husule gelmemiş hiç bir mânâmız yok�tur. (Traite de l'entendement).» Tenkidci düşünce, bilginin taalluk ettiği şeyleri hep intiba�lar ile mânâlara ircâ ederse (Psikoloji Tarihinde «dış âlemi mü�şahede» meselesine müracaat), insanın müdrikesi, her halde, kendine göründüğü gibi olmaz. Bu bakımdan, bu nazariyede idrâ�ke nasıl imkân kaldığını, müşahedelerimizin hepsine, ayni sevi�yede varlık isnad etmeyişimizin neden ileri geldiğini, itikad (ina�nış) ile itibar (farzetmek) m nasıl fark edildiğini izâh etmek lâ�zım gelir. İnsan aklının taalluk ettiği şeyler iki kısma ayrılabilir : 1 — Mânâların münasebetleri, 2 — Vâki olan (reel) maddeler. Riyâziye (Matematik), Hendese, Cebir ilâ. birinci neviden�dir. Bunları diğerlerinden ayıran şudur : Kaziyeleri (önermele�ri), kâinatta husule gelen olay ile meşgul olmağa lüzum kalma�dan, yalnız zihni çalıştırarak, keşfolunabilir. Tabiatta müselles�ler (üçgenler), daireler bulunsun bulunmasın, Oklit kaziyeleri hakikattir. Vâki olanda, muhayyile (hayal gücü) birbirini nakzeden iki hâdisenin ikisini de (mümkün) diye tasavvur (tasarım) edebilir. 58 METÂLİB - MEZÂHİB Çünkü, bu tasavvur tenakuz (yıkışma) değildir. «Yann güneş do�ğacak», kaziyesi akla yatkın olduğu gibi, «yann güneş doğmaya - cak» , kaziyesi de akla yatkındır. O halde vâki olan maddenin, hâsselerimizin (duyularımızın) şehadeti (tanıklığı) dışındaki ha�kikî varhğını bize sağlayan «belirginliğin» mahiyeti nedir? Vâki olan maddede, fikirlerimiz v e delil çıkarmalarımız hep sebep - sonuç alâkasına dayanır. Halbuki, illiyetin (sebepliliğin) baş�langıcı bir itiyaddan (ahşkanlıktan) başka bir şey değildir. [...«Meselâ, sıcaklık ve parlama gibi iki mevzuun sübut ve irtibat�larından sonra, bunlardan birinin zuhurunda diğerini beklememiz alış�kanlığm icâbıdır- Alışkanlık, insan hayatının büyük bir yol gösteri�cisidir. Tecrübelerimizi bizim için yararlı kılan ve geçmişte husûle ge�len vak'aların gelecekte de birbirini takip edeceğini anlatan bu baş�langıçtır. Alışkanlığın tesiri olmasa idi, hâfızamızda ve havassımızda (duyularımızda) kendi kendine bulunanın dışında diğer vukua gelen hâdiseden habersiz kalırdık. Ruh, bir parıltı veya yakar görünce, alış�kanlık icabı olarak, bir sıcaklık veya soğukluk beklemeğe ve bunun civarımızda mevcut olduğuna veya olacağına inanmağa kalkar. Bu, bu gibi hallerde, sübjektif bir davranıştır ki, iyilik gördüğümüz za�man sevgi, hakaret gördüğümüz zaman nefret ve infiâli (içerlemek) hissetmek gibi kaçınılamayacak bir haldir. Bütün bunlar içgüdü ile yapılır ve düşünce ve akıl muhakemesi ile elde edilemez. Bunun önü�ne de geçilemez...] (36) Treatıse on human Nature Recherches sur l'en�tendement humain, S. 1, 5)» Şimdi, itikad (inanış) ile itibar (gerçek olmadığı halde ger�çek saymak) arasındaki farkı belli edebiliriz : [...Varlığın mânâsı, var olduğunu tasavvur ettiğimiz şeyin mâ�nâsı demektir. Bir şeyi sadece düşünmek ile o şeyi mevcut diye düşün�mek arasında hiç bir fark yoktur. Bu mânâ, bir mevzuun mânâsına bağlandığı zaman, ona hiç bir şey ilâve etmez. (Natura humaine - İn�san tabiatı). Bununla beraber, inanmadığımız bir çok şeyi tasavvur ettiğimiz de olur. Şu halde, bir şeyin yalnız varlığını tasavvur ile ona inanmamız arasında büyük bir fark vardır. Bu fark, tasavvur ettiği�miz mânâyı teşkil eden unsurlarda bulunmadığından, bunun tasavvur tarzından ileri gelmesi lâzım gelir. İtikad (inanış), bir mevzuda, yalnız (36) David Hume Treatis» on human Nature. AMPİRİZM 59 tasavvurumuzun tarzını değiştirebildiği için, bu, ancak mânâlarımıza fazla bir kuvvet ve şiddet vermekle mümkün olur...] (Ayni eser). İtikadın itibardan farkı yalnız birlikte hissedilmeleri iledir ve sırf sübjektif bir farktır . [...Bir itikad, bir mânâdan fazla bir şey değildir. Bunun itibardan farkı, tabiatta, yani unsurlarının teşekkül tarzında değil, belki tasav�vur tarzındadır. Ben, bu tarzı izah etmek istediğim zaman, buna ta�mamen uygun bir kelime bulmakta müşkülâta uğradım. İz'an husule getiren bir mânâ, sırf itibarî ve farazi olan ve yalnız hayal gücünün (muhayyilenin) telkin ettiği mânâdan farkh olarak hissediliyor. Ben, bu fark, hissî yüksek bir kuvvet, veya bir şiddet, bir selâbet, bir metâ�net, bir istikrar diyerek izah etmek isterim. Böyle muhtelif tabirler kul�lanılması o kadar felsefî değilse de, ben, bûnlarla, hakikatları, veya ha�kikat sayılanları bize, faraziyelerden (itibarlardan) daha kuvvetli ola�rak, arzeden ve zihinde daha ağır basan ruhun bir işini ifâde etmek is�tedim (Recherches, sur l'enterdement Humain 2-5 ; Traite de la na�tura humaine).» Duyuların şiddeti, hayallerin şiddetinden daha fazla olduğun�dan, duyurmanın itibarlardan ayır t edilmesine yeter . Lâkin, mevzuu gâip farzedersek, ben, bunun hakikî olanını itibarî ola�nından farkedemez miyim? Böyle bir mevzuda, ne olursa olsun, diğer bir mevzuu bekleyecek derecede kararsız bir halde mi bu�lunuyorum? Hal şöyle dursun, istikbal bile. belli olmayan v e iti�bara kalmış bir şey değildir. Burada, ahşkanlık (itiyad) ve alış�kanhğı belirgin eden his işe karışır. Bir odun parçasını ateşe ata�rım, alevlenmesini beklerim, alevleneceğine inanırım. [...İnanma hissi, bir mevzuun sırf itibardan hemen sonraki ta�savvurdan daha şiddetli, daha metin tasavvurlardan başka bir şey de�ğildir. Bu nevi tasavvur, o mevzuun, havâs (duyular) veya hâfızada ha�zır bir şey ile alışılmış bir irtibatı (ilişkisi) bulunmasından ileri gelir. Peki ama, tasavvura bu kuvveti veren nedir? Hazır bir mevzudan, bu�na bağlanması âdet olmuş diğer bir mevzuun mânâsına intikalin mu�tâd (alışılmış) hale gelmesidir. Bu intikal (geçiş), vukua gelen hâdise (olay) ye ve varlığa dair çıkardığımız neticelerde ruhun yegâne (biri�cik), işidir...] (Recherches, 2 - 5).» [...O halde, hakikî ile itibarî (farazî) arasında, mahiyet itibarile, İliç bir fark yoktur. Bunları ayıran içimizdeki histir. Evvelkine inanırız 60 METÂLİB - MEZÂHİB da ikinciye inanmayız. Bu hususta söylenmesi mümkün olan şey bun�dan ibarettir. Bu his, eşyanm tabiatile teyid edilir mi, edilmez mi? Ortada eşyanm bulunduğunu madem ki bilmiyoruz, bunu nasıl bile�ceğiz? İlim, müsbet illiyet (sebeplilik) başlangıcına (mebdeine) daya�nır. Bu illiyet mebdei ise bir itiyaddan (âdetten) ibarettir. Yalnız süb�jektif bir zaruret (zorunluluk) ifade eder. Hâdiselere hâkim değildir, onlardan alınmıştır. Eğer tabiat, itikada, doğuştan bir kuvvet, daya�nılmaz bir meyil (eğilim) vermemiş olsa idi, cesareti kırmak için, bu şüpheci tahlil pek uygun düşerdi. Fakat, tabiat, bizi nefes almağa, hissetmeğe nasıl zorluyorsa, hükmetmeğe de öyle, dayanılmaz, mut�lak bir zaruretle icbar ediyor. İstidlâl (delille netice çıkarma) ve iti�kad (inanış) öyle bir ihsâs (duyurma) veya öyle hususî bir tasav�vurla vâki oluyor ki, bunu yalnız mânâlar ve düşünceler ile nakzetmek mümkün değildir...] (Ayni eser). Bi r bedâhete (apaçıklığa) veya bir burhana (açık delile) da�yanan itikadları (inanışları), Hiyum'un, (mânâların nesebi) di�ye ayr ı bir kısım yaptığını yukarıda görmüştük. Bedâhet (apaçıklık) veya burhan (açık delil) ile sâbit olan kaziyelerde (önermelerde), bunları kavrayan kimse, yalnız ha�zır oldukları tarzda tasavvur etmiş olmakla kalmaz, belki bu ta�savvura doğrudan doğruya veya diğer mânâlarla mecbur da edi�lir. Hayal gücünün (muhayyilenin), bir burhanla çelişen bir şey tasavvur etmesi mümkün değildir. (Nature humaine, 3-7) . Mânâların nesebine (kaynak ve münâsebetlerine) inanmak da sübjektif bir his ise de, zarurî (zorunlu) olmak gibi hususî bir vasıfla vukua gelir. Biz, riyazi (matematik) hakikatları nakze�denleri tasavvur edemeyiz. Bununla beraber, şüphe sebepleri yine durmaktadır. [...Aklımız, hakikiliğin kendi tabiî eseri olduğu bir nevi illet (se�bep) gibi düşünülmek icap ederse de, diğer bir illetin çıkarabileceği güçlükler ve sübjektif melekelerimizin sebatsizliği yüzünden, çok defa hüküm veremiyebilir. Bundan dolayı, her ilme ihtimal karışır ve bu ih�timal, müdrikemizin aldatmaması veya yanılması hakkındaki tecrübe�mize ve bu meselenin basitlik ve muğlaklık derecesine göre, az çok fark�lı olur»...] (Ayni eser) Riyaz i ilimleri bu şekilde ayırmağa, Hiyum'un ele aldığı baş�langıçlar (mebdeler ) nasıl cevaz veriyor? Burası anlaşılmıyor. AMPİRİZM 61 Çünkü, tedrip (deney) faraziyesinde, riyazi ilimler de vâki (reel) ilimlerdendir. Hlyum'un bu nazariyesini tamamlamak için, Stu�art Mil, riyaziyesinin aksiyomlanm (mutearifelerini) istikra (endüksiyon) hakikatlarmdan saymıştır. Son zamanlarda. Şüpheciliğin aldığı şekil, (Şe'niyye - Fenome�nizm) oluyor. Sağlam bilgi, sadece sübjektif bir halden ibaret kalıyor, ve ruhun itiyadlarından (âdetlerinden) başka bir temeli bulunmuyor. Her ne kadar verdiğimiz hükümler, yaptığımız is�tidlâller varsa da, bunlar hep görünüşte bahtiyarlıklardır : Hü�küm ve istidlâl, yakından tahlili kabil olmayan vâkıalardan( olay�lardan) dırlar. Görmek için uğraşırken kayboluverirler. Hatta düşünen kimsede, tabiat kuvveti. Şüphecilerin ileri sürdükleri delillerin gereklerine üstün gelmezse, sağlam bilgi, sübjektif bir hâlet olarak bile bulunamaz. îlim ve fen, geçmişte yapılmış ve bir istikrâ ile geleceğe şâmil olan bir tecrübenin eseridir. Ve bu istikrâ (endüksiyon), tabiatımızın doğuştan mevcut ve gizli bir işidir. Lâkin, «tecrübe etmediğimiz durumun, tecrübe ettiğimiz hallere benzemesi icap eder» (" ) şeklinde bir başlangıçtan ya�pacağı istidlâl ile ruhun iktifa etmesi anlaşılır şey değildir. (3®) (37) Istikrâî mantıkta beyân olunduğu gibi, istikrârın temeli, birbirine benzeyiştir. O halde, , istikrâ ilmine göre yapılmca, istidlâlli istikra bu esastan başlar ki bu da tabiattaki de�vamlı birbirine benzeyiş başlangıcına dayatılıyor. Bu bahsi iyi anlamak için, terceme eserim (Mantıkî tstintâcî ve tstikrâi) ya ve bilhassa lâhikalarma bakılmalı. (38) Bu bakımdan, bu meslek bir (llhâm) başlangıcını kabule sebep olur. KANT (EMMANUEL KANT) : ^ HAKİKAT M i'YÂRI (KRİTERİ) , — SAĞLAM BİLGİ, — ÎMÂN, ZAN V E REY, — İLMÎ SAĞLAM BİLGİ; — METAFİZİĞİN İMKÂNSIZLIĞI; — ÎMÂN AHLÂKI Mesele, Yunan nazariyelerinin bıraktığı noktaya avdet etmiş gibi bir haldedir : Hiyum, Akademi hikmetinin en son gâyesi olan bir feylezof; Dekart ve Laybniç meslekleri gibi rasyonalist mes�lekler de, eski devirlerdeki Eflâtun ve Aristo meslekleri gibi, sanki Şüpheciliğin daha şiddetli bir tarzda geri dönmesini davet�ten başka bir iş yapmamış oluyorlar. Bununla beraber, son za�manlarda, eskilerde bulunmayan mühim bir şey vardı : İki asır�dan beri fen, felsefe dışında teessüs ediyordu. Metafizik meslek�ler birbirlerile mücadele etmekte ve sonra kaybolmakta iken, fen devamlı şekilde ilerliyordu. Tabiattaki eşya hakkında bilgi�sizliğime dair eskilerin ve Monteyni'nin (Montaigne) delilleri çocukca ve hükmü geçmiş gibi geliyordu. Artık, Hiyum, hüküm meselesini geri bırakmağa ve karışık hale getirmeğe kalkmıyor ve fennin husule getirdiklerine de hücum etmiyordu. İlim, Şüp�hecilikle alay ediyor ve bu sebeple muzaffer oluyordu. Kendisini bu hususta müdafaa ve teyid edecek olanlara da yardımcı olma�sı lâzım geliyordu. İşte, Kant bunu gördü ve bu vazifeyi üstüne aldı. Hiyum Şüpheciliğinden kurtulmak, ilme sağlam bir esas bul�mak ve bunu Metafiziğe dayatmak istedi. Çünkü, bunun kendi kendini nakzedegeldiği görülüyordu. İLMÎ SAĞLAM BİLGÎ 63 Sağlam bilgi meselesine, Kanf, kendisinin obje v e süje (reel v e zihin), madde ve sûret şeklindeki ilim ayırmasmı tatbik eder. Hakikatin miyar ı nedir? Bunu, bilginin taalluk ettiği objede mi arayacağız ? [...«Eğer hakikat, bilginin objeye (reele) mutabakatından ibaret ise, bilgimize doğru nazarile bakılabilmesi, reele mutabakatına bağlı kalır. Halbuki, bilgiyi reel ile mukayese etmek yine bilgi ile mukayese etmek demektir. Çünkü, ben reeli (vâkii) ancak bilgi ile bilebilirim. Bu itibarla, bilgim kendisile mutabakata davet olunmuş oluyor : Reel benim dışımda, bilgi ise bende olduğu için, ben, ancak bir şeye hükmede�bilirim ki; o da : Benim reele bilgimin yine reele bilgime uyup uyma�masıdır. Eski Şüpheciler bu devre (Müsadere) derlerdi. Şüphecilerin dediği gibi, gerçekliğin bu tarifi böyle bir devirdir. Bu, tıpkı, bir ada�mın, inandırmak istediği bir haberi teyid için, kimsenin tanımadığı bir şâhit getirip, bu şahidin namuslu bir adam olduğunu iddia ve herkesi buna kandırmak için gayret etmesine benzer. Demek ki; itiraz tama�men vârid ve yerindedir. Yalnız, bu- meselenin halli, bütün âlem için, mutlak şekilde imkânsızdır...] (Mantık, Medhal, 7).» Kant gösteriyor ki, maddî ve umumî bir hakikat miyârının varhğı sade müşkül değil belki de nakzedicidir. Çünkü, objeler (âyân) arasındaki fasıllardan tam bir tecrit (soyutlama) yap�mak ve sonra bunları birbirinden ayırt etmek için, bunu maddî bir miyâr olarak kullanmak lâzım gelecek. Lâkin, bunun aksine olarak, surî (maddî olmayan) bir miyâr bulmanın mümkün olduğu, bu mevzuun kendi kendine ortaya çık�masile, açıkça görülmektedir. [...«Zira, soyut gerçeklik (sûrî hakikat), yalnız bilginin, bütün objelerden (nesnelerden) ve fasıllardan tecrid edilen (soyutlaştınlan) nefsine (kendisine) mutabakatı (uyarlanması) ile olur. Demek ki, ger�çeğin soyut miyârı (ölçütü), bilginin kendi kendine mutabakatı gibi, mantıkî ve müşterek vasfından başka bir şey değildir. Veya, sûrî mi�yâr, akıl ve düşüncenin kanunları demektir...»] (Kant - Mantık - Gi�riş). Kant, hakikilik için sırf sûrî, yani mantıkî üç miyâr bul�muştur : 1 — Tenakuz (çelişme) veya Tesaduk (birbirini doğrulama) 64 METÂLİB - MEZÂHİB mebdei (başlangıcı) dır ki, ihtimâli (olasılı) hükümler için bir bilginin mümkün olup olmadığını belli eder ve sırf olumsuz bir karakterdedir. Bir bilginin çelişmeli olmaması, gerçekliğinin ilk işaretidir. Lâkin bu kâfi değildir. 2 — Kâfi (yeterli) Sebep mebdeidir ki; bir bilginin, mantık bakımından gerçekleşmesine hizmet eder. Yani, o bilginin, vâki olduğuna dair hükümler (Jugements assertorigues) halinde, ger�çekten varlığını temellendirir. 3 — Üçüncü şıkkın (seçeneğin) imkânsızlığı (Tiers exclu) mebdeidir ki (^9) bir bilginin, mantık bakımından zorunluluğunu isbata (kanıtlamağa) yarar, yani bunu nakzedecek olanın bâtıl�lığını, bu şekilde hükme varmanın zorunlu olduğunu gösterir. Bu da, zorunlu kaziyeler (önermeler) ve hükümler mebdeidir. [...«Gerçeklilik, bilginin objektif, yani vâki (olgu) bir sıfatı ise de, bir şeyin gerçek gibi alınması ancak hüküm dolayisile olur. Bu hükmün, alınmış bir tasavvura (tasarıma) ve bu yüz�den sübjektif özel bir konuya bağlanması, sübjektif inanışı oluş�turur. İnanış, kesin olur veya olmaz. Kesin inanış, yani vicdanın sağlam bilgisi, zorunluk ile birlikte olan bir inanıştır. İnanış ke�sin değilse, veya sağlam bilgiye dayanmıyorsa, tersine olarak, etrafındaki vicdan ile, yani inanılan şeyin nakzı imkânı ile bir�likte olur. İnanış, hem sübjektif hem objektif bakımından yeter�siz olursa, o zaman buna mütalâa veya zan denilir. İnanış, objek�tif bakımdan yetersiz ve sübjektif bakımdan yeterli ise, ona imân demek gerekir. O halde, mütalâa (opinion), imân ve sağlam bilgi (doğma) olarak üç türlü inanış vardır : a — Mütalâa (rey), bir zanna göre hüküm ile (mümkün bir önerme ile), (39) Buna bizim eskiler (Men'i hulüv bilmâneream) derler. (40) Kant, kaziyeleri (önermeleri) 1 — Mümkün kaziyeler, 2 — Umumî mutlak kaziyeler ve, 3 — Zorunlu kaziyeler diye üçe ayırmıştır. İIiMt SAnLAM BILGÎ 05 b — İmân, vâki (olgu) bir hüküm ile. Î3İr mutlak önerme ile, c Sağlam bilgi de bir zortınlu hüküm, bir zorunlu önerme ile ifâde edilir, (^i). Benim mütalâam (reyim), bence benzeşim halinde bir sağlam bilgi demektir. îmân ettiğim şeyi, vukuunu sağlam bildiğimi (mutlaka vukua gelmiştir') diye dogrularmı. Lâ�kin, bunun objektif bir sağlam bilgi olma.sı gerekmez, sübjektif olarak, bence sağlam şekilde bilinmesi yeterli olur. Nihayet, sağ�lam bildiğimi de zorunlu bir kesin bilgi ile, yani, herkes tarafın dan objektif olarak kesin şekilde bilinen diye doğrularım. Mese�lâ; ruhun bekasına inanış, eğer bâki kalırsak diye ise, zandan ibaret, eğer bâki kalacağız diye ise; bir olgu, bundan başka bir hayat bulunduğunu bilirsek, zorunlu olur.» (Mantık. Medhal, 9) İykan yâni, hem nefsi (sübjektif) hem objektif kıymeti hâiz bir mebde-i ma'rifete müterettib olan i'tikad, ya tecrübeye veya akla ibtina etmesi itibariyle ya tedribi veya aklîdir. Yakîn akli ve limmî ya riyazi veya felsefî'dir : ki evvelki bedihi, ikinci na�zarîdir, Yakîn-i aklînin yakin-i tedribiden farkı vicdan-ı zaru�retdir : Birinci zarurî zarurî, ikinci vukuî olur. «Bi-FLümmiye (41) Bu ifade münakaşa edilebilir. (42) Seyyid Şerif Cürcânî (Tarifat) adh eserinde, yakîni (sağlam bilgiyi) şöyle tarif eder : «Yakîn, liigatta, şüphe edilmeyen ilimdir. İstılâhda (terim olarak) ise: Bir şeye, bu böyledir diye inanmakla beraber, ancak böyle olabileceğine, vâkia (olguya) mutabık (uyarlı) ve zâil olması (geçip gitmesi) imkânsız şekilde İnanmaktır.» Birinci şekildeki tarifte, inanış (itikad) ism-i cins olduğundan, zanna dahi şumüiU vardır. îkinei şekilde ise, yani terim olarak, inanış, zannı dışarıda bırakır. Vâkıa (olguya) mutabık olmak kaydi, mürekkep cehil denilen, bilmediğin! de bilmemezliği, zâil olmak imkânsızlığı ise, İsabetli karar veren bir kimseyi taklid eden şahsm inanı�şmı tarif dışı bırakır. GörüUiyor ki, bu lürif, Kant'uı tarifini tarnamilc ihîiva ettikleri mâda, daha der�li loplu, daha açık ve daha ayrıntılıdır. Kant'm îmân dediği ikinci mertebe, Seyyid Şerif Cüreânî'de (Mürekkep Cehil) ve (Taklid) adlarile iki mertebeye daha aynhyor ki, üçüncüsü Tahkik (doğru olup olmadığını araştırmak, gerçekleştirmek) olacak ve yakîn (Sağlam bilgi) i!e birleşecektir. Bu sebepten, burada', Seyyid Şerifin îmânı zik�retmemesi dikkati çekmelidir. îslâm âlimlerinin fikrince, itlâk üzere imân, yakînin (Sağlam bilginin) bir başka şeklidir. İmân da itikad gibi, İkandan daha geniş ve şu�müllüdür. ikanın şumulüne giren, tmâmn Mürekkep Cehil veya Taklid olan kısımla�rıdır. Esasında, İkan, îmânın nevilerinden biridir. F./5 6G METÂL B - MEZÂHİB mâlûm olan aklen müteyakkan olur. O halde bi-t'Tedrîb müte�yakkan olan kaziyeyi bi-rLümmîye Mebadi' ile bildirilmez za�man marifetlerimiz tecrübe mevzûlarma müteallik olmakla be�raber iykanları hem tedrîbî ve hem aklî olabilir.» (Mantık-Med�hal, 9) Bu düsturların delâlet ettiklerini ortaya çıkaralım. Bilgiyi, ilgisi olan obje veya hâdise ile (olay) kıyaslamaya kalkışırsak, olumsuz neti�ce alacağımız muhakkaktır. Zihin, bilinen objeyi dış âlemden nasıl çı�karıp ayırabilir? Bu takdirde, zihnin kendi kendini doğrulaması gere�kir. Maddî olarak, küllî (tümel, evrensel) bir miyar (ölçüt) yok. Yal�nız formel (mantıkî) miyarlar var. Tenakuzun mebdei, tahlil yapan hükümlerimizin cümlesine tam şekilde yetecek, küllî (evrensel) bir mebde (başlangıç) dır. Ayrıca, bu mebde olumsuz olmakla beraber, her gerçek için evrensel bir başlangıçtır. Zira, bütün hükümlerimizde aranılan şart, birbirlerile ve kendilerile tenakuza (çelişkiye) düşme�mektir. Ne var ki, tenakuzu olmayan bir hüküm de bâtıl ve asılsız ola�bilir. (Anal. ransc. -1, 11, 1 re.-Sect.). Burada, halledilmez gibi görünen bir zorluğa rastlamaktayız. Tenakuzun başlangıcı gibi formel (mantıkî) bir miyâr (ölçüt) bi^ ze, zihnin mutabakatım (uyarlanmasını) sağlayabilir. Bunu an�larız. Lâkin, böyle bir mantık miyân, nasıl olup da objektif bir değer kazanacak? Bizce mühim olan taraf, bu miyârın, bize, gö�rünen âlemi bildirmesidir. Eğer, ilmimizin dokusu ve düzeni ob�jelere (nesnelere) göre olur denilirse; bunu kanun haline getire�cek esasları, zihinden çıkmadan bulmak mümkün değildir. Fa�kat, objelerdeki düzenin bizim bilgimize bağlı olduğu farzedilebi�lir. Bu takdirde, zihnin kanunları, hâdiselerin (olayların) zorun�lu kanunları olurlar. Tecrübe de, bu kanunların objektif ve reel değerlerini, isabetli buluşlarla, isbat eder, gerçekleştirir. En son istenilen nedir? Maksad, evrensel ve zorunlu bir değeri hâiz ve. sâde kendi ruhumuza değil, belki bütün ruhlara ve, en az, tasav vur ve idrâk edilmiş olmaları bakımından, bütün objelere hâkim olan kanunlara uygun bir bilgiye sâhip olmakdır. Bu bilgiyi bi�ze veren de, her halde, düşüncenin başlangıçlarıdır. Miyâr (öl�çüt) formel (sûri, mantıkî) olarak kalır. Fakat, maddî olmadan, objektif ve reel olur. Her şeyden önce, tasavvurumuzun şartlan ve düşüncemizin sûretleri olanların dışında kalan objeleri, ta- İLMÎ SAĞLAM RİLOt 67 savvur etmemiz mümkün değildir. Bu şartiarm ve suretle�rin hâdiselere (olaylara) tatbiki (uygulanması) mahsulü olan mi�yar, tek başma yeterlidir. Kaldı ki, düşüncenin mebdeleri, yalnız benim idrâkimin (algımın) değil, bütün idrâklerin kanunlarını ifâde ederler. Bunlar, bütün objektif bilgilerin sûretleridir. Bun�lar, umumiyetle, her düşünen için, evrensel ve zorunlu değeri hâizdirler. Bütün zihinlerin birbirile uyuşabilmeleri bu sayede olur. Çünkü, bunlar, ilmin birleştirici tarafını teşkil ederler. Bu birlik, bilgimize, önceden objektif bir değer verir. Zira, bu birlik, zihnî ve ferdî ruhun değil, kendi umumî kanunları içindeki ru�hun eseridir. Olaylar, bizce, yalnız kendilerini müdrikenin bil�dirdiklerine tâbi tuttuğumuz için bilinmekle kalınmaz. Bir taraf�tan da, bu sûretler, aslında boş oldukları için, şuurun (bilincin) ve daha sonra tasavvurun şartı olan birliği hangi hâdiseler ara�sında husule getiriyorlarsa, o hâdiseler ile doldurulmak lâzım ge�lir. İşte, o andan itibaren, formel (mantıkî) miyâr, objektif mi�yâr olur. Söylenenler, yalnız hâdiselerin bağlanmasına hizmet etmek ve idrâkin, bunun dışında, objektif olarak, taalluk ettiği başka bir şey bulunmadığı için, objektif bir değeri hâizdirler. İdrâkin teminâtı (güvencesi) yine kendisidir. Müdrike (Anlık), bir çok hadiseden âlemin kendine göründüğü birleşik tarafı sağla�yarak, kendi kendini doğrular ve gerçekleştirir. Bu suretle de objektifleşir. Çünkü, bu, ancak, âlemin idrâki olarak vardır ve o, olmasa, hâdiselerin boşuna akıp gitmesi neticesinde dağılıp mahvolur. [...«insan aklı, bir takım başlangıçlardan hareketle yürür ki, tecrübe esnasında da, bunları kullanmaktan vazgeçilmez. Hatta, tec�rübe (deney), bunları yeteri kadar doğrular. (Mahız aklın tenkidi-Mu�kadclime). Bizim (a priori) ilmimize objektif (gerçeklik) veren hep tecrübe imkânıdır. Asıl tecrübe için bir takım başlangıçlar vardır ki; bunlar, hâdiselerin biraraya gelişindeki birliği sağlayan kaideleri belli ederler. Bu zorunlu şartların objektif olarak gerçekleşmesi, hep tecrü�be ile gösterilebilir. Bu ise, tecrübenin eriştiği imkân ile olur.»...] (Ka7it - Analytique transcendantale - 2 - İkinci Fasıl). Hâsıh; Kant, ilme bir takım sarsılmaz temeller vermek is�temektedir. Bu hususta, karşı karşıya gelmiş iki meslek var : 68 METÂLİB - MEZÂHÎB Biri Ampirizm (Deneycilik) dir Ici, mantık yolundan takip edilin ce, Hiyum Şüpheciliğine sebep oluyor. Diğeri, Dogmatik Metafi�ziktir ki. bu da, Diyalektik bir gösterişe dayandığı ve durmadan şekil değiştirdiği için, ilim ve fenne, kendisinde bulunmayan sağ�lamlığı veremeyecektir. Şüphecilikten kurtulmak için yeni bir yol lâzımdır ki, bu da, Tenkid (Eleştirme) yolu olabilir. İlim, Ampi ristlerin dediği gibi. gelip geçici bir Testuiüf (Raslantı) değildir. İlim objektiftir ve bir vâkıa (olgu) olmaktan ziyade hakka erişen bir neticedir. Yahıız apriyori (a priori) tasavvurlar birer su�retten ibarettirler. İlmin malzemesi ancak tecrübe ile alınabil lir. O halde, sebep-sonuç. Cevher ('0 ve varlık gibi tasavvur�ların, tecrübe dışında mevcud oldukları farzedilen objelere tat�bik edilmek istenmesi bir gösterişten başka bir şey olamaz. İşte. Metafizik budur. Sağlam olarak bilmek, gerek Lîmınî (mantık yolu ile) C^-^) usul ile ve gerek innî (Duyum ve tecrübe yolu ile) usul ile olsun, ancak sezişler ile mümkün olur. l...Lhnvü usûl ile ve tenkidsiz olarak, sırf tasavvur halinde elde edilen bir ilim, ancak görünüşte bir başarı sağlamış olur. (46). Mate�matikte ve tabiî ilimlerde Şüpheciliğe yer yoktur. Şüpheciliğe yer veren ilim, yalnız felsefî olan ilimdir. Bu ilim ise, ne Matematik gibidir, ne de tecrübeye girer. Mutlak Şüphecilik, her şeyi görüntü olarak gösteriyor. Demek ki, görüneni gerçek olandan ayırt edebiliyor. Her ayırt etmenlü bir belirtiye dayanması ve, bu bakımdan, bir gerçek bilgisini kabullen�mek lâzım geliyor. Bu takdirde ise, mutlak Şüphecilik çelişkiye düşmüş ve kendi kendini nakzetmiş oluyorM.,.] (47). {Manttk-Giriş- 10) (43) Bur.ıd.ı Ha k kelimesi, vtjzife n n kabili Hak (dı'oit) olarak kullfiuılmışlır. (44) Fransızcada (Substencc), Almancada (Substanz), İngilizcede yine (Substance) şeklinde yazılıp ifade edilen kavramın şimdiye kadar karşılığı (Cevher) terimi idi. Son zaman�larda buna (Özvarlık) demişlerdi. Şimdi de (Töz ) teriminin kullanıldığını görüyoruz. Bu kavram, hâdiselerin dayandığı değişmez şeyi, başka şeye muhtaç olmayan ve nite�liklerin hamlolunduğu şeyi ifade etmektedir. (45) Mütercim, eseri naklinde, Biliümmiye ve Bilinniye tabirlerini kullanmıştır, Bunlar, Sû�ri Mantık ve Tecrübe ve ihsas usulleridir. (46) îyi ammn bu görünürdeki başarının sırrı nedir? (47) Kant'ın, Şüphecileri zor duruma düşürdüğü bu deliline dikkat edilsin. Tamamile doğ�rudur. Fakat, Bu delil, mutlak ilme sahip olamayacağımıza dair kendi mezhebine karşı da ileri sürülebilir. Çünkü, Numeni bilmenin mümkün olamayacağını iddia etmek, İLMÎ SAĞLAM BİLGİ 69 Bu suretle, ilim, daha başlangıçlarında, teminata bağlanmış oluyor. (Şüpheci) sözü, mecâz kullanılmıştır. Bu sözün bir mânâ�sı da, Kant'ın bütün işinin Şüpheciliğe karşı gelmek ve ilmi, de�ğişik ve keyfî bir Dogmatizmden korumak istemiş olmasıdır. Bu�nunla beraber, şurası da muhakkaktır ki, Kant, bizi Mutlakı bil�mekten alakoyar ve Metafiziği bir ilim yapmanın, insan ruhunda daima doğa gelmiş bir hayal olduğunu söyler. Lâkin, objektif sağlam biliş (İkaan), hâdiseleri bilmekten ibarettir. Diğer gerçekler için bize İmân, yani objektif olarak yetersiz, fakat sübjektif olarak yeterli sağlam bilgi kalır. Kant, (Mahz akim tenkidi) adlı eserinde, İmânı sağhğa kavuşturarak hazırlar. Eğer, biz, fennî tarzda yalnız Fenomenleri biliyor isek, eşyanın aslını, yani Numenleri bilemeyiz. Meselâ İlliyet (Sebep�lilik) mebdeinin, ancak tecrübe âleminde medlulü (delâlet edi�len) bulunur. Şu halde, bir an için Fenomenler âleminde icâp (zorunluk). Numenler âleminde ise ihtiyâr (istediğini seçmek) kabul edilebilir. [...Yerine İmâm Imyahilmek için, bilgiyi silmeye mecbur oldum. Ahlâk ve dine karşı yapılan bütim itirazlara rağmen, iyi bir imân edin�mek için, tenkidin olağanüstü faidesi vardır.» ...I (Kant - Mahz aklın tenkidi). İlmin selâhiyetleri. Fenomenler âlemi ile sınırlanmıştır. Pra�tik akıl da, Lîmmi yoldan Vazife Kanununu koyar. Lâkin, bu Ka�nunun bir takım gerekçeleri vardır. Bu, bir takım postülalan ih�tiva eder ki, bunların, bu âlemde, doğru olup olmadıklarım araş�tırmak mümkün değildir. Bunların, sadece farz ve kabul edilme�leri gerekir. Çünkü, vazifeden vazgeçmek hakkı yoktur. İlim âle�mi ile ahlâk âlemi hem bu şekilde karşı karşıya gelirler, hem de, aynı cinsten olmadıkları için, birbirile çelişkiye de düşmezler. [...«imân, zorunlu olmayan bir inanıştır ki, ancak, pratik bakım�İNtımcn ile Fenomeni birbirinden ayırt edebilmek demektir. Bu bakımdan, az da olsa, bir Numen bilgisini kabul etmek gerekiyor. Çünkü, Fenomeni bilirim amma Numeni asla bilemem demek tenakuz olur. Bunun için, Kant'tan sonra gdenler, Spenscr gibi Mutlakı kabule mecbur olmuşlardır. Bununla beraber, Kant, Numene imânı imkân�Mz bulmuyor ve sübjektif sağlam bilgiyi kabul ediyor. 70 METÂLİB - MEZÂHÎB dan, limmî olarak (sûrî mantık bakımından) zorunlu olurlar. Ahlâk sebeplerile ve fakat onu nakzedeni isbat etmenin mümkün olamaya�cağını kesin şekilde bilerek kabul ettiğim şeye inanış imândır. İmân, kendi irâdemizle seçilerek yapılır. Âlemde bir (Hayır Otoritesi) nin bu�lunması imkânını itirafa, Ben, irâde kanunları gereğince, kendi gâyem ile, mecbur olurum. Lâkin, başkasın!, akıl yolu ile zorlayamam. Demek oluyor ki, akılla imân asla nazarî ilimlere illet olamaz. İmân, sübjektif ve pratik bir ilgi tesiri ile cereyan eden aklın bir faraziyesinden (Var�sayımından) ibarettir ve genellikle de zorunludur. Ahlâk kanunlarına uygun olarak, mahız (arı) akıl ile belirgin kılınan bir postüla, bayı�rın egemenliğine götürür. Bu postülanın gerçekleşmesini mümkün far�zetmek ve bu yüzden, eseri vücuda getirebilecek müessiri (etkeni), ya�ni Allahı tanımak, ahlâkî bir imân, ihtiyârla (seçerek) yapılmış bir inanıştır. Fakat, bu inanışın, ahlâk sahasındaki gayelerini husule getir�memiz de zorunludur. Gerçek olarak bilinmesi imkânsız ve fakat ka�bulü, ahlâk bakımından, zorunlu olan bu varlığı kabul etmeyen kişi, ahlâkı inkâr etmiş olur. Bu çeşit imansızlığın temeli, ahlâk ilgilerinin bulunmamasıdır. Ahlâk duyguları ne kadar yüksek olursa, ahlâk ilgisi ile yapılması zorunlu bir görüşün tesiri altında, kabulüne zorunluk duyu�lan şeylere iman da, o ölçüde sağlam ve şiddetli olur. Sübjektif sebep�lerle olgunlaşan bu pratik ilgi bakımından, objektif esaslar kadar de�ğeri bulunan imân, sade mantık yönünden değil, pratik, olarak da bir tatmin ve kanaat sağlar. Bu pratik tatmin, yani ahlâklı imân, çok va�kit, bilimden daha dayanıklı olur...»] (Kant - Mantık - Giriş - 9). Hülâsa : edilirse, Kant'a göre, objektif sağlam bilgi ;ınc;ık ilimde olur ve ruhların, hem birbirlerile hem de hâdiselerle zo�runlu uyarlanmalarına dayanır. Numenler âlemi bize meçhul, fakat imânın faraziycierijıc açıktır. Bu faraziyeler de, keyfimiz ce olmajap, sübjektif zorunluklara bağlı ve pratik aklın başlan�gıcı olan vazifey e imânın icaplarmdandır. Bu faraziyelerin ger çek olup olmadıklarını araştırmak, hâdiselerde gerçekleşmeleri�ni göstermek imkânı bulunmadığından, şüphesiz, bunların hiç bi�ri hakkında sağlam bilgimiz yoktur. Fakat, vazifeden vazgeçil medikçe, bunlardan vazgeçmeğe de hak tanınamaz. Çünkü, bun- İLMÎ SAĞLAM BİLGİ 71 1ar, vazifenin postülâsıdn-lar. (İhtiyarlarla) yâni iradesini ser�bestçe kullanıp istediğini keyfince seçerek yapmak, yok olmamam. (48). (Allah kavramları gibi) Bu bakımdan, bunlar, aklın değil irâdenin fiili olan hususî bir sağlam bilgiyi bir ahlâka dayanan imânı hâizdirler. (48) İslâm görüşü ile Âhîret fikri. POZİTİVİZM (ÎSÎİÂTÎYE); KANFIN TENKİDLERİNE DAYANMADİKÇA FELSEF Î BİR DEĞERİ HÂİZ DEĞİLDİR ~ HERBER T SPENCER (SPENSER) VE MANTIKSIZLIĞİ — Septisizmin (Şüpheciliğin) ve Doğmatizınin öte tarafında, Kant, her ikinsinde de bulunan mutlaklığı kaldırmak için, büs�bütün yeni bir yol açtı. Tenkidcilik (Criticisme, İntikadiye), Fen ile Metafizik arasında mümkün olan tek felsefe olarak ortaya çıktı. Fenne bir sağlam bilgi sağlayıp Metafiziği bir !xuru gös�terişe çeviriyor. İste, Pozitivizm de, bu ayırmaja ele alıyor ve bu hususta Kant'a uyarak, onun nazariyesini şu şekilde tatbike girişiyordu : Sağlam ve kesin bilgi yalnız fen ile elde edilir. Bu bilgiyi sağlamak için yalnız fen sahasında meşgul olunmalıdır. Biz, an�cak hâdiseleri ve onların kanunlarım bilebiliriz. Metafizik, bir hayaldir. Bunu kökünden yıkmak, hiç olmazsa yıkmağa çalışmak vazifesini de tenkidci düşünce yapıp bitirmiştir. Bunun için, yine tenkidci düşünceye dönmeğe mahal yoktur. Demek ki, Poziti^ vizm, yalnız Kant'ın bir fikrini uygulamaktan ibaret olmakla kal�mıyor, tenkidçiliğe yaslanmadıkça tutunamıyor da. Felsefeyi t;] mamile bırakıp yalnız fenne bağlanabilmek Kanî'tan kalmıştır. Kant'ın ortaya atmasından önce böyle bir durum imkân dahilin�de idi ise de, gerçekleşmiş değildir. însan ruhu, zihin çalışma�larını üç sahada yapıyor : ; 1 — Metafizik, POZİTİVİZM 131 2 — Tenkid, 3 — Müsbet ilimler. Felsefe, bertaraf edilmesi gereken boşuna bir gösterişten başka bir şey olmadığı için. mevcud da değildir. Kritisizm ise, ilimlerin başlangıçlarını oturmuş hale getirmek hizmetini yapmış ve vazifesi artık sona ermiştir. O halde, müsbet fenlerden baş�ka bir şey kalmamıştır. Bunların sahaları ise hudutsuzdur. Gü�venlik içinde ilerilere gitmek mümkündür. Demek ki, artık. Me�tafizik sahada Şüphecilik, Fen sahasında da Dogmatizm yürür�lükte olacaktır. I3u ifâdelere bakıhrsa, Pozitivizm, farkına varmadan, Kant fikirlerinin bir gelişmesi ve Şüphecilikten devam edebilen tek şekil olmuş oluyor. Eskilerde Fen ve Felsefe karışık idi. Mon�tenyiye (Montaigne) gelinceye kadar. Septikler (Şüpheciler), bütün fenlerin imkânlarına hücum ediyorlardı. Lâkin, zamanla. Fen, Felsefeden ayrılıp ayrı bir yer buldu Dekart ve Laybniç za�manlarında bile, Fenler, hiç olmazsa başlangıçları bakımından, Metafiziğe bağh tutuluyorlardı. Fakat, Kant, ayrılığı tamamladı. Metafizik bir tarafa, Fenler de öteki tarafa ayrıldılar. Biri ha�y;ıli, öteki de sağlam ve kesin bilgiyi ifâde edecekti. Şüpheciler, bunlardan birine hor bakarlar, birine de saygı gösterirlerdi. Me�tafiziği hor görmeleri, Fenni iyice teşvik etmek içindir. Bu su�retle. B'en, nazarî olarak, Kant'ın Kritisizmine, amelî olarak da Pozitivizme giriyordu. Pozitivizmin Ampirizm ile uyuşabilmesi, kendi çıkarları bakımından, yanlışlıktan başka bir şey olamaz. Çünkü, Ampirizm bunun müeyyidelerini tamamile kaldırmış ve onu ortada bırakmıştır. David Hiyum Ampirizmin son sözünü söylemiştir. Kritisizmde mutlak olarak kalan bazı şeyler vardır ki, bunlar, düşünce kanunlarıdır. Ampirizmde ise, hiç bir şey mutlak değildir. Hakikilik yerine İhtimalcilik (Probabilizm) ge�liyor. Sağlam delile dayanmayan bu ihtimalcilik, kendi şartları�na yansıyınca, kendi kendisile çelişiyor. Pozitivizm, Kant'ın Kritisizm Mezhebi neticelerinden fayda�lanmayı da, münakaşasız yapmak istemiyor. Herbert Spenser 74 METÂLİB - MEZÂHÎB (İlk Mebdeler) adındaki eserinde, bütün fenleri, birbirlerile iliş�kili şekilde göstererek Metafiziğin büsbütün önemsenmemesini uygun bulmak ister. Ona-göre, Metafizik bilinmez alandır ve normal imkânlar tasavvurundan başka yaptığı bir şey yoktur. Fen ise, bilinen, hem de sağlam ve kesin olarak bilinendir. Spen�ser'in tenkidleri hem sûrî (mantıkî) hem de maddî oluyor. Bir ta�raftan, ilim izâfî olduğu için, Mutlak tasavvurunun, mantık ba�kımından, imkânsızhğmı gösteriyor, diğer taraftan da, Metafi�zik tasavvurları iyice eleştirip hiçe dönüştürüyor. Bu doğrulayıcı eleştirmeye hâkim olan bir mânâ vardır ki şöyle anlatılabilir : Mantık ile tasavvur edilemeyecek olan şey bâtıldır. Hakikilik miyârı (ölçütü), o şeyi nakzedenin tasavvur edilememesidir. Bu miyâr, eserin pozitif (bilinebilecek) olan şeyler kısmında tatbik olunup, fenlerin bütün başlangıçları en yüksek bir başlangıca da�yatılıyor ki, o da, kuvvetin asla yok olmaması (bekası) prensibi�dir. Bu başlangıç için ise geçerli bir delil gösterilemez. Bununla beraber, bÖyle bir başlangıcın varolması lâzım gelir. Zira. bütün fen delillerinin temeli bu en yüksek başlangıçtır. Bu başlangıç, tenakuza düşmedikçe, inkâr da edilemez, bize zorunlu görünür. Bu bakımdan bir gerçektir. [...«Bu başlangıç, bütün müsbet iJirnlerin esa-sıclır. Vardığımız §u postüla, sağlam bir delilden de önce. gelir, ruhumuzun tabiatı kadar eskidir. Nufuzu (güçlü etkenliği) diğer her türlü nufuzun üstündedir. Çünkü, yalnız vicdanımızın kuruluş başlangıcı olarak kalmaz, bu baş�langıcı olmadan var olmuş hiç bir vicdan hayal dahi edilemez»...] (Spenser - İlk Başlangıçlar Tcrcemesi - İkinci kısım - Fasıl 7). Spenser, burada, Ampiristlerden olduğunu unutmaktadır. Bu başlangıca isnad edilen evrenselliği ve mutlak zorunluğu, ferd veya nevi ile aynı dönemde yapılacak hiç bir tecrübe tekrarı izah edemez. Böyle bir yakıştırma, Kant'ın, Limmîlik Mezhebine dö�nüştür. Bu suretle, Spenser, İcâbîye (Muayyeniyetcilik, Determi�nizm) Mezhebini, lîmmi olarak koymuş olmaktadır. Spenser'in mesleğinde bir çelişme daha vardır. Eğer, bir şe�yi nakzedenin tasavvur dahi edilememesi, o şeyin gerçekliğinin miyarı ise, bilginin mantık yolu ile tenkidi, Mutlakı tasavvur edi- POZİTİVİZM 75 lemez gösterip dururken, nasıl olur da Fen, bir Mutlakın C^^) yar�lığını doğrulamağa kadar gidebilir. Kant gibi (Mantık - Giriş, 5) Spenser de, sınırlı vicdan ile sınırsız vicdan, mantıki vicdan ile Psikolojik vicdan arasını iyice farkedi,yor ise de, bunda, küçük görülemeyecek bir çelişme vardır. Bunu farketmeyi, sınırlı vic�dana mı yoksa sınırsız vicdana mı isnad etmeli? Bu tereddüt yü�zünden. Spenser'in miyârı bütün değerini kaybetmektedir. Bu miyâr ile, Mutlakın, hem mantık ile tasavvur edilemezliği, hem de tasavvurunun zorunlu olduğu isbat edilebilecektir. Mutlak hem tasavvur edilemez olacak, hem de biz onu doğrulamadan inkâr edemeyeceğiz. Pek derin olmak istediği için olsa gerektir ki, Spenser'in Pozitivizmi de. Ampirizmi gibi, çelişmelere düşü�yor. Bu ise, aslında. Dogmatizme dönmek demektir. NETİCE : Ne olursa olsun, eskilerin Septikleri ve Agnos�tisistleri, artık tarihî bir vak'adan ibaret kalmışlardır. Artık, Pironcular yoktur. Matematiğin ve tabiat bilimlerinin imkân�larına kimse itiraz etmiyor. Onların her şeyde hükümlerini ön�lemeğe ve bu hususta tutumlu davranmağa kimse kalkışmıyor. Bugün, eski Agnostisizmin yerine iki meslek geçmiştir ki ikisi de, insan ruhunun hududuna dokunmak iddiasındadırlar. Fakat bu, daha ziyade yararlı çalışmalar yapabilecekleri alanları sınır�landırmak için oluyor. Ampirizm (Deneycilik) tabiî hâdiselerin incelenmesinde çok faydası görülmüş usullerin ve metodların. ruh hâdiseleri tetkikinde de kullanılmalarını istemekle, fenni tem�sil ettiği iddiasındadır. Lâkin, Septisizm (Şüphecilik) hep tecrü�benin neticesi olmuştur denilebilir ki; doğrusu da budur. Çünkü, bütün başlangıçlar, son tahlilde, sübjektif bir alışkanlığa dayan�maktadırlar. [...«Geçmş dmjumlanmızın hayallerini kesin Mr düzen içinde te�dâi (çağrışım) ettirmek alışkanlığımız bulunduğu için, gelecekteki du�yumlarımızın da yine hu tarzda birbirini kovalamasının gerektiği iddia olunabilir mi? Ampiristlerin (tabiat karşısında idrâkimiz) dedikleri şey, (49) Felsefede Mutlak, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmayan, gerek varolmasında, gerek tasavvur edilmesinde başkasına ihtiyacı olmayan, kendiliğinden (bizâtihi) varolan varlığm illeti de kendisi olan varlık demektir. 76 METÂLİB - MEZÂHİB kendi kendine sürehilen zayıf intibalar muzdan başka bir şey olmuyor: Geleceğin sırrını geçmişin kuru Jıayallerinden ibaret olan şeylerde ara�mak, uyanıklıkta bulunması gereken şeyi rüyada keşfe kalkışmak de�mektir»...(Jules Lachelier (50) Fendoments de l'induction - Sahife 29- 30). Halbuki, Ampiristler, bu en sondaki gerekleri kabul etmiyorlar, bunları reddetmek için, Felsefede kendilerinin biricik yetkili temsil�cisi olmakla ögündükleri fennin yıkılması gerektiğini ileri sürüyorlar. Kritisizm, eski Septiklerin iki büyük deliline cevap veriyor : Bunlar, diyor, hepsinin isbâtı icap ettiği bahanesile sûri (man�tıksal) Dogmatizme, her bilginin izâfi olduğu bahanesile de ob�jektif Dogmatizme hücum ediyorlardı. Birinci delile (isbat ge�rektiği) Kant^ Aristo gibi, şu cevabı veriyor : i...Mantık ile bilinen şeylerin hepsi, delille bilinecek şeyler değil�dir. Çünkü, hiç birinin isbât edilmeğe ihtiyacı yoktur. Ancak, Kant, ilk bilgiyi daha açıklıkla belirtmiş ve buna dair cevabına daha fazla değer vermiştir. İkinci delile (bilginin izafiliği) karşı ise, Kant, izâfi�lik iddiasını kendisi için kullanarak cevap veriyor: Bilgimizin izâfi olduğunda şüphe yoktîir. Ne var ki, bilgi, her idrâk edilen varlık için zorunlu olan evrensel (külli) başlangıçlara izâfe edilir. Bu mânâda bil�gilerimiz objektif değeri hâizdirler. Bilgimiz, eşyanın tabiatı üzerine değil, hâdiseler ve bunların ilişkileri üzerine cereyan eder. Biz, Mutlakı bilmekten ınahnnn kalıyorsak Metafizik de şüpheye düşürülüyorsa da. Fen bundan uzak kalabiliyor...'] Lâkin, Spenserde görüldüğü gibi. Ampirizmden Kritisizme geçmemek büyük zorlukları gerektirir. Hatta, Kritisizm bile. Fen�nin son sözü olduğu iddiasında bulunamayacağa benzer. Zira, bi�lindiği gibi, Kritisizmden Almanya'da o kadar cüreth bir Dog�matizm çıktı ki, bu kadarı hiç bir zaman görülmemişti. Kant'ın en büyük meziyyeti, meseleleri, idrâkin (algının) tabiat ve şart�ları üzerine yürütmesidir. Fakat, bu Mezhebin bizi davet ettiği idrâk üzerinde durup düşünmek, daha uzaklara gidebilecek bir takım başlangıçlara ihtiyaç göstermektedir. (50) Jules-Esprit Nicolas LACHELİER . (1832 — 1918) Fransız felsefecisidir. «Du Fonde�ment de rinduction, (Paris 1871.) adlı eseri H. Ragıb Atademir tarafından «Tümeva�rımın Temelleri Hakkında» adıyla çevrilmiş Millî Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır. İKİNCİ FASI L MADDE BAHSt MADD E BAHS İ [...Metafizik, ilk mebdeler (başlangıçlar) ve ilk illetler (se�bepler) fennidir...] (Aristo - Metafizik, 1.1. - Fasıl 2). Bu fen, ken�dilerinden evvel hiç bir mebde bulunmayan mebdelere ve hiç il leti olmayan illetlere kadar gider. (Paule Ja.rıet - Traiîe eîemen�talre de phllosophie - Sahife 776). Kâinatı varhk mebdelerine ka�dar götürdüklerini iddia eden feylezofîar, kendilerine ait nazari�yelerde, birbirlerinden farkh olsalar da, hâdiselerin müşahede�sinden (gözleminden) ilhamını alan birlik ve çokluğun hesabını vermeğe hepsi de mecburdurlar, ve mecbur olmu.şlardır. İdrâkimizin taallûk ettiği âlemde, çokluk ve birlik, aktif ve pasif, tam ve noksan, birbirine karışmış halde görünür. Bundan bir pasif ve çoğalan bir mebde, yani Madde Faraziyesi (Varsa�yımı) ve bir hareket ve birhk mebdei, yani nefis (veya ruh) fa�raziyesi (varsayımı) meydana gelmiş ve birleşmeleri tenakuz (yıkışma) gibi görünen bu iki mebdein münasebetlerini ve karşı�lıkh tesirlerini izah zarureti hâsıl olmuştur. Feylezoflardan bazı�ları, maddeyi, bazıları da nefsi hazfetmişler ise de, eşyanın gö�rünüşünün icap ettirdiği zahirî (görünen) ikiliği kendi mebdele rine göre izah etmeyen feylezof (filozof) yoktur. Bu itibarla, bu feylezoflarm, madde, nefis ve cevherlerin (özvarlıkların) birbir�lerile münasebeti hakkında, ileri sürdükleri hal şekillerini göz�den geçirerek muhtelif Metafizik meslekleri dikkatle inceleye�biliriz. --- İLK FEYLE20FLÂRÎ N CANL I MADD E NAZARİYES İ (KtJRAMT) (' ) - DEMOKRİTİ N ATO M NAZARİYES İ - Demokfit ve atom taraftarlarından başka diğer ilk Yunan ]'"ey]ezoflarından, bizim anladığımız şekilde, açık ve belirgin bir madde tasavvuru aramak boşuna olur. Gerçi, bunlar, Aristo'nun dediği gibi. her şeyi «madde bakımından» düşünüyorlardı. Fakat, bunların madde tasavvuru henüz karışık ve kapalı idi. Tabiî âle^ min varedici sebebi ve mebdei olarak aldıkları, maddî ve manevî unsurları (etmenleî'i) bir araya getiriyordu. Bu unsurların bir�araya gelme tarzı, çoğuna göre, Ritter'in (2) «Yunan Felsefesi Tarihi» inde zannettiği gibi, sırf dinamik olmadığı ve açıkça da mekanik denilemeyeceği kabul edilmelidir. Meselâ, ilk İyoniyen feylezofu olan Talez'e (Thales) göre, «Eş^ yanın anamaddesi; su idi, veya, daha umumî bir deyişle, rutu betli unsur idi. (Afisto - Metafizik). Lâkin bu unsur (etmen) mad deden ibaret değildir. Bunun bir de nefsi vardır (ayni eser - 1. 5, 411, A 7), tam manasile ruhanî de değildir. Zira, bu nefis, mık natısa benzeyen bir çekme ve hareket gücü gibi belirsiz bir kuv�vettir.» (ayni eser - 1, 2, 405, A 19). Demek ki Tales'in Mezhebi, oldukça karışık bir (Hylosoisme : - canlı madde) Mezhebidir. Anaksimandros (Anaximandros) un sonsuzluğu. Anaksimanes (1 ) Hylosoisme - Maddey e müstakil bir varlık v e hayat kabul eden nazariye. (2 ) Heinrtcl! lUTTER , (1791. Zerbst' — 1869 Göriingen) Almandır . Fehef e tarihçisidir. Burada bahsedilen kitabı. «Geschicht e der lonischen Philosophe » adlı eserinin Tissot tarafından Fransızeaya yapılan tercümesidir . ATOM NAZARİYESİ 81 (Anaximenes) in «hava» sı tıpkı böyledir. (Çiçeron Nature de hers. 1, 10) Heraklit'in telâkkisi hayli yenidir. Fakat, kendisinden önce gelenlerin takılıp kaldıkları sırf tabiî görüşü atlamış değildir. Lasal'in yaptığı gibi (Di Phllosophy Herakletus - Lassalle, Berlin 1858 - Cild 1, 8.) bunu «Hegel'in bir habercisi olarak göstermek büyük bir tarihî yanlışlıktır.» Heraklit'e göre, varlığın külli (tü�mel) mebdei, daima canlı olan ateştir ki belli bir intizam ile par�lar ve genişler, (fr. 27). Ateş her şeye, her şey ateşe münkalip olur( dönüşür), (fr. 49). Ateş, hissettiğimiz belli bir varlıktan ibaret değildir, hissedilen bütün varlıkların müşterek asli, ana�maddesidir. Eşyayı sırf rûhânî mebde ile izâh etmenin evvelâ Pitagor (Pythagor) Mezhebile başladığı söylenebilir. Lâkin, Pitagorcula�nn «adet» ini bir unsur olarak görmek (Aristo-Metafîzik - 1, 5, 985 - 38) yani eşyanın yapıldığı anamadde ve madde saymak lâ�zım gelir. Adetler, tek, çift ve çift-tek diye üç kısma ayrılır. Tek, hasredilen, çift de hasredilmeyen ile birbirini teyid ve tasdik edi�ci sayılmıştır. (4). Hepsi adettir düsturu, o halde şu demektir : (3) Marcus Tııllius ÇİÇERO N : (M.Ö. 106 — M.S. 43) Romalı Hatip, devlet adamı ve filo�zoftur. Eserleri: - 1. De Diviııilatione et de Fato. 2. De Natura Deorum. 3. De Officiis. 4. De Finibus 5. Tuscutanes. . , 6. Akademici. 7. Opera Omnia. Burada sözü edilen kitabı 2 Nolu kitabıdır. (4) tbni Sinâ (Şifâ) adlı eserinin (Faslı iktisası mezhebi-l hükemâ) kısmında şöyle diyor : (Ve kavtnün caalûha mebâdîce ve leknyecalûha miifarikaten ve hüm ashabii Fi�sagores. Rekkebû külle şey'in minelvahdeti vessenâiyeti ve cealûlvahdete fi hayrilha�yır velhasri ve cealûsscnâiyete fi hayri gayrilhasri ve^erri.) Türkçesi: (Bazıları onları mebde yaptılar ve birbirinden ayırmadılar. Bunlar Pitagoreulardır. Her şeyi tekten ve çiftten oluşturdular ve Tekliği yanlız Hayırda vc münhasıran onda, Çiftliği de Hayır ve Serde mebde yaptılar.) F./fi 82 METÂLİB - MEZÂHİB Hepsi sınırlı ve sınırsız şeylerden, ve ayni zamanda hem sınırlı hem de sınırsız şeyden teşekkül eder. (Fragments de philosophie - 3). Birbirlerinin karşısında olan bu unsurlar, adette birleşirler. Bu bakımdan, adet, bir birlik ve nizam mebdeidir. Pitagorculan İyon Feylezoflarından ayıran tek fark, Pitagorcuların, anamad�deyi sırf maddî ve az çok yoğun olmayan (lâtif) veya yoğun (ke�sif) olan bir mebdede aramayıp, smırh veya sınırlanmamış kar�şıhkh iki unsurun (öge) uyuşması, bir araya gelmesi olmak üze�re tasavvur edilen, gâyet mücerret (soyut) bir mebdede, adette aramalarıdır. Parmenides, madde, çokluk, hareket gibi herkesin bildiği mâ�nâlara karşı gelir. Ona göre, yalnız vücûd mevcûttur, ve vücûd, hareket etmeyen boşluk içinde ve kendi kendine oluşandır. Par�menides, şâirce bir benzetiş olarak değil, hakikî olarak, vücudu feleke benzetir. Madde ve zihin, hiç bir fark gözetmeden, umumî şekilde vücud tasavvuruna girmektedirler. Bununla beraber, Eleat Felsefesi, Madde Nazariyeleri (kuramları) tarihinde, ula�şılan mühim bir dereceye işaret eder. Hâdiseleri (olayları), yani geçip giden suretleri, devamlı ve öz varlık olan unsurdan ayırır. Eleatların mebdelerini alıp bundan yeni neticeler çıkaran sonra�ki feylezofları görelim. (5). Ampedokl (Empedokles) de, Parmenid (Parmenides) gibi, varoluş ve yokoluşun sırf görünüşte olduğuna kaaildir. Bize bir varoluş gibi görünen şey, unsurların birbirlerine karışıp uyuş�masından başka bir şey değildir. Yokoluş gibi gördüğümüz de bir eriyip dağılmaktan ibarettir. Eşyanın asıl unsurları dörttür : 1 — Su, I — Hava, ( 5 ) İbni Sinâ, (Şifaün Fittabiiyya O adı eserinin (Fasıl 4 - Makal e 1) kısmında, Parmeni - des'in, yukarıda bahsi geçen fikirlerine temas etmekte^iir. İbni Sinâ'nın, kendinden çok evve l gelen daşüniirleri çok iyi tanıdığı anlaşılıyor. Permcnides'in sözi'mü İbni Si�nâ (Vacibülvücûd) diye anlıyor ki bu, sürekli cevher halindeki unsur izahına uygun düşmektedir . İbni Sinâ şöyle başlıyor : (Seelena bazu eshâbına en tekellüme alelme�zahibi-1 müstefsiretilleti likudemâi fi mebadiittabiiyyiati kahletekellümi fittabiiyyatı... ...ilâhr.) ATOM NAZARİYESİ 83 3 — Toprak, 4 — Ateş. Birbirine karışıp uyuşma nasıl oluyor? Bir cismin cüzüleri diğer cismin mesamelerine (küçük deliklerine) girebilmek için, bulundukları topluluktan ayrılırlar. Yeni bir cevherin oluşması yoktur. Her şey esas küçük parçaların yerlerini değiştirmeleri�le olur. Bir cismin, başka bir cisme uzaktan tesirine gelince, bu da, Ampedokl'un (Buharlaşma) dediği üe olur. Sonsuz derecede küçük ve bölünmez parçalar, cisimden aynlarak diğer cismin küçük deliklerine girerler ve derinliğine girerler. Bu iki cismin arasında ne kadar birbirine benzeyiş varsa bu işin husule gelme�si de o nisbette kolay olur. Ayni cinsten olanlar veya birbirlerine benzeyenler arasında bir ilişki, bir çekim vardır. (Aristo - De gen. et corr. -1, 8). Anaksagor (Anaxagoras) da, Ampedokl gibi, oluşu ve yokolu�şu, bir toplanma ve ayrıhp dağılmadan ibaret görür. Lâkin, ona göre, ilk cevherler, adet bakımından sonsuzdurlar. Bu spermler (cürsumlar), Demokrit'in atomları gibi, mahiyetleri bilinmeyen şeyler değildirler. Hudutsuz şekilde değişen nitelikleri ve özel�likleri vardır. (Fr. 3). Meselâ, bir kemik, birbirlerine yaklaştırıl�mış ve ulanmış bir çok küçük kemikten husule gelmiştir. (Lük�res -1- 844). Aristo, böyle, oluş tarzları birbirinden farklı cisimleri husule getiren cinsteki unsurlara (Homomeries = Birbirlerine benzeyen�ler) diyor. (Aristo - De genleratione et corruptione • 1, l A-18). Felsefede gördüğümüz Maddecilik (Materyalizm) Nazariye�sini en ziyade açıkhkla anlatanlar. Atomu kabul eden Lüsip (Leu�cippe) ile Demokrit (Demokı-ites) tirler. Bunlar da, Eleatlar gibi. vücudu olmayan (Lavücud) bulunmadan hareket ve oluş müm�kün değüdir, derler. Fakat, bu önermeden (kaziyeden), onlar gi�bi, hareket ve oluşun imkânsızhğmı değil, belki (Lavücud) un bir gerçek olduğu neticesini çıkarırlar. Lavücud da, tıpkı vücud gibi, mevcuttur. Atomcuların (Melâ = Bos sanılan) ile temsil ettikleri 84 METÂLİB - MEZÂHİB vücud, müstakil küçük parçalardan, yani parçalanamaz kısım�lardan oluşmuştur ki bu çok küçük parçalar, nitelikleri belli ol�mayan, başlangıçları bilinmeyen ve adet bakımından sonsuz olan şeylerdir ve Lavücuddan ayrıdırlar. Maddenin hareketine sebep olarak, Ampedokl (Empedokles) ile Anaksagordan biri, mahab�bet ve nefreti, diğeri de aklın tesirini kabul etmişti. Demokrit'e göre, hareketin sebebi (illeti), müstakil cüzülerin dışında bir kuv�vette aranmamalıdır. (Aristo, de Caelo). Bir hareketin illeti, kendisinden önceki harekettir, ve bu böylece sonsuz olarak gider. Hareket, rastgele değil, belli ve zarurî kanunlara göre husule ge�lir. (fr. 41) ve bu şekilde her şey müstakil cüzülere (cüzüferdle�re) ve harekete râci olur: Cüzüferdlerin bir araya geliş ve te�şekkül tarzı, birinci derecedeki nitelikler, yani boyutlar ve ağır�hklar, eşyanın künhünü (özünü) teşkil ederler. (Sıcaklık, soğuk�luk, tat, koku) gibi ikinci derecedeki niteliklere gelince : Bunlar, hakikatin kendisinden değil, hakikatin insan hassasiyeti üzerin�deki intihamdan ileri gelir. Maddenin Cüzüferd Nazariyesi, Sok�raî'tan evvelki Felsefenin hudududur. Yunan idrâki, Demokrit ile, madde hakkında, açık ve belirgin bir tasavvura erişmiştir. Yeni tabiat ilmi (fizik) de, adım adım hâkim olan büyük başlan�gıçları : Maddenin tahrip edilemez olması, kuvvetin tahaffuzu; hiçten hiç bir şey çıkmaz; hiç bir şey hiç olmaz (Lucrece) bütün hâdiselerin yalnız bir vâkıaya, harekete râci olması, hâdiseler âleminde mekanik kanunların hüküm sürmesi düsturlarını sara�hatle toplayıp anlatan Demokrit olmuştur. îşte Zâhirî Felsefe de�nilebilecek bir felsefenin mebdolerini böyle vuzuh ile vazetmek şerefi Demokrit'e aittir. EFLÂTUN (PLATON) MADD E NAZARİYESİNİN KARIŞIK (MUĞLAK ) HÂLE GETİRİLMESİ Tabiatcıların maddeciliğine karşı Sokrat ile bir tepki başlı yor. Maddecilerin Tarihçisi (Lange) C^) der ki : «Sofcmi tabiî ilme dair hiç hir bahis yapmadığı halde bu fenne öyle bir çığır açtı ki, sonraları bu fen, bu yolda tam bir metanetle yü�rümeğe mecbur oldu. Âlemi izah için insandan yürüdü, insanı izah için tabiat kanunlarından yürümedi. Tasavvurlar ile fiiller, tedbir ile mad�deten vukua getirmek arasında, vicdanımızda bulduğumuz karşılaştır�mayı tabiî hadiselerde de varsaydı. İşte, Aristonun, suret ve mad.de tak�simi ve gaye illetlerini tutmasile, Sokrat'a ne kadar tarafdar olduğu bu suretle anlaşılır.)) (Terceme fr. T. 1. Sahife 57). Madde Nazariyesi (kuramı) Eflâtun Felsefesinde bir çok mü�nakaşalara sebep olmuştur. Madde nedir? Bilhassa, madde deni len, mânâlara ircâ edilemediği halde, onlarla karışıp bu alemi teşkil edecek olan diğer bir hakikat var mıdır? «Time» de Eflâtun ezelî (başlangıcı-sonsuz) bir maddenin var�lığını kabul eder gibi görünüyor. (Bunda Hylosoisme bu mânâda kullanılmazmış). Yani, üremeyi sağlayan ve onun müttefiki gibi, tekevvünün (oluşun) temeli belli olmayan şey, tasavvuru zor, be�lirsiz bir nevi (Time 49, A), her tabiî şejdn esası olan unsur, ya�pıldığı hamur, her şey kendisinden teşekkül ettiği halde kendisi- (6) Friedrich Albcrt LANGE . (1828 de Solingen - Wald ~ 1875 Malburg) Alnıaııdır. Ma�teryalizmin tarihini yazmıştır. Burada sözü edilen eseri; «Gcschicte des Materialis�mus. 1866» adlı kitabıdır. Eserin B. Pommerol (2 cilt halinde. 1910. Paris) tercümesi ba�sılmıştır. Ayrıca Nolen tarafından da Fransızoaya tercüme edilmiştir. 86 METÂLİB •• MEZÂHİB nin şekli ve belli nitelikleri olmayan bir mebde kabul ediyor ki, ne mânâ gibi zihne, ne mahsus (duyulan) gibi ihsasa (duyuma) yanaşır. Biz, onu, ancak bir duman içinde, bir nevi rüya halinde kendimize mal edebiliriz. Eflâtun, bu maddeye, (mahal - heu) dc der. Bu müphem, bu anamadde, Time'ye nazaran, mânâ karşısm�da ve ona ircâı imkansız başka bir hakikat olarak, mânâ ile reka�bet halinde, âlemi teşkil eder. Time'deki bu ikiliği, Eflâtunun son fikri olarak kabul etmeli mi? Eflâtunun Parmenid ve Sofistlere karşı son sözünü, daha ziyade, ikiliğin üstüne çıkmağa çalıştığı yerde ara�mak icâp etmez mi? Eğer madde çok eski olur ve bütün değişik�liklerin altında, maddenin özvarlığı değişmez kalırsa, varlık yal�nız mânâya aittir demek nasıl olur? Madde, Eflâtun'a nazaran dahi, gerek zihinde ve gerek histe bilinmeyendir. Halbuki, Eflâ�tun'a göre, hakikatin miyârı (kriteri) akla uygun olmaktır. Zih�nin de hissin de ilişkisi olmayan şey, mevcut değildir - Hissedilen şey bir de, hem vücudu ve hem de lâvücudu birlikte toplamış olu�yor. Vücud hep mânâlardan geliyorsa, duyulanı akla uygun olan�dan ayıracak bir yokluk mebdeini, bir lâvücud kabul etmek ge�rekiyor. Şu halde Eflâtun'a (Sübjektif İdealizm) Mezhebi yakış�tırabilecek ve madde, mânâlar âleminin karışık bir benimsen�mesinden ibarettir demeğe kadar gidebilecek miyiz? Meselenin bu şekilde halline karşı ileri sürülebilecek deliller nazara alın�masa da, son devirlerden başkasında rastlanmayan bir takım fi�kirlerin Eflâtun'da bulunduğunu iddia etmek tarihî delillere kar�şı gelmek olur, yani tarih bakımından yanlış olur. Zeller. O bunu şöyle halletmek istiyor : «Hissedilen varlığın umumî mebdei maddî bir cevher (özvarlık) değil, sübjektif bir temessülden husule gelmiş bir zuhurdan (ortaya çıkıştan) ibaret de değilse, nedir? Bunun ne olduğunu Eflâtun bize söylemiş ve Aristo da onun sözlerini doğrulamıştır. Her maddî vücudun (7) Eduard ZELLER . (1814 Kleinbottuar — NVurlcmberg 1908 Stutgart.) Alman Fel�sefe tarihçisidir. Die Philosophîe der Grîechen in İhrcr Geschichte adlı eserinin II. kısmı. Sokrates und die Sokratiken. Plato und die Alte Akademic. Bu kısım G. Belot tarafından Fransızcaya çevrilmiştir. EFLÂTUN 87 esası, mahmul (yüklem) değil mevzu (konu) olarak tasavvur edilmiş gayri mahsur (smırlanmamış) dır, yani maddî cevher gibi işaret olun�mayan, en büyük ye en küçük, lâvücud, ayrılmanın ve bölünmenin şartı gibi olan hâli feza (boş uzay) dır. Demek ki, ezelî (varlığının başlangı�cı bilinmeyen) bir maddenin yerine, maddiliğin basit şekli olan fezada varlık ve hareket şeklini koymamız icap ediyor. (Time) de, âlemin te�şekkülünden evvel, aralıksız şekilde hareket eden bir maddeden bah�sedildiği zaman, bu, ancak, ayrılış ve oluşun, her hissedilen varlığın kendine ait suretler olduğuna işarettir. Eflâtun, bir taraftan, bu su�retlerin, sade temessülümüzde (8) değil, hissedilen hâdisenin kendisin�de, alınmış objektif bir şey olarak ele alınmasını ister, öbür taraftan da, maddeye hiç bir bakımdan, hususî bir gerçeklik, bir özvarlık isnad ede�mez. Zira, ona göre, hakikilik yalnız mânâlara mahsustur. Şu halde, maddeyi, mânâda mevcut olan hakikiliğin ortadan kaldırılması, (lâ�vücud mânâ) diye düşünmekten başka çare kalmıyor. Mânâ, vahdetini (birliğini) çokluklarda, hareket edemezliğini oluşun dalgalanmaların�da, belli olmasını az çok sonsuzluk imkânında, kendini doğrulamayı sübjektif tenakuzda, mutlak varlığını bir vücud ve lâvücud karışımın�da kaybetmeden buna nufuz edemiyor» (Zeller). Bu hal sureti her halde hayli zorluklara uğrayacaktır. Bir lâvücuda (vücudu olmayana) vücud vermek, tasavvur olunama�yan şeyi tasavvur etmek gibidir. Lâkin, bu zorluklar doğrudan doğruya Eflâtun Felsefesine aittir. C^). (S) Teınessül; misal haline gelme, yani bir şekil ve surete girme, cisimlenme. (9) (Şerhi Mevakif) eserinde de yazıldığı gibi, İslâm Feylesofları, Eflâtun'u budu mücer�rede (soyut boyuta) kaail addederler. İşte Zeller'in beyanına göre, Eflâtun için canlı madde (Hylos), maddenin aslı miicerred buuddan. yani hayyiz ve mekândan ve. fezâ dahi denilen, halâ (boşluk) dan ibaret kalıyor. Bu mücerret buud, aslında müphem bir mânâ olmakla beraber, (Halâ) mânâsı bakımından, sclbî (gerektirmeyen) bir mânâ. bir lâvücud oluyor, İslâm ulemasının anlayışına bakılırsa bahsi geçen zorluk�lan şu şekilde ortadan kaldırmak lâzım gelir: (Celâl Devvanî) ve (Gelenbevî) mer�humların (Vücud) risalelerinde beyan ettiklerine göre, Eflâtun için üç nevi vücud vardır: Kendi kendine vücud. Bıştaki vücud, Zihindeki vücud. Birinci nevi vücuda misal, manaların vücudu ki, hakikî ve aynî (objektif) dir. Dıştaki vücud ile zihindeki vücud ise, bize nazaran vardırlar \c izafidirler. O halde Halânın (boşluğun), mücerret buudun, lâvücud olması bizim zihnimizdeki vücuda göredir. Çünkü, biz fezâyi cisimsizi olarak tasavvur ederiz. Fezânın mevcut olması da hakikate nazarandır. Bununla beraber, bu izahı ve cevabı sarahetle görmüş değilim. 88 METÂLİB - MEZÂHİB Her ne de olsa, görülüyor ki, Sokrat'tan evvelki Materyalist görüş ile Eflâtun'un görüşü arasında pek esaslı fark var. De�mokrit, hakikati, bütün suretlerden, her türlü keyfî belirlenme lerden sıyırarak maddeye irca ediyordu. Eflâtun ise, surete, k(\\ fiyete (niteliğe) gözünü dikiyor ve bunu maddeden ayırıp mana da gerçekleştiriyor. Demokrit'e göre, hakikatin bütünü olan mad de, kemiyyet (nicelik), feza (uzay), Eflâtun'a göre artık his�settiğimiz varlığın esşsı olan lâvücuddan (müstakil varlığı olma yan), belli ve belirgin olmayan bir varlıktan ibaret kahyor. ARİSTO (ARİSTOTELES) — MADDE, BELİRGİN OLMAYAN KUVVET, SURETİN TAMAMEN DIŞINDA BULUNMAZ Eflâtun, sureti, maddenin üstünde, yüksek bir âlemde ger�çekleştirmişti. Eflâtun'un böyle birbirinden ayırdığı madde ile sureti, Aristo, sıkı bir bağlantı ile birleştiriyor. Eflâtun'a göre, suretin maddeye nisbeti hakikatin (gerçeğin) lâvücuda nisbeti�dir. Aristo'ya göre ise, bunlar birleşerek varlığı teşkil eden iki unsurdurlar. Bu bakımdan, hakikî ve aslî âlemde, her türlü su�ret ve nitelikten yoksun, mutlak (Saltık, hiç bir şarta ve kayde bağh olmayan) madde yoktur. «Cisimlerde hislerin taalluk ettiği bir madde vardır, der isek de bu madde asla ayırıcı değildir. (Sıcak, soğuk, ağır, hafif gibi) karşı�lıklı suretlerden biri olmadan var olamaz. Unsur denilen şeyler hep bu suretlerden çıkar (Aristo - De genseratione et de cerruption, 1, 2). Su�retten ayrı olarak, madde kendi kendine mevcut değildir. (Aristo-Meta�fizik - 1035). Madde, madde olarak bilinmez (At. 1036) , ne keyfiyeti (niteliği) ne kemiyeti (niceliği) vardır. Ne de vücudun başlıca şartların�dan biri bulunur.» (Metafizik - 1029. A. 20). (lO). Demek oluyor ki, maddenin suretten ayırt edilmesi ancak (10) Buna, Hylos , (Heyula), mevzu, unsur, estaks adları verilir . Bilkuvv c olup bir veya bir çok suretleri kaabil olması bakımından (Heyula) denilir. Bilfiil sureti hâiz olması itibarile (mevzu) denilir. (Mantıkdaki mevzu değil.) Bütün suretler arasında müşte�rek olduğu için (madde - tiynet) denilir. Mürekkep bir sistemde, en son tahlilde, ta�savvuru kabil basit cüzüler olması yönünden de (Estaks) namı verilir. Terkibin baş�ladığı basit cüzü olduğu için de (Unsur) denilir. Bunun gibi olanlara da bu ad veri�lir. Hâsılı, terkibin mebdei olduğundan dolayı (Unsur) ve tahlilin de sonucu olduğtı için (Estaks) olur. (İbn-i Sinâ - Şif â - Fasıl 2-Makal e 1). 90 METÂLİB •• MEZÂHİB tecrit ile (soyutlama ile) mümkün oluyor. Böyle müstakil \-e mü�cerret olarak ele alman madde nedir? Her mevcut, yani ayn (obje), müşahhas (somut) olmadan evvel, bu obje veya bunun nakzedeni olabilirdi. Tercihan bu olmadan önce bu veya şu ola�bilmesi ayni derecede mümkün idi. îşte, nakizinin (nakzedenin) çıktığı bu iyice belli olmayan kuvvet, maddenin ta kendisidir (20, 412, A 6), [...Bu değişikliklerin mevzuu (konusu) her tekevvünün (oluşun) şartıdır, yaratılmamıştır ve her yok olan bunda erir (ii). ölümsüz�dür (Fizik. 1, 192, A 28)...] Bu niteliği olmayan ve hatta unsurlardan ve unsurların kolla�rından daha önce bulunan, idrâkimize girmeyen asıl maddeyi, meselâ heykelin maddesi olan mermer veya tunç gibi, şu veya bu şekli kabule hazır olan ikinci derecedeki maddeden ayrı tutmak icap eder. Kuvvetin (enerjinin) fiile, yani maddenin surete geçmesi ha�kikatta bir mutavassıt (aracı) üe vukua gelir ki o aracı hareket�tir. Raveson ('2) ^jer ki : I... "Hareket , vücudda lâvüeuddur, fiile geçen lâvücuddur. Artık hareket, (Eflatunda olduğu gibi) iki unsurun birbirinden ayrılması gibi mantıkî bir alâka değil, hakikî ve vaki olan bir mutavassıttır ki bunda, her iki taraf, bir tek vücudun iki lahzası gibi birbirlerine bağlı olurlar. Bununla, biri, öbürünü oluşturur. Hareket, ne vücuddur, ne lâvücuddur, ne fiildir, ne de enerjidir (kuvve), daha ziyade ikisi bir�dendir. Karşı karşıya olanların buluştukları bölünmez bir noktadu' ki dikkatli bir tecrübe bundan kesin alâkayı çıkarabilir...] (Raveson - Metafizik - Aristo 1, 395). (13) (11) Demek ki, ölen bir insan, belli olmayan bir enerjide eriyecek ki, enerji olduğu için, yine hayat imkâmna sâhip olacak. İşte, öldükten sonra dirilmek imkânı. (12) Mollien Jean - Gaspard - Feiix RAVAİSSON . (1813. jNamur Paris) Fransız Fclscfecisidir. Burada sözü edilen eseri. (Essaisurla VIetaphysique ıl'Arislotc Paris 1837) adlı ünlü eseridir. (13) Burada hareket, bildiğimiz manadan daha umumîdir. Bunlar, bildiğimiz cismani ha�reketlere (Nukle) derler. Meselâ, bir armudun sararması, üzümün kararması hare�ket sayıhr. tbn-i Sinâ (Hudut) risalesinde, hareketi (Hurucun minelkuvve ilelfiil lâ fi anm vâhidin) diye tarif etmiştir. (Kuvveden fiile bir anda olmayan çıkış.) ARİSTO 91 Hareket, tamamlanmamış bir fiildir. Gâyesine erişmemiştir. Lâkin, en mükemmel derecesi olan gâyesine dönüktür. Kemâl, ya ni hakikî varlık, ne maddededir, ne de maddenin surete geçme�sindedir. Kemâl, hareketin sonu olan suretin kendisindedir. Mad�de, kemâle ermemiş bir şeydir ve belki, henüz hareket ile ger�çekleşmemiş gizli ve mümkün bir kemâldir Aristo, hem Eflâtun'a, hem de İyon Fizikçilerine karşıdır. Fakat, bunlarla çekişirken aralarım bulmağa çalışır. Madde hiç mevcud olmayan bir şey değildir. Yoklukla, feza ile ilişkisi de yoktur, ayni mânâlara gelmez. O, öteden beri var olan bir ha�kikattir. Bu mânâda İyonyalı Filozofların sözü doğrudur. Lâkin, derinliklerde gizli kalmış bir gerçektir. Bölünemez ve kendi ken�disi için kâfi değildir. Bu mânâda da Eflâtun haklı olur. (14) ibn-i Sinâ, harekelin ası! larifiude, (Kemalüıı cvveUiıı iiıııa bilkıı\\cti min cilu'li ma�hüve bilkuvve) demiştir. Yani kuvvedeki şeyin kuvve olması bakmımdan kemâldir. Demek ki, hareket, sona götüren kemâl değildir. Şu halde, asıl madde lakeınâldir, başka tabirle bilkuvve kemâldir. . EPİKÜR (EPÎKUROS) VE STOA MADDECİLERİ : Aristo'dan sonra, Materyalizm Mezhebi, bir çok şekilde ye�niden zafer kazanmış gibidir. Metafiziğin kendine mahsus (özgü) manasmı. mutlakı idrâk etmek işini, Aristocular bile yavaş bırakıyorlar. Epikürcüler, fiil ve kuvve tasavvurunu büsbütün kaldırıyorlar. Hepsini birden âtıl (hareketsiz) maddeye irca ediyorlar. Stoacılar dahi idrâki maddeye, fiili kuvveye ve Metafiziği yeni bir tabiî ilme indiri�yorlar. Bazı tafsilât kabilinden noktalar istisna edilirse, Epiküı-, âlemi izah ederken, [Cüzü Ferd (atom) Nazariyesini (kuram) Demokrit'ten aldı. Cisimlerden başka mevcut yoktur, dedi (D.L. 10-39) Cisimler, unsur mahiyetinde parçalardan, bölünmez, değişmez cü�zü ferdlerden (16), (ayni eser, 34-36) teşekkül eder. Bu parçaların ken�dilerine mahsus vasıfları, hacim, şekil ve ağırlıktır. Adet bakımından sonsuzdurlar ve birbirlerinden Halâ (boşluk) ile ayrılırlar. Bu da, an�cak hareket ile mümkün olur (D.L. 10, 43, 44). Bunlar, birbirlerinden müstakildirler (aynı eser). Düşüş ve hareketten, tesadüfle husule ge�len alâkalardan başka aralarında bir ilişki bulunmaz. Tabiî bir ağırlık�ları vardır. Bu sayede, ayni süratle, ayni istikamette başıboş düşüp gi�derlerler. (D.L. 10, 43)...] Lâkin, Epikür burada Demokrît'ten ayrılır. Cüzü ferdlerin birbirlerine rastlamalarını ve buluşmalarını izah için, bunlara, (15) Diogenis Lacztii: ( - M. S. 220) Yunan filozofudur. Meşhur eseri: J><' ^ i Üs. «!<ıçnın. tibus et apophetegmatibus darorum philosophorum. lib X adlı kitabdır. I'aul - lancl burada (D.L. 10) kısaltmasıyla ona atıfta bulunmaktadır. (16) Halbuki hareketleri caiz görülüyor. Bu bir (tagayyür) değil midir ? EPİKÜR 98 bir de, düz çizgiden ayrılarak, zaman ve mekânın belirsiz bir nok�tasında, sebepsiz olarak, ayrılmak kudretini yakıştırmak lüzumu�nu kabul eder. (Lükres-2, 223). Cüzüferdlerin rastgele buluş�malarile, kâinât bir kere teşekkül edince, bundan sonra artık de�ğişmez kanunlarla idare olunur. İdrâkin ve gâyeciliğin işe karış�masına ihtiyaç göstermeden, her şey, cüzüferdlerin buluşmala�rile, mekanik şekilde izah edilir. C®). Epikürcüler gibi Stoacılarda da şöyle bir müteârife (Aksi�yom) vardır : Gerçek olan her şey cisimle ilgilidir. (Cismanî). (Plot. Ade. Set. 30). Cisim, boyutlu, üç boyutlu olandır. (L. D. -1, 135). İnsanın nefsi, Allah yani akıl, kâinâtın intizamı üzerinde en kuvvetli tesiri olan en yüksek tedbirciler, cisim oldukları gibi eşyanın birbirinden ayrılmasını sağlayan niteliklerin bile hepsi cisim oluyor. Nitelik, her şeyin merkezinden kütlesine yayılan, muhitinden yine merkezine dönerek her tarafını kaplayan ve muhtelif unsurları birleştirip anlaştıran bir soluk (nefha) 'un, ateşten bir ruhun işi olmak üzere izah edilmektedir. Nitelikten maksad, yalnız fizik hassalar (özgeler) değildir. Manevî nitelik- (17) Titus Lueretius Carus LUKRES. (M. Ö. 96 - - M. Ö. 55.) Romah Şair filozoftur. Burada Paul - Janet'in atıfta bulunduğu eseri : «De Rarum Natura» adlı kitabdır. (18)Demek ki: Demokrit'in Tabiat Kanunları ezelî. Epikür'ün Tabiat , Kanunları ise son�radan husule gelmiş oluyorlar. Cüzüferdlerin (müstakil en küçük parçalar) ezelî ka�nunları ve küllî alâkaları olsa idi, âlem, ya hiç teşekkül etmezdi veya hiç bir yeni hâ�dise vukua gelmezdi. İşte, Epikür bunu görüyor. Demokrit maddeciliğinin bu noktadan kifayetsizliğini anlıyor. Buna çare bulmak için de, kanunları, rastgele buluşmaktan sonraya bırakıyor. Bir Tesadüf kaidesi koyuyor ve bunu koyabilmek için de cüzü�ferdlere, bir belli istikametten ayrılabilme kudreti tanıyor. Lâkin, böyle bir kudre�tin ancak irâdî bir kudret olabileceğinden gaflet ediyor. Şu hale göre, âlemin teşek�külü mebdeinin bir tabiat kudreti değil, bir irâde kudreti olduğunu şuursuzca kabul etmiş ve bunu kaide olarak koymuş oluyor. Bu bakımdan, îslâm Mütekellimleri, cü�züferd ve maddecilik nazariyesi ile, Vacibülvücûdun ve Allah'ın isbatının daha kolay ve belirgin olduğunu anlamışlar ve öyle yapmışlardır. Aşağıda görüleceği gibi, zamanımıza kadar ortaya atılan Maddeci mezheplerin hiç birisi, Demokrit ve Epikür mezheplerinden farklı bir esas getirmiş değildir. Büh�ner (Buchner) in Maddeciliği de bunlardan farklı olamamıştır. Aynı esaslar onda da vardır. Zaten, kâinâtm teşekkülünü irâdeden başka bir mebdede arayanlar hep ıztı�rap içindedirler. Bunlar, bilhassa, bugünkü tabiî ilimlerin hepsine ters düşerler. Çün�kü, fenler biz®, ezelî olan hiç bir mürekkep (bileşik) cisim gösteremiyorlar, Müte�kelliminin dediği gibi, cisimlerin hepsi sonradan oluşmuştur. O halde, irâde olmasa, her şey rastgele olsa,, ilk varoluş nasıl mümkün olurdu ? 94 METÂLİB •• MEZÂHİB 1er de buna dahildir. Faziletler de rezaletlerin de cisimle ilgisi vardır. Yeni, nefsin aktif olmasından ve bu aktiflik de nefis de�mek olan ateşten, ruhun açılıp kapanmasından husule gelmek�tedir. (Sen, Ap . - 2, 117). Burada özellikle işaret edilmeğe değer cihet şudur : Bu mad�decilik, Stoacılara göre, kâinatın külli (üniversel) hayatının me�kanik bir izâhı maksadile değildir. Bunlar kuvvanidirler (Dina�mizmciler). Hatta, gâye illetlerini bunlar kadar çok kullanmış feylezoflar az bulunur. Cisimler, Epikürcülerin dedikleri gibi, yalnız Matematik özellikleri hâiz değildirler. Her şeyde, birbirile iyice birleşmiş iki mebde (başlangıç) vardır : Biri, passif mebde olan madde, diğeri de, aktif mebde olan kuvvet veya illettir. Madde ve kuvvet, bu suretle, her mevcudun varlığını sağla�yan ve devam ettiren, eriyip aşınmaz iki unsur (öge) dirler. Pa�sif unsur veya madde, cismin cevheri (özvarlı^ı) dır. Zira, cisim bununla mevcud olur. (D.E. - 150) Aktif unsur ve�ya kuvvet de onun keyfiyeti (niteliği), varlık tarzıdır. Kuvvet ile madde bir vücuddan ibarettir. Onda ve onunla hareket eder. Kuvvet maddenin tohumu, özü gibidir. Onu önceden ihtiva eder ve akıl kanunlarına göre adım adım bütün vasıflarını geliştirir. (D.L., 7,136). Maddeye tesir yapan ve cismin bütün değişiklikleri�nin sebebi ve kendisile birlikte olan bu kuvvet, ateştir. Lâkin, bu ateş, hâsselerimizle (duyularımızla) gözlenilen ve hiç üretici ol�mayıp her şeyi tahrip eden yoğun ateş değil, her şeyi ilim ve mü�kemmel sanat ile vücuda getiren lâtif (esir) bir ateştir. (D.L., 7, 136). Stoacıların âlemi, Epikürcüler gibi, müşterek fiilleri bu�lunmayan cüzüferdlerden (müstakil küçük parçalardan) vücuda gelmemiştir. Tersine, hepsi birbirile ilişkili, hepsinde ayni kuv�vet, ayni tek sebep ve akıl deveran etmektedir, ve cümlesini de�vamlı ve birbirine karışmış bir kül (tüm) yapmaktadır. O halde, her şey cisim ise de, bundan, madde ile kuvveti farketmemek de lâzım gelmez. Bu da, mesleğin son sözü ikiliktir demeğe sebep olmaz. Her mevcudun mebdei (başlangıcı) lâhûti (ilâhî) ve aslî ateştir. Diğer unsurlar, her ateşin tenasuhlarından (başka kalıba EPİKÜR 95 girmelerinden) ibarettir. Madde de bunun gevşemesi ve çekil�mesi demektir. Her şey lâhûtî ateşten gelmiş ve ona dönmeğe mecbur olmuştur. Kâinatımız, ilâhî hayatın deveran eden bir menkıbesidir. PİLOTİN (PLOTİNOS) İKİNCİ EFLÂTUN MEZHEBİ (ÎŞRÂKÎYE ) : MADDECİLER E KARŞI TEPKİ Yeni Pitagorcular ve Eflâtuncular ile maddeciliğe karşı ye�ni bir tepki başlıyor. Her şeyi, görülen ve tutulan şeylerle izah et�mek isteyen Maddecilik Mezhebi (Materyalizm), Eflâtun Mek�tebine yükselmiş ve daha önce Şarktan gelen din hislerile yaşa�mış olan ruhlara uygun gelemezdi, ikinci Eflâtun (Ploten - Piç�tin) Teslisinde (üçlemesinde) ilk Uknum C^) yani (Bir), mutlak basit olduğu için, maddeye benzer bir şeyi ihtiva edemez. Lâkin akıl çoğunluğu ihtiva eder. (iEğer bir çok mânâ varsa, bunlarda müşterek bir şey ve bir de, birbirlerinden ayırt ettirecek, kendine hâs (özgü) bir şey bulunması zarurî (zorunlu) olur. Bu hususiyeti olan şey, bu belirletici ve hususi�yet verici olan ayırıcı şey, surettir. Lâkin, sûret denilince, bu sureti alan ve ayırıcı vasıf kendisine nisbet edilen bir şey de söylenmiş olur. îşte bu sureti alan şey maddedir. (Plotin - înneades. 2, 4, 4).» Bundan başka, hissedilen âlemimiz akıl âleminin tayfıdır (hayaletidir), ve madde ile suretten mürekkeptir. Şu halde daha üstteki âlemde de madde bulunmak lâzım gelir. Lâkin, akılda, bu aşağıdaki âlem gibi madde tasavvur olunamaz. Akıldaki madde, yukarıda işaret edilen (hissedilen madde surete karşılıktır) meb�de ile ifâde olunur. Biri vücûd, diğeri lavücûddur. Birincisi mânâ gibi ezelîdir. İkincisi ise devamlı bir oluşa bağhdır. Plotin der kî : [...Cisimlerin maddesi, belli bir şey olduğu zaman, canlı ve idrâk sahibi değildir, güzel görünüşüne rağmen ölüdür. Akıldaki madde ise, (19) Uknum; rükün, esas unsur demektir. PİLOTÎN 97 bunun tersim olarak, gerçek bir hakikattir, canlıdır ve idrâk sâhibi�dir...^ (Aynı eser - 3, 4, 5.). Bundan, aralarındaki münasebetin bir kelime oyunundan iba�ret olduğu gibi bir mânâ anlaşılıyorsa da, bu kelime oyunu se�bepsiz değildir : Mutlak Tek'den gittikçe uzaklaşarak. Yeni Ef�lâtuncular, evvelâ İkinci Uknuma (Rüküne temel unsura) sarılır�lar ve ondan başlayarak maddede en son haddini bulurlar. Akıl âleminde ayakta duran şey, his âleminde bölünür ve ya�yıhr : Tek olan çok olur. Uyuşma ve birlik ihtilâf haline dönüşür. Ezelîlik, dünya zamanı (dehrîlik) haline gelir ve birbirini takibe yönelir. Bu süflî varhğın sebebi bu maddedir. Ploten (Plotin), Eflâtun'un mânâlarını (idelerini) tekrar ele alır : [...Madde, unsurların birbirinin kalıbına girmesinde sabit kalan müşterek cevherdir, (Ayni eser 2, 4, 6), suretsizdir ve umumiyetle be�lirgin değildir. Hiç bir niteliği yoktur, (Ayni eser 8), hatta, hacmi bu�lunması da kendiliğinden değildir, hacim tasavvurunun kendisinde ger�çekleşmesi nisbetindedir. (Ayni eser). Bu tıpkı, (Time) deki, her şeyi kabule hazır (uzay) gibidir. O halde, buna cisim denilemez. Çünkü, ci�sim bundan sonra gelir, ve madde ile suretin birleşmesine bağlıdır. (Ay�ni eser - 3, 6, 7). Bu, hiç de gerçekleşmiş değildir, sadece bir varlık im�kânından ibarettir. Ashnda, bu, bir yokluk da değildir, diğer şeyin ken�disinde ortaya çıkması için vesile olur. (Ayni eser - 3, 8, 15).»...] Hasıh, bu bir lâvücuddur (halâ, boşluk), hiç bir gerçekliği yoktur. Bunda hayır bulunmaz. Yeni Eflâtuncular, buna, bu mâ�nâda. (Şer) derler. (Zeller). Şunu itiraf etmek gerekir ki bu tarif (tanımlama) ve bu tah�dit (sınırlama), maddeye müsbet (olumlu) bir mânâ vermiyor. Bu olmayan şeyin bir şey olduğunu anlamak zor oluyor. F./7 — FENLERI N TEKRAR ORTAYA ÇIKIŞI — — YENİDE N EL E ALINAN MADDE MESELESİ — — GASANDİ (GASSENDİ); CÜZÜFERDCİLİĞI (ATOMCULUĞU ) Orta Çağda, madde ile suretin birbirinden ayırt edilmesi hak�kmda, Eflâtun'un ve bilhassa Aristo'nun fikirlerini tutmakla ye�tiniliyordu. Söylemeğe değer ki, bu sırada bir istisna vukua gel�di : Milâdın 1348 senesinde, Paris'te, Nikola Dotruk'ur, (20) «Ta�biat hâdiselerinde, birleşip ayrılan cüzüferdlerin hareketlerin�den başka bir şey yoktur» dediği için mahkûm edilmişti. Ancak onaltıncı asırdan itibaren, fennî araştırmalar dirilme�ğe başlamış ve Kopernik ile Galile'nin büyük keşiflerinden son�ra, Astronomi meselelerine ve maddenin özüne dikkatler çekil�mişti. Üniversel hayat hissi, her şeyden Önce, hayli belirsiz ve şairce bir Monizm aşıladı. İtalyan Feylezofu Brüno (Bruno) der ki : «Madde, bize, altında göründüğü sonsuz muhtelif suretleri, başka bir varlıktan ödünç almış değildir. Dışarıdan almaz. Kendi sinesinden çıkarır. Bu, bazı feylezoflan» zannettikleri gibi, bir belli nevi yokluk değildir. Tesirsiz, kemâlsiz, fiilsiz, boş, eğreti kuvvetten ibaret değil�dir. Bu, en ziyade, yavrusunu, sıkıntılı bir gayret içinde, rahminden dı�şarı atmağa çalışan bir gebeye benzer. Suretsiz madde yoktur. Aksine, madde bütün suretleri ihtiva eder. Gizli olarak kendisinde taşıdıklarını geliştirir. Hakikatte, tabiatın ve bütün canlıların anası ondan ibaret�tir. (Lange - Maddeciliğin Tarihi. Tr. fr. Ta. 215). (20) NİCOIM D'Autricuria (Nicolas d'Atutrecaurt) öl. 1350. Fransız Felsefecisidir. «İExigit Ordo Esecutionis» adlı kitabında bu sözleri söylemiş ve bu yüzden mahkûm edilmi}- tir. Fil. Ansk. e. 3. 495 GASANDi 99 Bu Monizmin yanıbaşında da Cüzüferdciliğin çıkışım görü�yoruz (Atomizm). Bakon (Beykın), bütün eski feylezoflar ara�sında, Demokrit'e birincilik rütbesini veriyor. Diyor ki : «Eşyanın cüzülerinde, gâye İlletleri müdahalesi olmaksızın, sırf za�ruretin illetliğini itiraf ile, âlem sisteminden Allahı bertaraf eden bu feylezof, Eflâtun ve Aristo'dan ziyade tabiata nüfuz etmiş ve onlardan fazla metin olmuştur. (De Dignitat at Hugumantis Scientiarum 3-4). «Varlığı Halâya (boşluğa) veya değişmez bir maddeye bağlı olan, atom�larda kaybolmak istemez. Ancak, suretlerin mebdeini, tabiatta bulun�duğu şekilde, hakiki cüzülerinde arar (2i) (Ayni eser) Son devir feylezoflarmdan, âlemin atomlardan teşekkül et�tiği tasavvurunu yenileyen bir Fransız Filozofu da Gasandi (Gas�sendi) (22) dir. «Bu feylezof, kendisinden evvel gelenlerin mes�lekleri içinde, son zamanların tecrübe (deney) temayüllerine (eğilimlerine) en mükemmel şekilde uyan mesleği, kesin bir hü�kümle seçti.» (Lange Maddeciliğin Tarihi). «Epiküre itibarını geri vermek, bu devrin en taze temayülleri arasında sayılmağa değer.» (Ayni eser). Gasandi, dostlarının nasihati üzerine, beş kitabını yaktığı «Exercitations Paradoclis contre Aristotelm» adlı eserinde, Aristo'ya hücum ve Epikürü müdafaa eylemişti. Zâyi olan bu kitapların hülasalarında görüyoruz ki, bu feylezof, Kopernik Astronomisini ve Lükres'in dediği gibi, âlemin sonsuz genişliğini kabul ediyordu. (1643) de «Dekartçılara karşı müna�kaşalar» adlı eserini neşrederek Dekart ile kalem münakaşasına başladı. Epikür'e dair yazılarından çoğunun tarihi bulunsa 1646 - 1653 arasında, bu vesile ile, mezhebini neşretti. Ona göre, kâinât mun�tazam bir bütündür. Aslî unsurları atomlar, bunlar da, madde de�nilen devamlı ve yok olmaz bir mebdein vasıflarıdır. Hiç bir ci�sim hiçten gelmez. Atomlar, cevherleri bakımından, birbirini (21) Hakikî cüzüler dediği şeyler acaba nasıl belli oluyorlar? Bu seçiklik, halâsiz müm�kün değildir. Meğer ki sırf zihni addedilsin. O zamanda cüzü olmazlar. O halde, cü�zülerden imtidada geçmek Madde Nazariyesi için kaçınılmaz olur. Gerçekten, De�kart'da öyle yapacaktır. (22) Pierre Gassendi. (1592 Provane — 1655 Paris) Fransız felsefecisidir. Dekarta itiraz�larını Objections ve İnstances adlı ki»,ablarmda yazmıçdır. 100 METÂLİB •• MEZÂHİB doğrularlar, suretleri itibarile de birbirlerinden farklıdırlar. Eş�yanın var ve yok olması, atomların birbirlerile birleşip ayrılma�sından ibarettir. Onsekizinci asır Fransası, maddecilerinin aksi�ne olarak, Gasandi Allahı inkâr neticesini çıkarmamıştır. Allah maddenin yaratıcısıdır. DEKARI (DESCARTES) MADDENİ N ÖZÜ İMTİDADDİR. — HENDESİ (JEOMETRÎK ) MEKANİKLİK — i-. A'iHakıkat ile vücud tek şey olduklarından her hakiki olanın bir şey olduğu pek aşikârdır. Açık ve belirgin olarak bildiğim her şeyin hakikî olduğunu da isbat ettimy>...'\ (Medit. 5) (23). Dekartın bu usulü maddeye tatbik etmesinin sebebi madde�nin özünü (künhünü) belli etmek içindir. Onun maksadı, zihnimiz�deki madde mânâsmdan bir tenkid yapıp, bunu bütün muğlaklık�lardan (açık ve seçik olmayan) ve hissi eklemelerden koparıp göze çarpan ve seçik bir mânâda vermektir. (Ayni eser 5). Me�selâ. bir parça balmumu gibi maddî bir objede mahiyeti değişe�bilen bir çok karışık özellikler vardır ki; bunlar, nefiste o nisbet�te az veya çok müphem müşahedeler (gözlenimler) uyandırırlar. Bu bir parça mumda filân veya filân renk, filân veya filân su�ret, filân veya filân tat vardır denilebilir. Bu deyişler maddenin künhünü ifade ederler mi? Ne gezer... Mum parçasını ateşe tutu�nuz. O renk, o koku, o tat hep yok olur. yerine yumuşak ve eğilir bükülür mümted (imtidath) bir kütle gelir. Bununla beraber buna da yine mum denir. (2 Meditations). Demek ki, herkesin maddenin hassaları saydığı ikinci derecedeki keyfiyetler (nite�likler) görüntülere ve nefsin hassaslığına taalluk ederler ve mad- (23)Rene des Cartes. Fransız felsefecisidir. (Tourainc'de L a Ilay e 1596 Ö . İsveç 1650) tarihlea-inde yaşamışdır. Eserleri Türkçeye çevrilmiştir. 1 — Discours de la Methode : (Aklını iyi kullanmak) 2 — Meditatione s de Prima Philosophia (ilk felsef e üzerinde Metafizi k Düşün�celer. M . E. Bakanlığı. 102 METÂLÎB - MEZÂHİB dî objenin varlığını teşkil etmezler. Bu hususta, bizim hâsseleri�mizden (duyularımızdan) isteyebileceğimiz şey bize fâideli ve�ya zararlı olanları haber vermeleridir . [...«Yalnız şunu söylesek yetişir ki; hasselerimizin aracılığı ile mü�şahede ettiklerimiz hep nefsin beden ile olan sıkı birleşmesile alâkah olur. Biz, normal olarak, duyularımız vasıtasile, cisimlerin dışarıdan bize ne faide veya zarar yapabileceklerini bilir isek de, bu cisimlerin tabiatının ne olduğunu bilemeyiz. Zira, bunu düşününce, duyularımız�dan başka dayanağı olmayan vehimleri terkederiz. Bunların mahiye�tini tayin için yalnız zihnimizi kullanırız. Çünkü, bileceğimiz hakikat�ların en hassas ve mühim kısmı gibi olan kavramlar (mefhumlar) ve anlamlar (manalar), tabiî olarak, yalnız zihinde bulunur...] (Felsefe�nin Mebdeleri, 2, S, - 6 Meditations).» Bütün değişikliklerin içinde değişmez olarak kalan v e aşikâr ve belirgin bir bilgi ile ruhlarca bilinebilen zatî ve aslî hususi�yet yalnız imtidat (Etendue - Uzunluğuna, genişliğine v e derin�liğine gelişme - Boyut) dır. (24). [...«Feylezoflann muttasıl kamiyet (aralıksız nicelik) dedikleri bu kemiyeti ben, ya bu kemiyetteki veya, daha ziyade bunun taalluk ettiği şeydeki uzunluğu, genişliği ve derinliğine boyutlar olmak üzere ayırıp tahayyül ediyorum. Fazla olarak bunda bir çok kısımlar sayabiliyor ve bu kısımlardan her birine her türlü hacim, şekil ve hareket isnad ede�biliyorum. Hatta, bu hareketlerden her birine her türlü devamlılığı izafe edebiliyorum. Bu şeyleri, birbirinden ayırarak bilişim, yalnız böy�le umumî şekilde nazara aldığım zaman değildir. Bunlara biraz dikkat edince, adet bakımından sonsuz cüzüler, şekiller ve hareketler ve bu kabilden diğer şeyler dahi bilmeğe başlıyorum. Bunların gerçeklikleri bana o kadar aşikâr ve tabıma o kadar uygun görünüyor ki, onları keş�fetmeğe başladığım zaman, bana yeni bir şey öğreniyormuşum gibi gelmez de evvelce bildiğim bir şeyi hatırlıyor gibi olurum...] (Medita�tions 5).» Şu halde, herkesin maddede gördüğü keyfiyetler (nitelikler) meyanında yalnız birisi, ihsâsdan (duyudan) müstakil olarak, ruh tarafından açıkça müşahede ediliyor ve asıl madde oluyor. Bu da (Boyut - Etendue) dir. (24) Fransızca (Etendue ) kelimesi bizde (buud, imlidât v e bazan da ittisal) keîimelerile ifad e olunagelmiştir . MADDENİN ÖZÜ 103 Maddenin veya umumî olarak cismin mâhiyeti, devamlı, ağır�lıklı veya renkli olması veya herhangi bir şekilde duyularımıza ilişmesi ile değil, uzunluğuna, derinliğine ve genişliğine boyut�ları olan bir cevher (özvarlık) olması ile varlığını korur. Künhü boyut demek olan cisim, kendisini kavrayan fezadan (Hayyizden) belirli şekilde farkedilemez. [...«Şu taşı muayene ettikten sonra anlarız ki; bir cismin mahiye�tini, yâni ne olduğunu, bize anlatan mânâ, onu uzunluğuna, genişliği�ne ve derinliğine boyutları olan bir cevher olarak idrâk etmemizden başka bir şey değildir. Halbuki, bu mânâ, fezadan, ve hem yalnız ci�simler ile dolu olan fezadan değil, (Halâ) denilen fezadan da edindiği�miz mânâya dahildir...] (Felsefenin başlangıçları, 2, 3).» «Bir de cisim ile fezanın birbirini doğrulamalarından anlaşılıyor ki, Halâ (cisimsiz feza) yoktur. Feylezoflarm, içinde hiç bir cevher (öz�varlık) bulunmayan bir feza mânâsına aldıkları Halâ (veya Ferağ) nm ise kâinatta mevcut olmadığı aşikârdır. Çünkü, feza, yani sübjektif mekân, genişleyip yayılmasının cismin genişleyip yayılmasından hiç bir farkı yoktur. (Ayni eser - 2, 16).» (25). Artık cüzüferdler, yani maddenin parçalanmaz kısımları yoktur. Ne kadar küçük farzedilirse edilsin her buud (boyut) kendisinden da�ha küçük iki veya daha ziyade kısma parçalanmayı sonsuz olarak ka�bul eder (Ayni eser, 2, 21). Âlem, yani kâinatı teşkil eden şu boyutlu madde dahi eni boyu bakımından sonsuzdur, Fezadaki hududunu gös�termek kaabil değildir (Ayni eser, 2, 21). Feza, Melâ olduğu için, ha�reket «Bir kısım maddenin veya bir cismin kendisile doğrudan doğru�ya teması olan ve diğerlerinin yanında hareketsiz gibi farzedilen kı�sımların yanından başka yere gitmesidir» (Ayni eser, 2, 25). Maddenin bir kısmı hareket ettiği zaman diğer kısmı hemen onun yerini alır, yani hareket daima devreder ve bir girdbâd (Hortum, kasırga) dır. Görülüyor ki, Dekart, Demokrit'ten çok farklı sübjektif bir usul ile, maddedeki hususiyetlerin çokluğunu, onun gibi, tek bir (25) Fakat, buradan (Halâ) nin yokluğu değil varlığı anlaşılıyor. Feza dahi nihayet bir ci�sim olmuş oluyor. Çünkü (Halâ) yi kabul etmemek mutlak olarak inkâr ile değil, ge>- nişleme ve yayılmasının, yani büyüklüğünün cismin büyüklüğünden farklı olması ile oluf. Şu hale göre, feza bir cisimdir, fakat bu cismin diğer cisimlerden boş kalmış yerleri vardır denilebilir. Bir de bu cismi, hareket halinde ve ağırlığı olan cisimden iyice ayrı görmek lâzım gelir. Nitekim, ispinoza, imtidat (boyut) ile cismin büyük�lük ve küçüklüğünü farklı görecektir. 104 METÂLİB •• MEZÂHİB hususiyete indirip imtidada (boyuta) irca ediyor. Demokrit Na�zariyesinde (Kuram) olduğu gibi, Dekart'ınkinde de keyfiyet (ni�telik) kemiyete (nicelik) ircâ ediliyor. Lâkin ircâ, birine göre münfasıl (birbirinden ayrılabilen) kemiyete, yeni adede (cüzü�ferdlere, ünitelere), diğerine göre ise muttasıl kemiyete, yani imtidadda (boyuta) oluyor. Demokrit'in Mekanik Adctciliğinc De kart Hendesî mekaniklik ile mukabele ediyor. İSPİNOZA (SPÎNOZA) : h^TİDAT (BOYUT) İLÂHÎ SIFATTI R CİSİMLER BU SSFATIN MUHTELİF HALLERİDİR Dekart gibi İspinoza'da maddenin bütün hususiyetlerini imti�dada indirmekte ise de, ona göre imtidat, bir cevher değil, tek cevher olan Allahın bir sıfatı oluyor. Allahın sonsuz sıfatlarından, insan aklı ile idrâki kabil olan sıfat ancak budur. »imtidat ilâhi bir sıfattır. Başka bir tabirle, Allah imtidatlı bir şeydir.(Ethique) (2,2). İlâhî imtidat sonsuzdur. Sonu olan muhtelif cisimler hep bu�nun vücuhudur (muhtelif halleridir). Allah imtidatlı bir şey ise de bölünemez. [...«Sonsuz mutlak olan cevher (Özvarlık) parçalanamaz. Sonsuz olarak parçalara ayrılabilse idi, bölününce hasıl olacak kısımlar, son�suz mutlak (hiç bir şarta ve kayda bağlı olmayan, saltık) olan cev�herin mahiyetini (tabiatını) ya hâiz olacaktı veya olmayacaktı. Bi�rinci halde, ayni tabiatta bir çok cevherler bulunacaktır ki bu İmkân�sızdır. İkinci halde ise, sonsuz mutlak olan cevher artık mevcut olma�yacaktır ki bu da imkânsızdır...] (Etik = Ethigue - 1, 13).» O halde, Allah hem imtidatlıdır, ve hem de bölünmesi imkân�sızdır. Bu kaziye (önerme), hayal gücünün vehimlerinden kur�tulamayan ve ilâhî imtidadı şu veya bu belli bir cisme göre ta�hayyül eden kimselere, tenakuz gibi gelir. Halbuki, Allah, imti�datlıdır amma cismanî değildir. [...iiBir çokları, Allahı, insan suretinde, bir cisim ve bir ruhtan teşekkül etmiş, ve insan gibi, tesirlere uğrayan bir varlık olarak hayal 106 METÂLÎB - MEZÂHİB ederler. Allahın hakikatim biraz düşünebilenler ise Allahın cismanî�liğini kabul etmezler, bu duygularını kuvvetle isbat ederek derler ki, ci�sim denilince biz, uzunluğu, genişliği, derinliği bulunun ve bir şekli olan belli bir kemiyet (nicelik) anlarız. Halbuki, mutlak ve sonsuz var�lık olan Allaha, bir muhâle (akıl bakımından imkânsız) düşmeden, böyledir denilemez (Etik, 1, 15). Allahın bir cisim olarak tasavvur edilememesinden, bir çok�ları, Allahda imtidadın da bulunamayacağı, imtidadın (boyu�tun) ilâhi cevherden başka ve Allah tarafından yaratılmış oldu�ğu neticesini çıkarırlar. Bu ise, Allahdaki imtidadın, bölünemez olduğuna v e hatta, hayal gücümüzün gösterdiği gibi, fiilen bölün�müş imtidat olmadığını anlamamak demektir. Çoğalan parçala�rın veya bunların vücuda getirdikleri muhtelif cisimlerin yalnız Şe'nî (reel) bir varhğı vardır . Bunlar, sonsuz olan ilâhî imtida�dın bir takım hal v e eklerinden başka bir şey değildirler. Mahi�yeti itibarile ilâhî imtidadın cüzüleri yoktur. [...Boyutu olan cevherin cüzülerden veya birbirinden farklı ci�simlerin biraraya gelmelerinden vücuda geldiğini iddia etmek, bir bu�dalalık demeyelim amma bir gevezeliktir: Bu, tıpkı, bir çok dairelerin bir araya getirilmesile bir dörtlü veya üçlü, veya bir daireden büs�bütün farklı, başka bir şey yapmağa benzer. Boyutlu cevherin sonu ol�duğunu isbat için başlıca feylezoflarm ileri sürdükleri deliller bu şekil�de kendi kendilerini nakzetmektedir. Çünkü, bunların hepsinde boyut�lu cevher cüzülerden teşekkül etmiş farzediliyor. Hattı müstakimin (düz çizginin) noktaların bir araya gelmesinden vücuda geldiğini bir kere zihine koyup sonra bu hattın (çizginin) sonsuz bölünmesinin mümkün olmadığını isbat için bir sürü delil ileri sürülmesine benziyor (Lettres. Al. Meyer. Emille Sese baskısı, 3. S. 385.» Cisimler, ilâhî imtidadın (boyutun) açıkça meydana çıkıp gelişmesine yardım eden arazlardır : «Cisim denilince ben, ilâhî cevheri, imtidatli bir şey gibi düşünül�mesi bakımından, belli bir taraftan ifade eden bir araz anlarım.» (Etik, 2, def. 1). «Cisimlerin hepsinde müşterek olan bir şey vardır : Cümlesi bir sıfat, yani imtidat tasavvurunu gerektirir.» (Ayni eser. 2. lem. 2). O halde, cisimlerin birbirlerine benzememelerinin aslını ve sebebini cevherde değil arazlarda aramak lâzım geliyor. Cisim�ler evvelâ İki büyük kısma ayrılabilir : BOYUT ÎLÂHÎ SIFATTIR 107 a — Basit clsimSer, b — Mürekkep cisimler. Basit cisimler birbirlerinden hare�ket ve hareketsizlik, hareketin süra t ve ağırlığı ile ayırt edilir�ler. (Etik, 2-lem. 3. ak. 2). Bir de, basit cisimlerin cüzüferdleri yoktur. Dekart gibi İspinoza da cüzüfercllerin ve halânın (cisim�siz feza) varlığını kabul etmez. Mürekkep cisimleri de şöyle ta�rif eder : [...«Eşit veya farklı hacimde bir miktar cisim, birbirlerine güvene�cekleri şekilde sıkıştırıldıkları yahut birbirine benzeyen veya benzeme�yen sürat derecelerinde, ayrı ayrı hareket edip, belli alâkalarına göre, hareketlerini birbirine ulaştırdıkları zaman, bu cisimler arasında karşı�Iıkh bir birlik hasü olduğuna ve hepsinin bir tek cisim haline gelip bu birlik ile diğer cisimlerin hepsinden ayrıldıklarına kaail oluruz»...] (Etik 2, 13. Definit.). Birbirlerinden belirgin şekilde farklı olan cisimlerin tâbi ol�dukları kanunların cümlesi mekanik kanunlarına irca olunuyor. Bir cismin hareketinin çıkış yerini daha önceki harekette aramak ve sonsuzluğa kadar böylece gitmek icap ediyor. «Bir cismin hareketi veya hareketsizliği diğer bir cismin hareketi veya hareketsizliği ile, bununki de yine üçüncü bir cismin hareketi ve�ya hareketsizliği ile bu şekilde sonsuz olarak, belli edilmek gerekir.» (Etik, 2, 13, Lem. 3). Bir cismin hareketini izah için gâye düşünmek hep mekanik hakikî sebebi bilmemekten ileri gelir. (Etik-1, Apandis). (26). Tabiatın, maddî kâinat denilen bu kısmının tâbi olduğu kanun�lar böyle ve bunu vücuda getiren aslî unsurlar da öyledir. Bü�tün hususiyetleri imtidade (boyuta) irca edilen madde ile idrâk birer arazdırlar ki; sonu olmayan cevher (değişmez şey) yahut tabiatı yapan şey bunlarla gelişir. Fezada hareket, birbirine ha- (26) İlletler bu şekilde sonsuz olarak gidince, mekanik hakikî illet, tabiatile, herkes için bilinmez olur. Bu bakımdan, yukarıda Ispinozanm Septiklere karşı iddia ettiği Dog�matizme imkân kalmaz. Bir ilk illete irca edilemeyen malûller ve malûmlar silsilesi nasıl belliliğe kavuşabilir? İlletler silsilesi, biç olmazsa, mutlak cev-here dayatılmalı. idi. Bu takdirde ise, araz illetleri ve hâdiseler silsilesi, mebdeleri dolayisile, bir sona varır. 108 METÂLİB •• MEZÂHİB lef olmayan (birbirinin yerine geçmeyen) mekanik kanunlarla ve kesik mantıkî bir silsile teşkil ederek, idrâkler de zarurî ka�nunlarla birbirlerine bağlanarak cereyan ederler. Tek ve hare�ketsiz olan sonsuz cevher, vâkıalarm bu iki birbirine müvâzi sil�silesi ile belirgin olur ve nevileşir. MALBRANŞ (MALBRANCHE) MAKUL İMTİDÂT V E CÜZİ CİSİMLER Malbranş'm madde hakkındaki nazariyesi Dekart ile İspino�za arasında birleştirici bir çizgi demektir. Bir taraftan, madde ile imtidadı birleştirir. Diğer taraftan, imtidadın cevheri ile ilâ�hı cevheri birbirine bağlamağa çakşır. Maddenin künhünün im�tidat (boyut) olduğunu anlatmak için Dekart'ın delillerini alır. Şekil, bölünebilmek, birbirine karışmamak, birbirine nüfuz et�memek, imtidadın muhtelif tavırlarıdır ve imtidat bunların hep�sinden müşterektir. İşte madde bunsuz tasavvur edilemez. Mad�denin künhü (mahiyeti) budur. Maddenin hakikiliğini tamamlayan imtidat sade hissi bir mü�şahedenin taalluk ettiği şey değildir. İnsan ruhu ile ilâhî akılda görülen ve onun mânâlarından (ilmi suretlerinden) biridir. Sonu olmayan ruhta yerleşmiş ve orada, sonu olan ruh ile birlikte göründüğü için makûl imtidat (akıldaki boyut), son tahlilde, maddî hâdiselerin illeti ve hakikî cevheridir, «madde misali» dir. Muhtelif cisimlerin müşahedesine gelince : Bu da, makûl ve müşterek imtidat içinde belli bir renk hissesile, başka bir de�yiş ile, renk boyudunda görünmesi ile izah olunur ki sırf sübjek�tif bir değişmedir. Cisimleri görmek dediğimiz hâdise, muhtelif renklerin taal�luk edip değiştirdiği imtidat mânâsının, ruhta bulunmasından başka bir şey değildir. Zira, bunlar a priori görünemezler. Şu halde, cisimlerin ancak renklerin hissileştirip cüzileştirdiği ma�kûl imtidat içinde görüldüğü muhakkaktır. Renkler ise, imtida- 110 METÂLİB •• MEZÂHİB din, tesir ederek, nefsi değiştirmesi sırasında, nefsin imtidattan edindiği hissi bilgilerden başka bir şey değildirler. ^ Makûl imtidat bir tecrit (soyutlama) değildir. Sonu olmadığı, ezeli ve zarurî olduğu için, sonu olmayan ruhta bu mânâdan baş�ka bir şey bulunamaz. His ile bildiklerimizin gösterdiği cüz'i ci�simler ve bu makûl ve ilâhî imtidat arasmdaki münasebet ne�dir? Muhtelif cisimler, cüz'î ve sınırlı suretlerile, makûl imtidat�ta evvelce mevcut mudur? Hayır. [...«Aklın âlemi ile maddî ve hissî âlem arasmda, bize meselâ gü�neşi, bir atı, bir ağacı göstermeğe mahsus bir akıl güneşi, bir akıl atı, bir akıl ağacı varmış da güneşi görenler, zarurî olarak, bu akıldaki gü�neşi de görüyorlarmış denecek derecede bir alâka bulunduğu zanne�dilmemelidir. (La recherche de la verite, 1).» Akıldaki imtidadın hududu, esasları ilâhî kemâlde bulundu�ğu için cisimlere imkân veriyor demektir. Şüphesiz bu bir imkân ise de, ulûhiyetin mahiyetine dahil olmak bakımından, hakikî bir gerçekleşmedir. Bu imtidat, şu veya bu cisim hissini uyandırmak için nefse tesir ettiği zaman hissedilmiş olur ve cüzîleşir. «Her makûl imtidadın yayılarak tasavvuru, yani bir at veya bir ağaç makul şeklini alması mümkün olduğundan, bir güneşi, bir atı, bir ağacı temsil etmesi ve bu itibarla hem akıl âleminin güneşi, atı ve ağacı ve hem de görülen, hissedilen güneş, at ve ağaç olması mümkün olabilir. Bu da nefsin, cisimler dolayisile, bu mânâlara bağhhk duygu�sunu hâiz olduğu, yani, bu mânâların nefsi, müşâhede hissi ile, tesir altına aldığı zaman olur.»...] (Ayni eser). Şu halde, cisimler âlemi bir çok cüzî suretlere bölünmüş ve insan nefsinde, az çok karışık intibalar uyandırmak üzere, tesiri olan makûl imtidattan ibaret oluyor. Bu, bir kuvvenin fiile çık�ması ise de, en son tahlilde, hakikî bir gerçekleşme olan bir kuv�vedir. Çünkü Allahın mahiyetine dahildir. Demek ki, Malbranş'ın Madde Nazariyesinde iki mertebe vardır. Birinci mertebede nefsin hassashğından ileri gelenleri (ikinci derecedeki nitelikler) madde kavramından silip basit sı�nırlı aslî ve zatî bir hususiyet bırakıyor ki bu da imtidattır. İkin�ci mertebede ise, tamamen nisbî olan bu görüşten geçip, eşyayı Allahta görmek üzere, mutlak görüşüne yükseliyor. O zaman im- cüz î CİSİMLER 111 tidat (boyut) ona, sonu olmayan ruhta bir mânâ, makul v e ilâhî bir imtidat görünüyor. O da, Ispinoza 'ya yaklaşmak üzere, De�kart'tan uzaklaşıyor. «imtidat bir hakikattir, ve sonsuzlukta bütün hakikatlar onda bu�lunur. Demek ki, cisimler imtidatlı olduğu gibi Allah da (hâşâ) imtidat�hdır. Çünkü, Allah bütün mutlak hakikatları, yani bütün kemâlleri hâ�izdir. Ancak Allahm imtidadı cisimlerin imtidadı gibi değildir. Zira, yaratıklardaki smırlüık ve noksan onda yoktur. (Entretiens. 8, Met. 7). Sonsuz ve makûl olan imtidat, Allah demek ise de, tam Allah değil, maddî mahluklarına alâkası itibarile, bu mahluklara âlem olması ve vücud verebilmesi, yani bunların kendisinden gerçekleşme aktardıkları vücudun nefsi, velhasıl, tabir câizse, vücudu olduğu için görünen Al�lahtır. (Malbranş Felsefesi, 1, S. 3 - 2). (27). Malbranş Faraziyesinde (hipotezinde) cisimlerin gerçek vü�cudlarınm hükmü yoktur. Bunu da, makûl imtidadı, Allahın, muh�telif nevideki cüzi suretlere vermiş olduğunu bildiren ilhâm ina�nışma dayanarak kabul eder. (27) Leo n Oll e Laprune . (1839 - Paris — Ö. 1898 Paris.) Katoli k Fransı z filozofudur . Ma - lebranche hakkında 1870 de La Philosophie de Malebranche adlı kıymetli bir tedkik yazmıştır. Müellif ona atfediyor. LAYBNİÇ (LEÎBNÎTZ) : — METAFİZİĞİN MUHTELİF DERECELER İ — — MADDENİ N ÜÇ HUDUDU — Dekartçılara pek basit ve aşikâr görünen madde manasını Laybniç tahlil ediyor ve Dekartçılara gizli kalmış müphem ci�hetler görüyor. Dekart Mezhebindekilere göre, muttasıl olan (fa�sılasız), Atomculara göre de muttasıl olmayan, birbirinden halâ ile ayrılmış birliklerden oluştuğu kabul edilen imtidat, Laybniç'e göre, maddenin hiç bir veçhile cevher unsuru olamaz. İmtidadı bir vücud, bir cevher gibi düşünmek tenakuz olur. îmtidat öyle bir çokluk, öyle bir birleşimdir ki onu vücuda getiren birlikleri aramak abestir. Çünkü, bölünmesi sınırlı değildir. Hakikî varlık Monaddır. Cevher ancak kuvvet, Monaddır. Öyle ise madde ne�dir? Laybniç pasif olan ilk ve mücerret madde ile aktif olan muttasıl maddeyi birbirinden ayırıyor. «Bu ayırma, derece de�rece derinleştirilince, bir Madde Nazariyesi (kuramı) meydana getiriyor ki bu nazariye, derece derece üç Metafizik suret gös�teriyor. (Monadelojiye dair Butru'nun medhaline müracaat). Evvelâ, fizik ilmi bakımından imtidadı, yani Dekart'ın imti�dadmı. ele alarak, Dekart'ınkinden daha derin ve daha mükem�mel bir madde haddi bulmak kaabil oluyor. «Bu görüşe nazaran, ilk madde (Antitypie), inbisat (geniş�leme) ve imtidat ile kaaim olur. (Ayni eser 463). (Antitypie), (28) maddenin fezada bulunması halidir. (Ayni eser). Bu, bir me- (28) Bu tarife nazaran, (Antitypie) mukavemet değil, (tahayyüz) demek oluyor. Sonra pasif mukavemet tabiri de tenakuz gibidir. Çünkü mukavemet aktif olur. Halbuki, Laybniç aktifliği elastikilikte görüyor. Demek ki, ona göre mukavemet bir mekân�da bulunmaktadır. MADDENİN ÜÇ HUDUDU 113 kânda bulunmak ve pasif mukavemet halidir ki buna hareket�sizlik (atâlet) denir. Bu husûsiyet, imtidâda ircâ olunabilmek�ten uzaktır. Belki imtidat buna irca olunur. Pasif kuvvetin aslı, yani mekânda bulunmak, imtidatta değil, imtidadm şartı olan (Ayni eser 436) imtidat etmek kabiliyetindedir. Insibat (yayılıp dağılma) tahayyüzün (Antitypie) devam etmesi ve genişlemesi�dir, asıl imtidat imkânının fiile çıkmasıdır. İlk_ maddeye bir ha�reket, bir elastiklik kudreti ilâve olunca ikinci madde husule ge�lir. Bu madde, artık atâleti (hareketsizliği) imkânsız, ve hare�keth olmakla kalmayıp, bir mebde aktifligi, kendi tepki yapa�bilecek bir hale koyan fazla bir kuvveti de hâiz olur.» (Ayni eser, 466). Buraya kadar tamamen objektif bir görüşteyiz. Şimdi de ga�yet sübjektif olan (Monad) görüşü ile ele alınan maddeyi göre�lim. Monad, sonu olan bir mahlûktur. Kendisi gibi mahlûk ve so�nu olan diğer Monadlarla bir araya gelip teması olan ruhî bir cev�herdir. Bundan anlaşıhr ki, bunun tam bir gelişmesi mümkün değildir. Bütün temayülleri (eğilimleri) fiile çıkmaz. Yayılıp gi�derken, bir taraftan ondaki sonu olmak karakteri, diğer taraf�tan öteki monadlarla olan ilişkileri onu durduru verir. îşte. Mo�nadın inkişafına mâni olan bu pasiflik ve duruş, Laybniç'e göre ilk maddedir. Tamamen pasif olan bu unsura, kemal sâhibi bir cevherde, aktif bir mebde, bir kemal, bir (Entelechie) = (Aris�to Felsefesinde, bir kimsenin, sonuna ait kemale sahip olması) ilâve olunur. [...«Her Monadda tamamen pasif olan bu kuvvet veya kuvve, yu�karıda ilk madde dediğimiz tahayyüz (antitypie) ve imtidadm (eten�due) ilk mebdeidir. (Ayni eser, 436). Her monadm cevheri bakımın�dan düşünülen ikinci maddeye gelince, bu, Monadlann bir araya gel�mesile olur...] (Ayni eser, 436).» İkinci madde, merkez olan bir Monadın hükmü altında ve her biri kendinin kemali ve ilk maddesi olan sonsuz bir çok mükem�mel cevherden teşekkül eder, yani uzvî bir cisimdir. [...«İkinci madde, meselâ şu cismin, bir cevher değil, bir koyun F./8 114 İMETÂLİB - MEZÂHİB sürüsü, bir balık alayı gibi bir çok cevherlerden husule gelen bir top�lamdır. (Ayni eser, 736). Maddenin her kısmı, nebatlar ile örtülü bir bahçe, bahklarla dolu bir havuz gibi düşünülebilir." Lâkin, nebatının her dalı, hayvanının her uzvu, ahlatının her clarniası dahi böyle bir t)ahçe, l)öyle bir havuzdur...J (iVlonadoloji, (i7)- Hülasa edilirse, ikinci madde, yani uzvî cisim, dıştan aldı�ğımız bir hâdisedir (olay). Hâkim vaziyette bulunan bir Monadın reisliği altında, bir takım Monadlar, yani basit cevherler imtida�dında bir teşekkül demektir. İmtidatta vukua gelen bu tasavvur. Monadlarm kendilerinden mi hâsıl olur, yoksa hâdiseyi gerçek lestiren bir cevher rabıta (bağıntı) sının, ar#ya giren bir meb dein, aracılığı ilemi vukua gelir? Bir iki yerde, Laybniç, bu cev�her rabıtasını Monadlardan başka bir hakikat, müşterek sıfatla�rın ve değişikliklerin mevzuu olan hakikî ve cevher mahiyetinde bir şey addeder gibi görünüyor. (Ayni eser, 741). Lâkin, Laybniç me.sleğinin mantığı, böyle basit cevherleri birleştirmekle müke! lef birinin varlığını kabule mânidir. Hatta, cevher rabıtasının, Monadlarm aktifliği ve pasifliği arasındaki kaçınılmaz tabaka�lardan husule gelen bağlantılardan başka bir şey olmadığını ay rica anlatır. (Ayni eser, 713). Monadı, diğer monadları aktif hale getiren ve üzerlerinde tesir icra eden bir cevher olarak kabul etmek, henüz eşyanın de�rinliklerine nüfuz etmek değildir, Monad bir cevher i.se de, bil hassa bir müşahedeler merkezi ve kendiliğinden inkişaf eden bir aktifliktir. O halde, yaratılmış bir cevherin esasında bulu�nan pasif mebde başka tabirle, ilk madde, önceleri bize görün düğü gilji, dışarıdan gelme bir mâni değil, diğer Monadlar ta savvurlarımn bu Monadın sinesinde rastgeldikleri sırf sübjek�tif bir mâniadır. (Ayni eser, 740). Bu Monadın bütün kâinatı tem sil etmesi iktiza eder. Fakat, bu temsil, yalnız kendi bakımından olabilir ki merkezî ve mutlak olan bir bakım değildir. Su lıalde, her Monad, sonu olan kendi tabiatında, bir karma müşahedeler mebdei bulur. İşte ilk madde, son tahlilde. Monadın t)u sübjt'ktif (29) Ahla t tabiri, insan vücudunda varlığı kabul edilen, kan, salya, safra v e balgam gibi dör t usareyi ifade etmektedir . MADDENİN ÜÇ HUDUDU 115 tarafı, bu zarurî kemâlsizliğidir. İkinci maddeye, yani uzviyete gelince : Bu da, bu bakımdan «Karma müşahedelerin ayrı bir müşahedeye sebep olan düzenidir. Kendini belli etmiş hiç bir müşahede yoktur ki içinde sonsuz muhtelif müşahedeleri gizle�mesin ve bu böylece sonsuzluğa kadar gitmesin. Son tahlilde, uz�viyet. kendi müşahedelerini düzenleyen ruhun gayretinden başka bir şey değildir.» (Emil Butru Emile Boutroux) ('*). Madde Nazariyesindeki üç mertebe işte bunlardır. îlk mer tebede, Laybniç, maddeyi, Dekart tarzında, imtidat ile tahlil edi�yorsa da, imtidattan önce ve onun şartı olan mekân ve tahayyüz (fezada mekân) pasif mebdeini göstererek, Dekart'ın çizdiği hu�duttan ileri geçiyor. İkinci mertebede madde Monad cevheri ola�rak kabul ediliyor ve sonu olan cevherlerin birbirini bir takım kayıtlara bağlaması gibi görünüyor. Nihayet üçüncü mertebede. Monadı, sade diğer cevherlerle münasebeti olan bir cevher di�ye değil, bir müşahede merkezi ve kendiliğinden bir aktiflik diye kabul edip maddeyi de diğer Monadlann aldıkları misallerin bu Monad sinesinde buluştukları sübjektif mânia yapıyor. ( * ) Ernille BOUTROU X : 'Fransız felsefecisidir. Özellikle Alman felsefe tarihi üzerinde ihtisas sahibi bir müelliftir. Leibniz'in «Monadoloji» sini Fransızcaya çeviren ve Fel�sefesine dair geniş bilgi veren odur. 1845 — 1921 arasında yaşamıştır. - BERKLEY (BERKELEY) VE HİYUM (HUME) MADDENİ N VARLIĞINI İNKÂR EDERLE R - Her ne kadar Laybniç, imtidadı bir tezahûra (gösteriye), «bir aklî varlığa» irca ediyor idi ise de, maddeye yine bir objektif gerçekleşme mertebesi bırakıyordu : Madde aslına bağlı bir gö�rüntü oluyordu. Berkley daha ileri gitti. Maddenin zihin hari�cinde tahakkukunu büsbütün inkâr,etti. îlk keyfiyetler de (nite�likler) ikinci keyfiyetler gibi hassas nefsin değişmelerinden iba�ret olup bunun dışında hiç bir varlığı olmuyor. Maddenin böylece bütün ilk ve ikinci keyfiyetleri alınınca nesi kalır? Her halde hiç olur. O halde bir parçalanmaz ve bilinmez cevher farzetmek ne oluyor? Buna müsbet bir cevap verilemez. Madde, intihalarımı�zın illetidir denemez; Çünkü, aktif değil pasif olduğu farzediliyor. Sıfatların altında yayılıp kalan mı denecek? Fakat, bu takdirde, imtidat ile tarif edilmesi lâzım gelir. Bu ise sonu olmayan bir teselsülü benimsemek olur (^o). «Madem ki, size göre, cismanı cevher imtidadm mevzuu ve onunla kaaim olanıdır, o halde bunu mevzu ve kendisile kaaim olunan yapan diğer bir imtidadm daha bulunması lâzım gelir (1. Dial.). Bu bakımdan maddî cevherin dış varlığından (mü�şahede edebilmek keyfiyetinden) başka bir varlığı olduğu iddia�sından vazgeçmelidir.» Berkley'in çıkardığı bu menfî neticeyi Hiyum teyid ediyor [...Hasseler (duyular) için, renklerin ve seslerin varlığı, hareket ve sertlik derecesinin varlığı gibi olduğu aşikârdır. Yine renklerin ve (30) Yani imtidad dahi bir sıfattır. Onun zımnında b^ka bir imtid»t vardır deyip i»nu gelmeyene gitmek lâzım gelir. BERKLEY VE HİYUM 117 seslerin, bıçak kesmesinden duyulan acı ve sıcaklıktan duyulan zevk ile, çıkış yerleri itibarile, aynı seviyede oldukları da aşikârdır...] (Na�iure humaine - İnsan tabiatı, 304). Dıs varlık mefhumu (kavramı) bile bir vehimdir. Biz, hakikatte, kendimizden, nefsimizdcki müşahedelerden (gözlemlerden) dışarı çık�mayız. O halde, ruhtan ayrı madde yoktur. Maddenin gerçekliği, de�vamlı ve belirgin varlığı hakkında kökleşmiş bir inanıştan başka bir şey yoktur. Her gün gördüğümüz güneşin eski güneş olduğuna inam�rız. cfFakat, birbirine benzeyen müşahedelerimizi adet olarak bir tek saymak vehimdir. Bu müşahedelerimizin kesintiye uğramadıklarını ve hatta hâsselerimizin (duyularımızın) haberleri olmadan da, mev�cut olduklarını sanmağa sebep olan da bu vehimdir.'i. (Ayni eser). ONSEKIZİNCI ASIRDA FRANSI Z MADDECİLERİ : Onsekizinci asırda Fransa'da ortaya çıkan Maddc'cilik cere�yanı muhtelif sebeplere dayanır. İngiltere'de. Hobs (Hoblx\s) ve Nivton (Ne\vton) dan ta Hartley ve Priyestley (Priestley) ye ka�dar dinî itikad ve akılcı Teoloji (Deizm) ile uyuşmaktan çıkma mış olan Maddecilik Mezhebi (Materyalizm), Fransa'da Kato lik inanışlarına karşı bir muhalefet sebebi oldu. (Lange Histoire mathematlque - Riyazi Tarih). Fransa maddecileri. Bayi (Bay�ie) in Dinî septisizmi ile âlemin mekanikligi tasavvurunu birleş�tirdiler. Lametri'nin (') (Nefsin Tabiî Tarihi - 1745) adındaki eseri, sonradan pek çok gürültülere sebep olan (Homme machi�ne = Makine insan) adlı eserinde izah edeceği bir çok esasları ihtiva ediyordu. Mahiyetile malûm olmamış olan nefsin hass;) larmı bilmek için, bedenin hassalarını bilmek lâzım gelir. Biz ise bedenin mahiyetini bilmiyoruz. Aslî ve hakikî madde hareketten hiç hâli değildir. Hareket, onun kendine mahsus hassalarından biridir. Hatta, görülemediği zaman bile öyledir. Maddede, hare ketten başka bir de his kudreti vardır. Gerek bir noktada. gerek cismin bir belli yerinde bulunan ve maddeden ayrı bir nefis fa "aziyesi (varsayımı) kabule lâyık değildir. En meşhur es(M'i olan (Makine İnsan) da daha açık ve daha mesleği belli görünen Mc>t ri «Laybniç ruhu maddeleştîreceğine maddeyi ruhenîleştirdi» di or. Ona göre, Dekartın cevheri ikiye ayırması haksızdır. Meta�azikcilerin hatası, Lîmmîlik (Mantık yolu ile postulalardan nt tice çıkarmak) yolunu tutmuş olmalarından ileri geliyor. Halbu (1) La Mettrie, Fransa, hekim ve feylozofu (1709 . 1751) FRANSIZ MADDECİLERİ 119 ki, insan denilen bu muğlak (karmaşık) makine ancak. Innîlik, yani hasselerimiz (duyularnnız) ve teerübe (deney) ile bili�nebilir. Lametri, rnulıitlerin (ortamların), gıdanın (besinin) ve terbiyenin (eğitimin) mizae üzerindeki tesirlerini de tetkik eder. însan, maddî bir makinedir. Nefis ise bir lıareket mebdei (ba.s langıeı), makinenin hâkim kudreti demektir. «Nefis, madde ile hiç uyuşturulamai değildir. Nefsin maddedeki elektrik güeü, ha�reket ettirme gücü, birbirine karışmama, imtidat gibi (boyut) maddeye hususiyetler veren bir şey olması akla daha yaktndır, Hasdı, însan bir makinedir ve kâinatta ancak bir tek cevher var�dır, ki müteaddit değişikliklere uğrar.» «Onsekizinci asır Fransa Materyalizminin cn mühim, yadi�gâr kalmı.ş, eseri (Baron dö Holbah - Baron de Holbach) in (Sys�teme de la nature - Tabiatın sistemi) adh eseridir. Bu eserin ilk kısmında, mesleğin müşterek mebdeleri, yazarın maddenin ma�hiyeti ve hareket kanunları hakkındaki tasavvurları beyan olun�muş ve sonra, fizik insan ile manevî ve ahlakî insan arasında var olduğu iddia edilen fark ve menşe bakımından, insan bahsine geçilmiştir. Eserin ikinci kısmı, Allahm varhğım isbat için ileri sürülen delillerin başhcalarım münakaşaya ve redde ayrılmış�tır. Tabiat, bütün varlıklara ve bilhassa sırf eismanî ve maddî bir vücud olan insana dahi şâmil en büyük kül (tüm)dür. (Sa�hife 2). Mevcut tek hakikat olan bu tabiat neden mürekkeptir? Madde ve hareketten. «Kâinat, var olan her şeyin toplandığı bu genişlik, hiç bir yerinde, madde ve hareketten başka bir şey gös�termez. Hepsi birlikte, kesilmez ve sayılmaz bir illetler ve illeti olanlar silsilesi gibi görünür, (S. 8). Tabiatta hareket, külli rüni versel) ve kesintisiz devam eden bir vakıadır, (tahakkuk eden şey) : Mutlak hareketsizlik yoktur. Ancak, iki nevi hareket var�dır : Bir nevi hareket cisme dışarıdan nakledilir, diğer nevi ha^ reket, cismin içinde, muhtelif zerreleri arasında husule gelen ve duyularımızla ahnamayan içteki gizli hareketlerdir. Meselâ, un zerrelerinde husule gelen mayalaşma hareketleri, nebatların ve hayvanların büyümeleri, hatta insanın akıl kuvvetleri denilen id�râkleri, duyuşları, irâdesi bu ikinci kısım hareketlerdir. Holbah 120 METÂLİB •• MEZÂHİB madde hakkında cüzüferdci (atomcu) değildir. Molekülleri ka�bul ederse de bu unsurların mahiyetinin malûm olmadığını itiraf eder. Biz bu asli unsurların ancak bazı hassalarını biliriz. Onları ancak eserlerile, yani hasselerimiz (duyularımız) üzerinde hu�sule getirdikleri değişiklikler ile farkederiz (S. 25) Madde, bütün değişikliklerini harekete borçludur. Hayvanlarda, nebatlarda ve cansız cisimlerde vukua gelmekte olan şey, madde zerrelerinin devamlı yer değiştirmesinden ve dönmesinden ibarettir. [...«Birbirine yanaşmış aynı cinsten ve benzerlikten zerrele�rin, kuvvetli şekilde, biraraya gelmelerile arzın tabakalarında teşekkül eden taşlardan tutunuz da güneşe, yâni boşluğu ay�dınlatmakta olan nurlu parçalar hazinesine kadar ve, uyuşuk is�tiridyeden faal ve düşünen insana doğru durmaz bir terakki ve birbirini takip eden bir hareket ve birleşim silsilesi görürüz. İş�te, varlıklar bunlardan husule gelir ve, aslî unsur olan madde�lerin katılma hisselerinin farklı olmasından dolayı, bu varlıklar arasında fark bulunur. Varoluşlarındaki muhtelif tarzlar ve son�suz şekil değiştirmelerle iş görmeleri de bundan ileri gelir (S. 31).» KANT (EMMANUEL KANT) MADDENİN MÂHİYETİ : — GENİŞLEME VE İTME GÜCÜ — Hîyum, ruhun dışında hiç bir şey kabul etmediğinden, mad^ denin gerçekliğine dair inanışın menşeini ruhta, yani hayal ha ündeki alışkanlıklar ile nefisteki intibalar arasında yapılan te�dâide (çağrışımda) arıyordu. Ayni şekilde Kant da. objektif hâ�di.seler (olaylar) âleminin teşekkül başlangıcını ruhta arıyor. Hiyum gibi, ruhun dışında bir âlem faraziyesini (varsayımını) terketmekle kalmıyor, bunun imkânsızlığına bile kaail oluyor. Dış âlemin teşekkülündeki sureti ancak veriyor. Bununla bera�ber, maddî unsur eşyanın kendisinden geliyor. Bu yönden, madde nazariyesi şu mertebeleri ihtiva etmek�tedir : 1 — Ruhun dışında gerçekleşmesi bakımından, maddenin kendisi nedir? Bu Metafizik bir görüştür ve halledilemez bir me�seledir. 2 — Ruh, nasıl oluyor da, kendi sûretleri karşısına, objektif bir âlem koyabiliyor? Bu da Kritisizm (tenkidcüik) görüşüdür. Estetik ilmi ile yüksek mantığın bir kısmı bu meselenin halli�ne tahsis edilmiştir, 3 — Suret unsurunu taşıyan ruhun ilk kanunları ile maddî unsuru veren şu dışımızdaki hakikatin birlikte tesirleri sayesin�de objektif âlem, bir kere, ruhun dışında ele alındıktan sonra, maddeden ne anlamak gerekir? Bu da sırf fennî bir görüştür. 122 METÂLİB •• MEZÂHİB Kant bu meselenin cevabını «fVSetaphiılsche Anfaiig,sgründe der Nafıırwtss©mschaffs îidlı eserinde vermiştir. En umumî manasile, madde, bavassnnıza (duyuJarımıza) te�sir yapan şeydir, Havassnnız ancak hareketten müteessir olduğu için (etkilendiği için) maddenin ilk vasfı harekettir. Maddenin başlangıcı, fezada hareket edendir. Kant, maddeyi böyle tarif tahdit ettikten sonra hareketin intikali kanunlarına geçer. Butia Nazarî Mekanik (Foronomie) diyor. Daha sonra, Dinamik dedi�ğine geçer. Bununla da madde hakkındaki tarifi tamamlanır. Ar tık madde sade bir kemiyet (nieelik) değil, keyfiyet ile (nitelik ile) dahi ele alınarak bir hayyız (fezada mekân) işgal eden ha reketli cisim olur. Bir feza boşluğunu işgal etmek, ona ni^fuz et mek isteyen her şeye mukavemet, ve dışarıdan gelen harekete bir hareket ile karsı koymak demektir, tfer mukavemet, muka�vemet eden bir kuvvete ve her hareket harekete getiren bir kuv�vete bağlı olduğundan, maddenin fezayı işgal edebilmesi, ancak harekete getiren bir kuvvet ile vakua gelir ki; bu da bir nevi asli elâstikîlik, bir yayıcı ve itici kuvvet olmak iktiza eder. Bu ilk kuvvet sayesinde, madde hudutsuz derecede sıkıştırılabilirse de başka bir madde ile karışmaz. Madde, patlayıcı kuvvetile, fezada, başka bir cismin muka-^ vemetile bir mânia buluncaya kadar yayılır. O halde Halâ (fe�zada boşluk) yoktur ve maddenin sonsuz şekilde bölünmesi ka�bildir'. Yalnız itici kuvvet olsa idi, tümü eriyip yok olurdu. Yal nız çekici kuvvet olsa idi, bu kuvvet maddenin bütün cüzülorini Riyazi (Matematik) bir noktaya irca ederdi. İtici (dâfi) kuvvet ancak temas ile tesir yapar. Çekici (cazip) kuvvet ise. tesirini uzaktan yapar. Demek oluyor ki. Kant'ın Tabiat Felsefesi (Dina�mizm) dir. Onun. Cüzüferd ve Mekaniktik Nazariyesine başlıca itirazı da, bunların Halâ (fezada boşluk) faraziyesi (varsayımı) dır. Kant, mekanikinde (yukarıda sözü geçen eserin 3 üncü kıs mı) hareket kanunlarını anlatmıştır ki; bunlar (Mahız aklın ten�kidi) eserinde beyan olunan idrâk kanunlarına uygun ve hatta onların maddeye tatbikidir. Bunlar : MADDENİN MÂHİYETİ 123 1 - - Maddenin tahaffuıu (kendini koruması) ve Hareket Ka�nunu : Tabiattaki cisimlerin hıitijn değişikliklerinde maddenin toplu kemiyeti (niceliği) çogalmıız ve azalmaz, ayni kalır. 2 — Atalet (hareketsizUk) Kanunu : Maddenin hal değiştirmesinde dıştan gelen bir sebep vardır, 3 - - Tesir ve Aksi Tesirin Müsaviliği Kanunu : Her hareket naklinde tesir ve aksi tesir müsavidir. 4 — Temadi (devamlılık) Kanunu ; Her cismin hareket ve hareketsizlik halleri, hareketin sürat veya istikamet derecesinin düşmesile derhal başkalaşamaz (ta�gayj'ür). Tagayyür (başkalaşma) devamlı bir zamanda ve son�suz bir vasıtalar silsilesile olabilir.» I.akin unutulmamalıdır ki; bu kanunlar, mutlak bir hakika tin. ruhun dışında mekânı olan maddî bir cevherin kanunları de�ğildirler. Bunlar, mekân ve zamanda vukua gelen hâdiseler (olay�lar) arasındaki değişmez ve zarurî alâkaların ve insan hassas�lığının ilk suretleridirler. Ruh, kendi suretleri ve bir de maddî unsur ile, bilinmeyen bir hakikatla yüklü olarak, yukarıda sayı�lan kanunlar ile idare olunur ve bir de hâdiseler âlemi, bir ob�jektif âlem inşa eder. FİTHE, SEİLING, HEGEL : (FÎCHTE, SHELLİNG, HEGEL) — MANEVİYATÇILARA GÖRE MADDE NEDİR ? — Kant'tan sonra gelen Fihte^ Şelling, Hegel, onun, ruhun ar�kasında kaaim (bulunan) bn-aktığı bilinmez hakikati siliyorlar. Bu yüzden, Kant'ın ikiciliği (senâiyeti) manevî bir ittihadda (tek�leşmede) eriyip gidiyor. Bu manevî ittihada göre, ruh, dış âlemi, Kant'ın dediği gibi, yalnız suretini lüzumlu görerek inşa etmi�yor, belki onu yaratıyor ve tamamen kendi fiilinden ortaya çıka�rıyor. Fihte, Nume'nin varhğını kabul etmez. Çünkü, bunun ruha uygunluğunu izah etmeği imkânsız gibi görüyor. Kant'ın Numen�leri ortadan kalkınca, hâdiselerin mebdei olarak ancak «Ben» ka�lıyor. Ruh, ilmin j^alnız suretini değü, maddesini de veriyor. «Benden başka mevcut yoktur» oluyor. (Ben-Ene) her şeydir. Lâkin, Ben'in kendi vicdanına mevzua (postula) yapılması an�cak (Ben olmayan) ın karşısında bulunmakla olur. (Ben) âlemi�nin muhtelif duraklamaları, maruz kaldığı, daha doğrusu, inki�şaf ederken, kendi mahiyetinden dolayı, uğradığı sarsıntılar de�mektir. Ben, Ben Olmayan ile belli ve onun sonucu olan bir mev�zua gibidir. Şu halde, Ben'e kısmen bir gerçekleşme isnad etmek ve onu doğrudan doğruya isnad edilemeyen (yakıştırılamayan) hakikatları «Ben Olmayan» a atfetmek ve «Ben» ile «Ben Olma�yan» (Lâene) arasında bir şeyler cercyan ettiğini kabul etmek lâzım gelir. «Lâene = Ben Olmayan», «Ene - Ben» de bunu duy�manın sebebi (illeti) gibi görünür, ve illiyet (sebeplilik) bağlan- MANEVİYATÇILARA GÖRE MADDE 125 tısı bu suretle kurulur. Fakat, Ben her aktifliğin başlangıcı (meb�dei) olduğu ve (Lâene = Ben Olmayan) in aktifliği ile (Ene - Ben) in pasifliği dahi, (Ene = Ben) in kendine hâs (özgü) ak�tifliği ile mevzua yapılmış bulunduğu halde, nasıl oluyor da (Ene - Ben) in duygu neticesi başkalaşması (Lâene = Ben Olmayan) nin sebep olmasından ileri gelebiliyor? Fihte, bu müşkülü hal letmek için (Ben) de ayrıca bir aktiflik (fâiliyet) kabul ediyor ki; bunun da esası, (Ben) nin sonsuz aktifliğini, taalluk ettiği şey ile tahdit etmekten ibaret kalıyor. Bu aktiflik, müstahsil (üreti�ci) bir hayal kurmadır. Objektif, daha ziyade objektif tasavvur, şuursuz bir fiil (incohscjent) bunu husule getirir. Fiili şuursuz (bilinçsiz) olduğu için, taalluk ettiği şeyi, bizim dışımızda müs�takil bir varhk gibi gösterir. Şelling, Fihte Nazariyesini geliştirmekle işe başlar (İdeen zu einer Philosophie der Natur - 1797). Bedihîliğin (apaçıkhğın) tabiatından giderek maddeyi tarif eder. Lâkin sübjektif Manevi�yâtcıhktan çıkıp onun yerine objede ve nefiste olmayan ve her ikisini de ihtiva ve tazammun eden ve her ikisinden de önde ge�len (Mutlak Ben) i koymakta gecikmez. Nefis ile objenin, vücud ile zihnin ittihadı (tek hale gelmesi) demek olan mutlak hayatı sağlamak için, felsefenin, zihinden tabiata, tabiattan yine zihine gitmesi lâzım gelmiştir. Objektif bakımından, mutlak tabiat olu�yor ki; aklın tabiî ilmini bununla idrâk etmek ve vicdan denilen nefis hediyesinin onunla birlik olduklarını adım adım keşfediver�mek bize gerekiyor. Mutlağın, objektif suret altında, ilk açıkça görünmesi maddedir. Şelling, burada, Kant'ın fikirlerini tekrar eder. Madde, her kayıtlamaya karşı sonsuz bir gayret ile karşı koyan bir yapıcı kuvveti, yani itme kuvvetini, bir de, buna mu�kabil, yok edici bir kuvveti (enerjiyi), çekici kuvveti hâizdir. Sonsuz meyilleri (eğilimleri) olan itici kuvvet, çekici kuvvet ile kayıtlanınca, dolu ve sınırlı hale gelen hayyiz (fezadaki mekân) bir madde meydana getirir. îtici ve çekici kuvvetler ağırlık ha�line gelirler. Ağırlık (sıklet) maddede bulunan gizli kuvvetle�rin gerçekleşmelerine en yüksek mebde (başlangıç) olduğu için mutlakm kendisidir. Şu halde, Şellingin Tabiat Felsefesi, Kant'- 184 METÂLİB •• MEZÂHİB ınki gibi, bir Enerjiler Felsefesi (Dinamizm) oluyorsa da idrâk ten ve akıldan ta hayal ve müşterek hisse (fanteziye) kadar nü fu7. ediyor. Hegel'e göre, mutlak, mânâdır. Kâinât, mananın aklî teka�mülünden başka bir şey değildir. Bir objeden akıl unsurunu atı�nız, hiç bir şey kalmaz. O halde, hakikî gerçekleşme bu akıl un^ suru ile olur. Tabiat, hârice çıkan ve kendisine yabancı olan bir mânâdır. Manâ, bölünme halinde, kendine karşı olur, başka bir şey olur, yani, karşı karşıya gelme yüzünden, dıştaki obje olur. Bundan dolayı, tabiatta bulduğu tabir, tamam olmayan, noksan kalmış bir tabir olduğu için, mânâ kendini bulmağa, kendine gel�meğe temayül eder. Ruh, mânânın yüksek suretidir ki; bunun�la kendini şuurla bilir. Demek ki, tabiat, birbirinden zarurî ola�rak çıkmış, her biri kendi eserinin hakikati olan bir zaman man�zumesidir. Bu tekâmülün ilk noktası, suret ve vahdet başlangıcı, kendi dışında olan bürünmüş varlık, yani madde ve mekaniklik âlemidir. Maddeyi bu suretle mantık yolu ile (Lîmmi) çıkarmak, mânânın mantıkî hareketine bağlamak, öyle hafif görülecck bir kusur değildir. Hegel'in buna dair tecridleri (soyutlamaları) hiç de mâkul olmuyor. Mekân manevî bir tevali (tetal)Cı, artlarda geliş) dir. Mücerret (soyut) ve tamamen dışımızda olandır. Za man da manevî tevâli (birbirini takip etme), bir oluştan ibaret tir. Zaman ve feza, tabiatın en mücerred makûleleridirler (kate gerilerdir). Hegei, zaman ile fezadan, kendi görüşüne göre, ma halli (mekânı), hareketi ve maddeyi inşa ediyor ki; zaman feza bunların ilk birlikleri olmuş oluy dinamik (1) Evet, nefis, eriyip yok olamaz, olur. Fakat bununla yok olamaması da gerekir mi ? Oluş mebdeinde (Halk = yaratma) Nazariyesini kabul edenlere göre, bu yok olma�nın mümkün olması lâzım geliyor, O halde, nefsin ruhanîliği ve basitliği doğrudan doğruya bekasını (ölmezliğini) gerektirmez. Kendi kendine ölmez olmak ezelî olma�nın şartlarındandır. Nefis, sonradan olmuş ise, ezelî değildir. Demek oluyor ki, be�kanın (ölmezliğin) mebdei, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamaktır ve varlı�ğmın zarurî olmasıdır. 152 METÂLİB - MEZÂHİB olaraktır. Aslında, nefis bedende değil, beden nefistedir, (de opif. hom. 11). Milâdî dördüncü asn- içinde, Putaviye Pîskeposu Hiler (Hila ire), nefsin maddîliği meselesini tekrar ele alıyor. Bütün mah�lûkların, hatta insan nefsinin maddî olduklarını ve zaman ve me kân kategorilerinden yalnız Allah'ın münezzeh (ân) olduğunu id�diâ ediyor. Viyana'nm Dofine Despotu Klodiyüs Mamret (Cloudi�us Mamret) (477 de öldü), Hileri reddeder ve nefsin Allahtan ayırt edilebilmesi için, madde farzedilmesi gerekmediğini göste�rir. Nefis, hayyiz (uzaydaki boşluk) ve kemiyet (nicelik) katego�rilerine girmez ve bu bakımdan da Allaha benzer. Fakat, nefis yaratıktır, ve zaman içinde hareketlidir. Bu bakımdan ise; cisme yaklaşır, ezeli ve yaratılmamış olan Allahtan farkh olur. Şu ha le göre, Graguvar Dönis'in dediği gibi, nefis maddî değildir, be�denin içinde değildir, bedeni içine almıştır. Çünkü, bedenin birli�ğini tutan odur. Sent Ogüsten (Saint Augustin), Hıristiyanhğın esas mezhe bini kurdu ve çoğunu aşağıda anlatacağımız delilleri ileri sürdü. Nefis, maddî değildir, dedi, zira nefis idrâkin mevzuudur (Tes�lis (De Trinitate), 10, 10, 15). Halbuki, idrâki olmayana, idrâki bir mahmul (2), bir sıfat yapmak imkânsızdır. Nefis, doğrudan doğruya kendisinde, tasavvur, ilim, irâde, hâfıza gibi ruhanî vazifelerden başka bir şey görmez (Ayni eser - 10, 13). Eğer ne�fis cismani olsa idi, doğrudan doğruya kendini cismanî bir şey olarak müşahede etmesi lâzım gelirdi. (De guant, du. - 17, 30). Nefsi belirgin yapan ayırıcı vasıf, onun kendine dönebilmesi, kendini düşünebilmesidir. Bir cismin ancak bir şekli ve bir su�reti bulunabildiği ve bunlar da başka bir cismin şekli ve sureti olamadıkları halde, ruhun hem kendine ve hem diğer eşyaya bil�gisi ve sevgisi olabilir. (Teslis - 4, 9). Hasılı, nefsin kendisinin imtidatsız (boyutsuz) bir cevher olduğuna ve yaptığı işlerin mad�denin hassaları (özgüleri) ile ilgisi bulunmadığına dair şuuru vardır. (2) Yukarıda mevzu ve mahmul kelimeleri geçmiştir. Yeni nesiller bunları bilmezler, Mev2iu, Fransızca (sujet), mahmul (attribut) karşılığıdır. Osmanlı gramerinde mev�zua (müpteda), mahmule (haber) derlerdi, ORTA ÇAĞ UYANIŞ DEVRİ (RENAÎSSANCE ) Orta Çağda yeni bir meslek ve yeni bir hal sekli yoktur. Ba�zan Eflâtun'un bazan da Aristo'nun Nazariyeleri, nöbet ile, üs�tün gelir. Hakikati tetkik ve mütalâa, vakıaları müşahede cihe�tine hiç bakılmaz. Âlemin (külli) Nefsi Faraziyesini (varsayımı�nı), bazıları tutmuşlarsa da Kâinâtın, her şeyin tedbirini alan bir Allah tarafından yaratıldığı kabul edildiği için; faraziyelerin pek faidesi yok demektir. Abelar (Abelard), (Hıristiyan îlâhiyâtı - Theologîe chretien�ne, 1, 1013) eserinde, muteassıp Eflâtunculardan (Bernar Dö�şartr ^ Bernard de Chartre) ve (Giyyom Dökonse = Guillaume de Canches) külli nefsi kabul ederler. (12 inci asrın ilk yarısı). Bernar Döşartr bir nevi Monizme kadar gider. (Mega Cosmos). Onlara göre, her şeyden evvel Allah vardır ve onun tarif edilmesi imkânsızdır. (Nus) onun aklı olup bunda bütün varlıkların ezeli mânâları, hayâli suretleri vardır. Nusdan, bir nevi sünuh (esin�ti) ile. suret ve birlik âlemi veren üniversel nefis çıkar. Nus, keli�me, üniversel nefis, Ruhülkudüsdür- (Remondi - Universit.), (Viktor Kuzen = Victor Coisin) in : (Deuvres Inedites d'Abelard) isimli eserine bakınız.) (Tame. 1, S. 628 squ.). Aristo'nun eserleri Araplar ye Yahudiler vasıtasile batıya girdiği sırada (13 üncü milâdî asır başlarında) îskolastik, Peri�patetisiyen (Aristo Mektebi == Meşşiiyye) oluyor. GIyyom Döver�ni'ye (GulHaume de Vernier), (1246 da öldü), bu değişikliğe işaret eder. Kendisinin, o devir için mühim olan. Hayat bahsi, Sent Ogüsten'i hatırlatır, ve der ki : [...Nefsin varlığını inkâr etmek tenakuz olur. Çünkü, onu inkâr 154 METÂLİB - MEZÂHİB eden, inkârı anında bile idrâk etmekte olduğunu ve idrâk eden bir var�lık bulunmadan idrâkin bulunamayacağını bilir. Bundan başka, biz nefsimizi doğrudan doğruya müşahede etmekteyiz. Bunun dışında, başkalarının nefislerini ancak cisimleri vasıtasile, yani bir takım işa�retler ve belirtilerle biliriz. O halde, nefsin inkâr olunabilmesi neden ileri geliyor? Mekân ve şekil şartları altında idrâke alışmış olmamız�dan ileri geliyor. Hava boşluğunda, hâsselerinden (duyularından) hiç birini kullanmayan örtülü bir insan hayal edelim : Bu insanın idrâki ve şuuru olur. O halde, kendi kendini idrâk eder ve cismini duymaz, var olduğunu doğrular ve liissettiğinin farkına varır. Bu durum, ci�simden tamamen farklı nefsin varlığını gerektirir...] Büyük Alber (Albert le Grand) ve Sentoma (Saınt Thomas), Aristo'nun fikirlerini alıp Hıristiyanlık akidelerine uydurdular. Sentoma'ya göre, ana karnındaki çocuğun, b.a.vatmın ba.5lama�sından itibaren, kendine mahsus bir nefsi vardır. Fakat, bu ne�fis henüz nebatîdir. (Sommatologie). Sonra bu nebatî nefis, hem nebati hem hassâs bir nefse yer vermek için kaybolur. Nihayet bu da, yerini, evvelki iki hâssaları da toplayan akıllı (mantıklı) nefse verir. İşte o zaman, hayvan insan olur. Demek oluyor ki, insan nef�si, hem maddesiz bir surettir ve hem de bedenin ilk kemâlidir. Ayni cevher, hem bedeni büyütüp geliştiren mebde, hem de has�sâs, hareketli ve hareket veren, akılh nefistir. Ana karnındaki çocukta, nâmı (nemalandu^an, yetişen) nefis ile hassâs nefis, akıllı nefsin vücuda gelmesinden önce zuhur ederler. Bu son ne�fis, doğrudan doğruya yaratılmıştır, (Som, Cont. Gent. - 2, 86, 1) dışarıdan nüfuz edip diğer ikisile çok kuvvetli şekilde uyuşarak onları masseder (emer, soğurur). 1311. Uyanış devri (Renaissance), son zamanlardaki felsefeyi ha�zirlamjştır. Efiâtuncular (Marsil Fisin) ile Aristocular (Sczal�pen) maddenin kendine mahsus sıfatının imtidâi (bo\'ut), ruhun kendine hâs sıfatının da idrâk olduğunu itiraf etmekte birleşiyor�lar. Madde, artık, Aristo Mezhebindeki gibi. iyice belli olmayan bir enerji değildir, sabit olmuş bir sıfatı vardır ki o da imtidâttır. Bu suretle, tarihî bağıntı kesintiye ugranııyor. Rönesans devri feylezoflarmın bu nazariyesi Dekart'a ulaşan tabiî intikal (ge�çiş) olmuş oluyor (H. Ritter - Felsefe Tarihi - kısım 9 - Hıristiyan- UYANIŞ DEVRİ 155 lığın Felsefesi - Cild 2). Bu sırada, Padova Mektebinde (Ibnür�rüşd)'ün kuvvetli tesirini ve İbnürrüşt taraf darları ile (İskender Afrodiz) a uyan tskenderyelilerin mücadelcrini de kaydetmeli�yiz. İbnürrüştcülcr, faal aklın mücerret (soyut) ve her insanda birleşik olduğuna ve fakat ölmez olup şahsın ölümünden sonra Allaha dönüştüğüne kaaü olurlar. (Pompona), (•) (H.ıyvanm (Ruhun) ölmeıliğî) adındaki eserinde, nefislerin birliğini olma yacak bir faraziye (varsayım) diye reddeder ve feylezofların de�lillerini uzun uzadıya tetkik ettikten sonra, nefsin de ölebileceği neticesini çıkarır. İmân yolu ile felsefe yolunun, o zaman geçer�li bir âdet olup ta PaskaTa kadar izini bulduğumuz zıtlaşması, en sonunda kendisini Kilise ile uyuşturmuştur.. (E. Renan - İbnür�rüşt - Üçüncü Baskı. S. 322). ( • ) Petrus Pomponatius (Pomponazzi) Doğum - Mantoue 1462. Ölüm 1525.' Eseri: Trac�tatus de tamortafitate Anima (Jluhun ölmezliği). DEKART (DESCARTES) NEFİS İDRÂK İLE MAHDÛ D (SINIRLI) ; NEFSİN BELİRGİN VARLIĞI : Dekart, şüphe de bile bir ilk hakikat bulur : «Ben kî şüphe ediyorum, idrâk ediyorum; idrâk ediyorum, demek ki varım. Cismi yok farzedebilirsem de idrâk ettiğim müddetçe var olmak�ta devam ederim, demek ki idrâkin mânâsı, imtidadm mânâsın�dan başkadır, benim şüpiıe edemediğim yalnız kendi idrâklm�dir. Ben idrâk edenim, yani şüphe edici, aklını kullanan, doğru�layıcı, inkâr edici, irâdesini kullanan, zorlayıcı, hayallere da�lan, duygulananım.» (Dekart - Meditations 2). Fakat, bu ikinci meditasiyonda anlatılan fark, ruh ile cismin yalnız manevî olan farkları, bunları muhtelif vasıtalarla bilen zihin için var olan farklardır. Bu soyutlaştırılan fark, esash ve hakikî bir fark olur mu? Dekart'a bu itiraz, (Discours de la möthode) adındaki ese�rinin neşrinden sonra, yöneltilmişti. Deniliyordı ki, nefsin müd�rik diye malûm olmasından, onun yalnız idrâkten ibaret olması lâzım gelmez. İmtidat. nefsin, sizce bilinmeyen, bir hususiyeti olamaz mı? Buna cevap olarak Dekart şöyle der : [...Hakikî fark, (Discours) ve (Meditations) dan sonraya bı�rakılmıştır. Bu mevzua ancak altıncı meditasiyonda girilecek�tir. Belirgin mânâlar, açıkça tasavvur edilince, belirgin haki�katlara delâlet ederler. Çünkü, Allahın bizi aldatması ihtimali farz bile edilemez. Onun, her anladığımızı gerçekleştirebilecek tam kudreti de vardır.» (6 Meditations). Dekart, her belirgin mâ�nânın belirgin bir hakikata delâlet ettiğini tesbit için Allahın ha�kikatları doğrulamasına ve tam kudretine muhtaçtır. Bundan NEFSİN BELİRGÎN VARLIĞI 157 dolayı, nefis ile bedenin hakikî farklarını isbat için altıncı me�ditasyonu bekler. İkinci meditasyon, idrâkin, (Edrekü feene mev�cutun- İdrâk ediyorum, onun için varım) düsturu ile, başkasına ircaı imkânsız bir mefhum (kavram) olduğunu göstermiş, Dör�düncü Meditasiyon Allah'm Sadûkiyet (hakikata bağlılık) ve tam kudretini tesbit etmiş, Altıncı Meditasiyonda §u neticeyi al�mıştır : [...«Madem ki sade idrâk sahibi ve imtidatsız (boyutsuz) bir |ey olarak, belirgin ve aşikâr bir - ben, kendim - mânâsma ve bir de imtidatlı (boyutlu) ve idraksiz diğer bir şey olarak belirli bir - beden * mânâsına mâlikim, şu halde, (Ene), yani benim ken�disile (Ben) olduğum nefsim, bedenimden hakikaten ve tamamen ayrı ve, onsuz mevcut olması bile mümkün, bir başka şeydir» (6 ıncı Meditations). İSPİNOZA (SPİNOZA) KÜLLÎ (TÜMEL ) NEFİS İMTİDÂDIN MÂNÂSIDIR; İNSANIN NEFSİ D E İNSAN CİSMİNİN MÂNÂSIDIR. Dekart'a, talebelerinden biri olan (Rejiyus Lerovi) şöyle de�mişti : [...«Evet idrâk, (algı) ve imtidat (boyut) basite ircaı mümkün olmayan iki mefhum (kavram) dırlar. Fakat, bir cevherin (öz varlık) iki muhtelif sıfatı olmasına bir mâni varmıdır?...] Bu söz, daha o zaman, İspinoza Felsefesinin mebdeini koymak demek idi : «Allah, yani her biri bir mâhiyet ifade eden sonsuz sıfatla�rın bulunduğu bir cevher, zarurî olarak (zorunlukla) vardır.» (İs pinoza : Ethique ~ Ahlâk. 1, 2). En büyük zorluk, bu tek cev�herden, tecrübelerin ilham ettiği (esinlettiği) sonsuz diğer var�lıklara geçmektir. Bu teklikten çokluğa geçişi, İspinoza, ezelî ve sonsuz sıfatlar dediği şeyde aramış oluyor. İlâhî bir sıfatın rnâ hiyeti, ezelî ve sonsuz bir sıfattan başka bir şey olamaz. Meselâ, Allah mefhumu (kavramı), Allâhı idrâk sıfatı kendisile gelişen ezelî ve sonsuz bir arazdır, Allah mânâsı (Allahın ilmî sureti), bütün ilâhî sıfatların idrâkte mânâlasmasıdır. İdrâk mahiyeti ba�kımından, mânâlandırıcı olduğu için, varhğm bütün suretlerini ifade eder. O halde, Allah mânâsı, ikinci dereceden olan ezelî ve sonsuz sıfatlar, hem imtidat hem de idrâk mânâlarını hâizdir. Eşyayı, imtidat bakımından da ele alacağız : Hareket ve hare ketsizlik, birinci derecede ezelî ve sonsuz şif atlardandır. Kâinâ- KÜLLÎ NEFİS 159 tın küllî (üniversel) yüzü, birinci dereceden bir arazdan (') ileri gelir, (Lettres al. Meyer 31, Sese tercemesi). Kâinâtın bu görü�nüşü, bu yüzü, birbirini takip eden sonsuz arazlar ile nevileşir ise de, zatı (asıl kendisi) bâkî kalır. Zirâ, hareket ile hareket�sizliğin birbirine nisbeti değişmez. [...«Bir ferdi vücuda getiren cüzüler çoğalıp azalırsa da, bu öyle bir nisbet içinde vukua gelir ki, bütün bu cüzülerin hareket leri ve hareketsizlikleri birbirine göre ayni bağlantılarla hâsıl olduğundan, ferd yine evvelki mâhiyetini rmıhafaza eder, mahi�yetini değiştirmez.» (Etik-5 lem). Cismanî ferdilik (teklik), bir takım cüzülerin birbirine irti�batı (bağlanması) diye tarif olunur. Bir çok ferdin, daha karma bir ferd vücuda getirmek için, birbirlerine yapışmalarına da bir mâni yoktur. Bu bakımdan, âlemin tamamı, hududu olmayan bir tek varhktır ki onun bedeni, boyut yüklemine dönük olan ve fa�kat birleştikleri noktalar bulunan ezelî ve sonsuz arazlara irca edilebilen bütün arazlardır. Onun nefsi de, işbu imtidadın (bo�joıtun) mânâsı (ilmî sureti) dir. İmtidadın mânâsı, imtidadın bü�tün hallerinin mânâsı demektir. O halde, İspinozaya göre, bir ne fis, imtidadın bir görünüşünün mânâsından başka bir şey olmu�yor. Bu suretle, imtidadın mânâsı bütün nefisleri ihtiva eden kül�lî (üniversel) nefis oluyor. (Deuvres de Spinoza = Ispinozanın eserleri), (Sese tercemesi - Mukaddime S. 86 a). Lâkin İspinoza Mezhebinde asıl güçlük, vahdeti (birliği) bulmak değil, onu gö�rüntü çokluklara bölmek ve parçalamaktadır. Birinci ve ikinci derecedeki ezelî ve sonsuz arazların taşıdıklarındaki birlik bakı�mından, uyuşmağa müsaid bulunduğu ve cevherden hemen sonra, bu arazların sonsuz şekilde birbirlerini takip etmeleri iyice anla- •şıhyorsa da, bu ezelî ve sonsuz arazlardan, kâinâtın küllî (üni�versel) yüzünde nevi ve mâhiyet değiştiren ve sonsuz olmayan arazlara nasıl geçildiği tamamen anlaşılamıyor. İspinoza, însan Nefsi Nazariyesini de kendi meslekinden cı- (1)~ (Araz) tâbiri, işaret, alâmet demek ise de, fekjf e dilinde, kendi kendine var olama�yıp başka bir cevherle (ezvarlıkîa) meydana gelebilen haller ve nitelikler demektir. Buna (sıfat) da deniliyor. 160 METÂLİB - MEZÂHİB karır. Ona göre, imtidat (boyut) ve idrâk (algı), Dekart'ın zan�nettiği gibi, mâhiyetleri birbirinden farklı cevherler değildirler. Bunlar, bir tek cevherin daha basite ircâı mümkün olmayan iki sıfatıdırlar. Üniversel nefis, imtidadın mânâsı olduğu gibi, in�sanın nefsi de insan bedeninin mânâsı (ilmi sureti) dır. Nefis, bedenin mânâsı olunca, mevcut değil demektir. O da, bedeni gibi, devamlı bir başkalaşma içinde olur. İdrâkleri, fiilleri, bedenin aldığı tesirlere göre, birbirini takip eder ve dışarıdan zorlanan idrâklerin ve gidişlerin birbiri ardından gelmesinden ibaret ka�lır. Bir yekûn, bir cümle, daha doğrusu, hakikî birliği ve bir�leşmesi olmayan bir seri olur. İnsan nefsinin müstakil varhk ol�ması, onu teşkil eden bütün kısımların, başkalaşmayan bir ba�ğıntı ile, sâbit bir kanuna dayanan insan cisminin müstakil hü�viyetinin inikâsından (yansumasmdan) ibarettir. Bu Nefis Na�zariyesini, (Etik = Ethique) adındaki eserin varlık sebebi olan (tam bilgi) imkânı ile nasıl uyusturmalı? «Bir cismin mânâsı» diye tarif olunan nefis, nasıl bu belli cisimden çıkar ve geçer de, eşyayı ezelî suretlerinde temaşa ederek kâinâtı istilâ eder? Bunun şekli, nasıl olduğu, insan nefsinin, bir taraftan, cismin bir nevi inikâsından ibaret olduğu halde, diğer taraftan, Allaha bağh olmasile izah ediliyor. Allahta bir nefis mânâsı vardır ki, nefis, yani cismin mânâsı, cisim ile nasıl birleşmiş ise, o da, nefis ile öyle birleşir. (Etik - 21 Propo. 2 Kısım). LAYBNİÇ (LEİBNÎTZ) : MONADLAR NAZARİYESİ, (ÂHENGİ EZELÎ) ÜNİVERSEL NEFİS OLUYOR Dekarî, insan nefsinden başka nefis tanımıyordu. İspinoza, idrâk ve imtidat tefrikini muhafaza ediyor ve diyebilirim ki, imtidat kadar nefis kabul ediyordu. Laybniç ise, imtidadı nefse irca edip âlemin teşekkülü için kemal mertebeleri sonsuz dere�cede birbirinden farklı, sonsuz miktarda nefislerden başka bir şey bırakmıyor. Laybniç, önceleri, Dekart Mihanikliğini kabul ediyordu. Lâkin, hareket kanunlarının son sebeplerini aradığı sırada, bunları yalnız matematikte bulmanın mümkün olmayıp Metafiziğe de müracaat etmek lâzım geldiğini derhal anladı. (Ei'dem. 720) (•). Bir de, madde mürekkep (birleşik) tir ve par�çalanabilir. Onun için madde tamamen bir çokluktur. Çokluk ise hakikâti ancak bir birlikten çıkarabilir. «Madem ki mürekkep cevherler vardır, o halde basit cevherlerin de bulunması icap eder. Çünkü, mürekkep olan şey bir basitler külçesinden başka bir şey değildir.» (Monadologie = 2). Demek ki, imtidat ve mad�deden geçip tamamen maddî olmayan birliklere, yani surî cüzü�ferdlere, cevherin cüzüferdîerine, bir nevi Metafizik noktalara varıyoruz. Bu cüzüferdler, imtidatsız oldukları için. Epikürün cüzüferdleri gibi değildir. Zira, Dekartçıların zannettikleri gibi, imtidat (boyut) cismin özü ve aslı değil, bir hâdisesi (olay) dır. ( • ) Bu kısaltma ile müellif Leibniz'in «Correspondance» ınm i. Ed. Erdmaon (Berlin 1840) baskısma atıfta bulunmaktadır. Çünkü, kendisinde (Ouvres de LeHmiz) külli- , yalına «La Coırespondance de Ldbııitî et d'Arnauld» adlı bir «seri vardır. F./LL 162 METÂLİB - MEZÂHİB Bu maddî olmayan cüzüferdleri gerçekleştiren şey kuvvet�tir. [...«Aktif ve tesirli olan kuvvet, Dekar-t Mektebinde meşhur olan hâlis kuvvet değildir. Bunu, iskolastiğin anladığı şekilde, fiile çtkmas! dışarıdan gelme bir zorunluğa muhtaç olan basit bir meleke veya fİİl imkânı olarak anlamamalıdır. Hakikî aktif kuvvette fiil vardır ve kemal halindedir, basit tesir melekesi İle, belli ve vâki fiil arasında tavassut eden kudrettir, cehdi ve gay�reti hâvi olur, fiilini kendisi zorunlu kılar, başkasının yardımı�na muhtaç olmaz. Ancak mâni bulunmamalıdır. Meselâ, asıldığı ipi geren bir ağırlık veya gergin bir yay bu mânâyı pek güzel izah ederler.» (Erdem. 122 b). Lâkin, biz bu mefhuma henüz kuvvetin dışında mı eriyoruz? Biz kuvveti aslında olduğu gibi değil eserlerile biliriz, dedi�niz. Buna şöyle cevap veririm : Bizim bir nefsimiz olmasa idi ve biz onu bilmese idik öyle olurdu. Sübjektif tecrübe ile bildiğimiz tok bir hakikî, aktif kuvvet vardır ki o da nefsimizdir (Erdem. 185 b). [...O halde, Metafizik cüzüferdleri tasavvurumuz ancak nefisleri�mizi taklid yolu ile olmak lâzım gelir. Cevherler, kelimenin en umumî mânâslle, nefislerden başka bir şey olamazlar. Son tahlilde, bunları birleştiren, müşahede ve idrâkten, ve kuvvetleri de, meyil ve şiddetli arzudan ibaret kalır. Âlem, Dekart ile Hobs'un arzuladıkları gibi, bir makine değildir. Âlemdekilerin hepsi kuvvet, hayat, nefis, idrâk ve şevk�tir. Makine, şu göze görünendir. Fakat, bu vücudun dışında görünür. Vücud ise asıl onu görendir...] (Boutroux - Monadologîe). Şuhud (gör�me), her Monadın tekliği ile bunların sonsuz derecede çok olmasının toplamından zuhur eder, Şuhud, teklikte çokluğu da ihtiva eder. (Er�dem. 438). Monadlann müşahede edileni nedir? Her M önad kendine düzen veren ve ona mahsus olan bir görüşle hütün âlemi müşahede eder, Miişahedenin dereceleri vardır. Vicdan, yani basiret (apereeption) ile müşahede edilen belir�gin görüntülerin aİt derecesinde bir de hissedilmeyen müşahe�deler vardır ki., her iki taraf, devamlı bir İlerleme ile buluşurlar. Müşahede edilenlerin seçilebilme mertebesi, Monadların kemâl mertebesidir. Hiçbiri diğerini karııhklı doğrulamaz. Yaratık ve MONADLAR NAZARîyESÎ 163 başkalaşmaya açık olan Monadın tabiatı şuhuddan İbaret bulun�duğu için, bunun başkalaşması bir şuhuddan başka şuhuda geç - mekten başka bir şey olamaz. Bir şeyi şehvetle istemek de. Mo�nadın sübjektif bir haletten diğerine geçmek için sarf ettiği gay�rettir. Bu gayretin (cehdin) kanunu (aktif illet) kanunudur. Bu yolda sarfedilen gayret böyle bir kanunu gerektirir. Biıim irâ�demizin daima hayra meyli gibi. Monadın şiddetli arzuları da eski halinden daha mükemmel sübjektif bir hale yönelen cehid ve gayreti, yani daha bellrg-in şuhudlara (intihalara) meyli de�mektir. (Erdem., 706). Her şey nefis olunca, bütün varlıkları birbirinden nasıl ayı�rabilmen? Şuhudun belirgin hale gelmesile bunun da cevabını vermiş olduk. İntihaların mertebeleri sonsuz olduğu için, canlı varlıkların mertebeleri de sonsuzdur. (Erdem. 676). Bununla be�raber, Laybniç, bunları üç kısma taksim ediyor : 1 — Basit canlılar, 2 — Hayvanlar, 3 — İnsanlar. «Basit canlı, belli bir cisim ile birleşmiş olan (Monad) dır. Bunun intibaları hissî değildir, kendini devam ettiremez. îkin�ci mertebe, daha belirgin bir intiba, yani hissî olan (Monad) dır. Buna (nefis) denilebilir. Üçüncü mertebe akıl ve fikir (raison et reflexion) vasıflarını hâiz olan nefisler (Des âmes), yahut (Ruhlar des esprits) mertebesidir. Ruhların ayırıcı vasıfları, husûsî mânâsile ilim, kendini düşünme, üniversel hakikatlan id�râk, yeni bir delile dayanan ilim ve netice çıkarmak gücüdür.» (Bizde bu mânâ (Nâtıkhk = Mantıklılık) şeklinde ifade edilegel�miştir. «Monad» 1ar basit olduklarından, birbirleri üzerinde tesir ya^ pamazlar. O halde, doğrudan doğruya bağlantıları bulunmayıp tamamen müstakil olan bu varhklardan bir kül, bir kâinât he�yeti nasıl teşekkül eder? Bu üniversel düzen içinde eÜ2'î nizam�lar nasıl izah edilir? Son zamanlarda, bazıları, bununla hepsini 104 METÂLİB - MEZÂHİB yutan bir üniversel nefis kabulünde beis görmüyorlar. Halbuki (Ezelî ahenk - Harmonie preetablie) kaidesi bu gibi zorlukları daha iyi giderebilir. (Teodise) (O «îmân ve aklın bir-bit-ine ben�zemesi» makalesi § (10) (Monad) 1ar hep birbirlerine uygundur�lar. Hor birinin fiilleri, sonsuz olarak, birbirlerini takip etmekte, diğerlerinin bütün fiilleri üe irtibat halindedirler. O halde ki, bir kimse, bir Monadın bütün girinti çıkıntılarını, kapah âlemini keşfedebilmiş olsa idi, bunda bütün âlemin tarihini okurdu, de�nilebilir. Kâinatın birliği bu takdirde, şöyle izah edilmiş oluyor : Her Monad, kendiliğinden, kendisi için fiil icra eder. Lâkin, bu müstakil fiillerin mecmuundan (toplamından) varlık sebebleri olan üniversel nizam çıkar. Bu ahengin kanunu Hayir Kanunu�dur ki, kıymeti az olanın kıymeti çok olana uj ması demektir. Bir Monadın (Vahidin) diğerinden daha mükemmel olması, onda her ^kua geleni doğrudan doğruya akıl erdirmeğe yarayan şeyin, kendisinde bulunduğu içindir. Meselâ, insan cisminin Monadlan hep müstakildirler. Fakat, hepsi de, yaptıkları işler silsilesinde nefis Monadına uyarlar, insan bedeninde görülen düzeni ve id râk ile olan alâkasını bu izah eder. (2). (1) Theodicee, Laybniç'in Optimizm (İyimserlik) Nazariyesini işlediği eserin adıdır. (2) Bu izâha göre, âlemin küllî (Üniversal) nizâmım i?ah için de, insan bedenine naza�ran, Monad nefsi gibi bir âlem nefsi Monadı kabul etmek lâzım gelmiyor mü"? De�mek oluyor ki Laybniç, hepsini ihtiva etmesi icap eden bu Monadı, âlemin içinde mevcut saymıyor. Buradan âlemin nefsi nazariyesini değil, Allah'ın varlığı neticesi�ni çıkarıyor ki, bu bakımdan maddeci (Atom) nazariyesinden Allah'ın varlığı neti�cesini çıkaran İslâm (MiiSekellimîn) nin mantığını kabul etmiş oluyor. Şu kadar ki, Laybniç'in Monadlan kuvvet, İslâm (Mütekellimin) in Monadlan maddedir: Y^i , aradaki benzerlik, âlemdeki Monadlardan âlemin nefsini değil, Allah'ın varlığı neti�cesini çıkartmaktır. Her iki takdirde, âlemin cisminde, Felekteki gibi, birlik yoktur. Âlemdeki birlik ancak, AUaha intisap bakımındandır demek olur. (M. Hamdi Yazır ) AMPİRISTLER (Deneyciler) : HOBS (HOBBES) MADDEGİLİĞI ^ LOK' (LOCKE) UN KARARSIZLIĞI HİYUM (HUME) VE STUART MİL REÂLİZMİ (ŞENİYESÎ) Dekart'tan başlayan Mâneviye Mektebi hizasında, Bakon (Bacon) dan başlayan bir (Deneycilik ~ Ampirizm) Mektebi ge�lişmesi de vardır. Hobs. cesur ve rabıtalı bir maddecidir. Stoacı�lar gibi, cevher ile cismin birbirlerini doğruladıklarına kaaildir. Ona göre, cismani olmayan, mevcud değildir, tamamen tecrit (soyutlama) dır. Bütün hâdiseler, hareketlere ve fezada vaziyet değiştirtmeğe irca edilir. Mekanik illiyet (nedensellik) den baş�ka illiyet olamaz. İhsaslar (duyumlar), cisme ait parçaların, eş�yanın dıştaki hareketlerinden husule gelen bir hareketinden, ruh da bütün hâdiseleri hareketlerden gelen bir cisimden ibarettir, «Bizce Ruh (esprit) hasselerin (duyuların) alâka kuramıya�cakları kadar ince ve çok az yoğun (lâtif) olan bir cisimdir. Al�lah bir ruhtur demek, onu bütün cismani yoğun cevherlerden, bu sûretle, tecride (ayırma, soyma) çalışarak, sa.ygılarınnzı ifâde et�mektir... Her tasavvur bir hâyâl kurmadır ve hâsselerimizden ge�lir. Biz ise, ruhların hâsselerimiz (duyularımız) üzerinde tesiri ol�madığını farzederiz. Bu takdirde, ruhları tasavvur etmek imkân sız olur.». Kitap sahibi, ruhlara, boyutları olmadığı mânâsına, cis�mani değildirler demiyor. (Seviatham. Supplam. c. 1. er). Ix)k. Dekart gibi, «Sübjektif bir his bana, benî, kendi vicdanı nı veriyor.» diyordu. [...«(Ben) kendine mahsus işleri sübjektif olarak idrâk eden şey- 166 METÂLİB - MEZÂHİB dir ki (hangi cevherden vücuda gelirse gelsin, ruhanî veya maddî, basit veya mürekkep, ne olursa olsun) lezzet ve elemi duyar, saadet ve sefalete istidadı vardır ve bu şuurun genişliği nisbetinde, kendisine ilgilenir»..,] (Locke - Essais sur l'entendement humain = însan id�râki hakkında denemeler 2, 27, 17). [...(Ene = Ben), şuur ve objektiflikle ayırt edilir. Hatıralar gibi bir nevi imtidadı (boyutu) hâizdir, fakat nefsin cevheri nedir? nok�tasına gelince, Lok bu hususta pek ihtiyatlı davranıyor : «Ruh, muhtelif basit keyfiyetlerin (niteliklerin) her zaman, ay�rılmaz bir halde birleştiklerini müşahede ederek, cümlesinin, bir mev�zuün kendisine ait olduklarına hükmeder. Demek ki, umumiyetle cev�herin mânâsı, nefsimde basit mânâlar husule getiren keyfiyetlerin da�yanağı olduğu farzedilen mevzuun hangisi olduğunu bilmiyorum mânâ�sından ibarettir. Bizdeki madde mânâsı ve mefhumu, duyularımıza çar�pan bir çok hissedilmiş keyfiyetlerin bulundukları bir şeyden ibaret olduğu için, idrâk, şüphe, tahrik kuvveti ilâ kendisile bulunan bir mevzu farzediverirsek, cisim cevheri mânâsı kadar açık bir ruh cev�heri mânâsı da elde etmiş oluruz. Cisim cevheri bize, dışarıdan, daya�nağı bilinmeyerek gelen, basit mânâların dayanağı, ruh cevheri de, kendimizde tecrübe ile bulduğumuz ameliyelerin (yapılan işlerin) yine bilmediğimiz dayanağı farzolunur. Onun için, ruhanî cevher mefhu�muna mâlik olmadığımızdan dolayı, idrâkin mevcut olmadığı netice�sini çıkarmağa selâhiyetimiz, cisimlerin varlığını inkâr selâhiyetin�den fazla değildir»...] (Lok - Ayni eser - 2, 23, 2). Bu iki halin ilcisine de birer meçhul işareti koyarız. İşte, bu�nun için, ruhanî cevherleri inkâra hiç hakkımız olmadığı gibi. Al�lahm, idrâk gücünün maddesi ile sıfatlandırıl ması da imkânsız olmaz. [...(fBizde madde ve idrâk mânâları var ise de sırf maddî olan bir varlığın idrâk edip edemiyeceğini bilemeyiz. Çünkü, Allah, istidatlı bulduğu bazı madde kütlesine, görüp alma gücümü bahşetmiştir, yok�sa, o istidatlı maddeyi, maddî olmayan müdrik bir cevher ile bağlayıp birleştirmiş midir? Yalnız kendi tasavvurlarımızla, bizim bunu, bir il�ham vukua gelmeden, keşfetmemiz mümkün değildir.»...] (Lok - Ayni eser. 3, 4, 6). Hiyum (Hume), Lok'un Deneycilik Mesleğini alıp bunun ge�rektirdiği en son mantıkî neticelere ulaştırdı. Hakikî olan her mânânm husule gelmesi, bir intibaa bağlıdır. Halbuki, cevherin AMPÎRİSTLER 167 mânâsına yönelmiş bir intiba yoktur. O halde, biz, gerek beden ve gerek nefis olarak, hiç bir cevheri bilmeyiz. Ben (Ene) ne ba�sittir, ne de doğrulanabilir; her an hal değiştiren bir silsileden, bir takım karma karışık misâllerden (hissedilenler) ibarettir. "Eğer birisi, dikkatli ve vehimierden ayıklanmış bir emekten son�ra, kendisinden başka bir mefhuma (kavrama, mücerred ve genel fiki�re) mâlik olduğunu tasavvur ederse, itiraf etmeğe mecburum ki. ben onunla uzun uzadıya mübaheseye (karşılıklı iddialı konuşma) gire�mem.» (Lok - Nature humaine — İnsan Tabiatı - ]. 4, 6). Bununla beraber, bütün insanlar, (Ben) in basitliğine ve ken�disinde birleştiğine kaaildirler. Bu vehim nereden ileri geliyor? Hissettiklerimizin hepsi belirgin ve birbirinden ayrılabilir vazi�yette iken, bunlar, nasıl oluyor da bizde, birleşik bir (Ben) mâ�nâsı husule getirecek şekilde birbirlerile bağlantı kurabiliyorlar? Bu sübjektif açık görünüşü izah için telâhuk (birbirine katılma) kanunları kâfi gelir. Hâfıza (Bollek), geçmiş ihsaslarımızın (du�yumlarımızın) hayallerini bize kesintisiz iâde eder. ('). Bu ha�yaller bir zincir teşkil ederler. Hayal gücü, ahşkanlık sayesinde, bu zincirin halkalarını süratle dolaşır. Belirgin parçaların böyle uç uca, lehimlenmiş gibi, birbirine tâbi olmaları, onların bize. muttasıl (aralıksız, bitevi) bir kül halinde görünmesi ncticcsini verir. Demek oluyor ki zihin, bize birleşmişliği keşfedivermekle kalmayıp, o birleşikliğin husule gelmesinde de rol oynamış olu�yor. îllet ve malûl (illetle husule gelen) alâkası, (Ben) mefhumu�nun cüzülerini (kısımlarını) birbirine bağlamak suretile, onun belli hale gelmesini tamamlıyor. întibâlarımız. kendilerine delâ�let eden mânâları, mânâlarımız da etrafındaki diğer bir takım intibâları meydana getiriyor. Bu suretle, sübjektif hallerimiz, birinin idrâkini diğerine ulaştıran bir zorlamanın kanunlarına uyarak, bir silsile halinde, birbirlerini takip ederler. O andaki keder veya sevincim, beni evvelce vukua gelen filân fiile götü�rür. ve şimdi verdiğim karardan gelecekte gözettiğim lezzeti de önceden görürüm. Bu suretle, illiyet (sebeplilik) Kanunu. (Ben)e (1) Ne gariptir ki, (Ben) i inkâr edenler bile (Biz) ve saire gibi tabirlerle (Ben) den müstağni kalamayarak, şuursuz şekilde nefsi itiraf ederler. 168 METÂLİB - MEZÂHİB sadece hafızanın veremeyeceği bir imtidat ve iitisâk (bitişme, kavuşma) sağlamış olur. [•..."illiyet, meflıımıumı hafıza ile bir lîerc elde ettik rni, artık bu illetler silsilesini ve buna dayanarak şahsî birleşmemizi, hâfızanııznı ötesine kadar uzatmağa kudret buluruz, ve tamamen unuttuğumuz ve fakat, umumî bir şekilde mevcut farzcttiğimiz zamanlan, birbirine ka�rışmış münasebetleri, fiilleri bile kavrayabiliriz. Geçmiş işlerimizden hatırladıklarımız ne kadar azdır? Meselâ, 1715 senesi Ocak ayının bi�rinde, 1719 Martının onbirinde, 1723 Ağustosunun üçünde yaptığı ta�savvurların ve işlerin neler olduğunu kim söyleyebilir? Bir kimse, n günlerdeki halini tamamile unuttuğu için, şimdiki (Ben) inin o za�manki kendisi olmadığına hükmedecek de şahsuiın birleşikliği hak�kındaki mefhumları altüstmü edecek? Bunda, hafıza, şahsın birleşik�liğini keşfetmiyorsa da, illet ve malûl alâkasını göstererek, onu bizde husule getiriyor...] (Lok - Nature humalne — İnsan Tabiatı). (Ben) in hakikaita basit olduğu hakkındaki inanış da. onun hakikatta birleşik olduğuna inanış gibi. izah olunuyor. Mevcut muhtelif kısımları birbirine kuvvetli bir alâka ile bağlı olan şey, hayal gücü için gâyet basit ve parçalanmaz bir şey gibi görünür. Hulâsa etmek icap ederse, (Ben) sübjektif hâdiselerin bir top�lamı olmakla beraber, hayal gücü (muhayyile) kanunlarile ahn�dığından, zaruri şekilde, basit ve kendi kendini doğrulayan bir cevher gibi görünmektedir. [...«Ruh mefhumumuz (kavramımız) da, madde mefhumumuz gi�bi, bir şey mefhumudur ki sebât ve istikrârı, ihsasların (duyumlar) ve ihtisasların (duygulanmalar), yani ihsaslara bağladığımız vicdan hal�lerinin devamlı med ve cezrine (gidiş gelişine) zıt düşer. Kendisinin varlığını duyuran parçalı intibalar değiştiği halde, biz onu aynen kalmış tasavvur ederiz. Benim ruhum, hissetmediği, idrâk eylemediği, kendi varlığına şuuru bulunmadığı zamanda bile, mevcuttur inanışı, bu hallerin devam edebileceği inanışına dayanır. O zaman benim, ru�hu şu şekilde tasavvur etmeme hiç bir mâni yoktur : Ruh, bilfiil vâki olan ihsaslarımızla (duyumlarımızla) bunlar, eklenen sonsuz his im�kânları silsilesinden ibarettir ki bu imkânların bilfiil gerçekleşmesi bir takım şartlara bağlı ve bu şartların husule gelip gelmemeleri caiz ol�duğu için, imkân bakımından, hepsi her zaman mevcut ve çoğunun da irâde gücü ile gerçekleşmesi kaabildir.» - Duyumlar silsilesine sübjek�tif hislerimizi ilâve etmelidir - (Hamilton Felsefesi). AMPİRİSTLER 169 Lâkin, Stuart Mil kendi kendine şöyle bir itirâz j-apmıg ve bu itiraznı vârid olduğunu da kabul etmiştir : «Eğer ruha bir ihtisaslar (duygulanmalar) silsilesi görüşü ile ba�karsak, cümleyi şu şekilde tamamlamak gerekir : - Kendi kendini hem geçmişte hem de o anda bilen bir ihtisaslar silsilesi. - Bu takdirde ise §u terdide (bir fikri iki ihtimalle anlatma) düşeriz : Ruh, yani (Ben), ya ihtisaslar veya ihtisaslar imkânı silsilesinden başka bir şey olmalı, veya, bir ihtisaslar silsilesinden ibaret farzolunan şey, kendi kendisini, silsile halinde olunca, bilebilir diye bir garibe kabul etmeli.». ONSEKİZİNCİ ASIR FRANSIZ ve ONDOKUZUNCU ASIR ALMAN MADDECİLİĞİ : Maddecilik Mezhebi, doğrusu (Ampirizm = Deneycilik) de-^ ğildir. Lok, Hiyum ve diğer Ampiristlerin hepsi, cevhere ulaşma�nm mümkün olduğunu kabul ve itiraf ederler. Fennin, Metafizik olan hiç bir şey hakkmda susturması ve zorlaması yoktur. Çünkü Fen, yalnız hâdiseler üzerinde hüküm yürütür. Maddecilerin, Fen namına söz söylediklerini sanmaları kuruntudan ibarettir. La�metri (L a Mettrie) (•), Tabiî Tarih, «Nefis ve Makine insan» ad�lı eserlerinde, nefis ile uzviyetin irtibatları (bağıntıları) ve kar�şılıklı gelişmeleri üzerinde İsrar ederek ruhu bu suretle cisme dö�nüştürmeye çalışır. Heivetyus (Helvetius) ve Seniamber (Saint Lambert) dahi bu fikre katıhriar. Holbah (Holbach) ise, madde ile kuvvetin birbirlerini doğruladıkları kanaatindedir. Ona göre, her şey maddî ve her şey aktiftir. Bu Mezhep, Epikür un Cüzü�ferd Nazariyesi ile ilk Yunan Feylezoflarının (Canlı Heyula - lîeloısme) Nazariyesinden oluşan Dinamik Maddeciliğe varır. Nefis, dimağdan sivrilip ayrılmış değildir. İdrâk, beyinin en in�ce liflerinin görünmeyen gizli hareketlerinden ibarettir. Ruhla�rın farkı, beyinlerin farkı demektir. Nefis ise, uzvî mekanikliğin neticesidir. Zamanımızda, Fiziyolojinin sinir sistemine dair kaydettiği mühim ilerlemelerin, Maddeciliğin tekrar ortaya çıkmasına se�bep olması lâzım gelirdi. Lâkin, fiziyoloji, fizik olanlar ile ma�nevî olanların, beden ile idrâkin münasebetlerini gittikçe daha ( • ) Julien Offroy de la Mettrie: Histoire naturelle de l'âme, (1745) = Tabiî Tarih L'Hom�me Machine = Makine İnsan. (1748) LHomm e Plante, (17*8) MADDECİLİK 171 kesinlikle belli edebilir. Fakat, nefsin maddîliğine gelince, bu hususta yeni bir değişiklik yapamaz. Bu konuda, yine bir takım vecizelere dayanmakla yetinecektir : «Ruhanî fiiller, beyinin, yani, maddî bir cevherin vazifelerinden ibarettir.». (Kar i Vogt - La foi de Carboniere et la science - 1834). «İdrâkin beyine nlsbeti, safranın kara ciğere, idrânn böbreklere nisbeti gibidir,». (Mo leschott - Circul. de la vie - 1832). Fiziyolojiyi ve patalojiyi her gün zenginleştiren vâkıalar, hakikaten gâyet mühim ve yararlı şeyler olmakla beraber, Maddecilik Nazariyesini isbat etmezler. Kari Fogt (Vogt) un «Fiziyoloji, ayrıca bir nefsin mcvcud oldu�ğuna dair faraziyelere karşı umumiyetle, ve ferdi bir yok olma�maya karşı da kesinlikle reyini beyan eder.» tarzındaki safça sözü ile, Döbuva Reymond (Debois Raymond) un derin ve mü�tevâzi görünüşlü şu sözü, bu mevzuda yeterli olacaktır : «Kuvvet nedir? Madde nedir? İdrâk nasıl olabiliyor? Bunlar birer bilme�cedir. Natüralist Mezhebe dair, toptan şu şekilde hüküm verme�lidir : (Bilemeyiz - Tabiat ilimlerinin hududu vardır). KANT (BIMMANUEL KANT) MAHII (ARI) AKLIN MÜŞAGABELERİ (PARALOJİZMİ) (BEN) İN BİRLİK VE DOĞRULAŞMASINDAN BİR RUHANÎ CEVHERİN BİRLİK VE DOĞRULAŞMASINA GEÇMENİN MÜIVIKÜN OLMADIĞI : îıısan Nefsi Nazariyesini akla getiren şey, idrâkteki birlik olduğu gibi, feyiezoflara bir âlem nefsi nazariyesi fikrini veren de kâinattaki birliktir. Kant'a göre; idrâk ile âlem arasında bir dayanışma vardır. İdrâkteki birlik âlemdeki birliği husule geti^ rir. Halbuki, idrâkin varlığı da âlemin birliğine bağlıdır. Bilgide, madde ile sureti ayırmalıdır. Bilimin maddesi, ihsaslar (duyu�lar) yani bütün realitelerdir, sureti de bu dağınık unsurlardan ra�bıtalı bir topluluk vücuda getiren ve nefsî olan kanunlardır. De�mek ki Kant âlemin nefsi yerine zihnin kategorilerini koymuş oluyor ki; bilime yol veren ve kâinâta gerçeklik bahşeden Deter�minizm (îeâbiye Mezhebi) bu kategorilerin hâdiselere tatbikile husule geliyor. İnsan nefsi de, tenkid yolu ile, idrâk kanunların�da hallediliyor. Vicdanımdaki (Ben) den bir tek ve kendini doğru]a\'an bir nefis cevheri çıkarmak sıhhatli değildir. Kâinâtın birliğinden bir üniversel nefis çıkarmak da böyledir. [...«Akıl psikolojisinin bütün açık yollarında hâkim olmuş bir mü�şagabe (paralelizm = yanlış muhakeme) vardır. Bu istemeyerek ya�pılan yanlış muhakeme, şöyle bir kıyas suretinde gösterilebilir : Ancak mevzu olarak tasavvur edilebilen, ancak mevzu olarak mevcut, ve bu sebeple bir cevher olur. Halbuki, idrâk edilen bir varlık, bu bakımdan, ancak mevzu olarak tasavvur edilebilir. O halde, idrâk edilen bir varlık PARALOJİZM 173 ancak mevzu olarak bulunur, yani cevher olur. Bu şekilde delillendir�menin de bozuk tarafı şudur : Mukaddemiyetindeki (önerti) tasavvur�lar başka başka mânâlarda aimmıştır. Kubrâdaki tasavvur, umumî şe�kilde bir objeye uygundur (ki sezgi ve apaçıklık ile alınmış olabilir). Süğrâdaki tasavvur ise böyle değildir. Burada, kendine şuuru bakımın�dan, tasavvur muraddır. Onun için burada tasavvur olunmuş, objektif bir taalluk eden şey yöktur. Ancak, tasavvurun kendine taalluku, idrâk şeklinde olduğu için, bir mevzua taalluku (alâkalanması) gibi gösteril�miştir. Evvelkinde, yalnız mevzu olarak tasavvur edilebilen şeyler kas�dolunmuştur. İkincisinde ise, tersine, eşya değil, (bütün objelerden so�yutlandığı için) her zaman vicdanımın mevzuu olarak kullandığım zih�nin kendisi kasdedilmiştir...! (Kant - Mahız akhn tenkidi - 2, 13, 14). Zihin tek ve kendini doğrulayıcı gibi görünür, hatta bu ken�disinin varhk şartıdır. Bu, bize, yeniden bir şey öğretmez. Zihin diyen bir kimse, birbirini takip eden mânâları içinde, kendini gö�ren ve bilen bir mevzu demiş olur : Bu tahlilî bir kaziye (öner�me ) dir. Zihnin bu umumî birliği, bu yükselen basireti, bütün ka�tegorilerini, bütün suretlerini belli eden ilk şartıdır. Bu suretle�rin ve kategorilerin, vicdan birliğini sağlamakta, birbirlerine re�kabet eden birer vasıta olmaktan başka bir kıymetleri ve delâlet ettikleri şey yoktur. Lâkin, akıl psikolojisi, cevher mebdeini So�fistler gibi bir tasarruf ve mugalata İle, (Ben) vicdandan nefse, (Ben) fenomeninden (Ben) Numenine geçmeğe ve zihnin bir ta�savvurunu tafsilâtile anlatmaktan ibaret olan tahlil hükmünü ter�kip hükmüne çevirerek şuuruma giren (Ben) i lıüviyeti birleşik bir cevher addetmeğe kalkışır. «Maddî olmak, varlığımı izaha kâfi değilse, ruhanîlik de öyledir. Bundan çıkacak olan netice şudur : Nefsimizin, gerek umumiyetle ve gerek var olması imkânı bakımından, tabiatını, ister maddî ister ruha�nî, olsun, bilemeyiz. Kaldı ki, vicdan birliği yardımı ile tecrübeden (o andaki varlığımızdan) dışarı çıkmak nasıl mümkün olacak? Halbuki, bizim bilgimiz, vicdan birliğinin ancak tecrübe imkânına lâzım bir 174 METÂLİB - MEZÂHİB şart olduğuna dairdir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, akıl psikolojisi, temelini sırf bir iltibastan (yanlış anlaşılmak) çıkarmış, kategorilerin temeli olan vicdan birliği, burada, objektif mevzu halinde, bir bedihîlik (apaçıklık) nefsi mevzuu telâkki edilip, kendisine cevher kategorisi tatbik olunmuştur. Halbuki, bu birlik, zihnî bir birlikten ibaret olduğu için, yalnız bununla, bir obje alınmış olmaz. O halde, daima idrâk edi�len bir apaçıklığa bağh bulunan cevher kategorisi buna tatbik edile�mez...] (Ayni eser - S. 20 - 21). METAFİZİĞ E DÖNÜ Ş FİHTE, ŞELLİNG, HEGEL MUTLAK RUH Kant, Numen âlemini müdrikeye kapamış idi. Halbuki, en ileri Maneviye onun mezhebinden çıktı. Fihte, bilinmeyen ve bi�linemez olan bu şeyleri şahsında siliverdi. Kala kala, yalnız ruh, (Ben) kaldı. İşte her şeyi bu tek mebdeden kısımlara ayırmak lâ�zım gelir. Felsefî netice çıkarmanın hareket noktası olan bu mutlak (Ben), vicdan ilhamını veren deneyli ve ferdî (Ben) ile karıştırılmamalıdır. Mutlak Ben, doğrudan doğruya amel vic�danıdır ki; aklî bir apaçıklık ile bilinir. «İrade akim bile aslıdır, Ben'in en derin kökü amelî kudrettir.» Ruh, fiil ve gücü yetmek�tir ve bu fiil hakikatin kendisidir. «îlmin mevzuu ile hakikatin mebdei karışırlar». Ruh, her bil�diğini yapar ve işlediği için bilir. Her bilgisinde kendisini ve her ilimde kendisinden bir şeyi bilir. Mevcut, yalnız (Ben) den iba�ret olunca, psikoloji hakikî hakikat ilmi olmuş olur. Hissedilen âlem, bir suretler ve kategoriler oyunundan meydana gelmiş bir hayal olup (Ben) de, (Ben) den başka görünen bazı şeylere teka�bül eder. Lâkin bu, zarurî bir hayaldir ki sebebi ruhun ve ruhun gâyelerinin tabiatında bulunur. Ferdî (Ben) 1er, hakikî çokluğa da mutlak olan (Ben) den ve (Ben) ile mevzu olan (Ben Olma�yan) dan, mutlak (Ben) in zarurî bir gelişme parıltısı olarak, çı�karılır. Şu halde, Fihte'ye göre, hakikat bir ruhanî gerçeklikten, mutlak bir (Ben) den, bir üniversel nefisten ibaret olmuş oluyor ki; künhü bir aktifliktir ve kendi kendine gelişmek, iş görmek için, hayalî bir dış âleme tekabül edip (Fâili Muhtar) bir çok 176 METÂLİB - MEZÂIIİB varlıklara bölünür. Fihte, yalnız manevî hayat ile meşgul oldu�ğundan, fiilde ruhanî yapabilme gücünden başka bir şey bırak�mıyor. Şelling ise; fen bilgilerinde mâhir olduğundan, bu sübjek�tiflikten çıkmağı arzu ediyor, ve, âlemi, ruhtan ayırmadan, ha�kikiliğine iâde etmek istiyor. Ona göre, hakikî ile manevî, ayni ile nefsî (objektif ile sübjektif), mutlakm iki kutbu gibi oluyorlar. Felsefenin yapacağı iş de, adım adım, akıldan tabiatı, tabiattan aklı çekip çıkararak bu suretle her iki tarafın birleşmesini karar�laştırmak oluyor. Nihayet, deha ilhamından dökülen şuurlu ve şuursuz itici cehid ve gayreti yaratan ilmi güzellikle sona eriyor. Tabiatın birliği ve ilerlemeleri ancak bir üniversel nefis ile, yani kâinâtı tanzim eden bir aslî mebde ile anlaşılabilir. Biz, bu üni�versel nefsi, hem nefsi ve hem objeyi (ayni) bir araya toplayan bu mutlakı, kendi nefsimizin apaçıklığından daha derin bir aklî apaçıklık ile idrâk ederiz. O, bizim ruhumuzda kendi vicdanına (kendini şuurla bilmeğe) kavuşur. Kâinatı, tabiatta, yaratan da onun aktiflikleridir. Madde, koru sönmediği halde ateşi sönmüş ruhtur. Tahakkuk (Gerçekleşme) mutlakm tekâmülü (kemale yaklaşması), üniversel nefsin hayatıdır. Felsefe, ilâhî tarihtir. Ruh, ancak tabiatın bir inşası (meydana getirmesi) ile anlaşıla�bilir. Nefislerin çok olması, mutlakm, kendinden ve kendi isteğile yavaş yavaş vicdan alarak gelişmesi için bir vasıtadan ibaret�tir. n . Hegel, Şelling ile beraber, her şeyin mutlaktan geldiğini ka�bul eder. Lâkin, mutlakı tarif etmemiştir diye kendinden önce lende kusur bulur : «Mutlak adeta bir tabanca atıbr gibi atıiıver - miş» der. Hegele göre. Mutlak, mânâ (idec) dir. Hakikilik de hak olmaktır. Vicdan, vücudun bir gelişme parıltısıdır. Mutlak İlmi için, vücui ve tasavvur bir tek şeydir. Aklî olan gerçektir, ger�çek olan aklîdir. Metafizik ise bir mantıktır. Mantık, tabiatın ve ruhun bütün gelişmelerini ifade eden tasavvurlar manzumesini inkişaf ettirir. Bunun yolu, Nazar (Diyalektik) yoludur: Dava ve Bu fikir îslâra tasavvufunu (küntü kenzen rnehfiyyen feahbebtü enağrefe fehalak�tülhftlk.ı U ağrefe Kapalı bir hazins idim onu bilmekten hoşlandım. Bunun üze�rine, bilmek ve tanımak için halkı yarattım) mealinden alınmışa benziyor. METAFİZİĞE DÖNÜŞ 177 davayı nakzeden, telif (arayı bulma) in menheçlerinden (geniş ve açık yollarından) geçerler. Bu şekilde, tenakuzdan( çelişme, yıkışma) tevafuka (uygun gelme) yürüyerek gittikçe zenginleşir, ve birbirine karışmağa başlar. Hakikî bir Nazar (Diyalektik) ki; vicdanın uydurması değil, eşyanın tekâmülünü husule getiren ha�reketin aynıdır. Mantık, kesintisiz bir diyalektik ile, tabiat felse�fesine, yani kendisine yabancı olmuş gibi olan mânâya ulaşır. Bu da, ruh felsefesine, yani tabiattan kendisine dönen ve kendine mâlik olmakla, kendisi için bir varlık alan mânâya erişir. Ru�hun gelişmesi, kendini tabiata bağlıhktan kurtarıp kendi özü olan hürriyete götüren mantıkî ilerlemelerdir. Bu ilerlemenin üç mer�tebesi vardır : 1 — Nefsi ruh, 2 — Objektif ruh, 3 — Mutlak ruh. Sübjektif ruh (nefsi), tabiat ve bedene (ırk, mizâç ve saireye) bağh olması bakımından. Antropolojide tetkik ve mütalâa olunur. Psikoloji, bu ruhu, nazarî ve amelî kuvveti itibarile tetkik eyler. Akla doğru gittikçe artan ilerlemesi nok�tasından ise, bu ruh fenomenler bahsinde mütalâa olunur. Akıl gücü, her şeyin fiile çıkmış akıl olduğunu itiraf edince, nazarî olarak, irâde de onun mânâsını vukua getirince, amelî olarak, sübjektif ruh hür ve azâd olur. îrâde ve tasavvurun birliği, hür�riyet (muhtariyet) istitaatı (güç yeterliği) olur ki bu kendi ken�dine belli olur. Ahlâkın esası, aklı gâye yapmış olan irâdedir (')• Yani, ruh, her icad ettiğini tanır ve her icad edeceğini de irâde ederse, başka deyişle, kendine ve eserlerine şuurlu olan mânâ, ruhta kendisini ne zaman ilâh tanırsa o zaman hür ve muhtar olur. (2). (1) Burada tslâmm esasını düşünecek olursak, akli değil, hakkı gâye yapmış olan irâde diyeceğiz. (2). Bu izah farzı tslâmm ruhuna aykırıdır. Bu tanıyış, ancak mutlak manada, ve mut�lak ruhta mümkün olur. Bu bakımdan, mutlak muhtar ancak odur. . • F./12 178 METÂLİB - MEZÂIIİB Objektif ruh, irâde mahsulü olan şeyler, yani ahlâk meleke�leri, kanunlar, medeniyetlerdir. Mutlak ruh da, san'at, din, felsefedir. San'at belli bir su�rette ortaya çıkan mânâ; din, Mutlakm hayal gücüne ve ihtisasa (duygulanmaya) çıktığı suret; felsefe ise, kendini tasavvur eden mânâdır. Hasıh, ilâhî ruh, Hegel'in ve talebelerinin ruhunda bu�lunmakta imiş. Hakikat nefis olmuş ve Allah işte bu imiş. C-^). (3) Demek ki, Hegel de (Enelhak) macerası ile uğraşmış durmuştur. İSKOÇYA V E FRANSA RUHÇULARI (SPİRÎTÜALÎSTLERÎ ) Yukarıda sözü geçen iddialı nazariyeler karşısında bir de gâyet mütevâzi bir felsefe daha gelişmekte idi. îskoçya Mektebini kuran Tomas Reyd (Thomas Reid), Hi�yum Septisizminden kurtulmak için, (Müşterek His - Sens Com�mun) e dayanarak yürüyor ve «Şunu müsellem olarak alıyo�rum» diyordu : ^ Vicdanımın taalluk ettiği veya hatırladığım bütün idrâkler bir tek ve ayni müdrik mebdein idrâkleridir ki ona (Ben) veya (Ruhum) diyorum.» (Essais sur les facultes inteilectuelles - 2). Tomas, nefsin varlığını, işin başında ve münakaşasız kabul et�mekle beraber, daha sonra istidlâl (delil ile netice çıkarmak) yolu ile de isbât etmek ister ve buna şöyle bir Müşterek His meb�deinden başlar : «Her fiil ve amel onu yapana, her sıfat da onu taşıyan birine bağlıdır. Biz bu ruhî ismini, tasavvura, aklı kullanmaya, şevke vermeyiz de şevki, tasavvuru ve aklı olan kimseye veririz.» (Ay�ni eser) Nefsin mahiyetini tayin etmek için realitelerden cevhe�ri çıkarır : «Hafızamla tesbit edilen şahsî hüviyetim, (Ben) dediğim şu bölünmez şeyin varlığını gerektirir.» (Ayni eser - 3, 4). Kollar (Collar), Tomas Reyd'in fikirlerini kabul eder. Men�döbiran (Main de Biran) nefisle alâkası olan doğrudan doğruya ilmi, dışımızdaki eşyaya taalluk eden vasıtalı ilme tekabül etti�ren ince farklar üzerinde ısrarla durur. Cevheri itibarile, nefsin (4) Doğruluğu ve gerçekliği herkesçe kabul edilmiş olan (Müsellem) 180 METÂLİB - MEZÂHİB bir (? ) olduğunda şüphe yoktur. Lâkin nefis, mevzuu, kendisini derince düşündüğü zaman, illet olarak tanır ve kendi hâdiseleri ile belli olur. îlk gayretinde, bu ilk vâkıa yani (Ben), kendisini (Ben Olmayanla) karşılaştırmca idrâk eder ve bu itibarla, kendi�sini başkası karşılığı olarak ortaya koyar. İlk önce, Tomas Reyd ile beraber, hâdiselerden cevhere intikali kabul eden Jofruva, (Ben) e ulaşmanın Sezi (Entüvisiyon) ile mümkün olduğu fik�rinde birleşti. Raveson, Mendöbiran'ın fikirlerini işleyip gelişti�rerek şöyle iddiada bulunur ; ((Meçhul cevherin mahiyetini bilmiyorum - kaziyesi (önerme de teemmül dışmda kalamaz.» Teemmül (iyi düşünme) nefsin de künhünü idrâk eder. O, evvelâ kuvvet ve son tahlilde aşktır. Zira, kuvvet ıney�li gerektirir. Bir de, devamlı hayattan tasavvura geçiş üzerinde İsrar edip Dekart'ın realizminden Laybniç ve Şelling'in Mezheblerine yakm bir mezhebe varır. NETİCE : Nefis Nazariyesinin ortaya atılmasının sebebi ve gereği, kâi�nâtın birliğine, yine cisim ile tasavvurun birliğine bir hal şekli bulmak zaruretidir : Kâinâtın nefsi ve ferdî nefisler. Üniversel bir nefis faraziyesi (varsayımı), yaratıcı ve müdebbir (tedbirleri alan) bir Allah fikrinden vazgeçilir geçilmez görünmeğe baş�lar. Bu hususta beyan edilen hal şekillerinin en büyükleri, Maddecilik (Materyalizm), Deneycilik (Ampirizm) Tenkidcilik (Kritisizm), Ruhçuluk (Spiritüalizm) meslekleridir. Maddeciler meseleyi göremiyor, bir bölünme ve çoğalma mebdeinden başka bir şey bırakmıyorlar. Onu da tarif ve tahdide kadar gidemiyor�lar. Ampiristler (Deneyciler), yaklaşılması mümkün olmayan meselenin kaynaklarını tahlili suretile geliştirerek ortaya daha iyi konulmasına hizmet ediyorlar. Tenkidciler (Kant Mektebi) ruhun birliğini hem hâdiseler silsilesi ve hem idrâkin ük suretleri ile izah ediyorlar. Hasılı, Metafizik faraziyelere sarf edilmekte olan gayretlerin hepsi, insan ruh ve bedeninin birliğine ve bir de, kâinattaki nizama esaslı şekilde kâfi olacak bir sebep olarak, hakikî bir mebde bulmak gâyesine yönelmiştir. DÖRDÜNC Ü FASI L MADDE VE NP:FİS CEVHEREERİIV MÜNASEBETLERİ MADDE VE NEFİS CEVHERLERİN MÜNÂSEBETLERİ İkiliği kabul etmeyen meslekler, bu ikilik faraziyesine sebep olan görüşlerin hesabmı görmek lüzumuna kaail olmuşlardır. Her felsefe görüşü bir fiil mebdei, bir de hareketsizlik mebdei taiiir, ve, gerek tabiatm, gerek insanm hayatmı bu iki haddin irtibatile izah eder. Bu sebeple, bizim tarih sahasmda arayacağımız şey^ meselenin sürekli şekilde aldığı hal suretlerinden ibarettir. Bu�nun en ince tarafı da, cevherlerin birbirleri ile münasebetleri ve�ya birbirlerine ulaşmaları meselesidir, diyebiliriz. Bunun için, tabiata ve insana dâir olan büyük metafizik nazariyeleri, aslî unsurlarile hulâsa edeceğiz. SOKRATTAN ÖNCEKİ FELSEF E : AKTİF VE PASİF MEBDELERİN BİRBİRLERİNE KARIŞMASI îlk Yunan feylezoflarmda maddî ve ruhanî mefhumları karı�şık idi : Bunlara göre, tekâmülü, âlemi teşkil eylemiş olan un�sur, hem madde ve hem kuvvettir. Talez'in rutûbet mebdei (Arîst. De animes. 411 a, 7) canlı ve lâhûtîdir. Anaksimen'in havası, sü�rekli şekilde harekettedir. (De ordres de nature - Çiçe. - i, 10). Diyojen, âlemdeki nizamı izah etmek için, aklı, kendisine göre eş�yanın cevheri olan maddî unsurun (yani havanın) bir sıfatı yap�mak cihetine gider. (İmphys. 36 b. Simpiic). Heraklit'e göre, ateş hem eşyanın birinci unsuru ve hem de, kesilmeyen değişiklikleri ile, hareket mebdei, hem de kendine ait olan (Zıtların birleşmesi) Kanunu ile, intizamın mebdeidir. İnsanda ruh ve beden taksimi yapılabihrse de, bu taksim, bunların cevher bakımından birbir�lerine tekabül etmelerine kadar varmaz. Beden, koru sönmediği halde ateşi sönen yoğun ateştir. Nefis de, aslî suretüe, asıl ateş�tir. (Arîst. De anîmes. - 1, , 455, a, 25). Cismanî olan ve olmayan ayırması, Eleatlarca da, bilinme - mektedir. Pa^menid, vücudun tarifinde şöyle der : Her histe merkez noktasından başlayıp düzgün şeküde uzayan, bitişik, ay�ni cinsten ve sınırh bir kütle. (V. 102, Sq.). İdrâk vücuddan ayrı değildir. Zira, vücudun dışında bir şey yoktur. Her idrâk, vücu�dun idrâkidir. (V. 94). Pitagorcuların astronomilerine hâkim olan mebde, nizam ve intizam mebdei idi. Arz, âlemin merkezi değildir. Zira, dünya�nın kendisi karanlıktır. Merkez olan ateş, ziya verir ve hareket- SOKRATTAN ÖNCEKİ FELSEFE ISo sizdir. Çüniiü, ziya ve hareketsizlik (lıayırlar) meyanındadırlar. Pitagorculara göre, bu sözün mânâsı, intizamın mebdei olanın, tanzim ettiği maddeden ayrı bir şey olması demek değildir. Âlem�de ne bulursak, hepsi, onu teşkil eden unsurların vasıflarıdırlar. Aristo der ki : «Adet, madde görüşü altında, varlıkların mebdei ve ayni zamanda hal değiştirmelerinin ve muhtelif hallerin illeti�dir.» (Aristo Metafizik - 2. .5, 986, a, 15). Demokrit'e göre, hareketin başlangıcı olmadığından, mad�deden ayrı, hareket ettirici bir illetin mânâsı yoktur. Nefis, hare kete getirmek ve hayat vermek vazifeler i ile birlikte olarak, cü�züferdlerden yapılmıştır ve bütün kâinâta yayılmıştır. Havada, nefse ait cüzüferdler çok olduğundan, nefis ve akıl da çoktur. (Aristo. - de Resp., a c. 4). Ateşin cüzüferdleri (atomları) tabiî (cismani) hâsselerile hareket ederler ve hayat doğururlar, büyük kütle halinde toplanarak, hareketten başka bir şey olmayan ta�savvur ve düşünceyi (pensee) husule getirirler. İnsanın nefsi im�tidatlı (boyutlu) olduğundan, onu bedende oturtmakta zorluk yok�tur. Nefis, bedenin her tarafına yayılıp yerleşmiştir. 'i îifv Ampedokl, dört unsurdan başka iki harekete getiren kuvvet kabul eder ki bunlar da, aşk ve nefrettir. Bunlardan birincisi bir�leştirir, ara bulur, diğeri ayırır (V. 80, squ.). Lâkin, Ampedokl, bu iki kuvveti bazan efsânevî bir şey yapar, bazan da eşyaya ka�rışmış, cismi olan cevherler olarak mütalâa eder görünür. Kuvveti, harekete getirdiği maddeden ilk önce ayıran Anak�sagor olmuştur. Bu zat, unsurları tanzim eden aldı o unsurlardan başka türlü görmüştür. Lâkin, (Nus) akıl, şahsî olmayan ve ta�biat kuvveti gibi, cismî bir şey muhafaza etmektedir. Bu şey, her şeyden saf ve ince olup (fr., 6) mâyi (sıvı) bir cisim gibi, her şeye nufuz ve hulûl eder (tesir edip girer). Sonradan, Sokrat (Fe�don, 98 b) ile Aristo (Metafizik-1, 4, 985, a, 18) Anaksagor'u koy�muş olduğu mebdei kullanmaması ve ancak, bu hâdisenin meka�nik illetlerini keşfedemediği zaman, akh müdahale ettirmeğe kalkışması yüzünden muâhaze ve tenkid ederler. •Hasılı, eski İyonlular, Pitagorcular, Eleatlar, madde ile kuv- 186 METÂLİB - MEZÂHİB veti ayırmazlar. Demokrit, hareketin çıktığı yeri sonsuzluğa ha�vale edivermek suretiyle, meseleyi cesurca ortadan kaldırır. Madde ve kuvvet tasavvurları, Ampedokl'dan, ve daha belli ola�rak, Anaksagor'dan sonra belirmeğe başlar. Bununla beraber, kuvvet mefhumu yine müphem kahr. Madde üzerinde tesiri, bir nevi cisim halinde, mâyi (sıvı) ile karışık olarak izah olunuyor. Sokrat'ın da, maddeyi ve nefis ile ortakhğını, nasıl tasavvur ettiği zor anlaşılıyor. Sokrat, tabiatın bir sonu olduğunu kabul ve bunda ısrar eder ise de, Metafiziğin büyük meselelerine ihâ�tası azdır. Ona göre, kâinât bir sanat eseri olup lâhûtı bir Sânia delâlet eder. (Sanat eserini vücuda getirenin varlığına delildir). Ulûhîliğin âlem ile münasebetine gelince : Bedenimizle nefsimi�zin münasebetlerinde, buna dâir bir nevi tecrübemiz vardır. (Mom., 1, IV, 17). Bu ise, meselenin halli değil, diğer bir şekilde ortaya konulması demektir. EFLÂTUN (PLATON) MADDED E (LÂVÜCÜD), CİSİMDEKİ MEKANİKLİK NEFSİN GAYELERİN E TÂBİ Eflâtun'a göre, madde lâvücuddur. (Leyse) dir. O halde, or�tada iki gerçek yoktur. Cevhere ait hakikat yalnız mânâ (akim bulduğu) dır. «Hâdiseler, boş ve karanlık olan sonsuz fezasında, mânâların kırık şuâlarıdır» (Zeller). Lâvücudu nereden çıkarma�lıdır? Mânâdan mı? Böyle yapmak, vücuddan lâvücud neticesi�ni çıkarmak olur. Gerçek olan yalnız mânâ, yani (aklın erdiği ve bulduğu şeyler, mâkuller) olunca, hissedilen âlemin bütün ha�kikiliği mânâda olmuş olur. Halbuki, diğer taraftan, mânâ, ha�reket ettirilmeyen ve ezelî olup, çoğalmanın ve oluşmanın dışın�da kalır ise, hissedilen, mânânın bir lâhzası (kısa zamanı) ola�maz. Bizi, mantık yolu ile ikiliğe sürükleyen işte budur. Madde, mutlak bir lâvücud değildir. Çünkü, madde mânânın vücudunu (makûlü), hissedüenler âleminde kayıtlıyor. Sanki, Eflâtun, mad�deyi, mânâya karşı bir engel, bir kayıt, kendi dışında, tamamen nufuz edemediği bir şey sayıyor. Hissedilenler âleminin, mânâ�lar âleminden nasıl ayrılıp çıktığını anlamak zor olduğu gibi, bun�ların karşılıklı münasebetlerini anlamak da, ondan daha kolay değildir. Bütün mânâlar, yalnız kendi hadleri dahilinde gerçek�leştiklerinden, mânâların varhğında bizi şaşırtacak hiç bir şey yoksa da, işbu mânâlar âleminin yanında, hissedilenler âlemi�ni yapan nedir? Hakikat olmayan bu yeni hakikat ne oluyor? Ef�latun, bu meseleyi, iştirâk (participation = Meseksis) nazariye�sile hallettim sanıyor ve hissedilen şeyler ancak mânâlara işti�râkleri nisbetinde mevcut olurlar, diyor. Lâkin, bu iştirâk (Me- 188 METÂLİB - MEZÂHİB seksis) nasıl oluyor? Nasıl olabiliyor? Tek ile çok. hareket etme�yenle oluş, vücud ile lâvücud, fezadaki ile feza dışındaki, bütün bu birbirini nakzeden şeyler, nasıl oluyor da birleşiyor ve görü nüşte bir birlik teşkil ediyorlar? Bu birleşiklikteki alâkalar, na sil oluyor da tasavvur olunabiliyorlar? (Zeüer). (Time) de, (Âlemin heyeti) bahsi, nefis bahsile iavlıadır ('). Âlemin heyeti, felekin deveran tarzı bir canlı tarzındadır : Nefsi ve bedeni vardır. Kozmosdaki nefis (üniversel nefis), iradî hareket (muvement spontane (2) ve ilim ile rauttasıfdır (sıfa t h). Âlemin merkezinden etrafına doğru boydan boya yayılır, kendisi hareket ederek onu da hareket ettirir. Şurası kesin ola�rak bilinmektedir ki. Eflâtun, bu nazariyeyi, harfi harfine haki�kat olarak almamıştır. Feylezofun hakikî tasavvuruna burada temsil de karışıyor. İnsanda nefis, bedenden daha yüksek değer�dedir. Nefis bedensiz bulunabilir, çünkü ondan evve! mevcut idi (Vucud-t Sâbık Nazariyesi), bedene girmeden de yüksek vazife�sini, asıl idrâk vazifesini yapabilir. Bu da, her iki tarafın alâka�ları yok demek değildir. [...«Evvelâ, cisim, nefsin bir âleti olarak mülâhaza edilmelidir. Ne�fis, cismin bir ahengi değildir. Çünkü, ondan evvel mevcuddur, onun eseri olması da akıldan uzaktır. Nefis, en ziyade, taazzinin (uzuvlaşma�nın) illetidir. Cismanî mekanizmanm sebebini, kendi ihtiyaçlarında ve vazifelerinde aramak lâzım gelir. Nefis üç kısımdır : 1 — Nus, 2 — Ümos, 3 — İpsomiya. 1 — Akıl (Nus) baştadır. Akıllı nefsin yerleştiği yer beyindir (Ti�me, 573) En yüksek derecede olan bu nefis, üniversel nefsin oluştuğu (1) Tavtia: (anlatılacak maksadı destekleyecek şekilde ftnccden bazı sözler söylemek) demektir. - (2) (Spontane) kelimesini, sclîki mürsile, istirsalî. inbiasî tabirlerile tercemc ettim. Ba�zılarının (tav'î) dediklerini de görüyorum. Burada, eflâkin hareketine ait olan tabi�ri görünce, Eskilerimizin, bu hususta (iradî hareket) tabirini kullandıklarını hatır�ladım ve burada öyle kullandım. CİSİMDEKİ MEKANİKLİK 189 rükünlerden vücuda gelmiş ve onun gibi, irâdî hareket ve ilim gibi vasıfları hâiz olup en küçük bir âlem demek olan başta, ayni munta�zam kemâlleşmeleri yapar. 2 — Ümos (his) akhn emirlerini icra ve şevkin dizginlerini zap�tetmek için, akıl ile şevk arasmda oturur (Time. 70 a). 3 — İpsomiya (şevk) hicabı hâcizin (diyafragm) altında, karın kısmında bulunur. (Time. 70 h). Nefsin bu son iki kısmı dimağa biti�şik olan nuhâi şevkîye (omuriliğine) bağhdırlar. Her üç nefsin uzvi�yette (bedende) birliği bu şekilde olur. (Time. 73 b). Kalp, damarların hareket noktası ve hissin, uzuvların, vazifeleri bakımından, merkezi�dir. Akim emirlerini alır, kan damarları vasıtasile bütün bedene tebliğ eder. (Time. 70 b). Dışarıdan aldığı intibâlar da yine bu yoldan, fakat tersine olarak, cereyan eder. Demek ki, ince kan damarları, bugün si�nirlere atfedilmekte olan nakledicilik vazifesini görüyormuş, (Time. 65 c). Karaciğer, akıl ile şevki birleştirir. Şevkin akla boyun eğmesi doğ�rudan doğruya olamaz. Hayal ve karaltılar ile sevk ve idare olunur. Akıl, perdahlı ve cilâlı olan karaciğerin yüzü üzerinde - tıpkı aynada olduğu gibi - bir takım korkunç veya hoşa giden hayaller gösterir, ve, safra çıkarmak suretile, karaciğerin tabiî tathiığma acılık katarak ha�lini değiştirir, ve bedenin bu kısmında duran nefis kısmını, heyecana getirerek veya teskin ederek, önceki haline döndürür,))...] Bu cümlelerden çıkarılacak netice şudur : Uzviyetin psikolo�jik bir gâyeciliği (finalite) vardır. O da, nefsin, âleti olan bedeni anlamasına hizmet eder olmasıdır. Bundan, bedenin nefis üzerinde karşı tesiri yok demek an laşılmasın. İnsanların çoğunu his hayatına bağlayan, yanı iti eı duygular, şehvetler ve vehimlerin mebdei bedendir. [...«Bir dış çarpma ile bedene intiba eden hareket, nefsin kendine mah�sus hareketine intibak eder, onunla ayni olur. (Time. 61 d). Dış intibâ�lar çok şiddetli olduğu zaman, noksansız bir ilim mümkün olamaz. Nefsin sıhhati için bedenin sıhhati lâzımdır. (Time., 86 - 90). Bunun aksi de böyledir. (Time., 66 h). îki zıt arasında en iyi rabıta, ahenk ve ölçüdür. Eflâtun'un tenasüle atfettiği ehemmiyeti, beden ile ruhun bu sarriimî münasebeti izah eder. Ana ve babanın meziyetleri ve kusur�ları evlâda, irsiyet yolu ile, geçer. Bu yüzden, kanun vâzii, mizaçları 190 METÂLİB - MEZÂHİB en iyi münasebetlere göre ayarlamak sanatma mâlik olmalıdır. (3)...] îtiraf etmek lâzım gelir ki ana ve baba bedeninin tasavvur anmdaki hali, yaşattığı bedenden önce mevcut olan nefse nasıl tesir ediyor? Burası anlaşılmıyor. Bir de, burada, akla uygun olandan hissedilene geçiş zorlukları var. (3) Eflâtun'un bu sözleri, kanun koymanın, bizim Mutezile Mezhebinin kabul ettiği gi�bi, sırf akıl ve ilim işi olduğunu anlatıyor. Halbuki, bunun sırf bir akıl işi olmadığı, akim üstünlüğü varsa da, aklın şeriata hâkim olmadığı bugün kabul ediliyor. Bu da bizim Hanefî Mezhebinin görüşüdür. ARİSTO (ARİSTOTELES) MADDE, SÛRET VE ALÂKALARI : NEFİS İLE BEDENİN MÜNÂSEBETİ; RÛH. Aristo'ya göre, madde, şu veya bu olması mümkün, mücerret (soyut) olarak ele almdığı takdirde, bütün meydana çıkanlara karşı tarafsız, daima değişikliğe maruz bir şeydir. Suret de, mümkünün istitaati (gerçekleşme gücü), gerçekleşmesi, kemâli�dir. O halde, suret ile madde birleşmekte vasıtaya muhtaç değil�dirler. Mümkünün gerçekleşmesinde, uyuşmuş iki cevherden baş�ka bir şey yoktur. Bu iki cevherden biri, imkân halinde bulunan şeydir ki maddedir. Diğeri de vuku halinde olan şeydir ki suret�tir. (Aristo - Metafizik - 1045, b 17). Madde, lâvücud veya man�tıkî imkân demek değildir. (Aristo - Fizik - 1, 9). Madde, sureti hakikat olan şeyi meyil diye ihtiva eder, (Ayni eser) ve kendisi�ni harekete teşvik eden ve kemâline erdirecek olan surete rağ�bet eyler. Hiç bir taayyünü (belliliği) olmayan madde, sadece mümkün�dür. Bu itibarla hiç bir hakikat değildir. [...«Madde her zaman belli bir suretle idrâk olunur. Bir şey, bir mânâca madde, bir mânâca da suret olabilir. Mermer, heykele naza�ran madde ve mermer olduğu için de surettir. Demek ki madde, daima ilerleyen bir şekil değiştirme ile, suretten surete yükselir. Belli olma�yan ve ancak temsil yolu ile bilinebilen ilk madde (ilk heyula) son tahlilde, bütün hakikatların aslında yine bulunacaksa da, her şeyin bir de en son ve kendine mahsus maddesi vardır, ki, ilk madde, bu en yüksek suret ile doğrudan doğruya birleşen son madde olmak için, bü�tün bu aradaki suretlere birbiri ardına girip çıkmıştır.» 192 METALİB - MEZAHIB îlk madde (İlk Heyula) ile asıl suret, yani Allah arasında, daima ilerleyen bir suretler silsilesi, mertebeleri birbirini takip eden ilmî bir topluluk vardır. Allahın kemâlini tabiatta tecelli ettiren (açıkça gösteren) şevkin tesirile, mümkünün, kemâlden daha mükemmele yükselen bir hakikata doğru hareketi. İşte, muammanın cevabı budur. Maddenin surete tekabül etmesi, ar�tık yokluğun varhğa tekabül etmesi değildir. Mümkün, vâkiin (vukua gelenin), kendisinden evvel bulunması lâzım gelenidir. Bu iki had arasında tekabül (karşılaşma) ancak şu manâyadır : Üzerinde durulan gelişme noktasına göre, maddenin, filân ve�ya filân sureti almak hususunda, bir ihtisası (uzmanlığı) yoktur. Aristo'nun, Eflâtun Mezhebindeki zorluklardan kaçtığı anla�şılıyorsa da, ona göre de suret, üniversel ve ilmin ilgisi ve mev�zuu olan şeydir. Halbuki, külli (üniversel) ancak cüzüler ile var�dır. Vâki (vukua gelen) olan, madde ve sureti bulunan bir te!c varlıktır. O halde, madde imkânın ta kendisidir demek nasıl kaa�bil olur? Eğe r hakikatin sureti gerçekleşip de bu mânâca mad�deye ve madde ile suretten oluşan şeye tekabül ediyorsa, suret üniversel olur ve cüzüden başka gerçek yoktur, cümlelerini na�sıl birbiri ile bağdaştıracağız? Demek ki, Aristo, Mezhebinin Ef�lâtun'a ait unsurlarile ihsas ve tecrübeye ait unsurlarını, yani, külli gerçekleşmiştir, külli ancak ferd ile birlikte mevcuttur, esaslarını birbirile bağdaştıramamaktadır. (') • Nefi s ile bedenin birleşikliği meselesi de madde ile suretin birleşikliği meselesinden çıkmaktadır. Suret, onun fiili olan mad�en Bizim kitapların tefsirine göre, Aristo'ya nazaran varlık iki türlüdür. Biri zihnî, di�ğeri zihnin haricindedir. Bunun ikisi de gerçektir. Küllinin dış varlığı ferdle birlik�tedir, fakat zihnî varlığı müstakildir. Bu itibarla, iki cümle arasında yıkışma kalmaz, Çünkü, hakikî gerçekleşme, dış varlık değildir. Lâkin, hakiki gerçekleşme, hem de zihni vücud mânâsına olmak daha muvafık olacağını ve bunun da her iki varlık�ta istiklâl ile olmasının akla gelebileceğini dikkate alan îslâm Mütekellimini, Aristo'- nun Mâhiyatına iyi gözle bakmamışlardır, ve ona tarafdar olan tslâm feylozofları ile pek çok mücadele etmişlerdir. Bazı cihetten de, bu noktayı halletmek için, külli olan�ların en sonunda, hem küllî hem de ferd olabilmesi nazariyesi ile, (Vahdeti Vücud) bahsi açılmıştır. Ve, yine bundan dolayı (Vacibülvucud) - (var olması gereken) in�vâhid (Tek) ve ferd (küllî olmayan) - (Cüzülerden oluşmayan) olduğu feylozoflarca da ittifakla kabul edilmiştir. MADDE, SÛRET ' 193 denin dışında mevcut değildir. Nefi s de bedenin suretidir. Hayat, birbirinden mütehalif (birbirine uymayan) iki varlığın birbirile hoş geçinmesi diye tasavvur edilmemelidir. (Aristo - Metafizik - 1045). Nefis, bedende aktif olan kuvvet, beden de nefsin tabiî âletidir. Hasılı, nefis ile beden mütezayif (Connontatifs - Birbi�rinde konuk) olup, mantık bakımından, birbirinden ayrılamaz�lar. Vâkide (gerçekleşende) ise, birbirinden ayrılamaz derecede birleşmişlerdir [...«Nefis, bir cisim değilse, cisimsiz de olamaz. Zira, nefis bir ci�sim değildir amma, bir cisim ile mütezayiftir. Bu sebeple, tabiatta, şöy�le veya böyle, bir cisimde bulunur. (Hayvanlar - 2, 3). Bu da, nefis bir muhassala (bileşke) dir demek değildir, belki uzviyetin mebde ve se�bebi, ve surî ve gâî (gayesi) olan) bir illeti demektir. (Hay. 2, 4). Nefis, bedende bilkuvve (tasavvur halinde) mevcut olan şeyin bilfiil (fiil ha�linde) gerçekleşmesidir.» Demek ki, canimin, bütün tesir altında kaldıklarında ve yaptık�larında, iki yüzü vardır : Biri, nefse bakan surî yüzü, diğeri, bedene bakan maddî yüzüdür. Bir hayvan veya insan, hiddetlendiği vakit, bu heyecan, hem nefiste hern de bedende bir vâkıa olur. Nefiste vâkıa ol�mak bakımından hiddet, bize tecavüz etmiş olan bir taarruz şevkidir, denilebilir. Bedendeki vâkıa olmak bakımından ise, hiddet, kanın ga�leyana (coşma, kaynama) gelmesi ve kalbin etrafında hasıl olan bir sıcaklık, diye tarif olunabilir. (Hay. 1, u,.Alex, Bain, Psycho. ve Aristo). (2). îşte taunlar, bir heyecanın, mantık bakımından birbirinden ayrıla�bilir, vâkide ise mütezâyif ve mütedâhil (birbirine girmiş) olan iki yü�züdürler. Bunuaı gibi, bütün işlerimiz hem cismânî ve hem nefsânîdir�ier. Nefsin sıhhati, bedenin sıhhatini gerektirir. Uzvumuzun üstünlüğü, üstün bir nefsin âleti olmasından dolayıdır. İnsan, elleri olduğu için idrâk etmez, idrâk ettiği için ellere mâliktir. (Hay, 2, 4). Bununla beraber, bu hususta Aristo'nun bir istisnası vardır. Aktif aklın cismânî uzvu yoktur. O, hâriçten gelir ve ayrılabilir. Yalnız, bu akıl ezelî ve ölmezdir, der...] (Hay. 3, 5). Acaba nefsin maka m (yerleştiği yer ) ve bir vücudun, tena�sülde diğerine geçmesine yarayan unsuru, daha ziyade kesinlik�le belli edilemezmi? (2) Bu zat, mütercimin mantıgmı terceme ettiği Aleksandr Bayn olacak. F./13 194 METALİB - MEZAHIB [...«Aristo'ya göre, gerek güneşin ve gerek uzviyetlerin, hangisinin olursa olsun, her hararet mebdei (başlangıcı) hayattır. Her canlının ve onun bütün cüzülerinin tabiî ve garizî (içgüdüsel) bir harareti olmak lâzım gelir ki bunun mebdei kalptedir ve nefis ateşi hemen burada ya�nar, yüksek vasıflı hayvanlar, en çok harareti olan hayvanlardır. Ha�yat, kalp ocağından yayılır. Hararet içteki havaya ulaşır ve buna hayat gücü de katılır. Tohuma feyiz veren ondaki hararettir. Bu hararet, ateş değil, belki, erkek ve dişi tohumda bulunan ruhtur, ve belki bu ruhda (Pnevmada) m.eknûn (saklı) ve yıldızların unsuruna benzeyen tabiat�tır. (De gens animees. 9). Hayatî hararet ruhda, ruhun mebdei de kalp�dedir.»...] Bundan akla gelen şudur ki, Aristoya göre hayatî hararet ha�vaya bağlanmakta ise de, asıl mebdein, hararet demek olduğu, ruhun ise, hararetli olanın hassalarına katılan ısınmış havadan ibaret bulunduğu için, her cisimde ccreyan etmekte olduğu anla�şılmaktadır. ARİSTO'DAN EVVEL RUH, (PNEVMA) NAZARİYESİ. STOACILARA GÖRE RUH NAZARİYESİ. ALLAH VE ÂLEM, NEFİS VE BEDEN, TABİÎ İHTİLÂT (KARIŞMA, KATIŞMA). EPİKÜRCÜLER, HAYVANİ NEFİS, NÂTIK NEFİS. Ruh Nazariyesi, yani lıayatî hararet ile uyuşarak ve iyi ge�çinerek incelik ve saflık kazanan hava nazariyesi, eski Fiziyo�lojide pek büyük roller oynamıştır. Gerek nefsanî hayatın ken�disini ve gerek nefis ile bedenin alâkalarını izah etmek için en ziyade bu faraziye kabul edilmiştir. Ruh (Pnevma), Hıristiyan�lık akidelerinin yüksek tasavvurlarından biri olmak (Ruhülkudüs tasavvuru) itibarile, nasıl ehemmiyeti hâiz ise, psikolojinin l uh nazariyesi de, bütün Orta Çağda, kan dönmesinin keşfine kadar, ehemmiyetini öylece muhafaza etmiştir. Bunun son şekilleri. De�kart'm hayvani ruhlarıdır. (Herm. Giebeck. Gesch. der Psyche.), Heraklit'e göre, hayat ve idrâkin mebdei olan hararet, bize, kıs�men teneffüs ve kısmen de duyularımızın uzuvları vasıtasile, dı�şarıdaki havadan gelir. İpokrat, havalar ve sular bahsinde, iyi huylu olmanın uzviyeti ve karakteri hakkında, etrafımızı çevi�ren havanın tabiatına pek büyük tesir atfeder. İpokrat'tan sonra gelen Eskilerin Fiziyolojisinde Ruh Nazariyesi pek muteber tu�tulmuştur. Hekimler, hayvani hararet ile teneffüs vâkıaları ara�sında sıkı bir münasebet bulunduğuna kaail olmakta birleşiyor�lar. Haya, teneffüs vasıtasile bedene girer ve hararet kazanır. O sırada yutulan gıdanın ihtiva ettiği rütubetli unsurların, uzvi�yetteki hararetin tesirile, buharlaşmasından ruh teşekkül edip 196 METALİB - MEZAHIB kan ile birlikte deveran eder ve bütün bedene dağılır. Hem me�kanik olarak kendi mukadderat ve hareketlerine ve hem dina�mik olarak uzuvlaşmanın mebdei ve hayat gücü halinde, tesirini gösterir. (Ana karnında çocuğun teşekkülü). «Ruh, havadan gelip damarlara dağılır, oradan beden içindeki uzuvlara ve bilhassa beyine ulaşır. Oradan da tasavvuru ve âzânm hareketlerini vu�kua getirir.» (Hipp., de Marb., Sacr.). İskender zamanında, he kim Paraksagoras, kırmızı kan damarları ile siyah kan damar�larını birbirinden ayırt etti. Veridler (siyah kan damarları) kan ile dolu, şiryanlar (kırmızı kan damarları) ölü üzerinde boştur�lar. Bunlar ancak havanın ve ruhun deveranına (dönmesine) hiz�met ederler, ihsaslarda (duyularda) bizce sinirlerin gördüğü işi görürler. Veridler ile şiryanlar arasında bir çok mültekalar (ka�vuşaklar - Anastomases) bulunduğuna işaret edilmiş ve şiryan�lara kan hücumu hakkında tam bir (Hastalıklar Nazariyesi) bile ortaya atılmıştı. Nefis ile bedenin alâkalarını izah hu.susunda. Stoacılar, ken�dilerinden evvel gelenlerin ruh hakkındaki bir çok fikrini tekrar ele aldılar ise de buna dair nazariyeyi daha genişlettiler ve es�ki fiziyolojiye hakikî bir tesir icra eylediler. Bunlara göre, nefis ve beden birleşikliği, madde ve kuvvet birleşikliğinin bir kü çük kısmından ibarettir. Her şey cismanidir ve asıl ateşten çık�mıştır, ve bir gün ona dönmesi gerekir. Lâkin, kâinatın şimdiki halinde, aslı cevheri derece derece söndüren gevşeklik yüzün�den, aktif âkil, illet ayırması yapılabilir. Bu da, Aristo Mezhe�binde olduğu gibi, madde ile suretin aslında birbirinden başka ve ezelden beri birbirlerile bağlantısı olan birer mebde olmala rı mânâsına gelmez. Madde, ateşten gelmedir. Suret de cisma nîdir. O, ruhun aynı (objesi), tutuşmuş sâni (yapıcı) bir nefha dır (soluk, üfürük). Suret cismanî olunca, bunun madde ile bir�leşmesi tabiî ve fizik bir imtizaç (uyuşup kaynaşma) dan başka bir şey olamaz. Bir cismin kendine mahsus keyfiyetleri (nitelik leri), bütün unsurlarında nasıl bulunursa, bir cismin cüzülerine diğer bir cismin tıpkı böylece hulül (girme) dahi edebileceğini, Plütark'm tabirince, bir cismin diğer bir cisme mahal olabilme- RUH NAZAHÎYESI lU'/ sini lleriaden bir İngiliz ilâhiyaiçısıdır. ingiltcıc'de aynı isimde iki ayrı yerde doğduğu iddia edilmi.şdir. Müellifin burada atıfta bulundu�ğu eseri: «In Magistrunı Sententiarum Proenmiıım» adlı eseridir. (1) Ferd kelimesi üzerinde bir az durmak icap ediyor. Lügat manası, tek, yalnız olan şey, çift olmayan, eşi bulunmayan demektir. Bu bakımdan Cenab-ı Hakkın isimle�rinden (Esmai Hüsna) biridir. Aslında, ondan başka hiç bir şeyin ferd olmaması lâ�zım "gelir. Yukarıda geçen muhtelif yerlerde (ferd) kelimesi küllinin karjıhğında kullanılmaktadır. Cüzü kelimesinden ayrı bir manası vardır. Onun için cüzüferd de�nilmiştir. Yani her cüzün ferd olmadığı anlaşılıyor. 206 METALİB - MEZAHIB lir, ki Dunskot buna (İlk Birinci Derecede Madde) adım vermiş�tir. (De Rer. prlnc., 8,9). Ondördüncü asır başlarında, Kelâmiye yahut Îsmîye (Nomi�nalizm) Mezhebine revaç (itibar, geçerlik) veren (Okkam), ne�bati nefsin, hassas nefsin ve natıka (mantıkh) nefsin birleştiril�melerini kabul etmez. Hassas nefis imtidatlı (boyutlu) dır, cis�min bütün kısımlarına girer ve onunla cismani olarak birleşir. Nâtıka (mantıkla konuşan = âkile) ise başka bir nefis ve ayrıl ması mümkün bir cevherdir, cisimle ve cismin cüzülerinin her birile tamamı tamamına birleşir. [...«CaZmosun insan ve hayvan ruhuna dair nazariyesi (Dört hilt ve mizaçlar) nazariyesi (2) ile birleşerek Orta Çağda Aristo psikolojisi ile pek çok kaynaştı. Melanhton (Melanchthon) un dahi psikolojisinde aldığı bu nazariyeye göre (Dört aslî hilt) evvelâ midede sonra kara�ciğerde imal olunur (uzvî ikinci madde); hiltlerin en asîli olan kan, kalpte vukua gelen üçüncü bir imal ile hayatın ruhu olur (esprit vital); nihayet beyinin oyukları tasfiye olunarak hayvani ruh (esprit anima�liste) olur. (Dördüncü ve son çıkış). Bu nazariyenin bu kadar derin kök salması, ihtimal ki, hissedileni hissin üstündekine bağlamanın za�yıf akıllılara daha kolay görünmesindendir.»...] (Lange - Maddeciliğin Tarihi. Tr. fr. 1. P. 219). Melanhton'un ifadesi ise aşağıdaki gibidir : [...«Calinos, insan nefsi hakkında, - Bu ruhlar ya nefistirler veya nefsin bir altıdırlar - der. Evvelki ifade her halde doğrudur. Bunların parlaklığı güneşin ve bütün yıldızların parlaklığından daha fazladır. Garibi şudur ki, dindar insanlarda, bu ruha ilâhî ruh karışıp; lâhûtî nuru ile, onları daha ziyade parlatır, ta ki Allaha dair bilgileri daha parlak, onunla bağları daha sağlam ve ona doğru hareketleri daha ce.surca olsun. Böyle olmayanlara ge�lince : Onların kalplerini şeytanlar işgal eder, kalp ve beyinle�rindeki ruhlara vesveselerle ıztırap verip hüküm vermelerini en�geller, kin ve gazap doğurur, kalplerini ve sair azalarını gad (2) (Dört hilt ve mizaçlar) nazariyesine göre, insan mî/acuıda : 1 - Kan. 2 - Safra, 3 - Sev�da, 4 - Balgam gibi vücuddaki dört unsurun tesiri vardır. Bunlara (Ahlatı erbaa = Dört ahlat) deniliyordu. Her birine de (hilt) derlerdi. İSKOLASTİKLER 207 darca işlere sevkeder.»...] (Melanchthon - Cites par Lange - Tr. fr. 1. P. 482). (Harvey) in dehasına borçlu olan (kan deveranı) nın keşfi eski fiziyolojiyi altüst etti. (Pnevma - rüzgâr gibi ruh - rûhi ri�hî) nazariyesi bu fiziyolojinin kemer anahtarı gibi idi. Yeni or�taya çıkan bu hakikata karşı mukavemetlerin (direnmelerin se�bebini bu nokta izah eder. Dekart, teşrihe dair kendi müşahede�lerinden ders alarak, kral Birinci Şarf hekiminin fikirlerini ka�bul etti ve sırf mekanik bir fiziyoloji tasavvur eyledi. Calinos Mezhebinden de bazı şeyleri muhafaza etti. Hayvani Ruhlar Na�zariyesi, ilk Yunan hekimlerinden beri mevcut olan eski Rûhu Rîhî (rüzgâr gibi ruh) nazariyesinin son şekli diye düşünülebiln-. Kan, hem şiryanlarda (kırmızı kan damarları) hem de veridler�de (siyah kan damarları) doludur. Lâkin, kanın en ince kısım�ları kalpte imal olunup durmaksızın beyine doğru çıkarlar ve ne�fis ile bedenin karşılıklı tesirlerini izaha hizmet ederler. DESCARTES (DEKART ) : İMTİDAT (BOYUT) İLE İDRÂKİN KARŞI KARŞIYA GELMESİ; NEFİS İLE BEDENİ N BİRLEŞMELERİ VE KARŞILIKLI TESİRLERİ Dekarta göre, maddenin künhü imtidat (boyut) dır. Çünkü, cisimde en açık ve belirgin mânâmız, imtidat mânâsından iba rettir. Bu olmasa, biz maddeyi tasavvur edemeyiz. (Principes - 2, 4). Canlı cisimler acâip bir makinedir. Hayvan, hissiz ve irâ desiz, irâdesi olmadan hareket eden (otomat) (') bir kukladır. Dekart, Ervâhiye (Animizm) mezhebine (2) karşıdır. [...«Garizî hararetimizin (vücudumuzun normal harareti) ve kal�bimizin bütün hareketlerinin nefisten ileri geldiği sanılmış ise de mü�nasebeti yoktur. Diri bir insanın bedenile ölü bir insanın bedeni ara�smdaki fark, bir cep saatinin veya diğer bir otomatın, kurulu olduğu ve işlemesi için lüzumlu bütün âletlerin, kurulmasına gaye olan ha�reketlerin cismanî mebdeini hâiz bulunduğu zaman ile, durduğu ve hareket mebdeinin aksadığı zaman, gösterdiği fark gibidir...] (Pmsi�ons, A. 5, 6).n Demek ki, beden tam ve mükemmel bir şeydir. Kendi zoru ik; hareket eden bir makinedir ki; çarklarının dışarıdan itilmeye ih�tiyacı yoktur. İnsan da, cisim olması bakımından, hayvan gibi (1) Otomat kelimesinin dilimizde karşılığını bularnıyorLim. Bu da «spontane» gibi kendi�liğinden hareket eden demek ise de, «spontane» de mebdein rûhî ve «otomat» da cismanî ve mekanik olması şarttır. Bu bakımdan, otomata «kendi kendini zorla�yan = kaasır bizatihi» demek belki mümkün olacak. Buna (insiyakı = içgüdüsel) de deniliyor. (2) (Animizm) her şeyde ruh bulunduğuna kaail olan bir mezheptir ki, dinler tarihinde kullanılan terimlerdendir. NEFİS İLE BEDEN 209 bir otomattır. Buraya kadar, kâinatta her şey mekanik olarak izah olunur. Lâkin, insan ile büsbütün yeni bir şey zuhur ediyor ki o da idrâk, yani tasavvur veya taakkul (akıl erdirme) dir. Ci�sim ile idrâk arasında hiç bir iştirâk şekh yoktur, birbirlerine benzetilemez. O halde, bu iki zıt cevher arasındaki irtibatı ve birleşikliği nasıl tasavvur etmeli? Dekart, nefis ile bedenin birleşmesini Metafizik bir faraziye (varsayım) ile izaha kalkışmaz; onu bir vâkıa olarak kabul ve tesbit eder. Metafizik, bizdeki idrâk mefhumunu aydınlatır, ma�tematik de imtidat (boyut) mefhumumuzu belli eder. Nefis ile bedenin birliğini bilmek için «Yaşamak ve düşünceden sakınmak lâzım gelir.» (Lettres â la prine. Elis ed. Cousin, t, IX, p. 123 - 129). «Cismanî olmayan bir ruhun cismi harekete getirebildiğini ne bir istidlâl (delille netice çıkarmak), ne de diğer şeylerden çıkarılan bir benzetme bize öğretemez ise de, biz yine bunda şüpheye düşebiliriz. Pek sağlam ve pek apaçık tecrübelerimiz, her gün bize bunu belli ola�rak bildirmektedir. Ancak, bunun kendiliğinden bilinen şeylerden biri olduğuna, ve her ne zaman diğer şeylerle izâh etmek istersek, işi anla�şılmaz hale getireceğimize iyi dikkat etmek lâzım gelir.». {A^ni eser - T. 9. P. 161). Demek ki, nefis ile bedenin birleşmesi böyledir. Bunu iyi an~ lamak için, ne idrâk ne de imtidat mefhumlarından yürümeli, ha�yatın kendisinden, (açlık, susuzluk, elem ilâ.) gibi mefhumlar�dan yürümelidir. Bu birleşme pek sıkı bir birleşmedir. Dekart, «Beden nefis ile cevher olarak birleşmiştir» demeğe kadar varır . (Repaux des obj.) Bedenden ruhun ayrı görülmesi, bütün beden�den, kolun ayrı görünmesi gibidir. Yani, onun gibi ondan ayrıla�bilir ve külden cüzüdür. [...«Natıka (mantıkh) nefsi buna göre tasvir ettim. Ve, onun madde kuvvetinden hiç bir şekilde çıkarılamıyacağını, bilhassa yara�tılmış olması gerektiğini, insan bedeninde duruşunun, gemisindeki kap�tan gibi olmasmın kâfi gelmediğini, bizim gibi hislere ve şehvetlere mâlik olmak için, beden ile pek sıkı bir irtibata ve birleşmeye ihtiyacı bulunduğunu gösterdim...] (Dekart - Metafizik nutuklar - Kısım 5) F./14 210 METALİB - MEZAHIB [...Tabiat, elem, açlık, susuzluk gibi hislerle bana anlatıyor ki, ben be�denimde, gemisindeki kaptan gibi durmuyorum. Belki, ona sımsıkı bağ�landıktan sonra, ayrıca, öyle karışıyor ve kaynaşıyorum ki, onunla an�cak bir tek kül halinde oluşuyorum. Çünkü, böyle olmasa idi, ben, id�râk sahibi bir şeyden ibâret olduğum halde, bedenim yaralandığı za�man, bundan dolayı bir elem duymazdım, o yarayı, bir kaptanın ge�misinde dikkatle bakınca gördüğü gedik gibi, ilimle idrâk ederdim.» (Dekart - 6 Meditations). Nefis İle beden böyle birleşmiş olunca, bunların birbirlerine karşılıklı tesirleri nasıl olur? Nefis, bütün bedene bağlı ise de (Küçük Gudde - La petite glande) de hususî yeri vardır. En faz�la hususî olan vazifelerini burada yapar. Kalpte imal edilen hay�vani ruhlar durmadan buraya doğru çıkarlar. [...«Nefsin başlıca bulunduğu yer olan (Küçük Gudde = La petite glande) bu ruhları ihtiva eden oyukların aralarında asılı olup, eşyada duyulan çoğalma nisbetinde, birden fazla şekilde, onlarla harekete getirilebildiği gibi, nefis üe de öylece, bir çok tarzda, harekete getirilebilir. Bunda ne kadar çok intibâ olursa, nefis, onları alabilecek tabiattadır. Yani, Küçük Guddeye ne ka�dar çok hareket vâsıl olursa, nefsin de o kadar çok görmesi olur. Beden makinesi öyle tertip olunmuştur ki, sırf bu Küçük Gud�denin, gerek nefis ve gerek diğer mümkün bir sebep ile, bir çok surette, hareket eylemesinden, civarında bulunan ruhları beyinin mesâmelerine doğru iter ve sinirler vasıtasile adalelere ulaştı�rarak bu yoldan azâyı har?kete getirir.»...] (Dekart - Passions - d.. 54). Demek oluyor ki, Dekart, nefsin doğrudan doğruya bedene tesir edebildiğini kabul ediyor. Şüphesiz bu, bedenlerdeki hare�ketlerin miktarını çoğaltıp azaltmıyacak ise de, hayvani ruhla�rın hareket istikametlerini değiştirebilecek ve onların oluşunu, yalnız irâde ile, başka şekle koyabilecektir. Bununla beraber, De�kart, kendine rağmen, kabul ettiği ikiliği ile, (Muadde İlletler = Evvelden kararlaştırılmış sebepler) veya (Ezelî Ahenk = Mu�kadder Vifâk = Harmonie preetablie) nazariyesine doğru yu�varlanmış gibidir. Nasıl oluyor da nefis, Dekart'ın Küçük Gud- NEFİS İLE BEDEN 211 desine ulaşabilen bir çok hareket kadar görmeler (şuhudu) hâiz olabiliyor? Hâiz olabiliyor, çünkü, bu hareketler, tabiat tarafından, nef�se hissettirilmek için yaptırılmıştn\ Bunlar ona hissetmek vesi�lesi vermiş oluyorlar. (Diyopetrik - T. S, S. 54 - 100). Sırf bundan dolayı, ruhlar o mesamelere giriyorlar da Küçük Guddede bir hususî hareket vukua getiriyorlar. Bu hareket, nefse bu infiâli (edilgiyi) hissettirmek için tabiat tarafından kurulmuştur. (Pas�sions, a. 36). Dekart, nefsin beden üzerine tesirini izah için de bir nevi Okkaziyonalizm (Idâdiye) mezhebine varıyor. Nefis, daima ken�disi ve mânâları üzerinde tesir icra ederek, beden üzerinde te�sirli oluyor. [...«infiallerimiz (edilgilerimiz), doğrudan doğruya irâdemizle, ne vukua getirilebilir ne de önlenebilir. Lâkin, sahip olmak istediğimiz in�fiallere ayrılıkları alışılmış olan şeyleri, bir surete sokularak vasıta ile, yapabilir...] (Passions. A. S. 45) Bir Guddenin her hareketi, hayatı�mızın başından beri, bir idrâkimize tabiatile bağlı görünürse de, bazan bu hareket başka şeye de, alışkanhkla bağlanabilir (Ayni eser - A. 50). Nefsimizle bedenimiz arasmda öyle bir bağlılık vardır ki, cismanî bir işi bir kere bir tasavvura bağlarsak, bu ikisinden birisi bizde hazır olunca, hemen öbürü de olur...] (Ayni eser. A. 136) MÂLBRANŞ (MALBRANCHE ) CEVHERLERİ N MÜNÂSEBETLERİ MUADD E İLLETLER (OKKAZÎYONALİZM ) NAZARİYESİ (O Nefis ile bedenin birleşmesi meselesinde, Mal branş, Dekart'- tan ayrılır. Bu iki cevherin doğrudan doğruya birbirlerine tesir�lerini kabul etmez, yanlız hâdiselerinde bir alâka, bir tenâzur (bakışma = simetri) kabul eder. Kendisinin, nefis ile bedenin birleşmesi hakkındaki nazariyesi, cevherlerin münasebetleri hak�kındaki külli nazariyenin neticelerinden olduğu için, ancak bu nazariye ile birlikte anlaşılır. Eğer, tabiatta hakikî kudretler bu�lunduğu kabul edilirse ve faraza [...«Güneşin her şeye hareket ve hayat verdiği zannedilirse» şirki kabul etmek ve bu nimet ve�rici ve kahredici kuvvetlere tapmak gerekecektir...] (Malbrance - Recherche de la verite - 1, 6, 2 kısım, 3 c). [...«Hakikî illet ancak birdir. Çünkü, hakkın ilâhı birdir. Ta�biat ve eşyanın her birindeki kuvvet, Allahm irâdesinden ibaret�tir. Tabiî illetlerin hiç biri hakikî illet değildir, hepsi evvelden takdir edilmiş illetler (vesileler) olup tabiatı yaratanın şu veya bu hususta, şu veya bu tarzda tesir yapmasına vesile demek�tir»...] (Takdir edilmiş illetler - Okkaziyonalizm nazariyesi) - (Malbranş - Ayni eser). Nebatları dürten güneş değil, ziya ve güneş vesilesile Allah- (1) fslânı âlimleri, eşyanın hakikî illetinin Cenabı Hak olduğunda birleştikleri için, fey�lezof olanlar, meydana gelen illetlerin (Takdir edilmiş = Madde) illetler olduğuna, Mutekellimin ise, normal illet ve şartlar olduğuna kaail olmuşlar, Mutasavvıflar, yalnız evvelden takdir edilmiş illetleri kabul etmişlerdir. Malbranş gibi. MUADDE İLLETLER 213 tır. Ziya, nebatların büyüyüp gelişmesile neticelenen bütün hare�ketleri, umumî kanunlara uyarak, evvelden hazırlayan ve belli eden bir mebde demektir. Mahlûkların (yaratıkların) aczine karşı küllî bir burhan (is�bat edici delil) ortaya atılabilir. «J3fr cismin diğer hir cismi harekete getirebilmesinde tenâkuz (çe�lişki) vardır. Hatta derim ki, sizin sandalyenizi harekete getirebilme�nizde tenâkuz vardır. İş bu kadarla da kalmaz. Meleklerin ve Allaha yakın olanların toplanıp bir yaprağı harekete getirebilmelerinde te�nâkuz vardır. Zira, ne kadar büyük tasavvur edilirse edilsin, hiç bir kudret, Allahın kudretini geçemez, ve hatta ona müsavi olamaz. Hal�buki, Allahm, istemediği, irâdesile halkedip koymadığı bir yerde, o sandalyamn bulunmasını irâde etmesi tenâkuz olur. O halde, hiç bir kudret, o sandalyeyi, Allahm götürmediği bir yere götüremez, Allahm tutmadığı bir yerde tutamaz. Şâyet, bunları yapabilirse, tesirli olan ilâhî fiil ile tesiri olmayan mahlûkların fiilini birbirine uydurmakla ya�pabilir. (7 e Ent. met. % 15). Bir satıh (düzey) üzerinde harekete bir küre (yuvarlak) den daha elverişli bir şey olamaz. Halbuki, hayal edi�lebilecek ne kadar kudret varsa, hepsi bir araya gelseler, Allah işe ka�rışmadıkça o küreyi yerinden oynatamazlar. Zira, Cenabı Hak bu kü�reyi (A) noktasında veya diğer bir noktada yaratmak veya muhafaza etmek murad ettiği ve onun da bir mekânda bulunması gerekli bulun�duğu müddetçe, hiç bir kudret, o küreyi, yerinden kımıldatamaz. De�mek ki, bir cismi harekete getiren kuvvet, ilâhî irâdenin tesiridir...] Bu umumî kanunlar bütün yaratıklara tatbik edilebilir. İm�tidadm (boyutun) mânâsını tahlil ediniz, onda hiç bir harekete getirici kuvvet mânâsı bulamazsınız. Hareket halinde bir top diğer bir topa çarparak onu harekete getirdiği zaman, birinci�nin hareketi vesilesile ikincinin hareketini meydana getiren Al�lahü Teâlâdır. En asil olan ruhlar da, böylece kuvvetsizdirler. Allah aydmlatmadıkça, hiç_ bir şey bilemezler. Allah tadil (doğ�rultma) etmedikçe hiç bir şey hissedemezler. Allah onları Müşte�rek Hayıra, yani kendine doğru harekete getirmedikçe, hiç bir şeyi irâde eyleyemezler. Birbirlerine uymayan iki cevher olan ruh ve bedenin, birbirlerine tesir yapamayacakları artık önçe�liklç sâbit olur, 214 METALİB - MEZAHIB Kendi kendine, ne beden ruh ile, ne de ruh beden ile birleşe�bilir. Bunların arasında hiç bir rabıta yoktur (Morale - Kısım 1 - Fasıl 10). îmtıdatlı (boyutlu) ve tamamen pasif olan bir cismin, başka mahiyette ve kendisinden sonsuz derecede yüksek bir var�lığa, bir ruha, kendi kudretile, tesir edemeyeceği apaçıktır. (Ent. 4, § 11). Hatta, siz kendi kolunuzu oynatmağa, yerinizi, vaziyeti�nizi ve görüntünüzü değiştirmeğe, hasılı kâinâtta küçük bir hal değişikliği yapmağa muktedir değilsiniz. (Ent. met., 13). Şu halde, her an, tecrübenin bize telkin etmekte olduğu, o nefis ve beden birleşmesini nasıl izah etmeli? Bu hususta bir fa�raziyemiz kalmıştır ki o da (Muadde = Takdir edilmiş, önceden hazırlanmış) İlletler Nazariyesidir. Bedenin şu hareketi. Cenabı Allahın nefiste şu tasavvur ve şu hissi meydana getirmesine se�bep olur ve, karşılıklı olarak, şu tasavvur dahi. Cenabı Allahın bedende şu hareketi meydana getirmesini davet eder. O haldeki, hepsini yapan Allah, fâil yalnız Allah olur. [...«Madem ki beynimizin hareketlerile filân ve filân his ara�sında bir alâka ve rabıta bulunabileceğini açıkça göremiyorsu�nuz, o halde, bu iki varlıkta aslâ tesadüf edilemeyen bir kudrete müracaat lüzumu kendiliğinden ortaya çıkar...] (4 Ent., met., § ). [...Bu suretle belli olur ki, nefis ile bedenin birleşmesinde, baş kalaşmayan ilâhî kazanın (ezelden takdir edilenin vukua gel�mesi - Decret divin) tesirinden başka bir rabıta yoktur. Bu te�sir de, eserinden zaten belli değildir...] (Ayni eser)) [...Hayvan ruhlarını harekete getiren yalnız Allahtır. Bunları beyinden si�nirlere, sinirlerden adalelere geçirmesini bilen, azâmızın hare�ketlerine lâzım olan şeyleri bilen ve yapabilen yine ancak Allah�tır. Beyinimizde belli izler, belli titremeler bulununca, benim de belli hislerini, belli heyecanlarım bulunmasını Allah murat et�miştir. Hâsıh, ruh ile bedenin görünüşteki vasıflarının ve arıza�larının birbirine karşı olmasını ve uygun olmasını (simetrik) Ce�nabı Hak murad etmiştir ve etmektedir. îşte bizi meydana geti�ren iki parçanın tabiî irtibatları ve birleşmeleri budur...] (7 Ent., met., § 13). SPİNOZA (ÎSPINOZA) CEVHER BİRLİĞ I İMTİDAT VE İDRÂKİN BİRBİRİNE MÜVAZÎ OLARAK GELİŞMELERİNİ İZÂH EDER. Dekart'm ikiciliği (senâiyet), nefis ile bedenin cevher ola�rak birleşmelerini zorlaştırıyordu. Bundan dolayı, Maibranş gibi, İspinoza da Dekart'tan ayrılır. [...«Sorarım, nefis ile bedenin birleşmesinden ne anlıyor? Bir kısım imtidat (boyut) ile sımsıkı birleşmiş bir tasavvurdan ne gibi iyice açık ve belirgin bir mânâ edinilebilir? Kendi felse�fesinde nefis ile beden arasındaki fark o kadar esaslıdır ki, ge�rek bu birleşmeyi ve gerek nefsin kendisine, belli bir illet gös�termeyip, kâinâtın illetine, yani Allaha müracaata mecbur oluyor idi. Bir de, ruh bu küçük Guddeye ne dereceye kadar hareket ve�rebilir ve onu ne derece kuvvetle askıda tutar? Bunu da bilmek isterdim. îrâde ile hareket arasında madem ki hiç bir alâka yok�tur, o halde ruhun kuvvetleri ile bedenin kuvvetleri arasında, hiç bir bakımdan, iştirâk yok demektir. Bu yüzden, birinin kuvvet�leri diğerinin kuvvetlerile belli edilemez.»...] (Ahlâk - Kısım 5 - Mukaddime). Maibranş, nefis ile beden arasındaki birleşmeyi sırf görü�nürde bir birleşmeye irca ediyor ve bunda hakikî olarak ne var�sa hepsini Allaha ve ilâhî irâdenin tesirine atfediyordu. Lâkin, o da, Del^art gibi, insanî nefisten başka nefis kabul etmiyordu. İspinoza ise, idrâk ve imtidadın, yalnız insanda birleştiği iddiası ile kalmayıp, ilâhî idrâk ve imtidadın da her mevcutta birleş�tiğine kaail oluyordu. 216 METALİB - MEZAHIB [...«Mevcut, ancak bir cevher olursa, tek varlığın sıfatları ve mü�teaddit hadleri arasında alâka ve münasebetin bulunması zarurî olur. Şu halde, ilâhî imtidadın (boyutun) arazlarından (bir cevherle mey�dana gelen keyfiyetler) her birine ilâhî idrâkin arazlarından birinin alâkası bulunmak lâzım gelir. Mânâların sıralanması ve birbirine ka�tılması, eşyanın sıraya girip birbirine katılması demektir»...] (İspino�za - Etik 2,7). [...«Müdrik (idrâk eden) ile mümted (boyutlu) cevher bir cevherdir. Bu cevher, bazan sıfatlarından birisi, bazan da diğe�ri altında tasavvur olunur. Yine, bir imtidâdın (boyutun) niteli�ği ile bu niteliğin mânâsı, iki şekilde ifade edilmiş ayni şeyden ibarettir. Meselâ, tabiatta mevcut bir dâire (çember) ile Allah�ta dahi bulunan bir dâire mânâsı (ilmî sûreti), iki muhtelif sı�fat ile ifade edilmiş tek şeyden ibarettir. O halde biz, tabiatı, gerek imtidat ve gerek idrak sıfatları altında ve gerek, mümkün olabilecek diğer sıfatlar altında, tasavvur edelim, daima ayni ni�zamı ve illetlerin birbirine ayni kavuşmasını buluruz...] (İspino�za - Etik -1, maksad). Demek oluyor ki, imtidat ile idrâkin alâkası meselesi, yalnız insan hakkında ortaya konulmuyor. Her cisim, imtidadın bir sı�fatıdır. Ve her imtidat sıfatının bir idrâk sıfatı ile öyle kuvvetli alâkası vardır ki, esasda, ikisi bir şeydir. O halde her cisimde ruh vardır. (Animes)! Denilebilir ki tabiatın bütün ferdleri, derece derece, ruh sâ�hibidirler. Hakikaten, her şeyin Allahta, zorunlu olarak, bir ma�nâsı (ilmî sureti) vardır ve bunun illeti Allahtır. Ayinler (objeler) arasında nasıl fark varsa, mânâlar arasında da, tıpkı onun gibi, fark vardır. Her biri, alâkalı olduğu objenin, diğerinin alâkalı olduğu objeden daha yüksek ve daha büyük bir hakikati ihtivâ etmesi nisbetinde, ötekinden daha yüksek bir hakikati ihtiva eder. Müteaddit tarzda birden harekete veya zorluğa, diğerlerin�den fazla, sâhip olan bir cisim, müteaddit eşyayı birden müşahe�de etmeye hepsinden fazla sâhip olan bir nefis ile birleşmiştir. (Etik. 2 - Cehz de propos) CEVHER BİRLİĞİ 217 Küllî (üniversel) hayat, bütün ilâhî sıfatlarnı birbirine mü�vâzi ve, bir mânâda, birbirini doğrulayan gelişmesi demek oldu�ğu gibi, insan hayatı da, insan cismini biçime koyan imtidat sı�fatlarmm alâkası olan idrâk sıfatlarının birbirine müvâzi inkişaf�larıdır. Zaten, nefis ve beden, cevher bakımından, birbirini doğ�ruladıklarından, bütün hayatları boyunca, birbirile alâkalı ol�maları lâzım gelir. Aralarında, doğrudan doğruya veya karşılık�lı tesir yoktur : Nefis, cismin karışması olmadan, bir takım sü�rekli idrâkler ile gelişir. Rühânî nefis bir otomattır. (Ref. de l'ent. tr. Salsset, p. 309); beden de, nefis karışmadan, bir takım sürekli hareketlerle inkişâf eder; tabloları yapan, ressamın cis�midir, bunda nefsin hiç hissesi yoktur. (Etik 3, chez de la propos 2); lâkin, iki silsile arasında bir müvazîlik, bir zarurî âhenk var�dır. Nefis, kendi bedeninde geçen şeyleri, tam noksan idrâkler ve iltibaslar (birbirine çok benzeyiş) ile ifade eder ve, bedeni vasıtasUe, bütün imtidat âlemi ile bağlantı kurar. Bu fikirleri, aşağıda Laybnlç'te de bulacak isek de, bunların çoğu İspinoza'- ya aittir. f...«Nefis ve beden, bazan idrâk ve bazan da imtidat vasıfları al�tında tasavvur olunan tek şey olunca, bundan şu netice çıkarılır : Ta�biat, bu vasıflardan hangisinin altında mülâhaza edilirse (düşünülür�se) edilsin, eşyanın sıralanması ve birbirini takip etmesi hep birdir. Bununla beraber, bedenimizin işleri ve duyularına ait nizam ile, nef�simizin iş ve duyularına ait nizam, tabiatları bakımından, birbirlerile birlikte bulunurlar. İnsanlar, nefsin irâdesile, bedenin bazan harekete ve bazan da hareketsizliğe uğradığına, ve, nefsin arzusu ile, idrâk ese�ri olan bir çok iş yaptığına kanaat getirdiklerinden, bahsedilen müva�zîlikten şüphe edeceklerdir. Gerçekten, nefsin hiç bir teklif ve zoru olmadan, bedenin, yalnız cismanî tabiat kanunları ile, yapıp yapma�yacaklarını, hiç bir kimse, tecrübe ile öğrenmiş değilse de, hayvanlarda görülen ve bir çok insanın dirayetlerini bile geçen acâiplikler, uyanık halde bile tekrarına cesaret edilemeyecek uyurgezerlik halleri, kâfi de- 218 METALİB - MEZAHIB recede gösteriyor ki, insan bedeni, kendisine bağlı olan.nefis için hay�ret verecek bir çok işleri, yalnız kendi tabiatının kanunlarile yapma�ğa istidatlıdır.» (İspinoza - Etik 3). Hulasa, İspinoza'ya göre, imtidat ile idrâk arasında hiç bir bağlantı yoktur. Fakat, bu iki ilâhi sıfatın gelişmelerinde, değiş meyen bir müvâzüik vardır. Bu iki sıfat arasındaki âhenk, görün�dükleri cevherin birliğinden ileri gelmektedir. LAYBNİÇ (LEİBNİTZ) EZELİ ÂHENK (MUKADDER VÎFÂK) NAZARİYESİ Laybniç (Systeme nouveau de la nature et communications de substances = Yeni tabiat sistemi ve cevherlerin münasebet�leri) adlı eserinde, bize, cevherlerin münasebetleri meselesini düşündüren meselenin, nefsin ve bedenin birleşmesi meselesi ol�duğunu öğretir. [...«Cevherin mahiyetini kararlaştırdıktan sonra, kapıdan girdim sanıyorum. Lâkin, nefsin beden ile birleşmesini düşünmeğe dalınca, bir deryaya düşmüş gibi oldum. Zira, bedenin nefse, ve tersine, nefsin bedene, bir şeyi nasıl ulaştırabildiklerini ve cevherin, yaratılmış baş�ka bir cevher ile nasıl münasebette (tebliğ ve tebelluğda) bulunabil�diğini izah etmek için hiç bir vasıta bulamıyorum.»] (Yukarıdaki eser). Laybniç, bizi, dıştan içeriye, mürekkepten basite, görünürden mevcuda doğru yavaş yavaş götüren ilerici metoduna göre me�selenin hal şeklini göstermektedir. Evvelâ, Dekart Nazariyesi olan, iki mütehâlif (birbirine uymayan) cevher faraziyesinden (varsayımından) hareket edelim. Bu iki cevherin bağlantılarını ve birleşmelerini nasıl tasavvur etmeli? «Birbirlerine gâyet uygun iki çalar saat tasavvur ediniz. Bunda üç ihtimal vardır : Birincisi, saatlerden birinin diğerine tesir nüfuzu. İkincisi, her ikisine de bir adamın bakması. Üçüncüsü de saatlerin kendilerine mahsus doğruluk dereceleri. Şimdi, nefis ve bedeni bu iki çalar saat yerine koyunuz. Bunların bu- 220 METÂLÎB - MEZÂHİB birlerine uygunlukları ve dostlukları da bu üç tarzdan birile olacak�tır. Nüfuzun tesiri yolu bilinen felsefe yoludur. Lâkin, bu iki cevherin birinden diğerine intikal edecek, edebilecek maddî cüzüleri, ne maddi olmayan nevileri ve nitelikleri tasavvur edilemeyeceği için, bu histen vazgeçilmesi lâzım gelecektir. Saatlere bakmak yolu da (Muadde = Ön�ceden takdir edilmiş) İlletler Mesleğidir. Lâkin, bence bu, tabiî ve nor�mal bir şeye, eski makineciyi tekrar getirmeğe benziyor. Halbuki, onun buna müdahalesi, akıl bakımından, tabiatın diğer şeylerinde cereyan eden tarzda olmahdır. O halde, geriye kala kala benim faraziyem, ya�ni önceden kurulmuş âhenk demek olan. (Ezelî Âhenk == Mukadder Vi�fâk - Harmonie preetablie) yolu kalıyor. Bu cevherlerden her biri, baş�langıçtan itibaren, gayet mükemmel ve tam doğrulukla tertip olun�muş bir tarzda vücuda gelmiş ve bunu, kendine mahsus kanunlardan başka bir şeye bağlı olmayarak, yalnız kendi varhğı ile almıştır. Bu�nunla beraber, diğer varlıklar ile de uygun düşmüş, sanki hepsinde karşılıklı bir tesir varmış, veya Allah külli ahenkten daha ilerisine ei�koyuyormuş gibi olmuştur.»...] Laybniç - Systeme nouveau, l, Eda�ircissements). Bu birinci görüşte, beden ile nefis, bu şekilde iki çalar saat gibidirler ki, birbirleri üzerinde asla tesir yapmaksızın, daima aynı vakti gösterirler ve ikisi bir anda çalarlar. Lâkin bu görüş, henüz dıştan ve sathîdir. Bu görünüşlerin se�bebini asıl varlıkta, varlığın tabiatında ve müşterek kanunla�rında aramak lâzım gelir. Ezelî veya evvelden takdir olunmuş Ahenk (Vifâk) nazariyesi, Laybniç'e göre, yalnız bir nefis ve bedenin birleşmesi nazariyesi değil, belki bunun bütün felsefesi demektir desem yerinde olur. Cevherler, basit oldukları için, bir�birlerine dışarıdan tesir edemezler. (Monadlann pencereleri yoktur ki; buradan bir şeyler girsin çıksın). (Monadoloji § 7). Böyle sonsuz dağınık ferdler ile varlığı perişan hale gelmiş gibi görünen bu faraziyede, âlemdeki birliği ve buna biçim veren ahengi nasıl izah etmeli? [...«Buna şöyle demeli : Allah, nefsi veya diğer hakikî Monadı ilk önce yaratırken, her biri kendi kendinden, tam bir inbiâs (gönderil�me) ile doğacak ve bununla beraber kendi dışındakilere de tamamen uygun düşecek bir halde yaratmıştır. İşte, bu cevherlerden her biri, kendi tarzında ve belli bir görüşü takip ederek, bütün kâinâtı doğru olarak temsil ettiğinden, ve bu sırada, nefse mahsus kanunlar saye- EZELÎ ÂHENK 221 sinde, dıştaki eşyanın görüntüleri veya deyimleri, müstakil bir âlem�de imişler ve Allah ile ondan başka varlık yokmuş gibi, nefse ulaştı�ğından dolayı, bu cevherler arasında öyle tam bir uygunluk bulunur ki, başlıca felsefe erbabının kuruntuları gibi, bahsi geçen cevherle�rin, nevilerinin ve niteliklerinin birbirlerine geçmesi yolu ile, birbir�lerile münasebette ve ortaklıkta bulunmaları halinde husule gelecek ese�rin ayni husule gelir.»...] (Systeme nouveau) Bunların hakikî münasebetleri manevi bir tesir ve, eserleri itibarile, hakikî bir tesire benzeyen ve fakat sadece sübjektif olan bir tesirdir. Bu suretle, her Monadın bütün gelişmelerinde mebde, kendisin dedir. Müşâhedeler hep kendinden gelir. Demek ki, Laybniçe göre, her Monad, îspinoza'nın dediği gibi, «ruhanî bir otomattır» (Systeme nouveau), fakat ayni zamanda, fiilleri�nin diğer Monadların bütün fiillerile ahenkli olması önceden ka�rarlaştırılmıştır. Bu bakımdan [...«O, bütün kâinâtın sürekli, can�h bir aynasıdır.»...] (Monadoloji, 36). îşte, nefis ile bedenin birleşmesi meselesinin izahını, yuka�rıda bahsi geçen umumî kanunlarda aramalıyız. [...«Her yaratılmış Monad, her ne kadar kâinatı temsil ederse de, kemal hali olduğu ve bu bakımdan bağlı bulunduğu cismi, daha baş�ka bir surette temsil eder.»...] (Monadoloji § 62.) Nefis ile cismin birleşmesini, daha doğrusu birbirine benze�yip uygunlaşmasını bana, tabiî olarak, bu mebdeler izah etmiş�tir. Nefis, kendi kanunlarına, beden de kendi kanunlarına tâbi�dirler. Bunların buluşmaları ve uyuşmaları ise, bütün cevherle�rin, ayni kâinâtı temsil ettikleri için, aralarında evvelden karar�laştırılmış vifâk ve ahenk sayesindedir.» Laybniç, nefsin bir beden ile daha hususî bir birleşmesi var�dır, dediği zaman, Allahü Teâlâ, bedeni teşkil eden Monadların gelecekteki fiillerini tanzim ederken bu, nefsi, ve bu nefsin fiil^ lerinin cereyanını tanzim ederken de, o bedeni nazara almıştır demek ister. Ve yine, nefis ve bedenin karşılıklı fiillerini iyi an�lamak" için de, hakikî olan tesiri ve tesir almayı hatırlamak lâ�zım gelir, 222 METALİB - MEZAHIB [...«Yaratık, kemâl sahibi olmak bakımmdan, dışma tesir, ve tam kâmil olmadığı için de, diğer birinden alınan tesir demektir. Bu su�retle, Monada, kendini belli eden şuhud (gözlemler) sâhibi olduğu için, fiil vukua getirmek ve karışık şuhudu için de, fiili kabul etmek isnad olunur. Bir mahlûkun diğerinden daha mükemmel olması ise, diğerinde vukua geleni, Limmî (surî mantık yolu ile) metod ile, veya (a priori = Evveliye) ile, düşünmeğe yarayan şeye mâlik olması ile olur. Bundan dolayı, bu, onda tesir yapar, denilir. Lâkin, basit cev�herlerde (1) bir Monadın diğeri üzerinde nufuzu sırf manevîdir. Ese�rinin onda husulü, ancak, Allahın müdahalesi! e olur. Bu müdahale de, şu bakımdandır ki, Cenabı Allah ilk defa eşyayı tanzim ederken, ilâhî manalarda, yani (Allaha ait ilmî suretlerde) bir Monadın diğerlerinin tanziminde de kendisinin nazarı itibara alınmasını hakh olarak iste�yebilir.»...] (Monadoloji, 49, 50, 51). Şu halde, nefis ve bedenin, birleşmeleri gibi tesirleri de, sırf manevîdir. Nefis, bedenin belirgin gözlemlerini hâiz olması ba�kımından, beden nefsin emirlerini yapıyor sayılır. Ve yine, ne�fis dahi, cismanî temayüllerden ileri gelen infiallere (fiili kabu�le) meyilli addedilir. Hulâsa edilmek icap ederse : 1 _ Nefis, bedenin kemali ve ormn üstü olan bir Monaddır. Yani, bedene biçim veren Monadların dağınık olmamasının (ahenkli olmasının) sebebi nefistedir. 2 — Nefis, manevî rabıtası bulunduğu Monadlarda cereyan eden vak'aların sebebi, yani (akıl erdirme şekli), kendisinde bu�lunduğu için, beden üzerinde tesirlidir; beden ve nefsin hal de�ğiştirmelerine akıl erdiren (taakkul) şeyin kendisinde bulunma�sından dolayı, nefis üzerinde tesirlidir. (1) Burada bir lâfzî tenkir (nekre yapmak, umumîleştirmek) için yapıldığından gaflet olunmamahdır. NETİC E DEKART TARAFDARLARINDAN SONRA, ÇALIŞMALAR ASIL DAVANIN REDDİN E YÖNELİYOR Denilebilir ki, Dekart IVlelışı ki, hcce lıarflcri sırası ile bcj nuikalc ve beyitte ağıtı vardır. 9 — Hükümdar Erdeşir'den bahseder. 10 — Danyal sifiridir ki rüyâ tâbirine, öldükten sonra dirilmeğe ve Mahşer ah�valine dairdir. 11 — Üzeyir sifiridir ki bunda da kavmin, Babil lopraklanndan Mukaddes Bey�t'e dönmesi ve beytin yapılışı zikrolunur. (Bahaettin Amûlî - Keşkül - Cüz 3,, sahife 303), 266 METALİB - MEZAHIB 3 — Eflâtun'a göre, âlem ve zaman birlikte olmuştur. Sent Ogüs�ten'e göre de, ^Zamanın, kendisinden doğrudan doğruya yaratılmış olmadığı inkâr edılemezA) 4 — Gerek Eflâtun'a ve gerek Sent Ogüsten'e göre, (ŞER), Ha�yınn bulunmasmdan ibarettir. Her yerde, Hayırm yanmda Şer im�kansızlaşır. (Cites du Dieu, 11 Kitap, 22 Bap - 12 Kitap - 4 Bap). İşte, Hıristiyanlık Felsefesile Eflâtun Felsefesinin müşterek oldukları meb�deler bunlardır. Şimdi de, her ikisinin birbirinden ayrıldıkları mebdeleri gö�relim : 1 — Hîç yoktan yaratılma : Yunan Felsefesinin esasında, âlem, evvelâ, kendi kendine varolmuş olarak düşünülmüştü. Yu�nan feylezofları, ilk önceleri, bunun maddi mebdeini, suda, hava�da ve ateşte araştırmışlar, daha sonra harekete getiren mebde (Kaos ve aşk) belirli olmuş, daha sonra da suret veren mebde (Sani), Anaksagor'un (Nus) u belirtilmişti. Nus, yani akıl meb�dei, Sokrat ve Eflâtun tarafından, adım adım maddeden koparıl�mış ve Aristo ile de maddeden büsbütün ayırt edilmişti. Lâkin mebde, suret veren (Sani) mebdee bağh kalmakta devam edi�yordu. Ne var ki bu mebde pek az gerçek idi. Artık, kâinatın pa�sif mebdei, Kaos (2) veya cisim halindeki bütün cevherlerin tam bir karışımı veya külçesi olmayıp, siniri olmayan, ve vasıfları be�lirsiz bir arı kuvveden (Heyûlâdan) ibaret kalmış, hatta Eflâtun buna (Lâvücud = Vücudu olmayan) demişti. Eflâtun, bunu, ba zan da uzay, yani boşluk ile karıştırır gibi olurdu. Yaratmak il�kesine gelebilmek için, bu izafî Lâvücudu mutlak Lâvücud hali�ne getirmek ve bu suretle, büsbütün kaldın vermekten başka ya- (2) Kaos kelimesinin, karanlık ve gece mânâsına geldiği yukarıda geçmişti. Bu mezhe�bin. İlâhlar Mezîhebi, ve tek Karışım Mezhebinin de Tabiatcılar Mezhebi olduğunu Aristo söylemişti. Halbuki, bu (Karanlık) Nazariyesi, temsilî olduğu için, her şekilde tefsir ve izah edilebilirse de, bundan bilhassa anlaşılan (Yokluk) dur. Her varlıkta bir parlak görünüş ve bir aydınlık mutlaka bulunur. Tam bir karanhk yokluk de�mektir. Şu halde, âlem karanlıktan çıktı demek, âlem yokluktan çıktı demektir. An�cak, bunda iki mânâ bulunabilir. Biri, kendi kendine çıkmak, diğeri de bir başkası tarafmdan çıkarılmaktır. Yunan efsâneleri, birinci hale aid gibi görünüyor. Fakat, çıkışın (aşk) sayesinde olması kaydile de, ikinci hali hatırlatıyor. Şüphe yok ki, birin�ci hal, yani karanlıktan kendi kendine çıkmak, muhâldir. Çünkü, meydana gelmek, meydana getirensiz olmaz. İkinci hal ise, bütün semâvi dinlerin mezhebidir. Hiç YOKTAN YARATILMA 267 pılacak bir şey kalmıyordu. O halde, Eflâtun'un ilâhı, bir suret veren (Sâni'), bir mimardır. Hıristiyanlığın ilâhı ise yaratıcısı�dır. (3). Sent Ogüsten şöyle der : «Şu göğü ve şu dünyayı nasıl yaptınız? Bu, bir cismi yapmak için diğer cismi kullanan insanm sanatı gibi değildir. Göğü ve dünyayı yapmak için bir maddeniz yok idi ki, onu kullanmış olmanız ihtimali bulunsun. Zaten, henüz bir şey yapmamış olduğunuz için, o maddeyi nereden bulacaktınız? O vaziyette hiç bir yer yok idi, yalnız siz var�dınız. Lâkin «eşya olsun» dediniz, eşya var oldu. Bu eşyayı kelâmmız�la yaptınız. II (Confessions 5, 10). Yine Sent Ogüsten der ki : [...«Şu etten gözlerin alışkanlıklarına mukavemet edelim. Bun�lar bize, sanat erbabının, daima, hazır bir madde kullandıklarını gös�terir dururlar. Ya, Allah, âlemi yapan değildir demeli, yahut eşyayı yoktan var ettiğini itiraf etmelidir. Çünkü, Allah, bunların yaratıcısı olmazsa, ne kadar kudretli olursa olsun, hiç bir şey yapamaz, hiç bir şey yapmış olmaz. İnsanı çamurdan yapmış ise, çamurun çıktığı top�rağı da yapmıştır. Bazı hususta (özlü eserlerde) «âlemi görünmez ve suretlendirmez bir maddeden yapdınız» diye yazılmış ise de, bu mad�deyi, ezelde Allah ile birlikte mevcud zannetmemelidir. O madde, her ne halde olursa olsun, hepsini, tam kudret sahibi olan Allahtan al�mıştır. Âlem, bir maddeden yapılmış ise, o maddenin kendisi de hiç yoktan var edilmiştir..»...] (Lâtince eserleri «Fidee simiyulu ve libe�ru nus, fasıl 2») Felsefî cereyan belki böyledir amma, vukua gelmekte olan cereyânm böyle olduğu belli değildir. Asıl dinler, birliklerini daima korumuşlardır. Bâtıl dinler ve efsâne dinleri ise, indirilmiş dinin aslından sapıtmalarıdır. Gelmiş geçmiş semavî dinlerin hepsi, Allah'ı, hem Tek hem de Yaratıcı olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Yarat�ma Nazariyesi, gerçekte o kadar eski demektir. Hıristiyanlık da, Halk Nazariyesini, fdsefenin bu akışından değil, mukaddes kitaplardan, ilâhî vahiyden almıştır. Tev�rat'ın (Allah, gökleri altı günde yarattı) ayeti bile, bu hususta yeterlidir. Gün, han�gi ölçü ile ölçülürse ölçülsün, yaratma yaratmadır. Ancak, şuna işaret etmek lâzım gelir ki, Hıristiyanlığın sonraki telâkkileri bakımından, bu Yaratma Nazariyesi dik�katle tartışmağa değer. Çünkü, Hıristiyanlık, (Baba) ve Oğul görüşünü kabul etmek�tedir." Bu ise. Yaratma hakkında verilen izahları (Doğurtma) kaidesine bağlayarak tevil etmek demek olur. Bundan dolayı, Hıristiyanlığın ilâhî Tek İlâh olmadığı gibi tam Yaratıcı da olmamif oluyor. Yaratma prensipi, bugünkü dinler arasında, yalnız Islâmda kesin olarak bulunmaktadır, 268 METALİB - MEZAHIB Allah âlemi yoktan yaratmış ve, araya giren başka faktörler bulunmadan, doğrudan doğruya kendisi yaratmıştır. Bu noktada, Sent Ogüsten, Eflâtun'dan ayrılır. Çünkü, Eflâtun, (Time) de, âlemi, Allah Taâlânın idaresi altında, ikinci derecedeki ilâhlar vasıtasile halk ettirmişti. Güya, işe kendisinin elsürmesi Allaha lâyık değilmiş. İlâhların. iTCtel^rm hay^'M^ yaratmaları ise, çiftçilerin hububatı ve ağaçları yaratmalarından fazla değildir. (Cîvîtat Del • 12, 13). Sonra, Allah âlemi halk etmiş ise, bu yarat�tıklarına ihtiyacı olduğu için değil, sırf lütüf ve keremi ile ya�ratmıştır. Çünkü, yaratmadan önce, Allahm hiç bir noksanı yok idi. Yaratma sırasında da onun hakikatına hiç bir şey ilâve olun�mamıştır. «îhtiyacınızdan dolayı değil, yalnız fazıl ve kereminizle yaptığı�nız şu eşya mevcud olmasa idi, hayırlı olmanızdan ne eksilirdi? Ken�diniz kemâl sahibi olduğunuz için, onların noksanına râzı olamazsınız da onlan kemâllendirmek istersiniz. Bu da, sizin rızânıza uygun düş�tüğü içindir. Yoksa, kendinizde noksan bulunduğu ve onların kemâl�leri ile tekemmül etmek ihtiyacında olduğunuz için değil.» (Sent Ogüs�ten - Confessions - 4, 12). Bu halk akidesinde bazı mühim zorluklar da görülmektedir : Allah, ezelî ve lâyetegayyer (başkalaşmaz) olduğundan, onun fii�linin de ezelî ve lâyetegayyer olması lâzım gelir. Bu da, halkın (yaratmanın) bütün ezel boyunca mevcud olmasını gerektirir. Halbuki, yaratışın ezelî olması, yaratma mefhumunun (kavra�mının) kendisile çahşmıyor mu? Sonra, zaman içinde yaratma�da, Allahta, bir âlemin yaratılmamasına dair daha önce mevcud bir irâde, bir de âlemin yaratılması hakkında daha sonraki bir irâde gibi iki irâde bulunmasını icap ettirmez mi? Yine, yarat�ma, hudud olmayan zamanlar içinde bir zamana, diğerlerinden daha fazla hususiyet niçin tanınsın? Bir de, yaratmadan önce Allah ne yapıyordu? diye düşünülebilir. Sent Ogüsten, bütün bu zor meselelere, (Zamanın yaratılışı) meselesile, güzel bir buluş ve kestirme cevap üe, hal yolu aramıştır. Şöyle ki : C^) (4) Burada, aşağıdaki şekilde, bazı mütalâalar beyan etmeğe lüzum gördüm. Çünkü, bu meselenin ortaya konulurunda ve hallinde, İslâmiyet aynî şekilde ve belki de, yuka�rıdaki işaretim veçhile, daha ziyade alâkalıdır. Yukarıda zikredilen sualler ve buna Hiç YOKTAN YARATILMA 269 [...«Allahın, yeri ve göğü zamanın başında yaptığına inanırız. Bu�nunla beraber, şunu da bilmemiz lâzım gelir ki, zaman başlamadan önce, zaman diye bir şey yok idi. O halde bir zaman var idi ki Allah bu zamanda henüz bir şey yapmamış idi diyemeyiz. Çünkü, zamanı dair zorluklar Kelâm (İslâm Felsefesi) kitaplarında ve tefsirlerde bahis konusu ol�muştur. SentogUsten'in nakledilen cevabmjn hayli kestirme bir cevap olduğunda şüp�he yoktur. İslâm ülemasmdan bu şekilde düşünenler çoktur. Meselâ, Fahrettin Râasi, tefsirinde, bir çok defa bunu söyler. Bundan dolayı da, kelâm kitaplarında. Takad�düm ve Teahhür (daha evvel ve daha sonra gelme) kısımları hakkında bir balıis de açılmıştır. Lâkin, Sentogüsten'in cevabı, bahsedilen zorluklarm hepsini halletmez. Çünkü, mahlûkların umûmî itibarile, birinci ve ikinci suallere cevap teşkil etse bile, her birindeki halk (yaratış) bakımından, ne derecede bir cevap alacağı üzerinde du�rulacak bir meseledir. Bu yönden, üçüncü suale hiç cevap vermiş olmaz. Çünkü, Ef�lâtun, OgUsten'den evvelki bir zaman niçin yaratılmış, o önce gelen zamanın son�raki Zamana göre ne hususiyeti var? denilirse, Sent Ogiisten'in yaratılmasından ev�vel zaman yoktu ki bu sual sorulabilsin denemez. Bir de, zaman hareketin kendisi değil, hareketten aimmış bir tecrid (soyutlama), başka tabirle, bir kuruntu işidir. Hatta, zaman, hareket ile değil, o tecridi yapabilen ruhun varlığı ile başlar deme�nin daha uygun olacağı söylenebilir. Lâkin, zaman tasavvuru bir kere hâsıl olup da mukayese başladıktan sonra, bu mukayese, îabii olarak, geçmişe ve geleceğe doğru uzayıp gider. Ben zamanı tasavvur ettiğim andan itibaren, mebdee doğru, geriye dönük bir zihin hareketi yapabiliyorum. Geçmişi tasavvuruma işte bu zihni hareke�tim kâfi geliyor. Şimdi benim gibi, kırk senelik bir mahlûk, kendisinden binlerce se�ne evvel gelen vakaları tasavvur edip düsünebilirsc, âlemin bütün ruhları, âlemden daha önce olan bir .şeyi niçin tasavvur edemesin? Eğer bu tasavvur veya tevehhüm (kuruntu) mümkün olmasa idi, (Yoktan var etme) Nazariyesi, tasavvur edilemez ol�duğu gibi, (Yaratıcı) nazariyesi de tasavvur edilemezdi. Âlem, yoktan yaratılmıştır demek, yokluk, âlemin varlığından daha evvel vardır demek değil midir? O halde, zamanm âlem ile birlikte yaratılması bu zorluklara nasıl cevap teşkil eder? Mesele�nin bize göre arzettiği bu ehemmiyete binaen, aşağıdaki cevaplarımızı hülâsa olarak, kaydetmeği münasip gördüm: Birinci suâl: Allah'ın ezelî olmasından onun fiilinin ve yaradılışının da ezelî olması lâzım gelmez mi ? Cevap: 1 — Lâzım gelir. Fakat yaratılanın ezelî olması lâzım gelmez. Yaratılış ezelî ve ânî olmakla beraber, mahlûk başkası tarafından meydana getirilebilir ve zaman içinde yaratılabilir. Çünkü, ezelî yaradılış, mahlûkun zamanla ilgisi şartile vukua gelmiş olur. Halk mefhumu ile çelişen, halkın ezelî olması değil, mahlûkun ezelî olmasıdır. 2 — Lâzım gelmez. Çünkü, Allah'ın varlığı, kendisi ve sıfatları ezelî iseler de, onun eseri demek olan fiil ezelî olmayabilir. Çünkü ,hâriçteki fiilin ifâde ettiği ta�gayyür (başkalaşma), Allah'ın kendisinde ve sıfatlarında değil, yapılan işte ve yara�tılanda olur. Bu hârici fiilin bağlı bulunduğu şart olan irâde fiili ise, ezelde yapıl�mış olur. Bu suretle, Allah, öncesi bilinmeyen ve lâyetegayyer (başkalaşmaz) olduğu halde, kendisinde bir başkalaşma ifâde etmeyen yaratma fiili, yarattığı ile birlikte meydana gelebilir. 270 • METÂLİB - MEZÂHİB yaratan da Allah olunca, Allah henüz zamanı yapmadan bir zaman nasıl mevcud olabilir? Madem ki zamanın varlığı, yer ve gök ile başla�mış, o halde, Allahın henüz yer ve gökü yaratmamış olduğu bir zaman bulunamaz. Allahın ezelî olması gibi, zamanlar da ezelî olamaz. (Jene�zi Kontramanikus - 1, 2). Birinci cevabın hulâsası: Yaratma fiilînin öncesi bilinmez. Lâkin, yaratılan bel�li bir zamanda sonradan meydana gelmiştir. İkinci cevabın hulâsası : Fiilin mebdeiin öncesi bilinmeyebilir. Fakat, o fiilin taalluk ettiği şey hâdis (bir sebeple sonradan meyda�na gelmiş) olabilir. Çünkü, Allahm fiilleri, tabiî değil iradîdir. İkinci suâl : iki irâde lâzım gelmez mi? Cevap : Gelmez. Çünkü, adem (yokluk) asıl irâdeye muhtaç değildir. İrâdeye muhtaç olan, yoktan var edilen ile var iken yok edilen�dir. Mümkün olan şeylerin ancak var olmaları, var eden bir se�bebe bağlıdır. Yoklukları için, bir sebebin bulunmaması kâfidir. Bundan dolayı, var etme irâdesinin onlara taalluk etmemesi, yoklukları için yeterlidir. .Sonra, Cenabı Allah, «filân şey filân zamanda vücuda gelsin, o zamana kadar da yoklukta kalsm» diye ezelde bir irâde yapsa, yine irâdenin birden fazla olması lâzım gelmez, irâdelerin tearuzu (birbirine zıt olması) hiç lâzım gelmez. Üçüncü suâl : Yaratılanın zamanlardan birine tahsisi neden? Cevap : Bu tahsis, ezelî irâde ve inâyetin böyle taalluk etmesinden, ya- • ni, bazılarının varlığını diğer bazıları için normal bir şart ola�rak takdir etmiş olmasındandır. Bu sual, Allah'ın fiilinin zaru�rî olarak vukua geldiğine, kaail olan Mezhebe sorulmalıdır. Ce�nabı Hakkın tam bir irâde ve serbestlik ile hareket ettiğine kaa�il olan din erbabına asla sorulamaz. Dördüncü suâl; Allah âlemi 3'aratmadan önce ne yapıyordu? İşte Sent Ogüstcn (Zamanın yaratılması) meseiesile asıl buna cevap vermiş oluyor. Âlemden evvel zaman yok ki, orada Allah'ın ne yaptığı sorul�sun diyor. Eğer âlemden evvelki zamanda Allah ne yapıyordu denilse, bu cevap kâfi gelebilirdi. Lâkin, âlem ezelde yok idi. Ezelde yalnız Allah var idi ve başka bir şey yok idi, diyorsunuz. O halde, o bahsettiğiniz ezelde Allah ne yapıyordu? denilirse, yukarıdaki cevabın kâfi gelmeyeceği aşikârdır. Onun için biz, buna başka bir cevap bulmak mecburiyetindeyiz. Cevap Bir şey yapmıyordu desek ne lâzım gelir? Demişler ki, Sâniin hareketsiz hale gelmesi lâzım gelir. Bu iddia bâtıldır. Fakat, Sâ�niin çalışmayı durdurması tabiri üç raanây.ı gelir: Birincisi, kâinatı sâni'siz addetmek, yani ilk illeti inkâr etmek mânâsınadır ki, buna (Muattila) Mezhebi yani Ateizm TESLİS 271 [...«Görülmezini ki, hareketleri bir defada ve bir anda vâki olma�yıp, uzun veya kısa fasılalarla birbirini takip eden yaratıklar bulun�masa idi, zaman da bulunmazdı. îşte zamanı bunlar kaaim yaparlar, (ayakta tutarlar). Böyle olunca, âlemden evvel geçmiş bir zaman bu�denilir ki bâtıldır. Çünkü, hâdis (bir illetle meydana gelen, Muh�dissiz (onu meydana getirensiz) olamaz. Halbuki bahsimizde- bu mânânm yeri yoktur. Çünkü, biz, sâni onun eseri olan âlem�lerin hepsinden evvel henüz bir şey yapmıyordu, diyoruz. Yoksa Sâniijı kendisini (hâşâ) inkâr etmiyoru2. tkinci mânâsı, Sânii Sâni olduğu için, hareketsiz ve fiilsiz saymaktır, bu da, tenakuz (çelişki) olduğundan, muhâldir. Burada bu da yoktur. Üçüncüsü, Sâniin kei)di-.ini, eserini vermeden evvel aktif say�maktır. Eger, bu .Sâııiijı saruit eseri ve fiili ve zarurî ise. bu da rnuhâldir. I.âkin onun irâdesine ve isteğine bağlı ise, Sâniin ken�disini, esefinden önce fâil olmayıp ve fakat fiile kudreti olan farzelmek hiç l)ir muhali gerekiirmez. îşte, âleme ısa/aran ezelde Allah böyle idi, yani henüz bir şey yapmıyordu, demekte ne akıl ne de nakil bakımından mahzur vardır, sadece zaruret vardır denilebilir. Denilebilir ki, akıl bakımından muhâl olmasın. Lâkin, Kuranı Azimüşşanda (külle yevmin hüve fişşein) âyet-i kerimesi�ne ters düşemeyecek mi? Buna cevap olarak da denilir ki, bu âyet (ye\nı Oiin) lâfzı karinesile, zamanların, yani âlemlerin yaratdmasından itibaren Allahm hâdiseler ve yapışlar içinde ol�duğunu gösterir. Bu bakımdan, Peygamberimizin hadisi şerifi olan (Kanellahü ve lemyekün maahu, şey'ün) yani (Allah vardı ve onunla birlikte hiç bir şey yoktu) hikmetine ters de değildir. De,mek ki, Allahü Teâlâ ezelde (leyse fi je'nin iz lâ şeln) yani (Şein olmadığı için AHah da şeinde değildir) Bununla beraber, bu cevabı müşkülü ortadan kaldırırsa da, Allah'ın kerem ve rah�metini, bir an için olsun, durdurmağı gerektirdiği için, o kadar makbul değildir. Üçüncü mânâsı: Allahü Teâlâ, âlem vücuda gelmeden evvel, ezelî inâyetini yani, âlemi takdir, halk ve icad fiilini yapmakta idi. Başka tabirle (Kün = Ol) emrini veriyordu. İşte, âlemin ya�ratılması bunu takip etti. Bunun için halk (yaratış) ezelî, mah�lûk (yaratık) zaman içinde oldu. Ve bu yaratış ve icad rtediyete kadar devam edecektir. Bu suretle, Allahü Teâlâ ezelde ve ebed�deıde (Fişein) dir. Ben, zamanın âlemle birlikte meydana geldiği�ni kabul etmekle beraber, âlem ve zamana böyle bir ezelî lemha�mn (parıltının) tekaddüm (daha önce gelme) etmesini zarurî bu�lurum, ve bu cevabı ilk cevaba tercih ederim. Eger, böyle ezelî bir lemha tasavvur etmezsem, Allah ile beraber başka bir şeyin ezelî olduğuna hükmetmem icap edecek ve o şey Allah'ın mah�lûku olamayacaktır. Bundan dolayı, İslâm feylezofiarmm (Hu�dusi zâti = Kendiliğinden meydana gelme) nazariyesini kabul 272 METALİB - MEZAHIB lunamaz. Çünkü, hareketleri zaman ölçüsü yapılabilecek bir mahlûk yok idi. Demek ki, hareket âlem ile birlikte yaratıldığmi^an, âlem de zaman ile beraber yaratılmıştır. (Civitate Dei -6-11). 2 —- Hıristiyanlığın İlâhiyât Felsefesine mahsus olan ikinci umde (ilke) Teslis umdesidir : edemiyoruz. Yani,, bütün âlemin zaman içinde imtidadı (boyu�tu) Allah'm ezeliliği ve ebedililiğine müsâvidir, diyemiyoruz. Zi�ra, bu nazariyeye göre, Allah'tan başk.ı ezeli olanlar vardır am�ma bunlarm vücudu yine Allahm vücudunun zarurîiiğine, tesi�rine bağlıdır demek lâzım geliyor ki, bu, bizce tenakuzdur. Yu�karıda, Eflâtun'un «Zamaa, ezeliliğin ha^ıalidir» demesi, zaman içinde imtidat, Allah'ın öncesi bilinmezliğine ve bakasına (ölüm�süzlüğüne) müsâvidir ve ona benzer demek olur ki, Sent Ogüs�ten de ayni mebdei kabul etmiş olduğu için, (Yoktan var etme) mebdeini, dindarlığının tesirile kabul ve tatbike çalışmış oluyor. Bu takdirde, yokluktan maksad, zamanın yokluğu ve tatbike ça�lışmış oluyor. Bu takdirde, yokluktan maksad, zamanın yokluğu değil zatın yokluğu oluyor. Yani, âlem, nefsinde mümkün idi. Varlığı zarurî olan Allaha dayanarak ezelden beri mevcud eski bir varlıktır demiş oluyor. Halbuki, bu mânâ, onun bazı beyan�larına ters düştükten başka, (Yaratıcı = İlâh) nazariyesine de aykırıdır. Çünkü, zatın yokluğu, yaratık olmakta kâfi gelirse. Eflâtunun ilâhını da, Sânilikten başka (Yaratıcı = Hâlık) yap�mış olur. Münasebet gelmiş iken, burada âlemin hudûîu (meydana gelmesi) hakkmdaki fikirlerimi de bir az izah edeyim: İslâm Mütekellimlerine göre, âlem, akıl bakımından ve di�nin bildirdiği gibi. meydana getirilmiş ve yaratılmıştır. Evvelce yok idi. Semavi kitaplar böyle dediği gibi, Kur'an baştan başa (Halâka küUe şeyin = Her şeyi halk etti) âystleri ile doludur. Bu hususta çok hadis de vardır. (EzcüD^e Kânallahii ve leınyekün maahu şeyün) hadisi (Al�lalı var idi ve beraberinde başka bir şey yok idi) demiştir. Bizim anlayışımıza göre, âlem kelimesi, akla gelince, hariçte değişmez bir müşahhas (somut) mânâ ifade etmez. Âlem, bütün mahlûk�ların ve müşahhasların mecmuu demektir. Hâdiselerin ve müşah�hasların toplumu ise, Batlamiyus ve diğer astronomların zannet�tikleri gibi, atlas bir felekle çevrilmiş konkre (somut) bir v&rhk değildir. Âlem, bunların bir yekûnu demektir ki bu yekûn, on�daki kısımların yenilenmesi ve hal değiştirmesi ile daima tahav�vül eder. Âlem mütegayyir (başkalaşan, bozulan) dır, dediğimiz işte budur. Bu parçalar ve müşahhaslar (somut) içinde öncesi bi�İmmeyen, yani Allah'a müvazi hiç bir varlık yoktur. Ben, sen ve bütün insanlar, birer birer nasıl meydana gelmiş isek ve ya�ratılmış isek, yekûnumuz da öyledir. Hayvanlar ve nebatlar da TESLİS 273 Teslis (Üçleme), (Allahı üç unsurdan oluşmuş sayma) in bir sır ve muamma olduğunda ve bilhassa imân bahislerinde bu su�retle anlatıldığmda şüphe yoksa da, kilise mensupları ve hatta böyledir, madenler ve diğer cansızlar da böyledir. Yine, dünya da sonradan meydana getirilmiş ve yaratılmıştır. Diğer geze�genler ve onların peykleri (uyduları) da böyle ve merkezleri olan güneş de böyledir. Aralarında büyüklük ve küçüklük farkları, ömürlerinde fark var ise de, her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile mahdut olup, değişir, yıkılır, tekrar yapılırlar. Bun�lar, adet bakımından, ister sonu olan, ister sonu olmayan olsun�lar, her birinin ömrü mahduttur, zamanın bir parçasını işgal eder�ler. Şu halde, insaf edilsin, bunlardan birine veya hepsinin mec�muuna, öncesi bilinmez, ezelidir nasıl denilebilir? Bu sebeple, bunların içinde, ezelden beri Allah ile birlikte bulunagelmiş, ön�cesi bilinmeyen bir mevcut yoktur. Batlamiyus astronomisinde zannettikleri gibi. Dokuz Felek veya bunlardan biri gibi, öteden beri mevcud, yanmaz ve onulmaz müşahhas bir varlık yoktur ki âlem, bu bakımdan olsun, öncesi bilinemeyecek kadar eski ve ezelîdir diyebilelim. Bu mahlûklar ve hâdiseler, böyle hal�den hale girip-birbirini takip ederlerken, üç zamanın (geçmiş, hal, gelecek) bütün parçalarındaki hâdiselerin hepsi birden, gerçek�leşmiş bir yekûn da teşkil edemezler ki bununla Allah arasında�ki münasebeti arayalım. Bu münasebeti ararsak, mücerred şe�kilde (soyut) bulacağımız, tasarlanmış bir kül olarak arayaca�ğız ki, bu kül (tüm) ancak zihinde bulunmuş olacak ve tabia�tile mahlûklar ve hâdiseler yekûnu olan bu kül, yalnız zihinde mevcud olup ortada mevcud olmamakla beraber, ona, zihnimize de meydana gelmiş ve yaratılmış demek mecburiyeti zuhur ede�cek ve nihayet, bu zihindeki kül, Allah'ın bilgisinde bulunduğu düşünülürse, vücudda değil Allah'ın ilminde, öncesi bilinemeye�cek kadar eski olabilecektir. Lâkin harici ve objektif varlık ba�kımından hepsi yaratılarak meydana gelmiş olan bu şeylerin mecmuunu, onları yaratmış olan Allahü Teâlâ'nm karşısında düşündüğümüz zaman, öncesi bilinmez ve ezelî olan Allahü Teâlâ, bunlardan zaten daha evvel mevcud olacağı gibi, mev�hum ve itiban zaman bakımından da daha evvel mevcud bulu�nacaktır. Zihindeki bu kül, ezelden beri Allaha muvazi olarak, bilfiil hâriçte bulunur demek tenakuz olacaktır. Müşahhaslar, ferd olarak değil, nevi olarak, önceleri bilinmeyecek derecede eskidirler denilecek olursa, bu da doğru olmaz Nevi, nevi oldu�ğu için küllidir. Küllflik ise bir tecrid (soyutlama) dır. V e bu�nun için, dış âlemde değil, Allah'ın ilminde eskiden beri bulu�nabilir. Dış âlemde ancak ferdlerine göre tahakkuk edebilir. Ferdlerin mecmuu ise hâdistir (bir sebeple meydana gelmiştir). Şimdi, burada hâdiselerin, bir silsile halinde, birbirini ko�F./18 274 METALİB - MEZAHIB Sent Ogüsten'in kendisi, aklı bu esrar bulaşmış düğüme ısındır�mak için, Metafizix ve Felsefî bir çok fikirler ileri ,sürmüşlerdir. Meselâ Senî Ogüsten, Teslisin hayalini bütün yaratıklarda ve bil�hassa insamn nefsinde bulur. yalaması var. Bir de mebde ve birlik noktası olan Allah'ın kendine ait ölümsüzlüğü var ki, bahsi geçen mesele bu ikisinin mukayesesi demektir. Bu silsile sonsuzdur diyelim. Mütenâhi (sonu olan) ise, meselenin halli daha basiticşir. tşte, zamanın ash, bu silsilenin birbirini kovalaması ile yerinden kopanidığı için, onun kendisine ait bir şeydir. Allah'ın sürekliliğine ve ölümsüzlüğüne (devam ve beka) gelince: Bunda, birbirini kova�lamak yoktur, çünkü başkalajma yoktur. Bu mutlak Tektir. An�cak, zihnin tecrid kabiliyeti, bunda da bir nevi imtidad (boyut) var sanır. Fakat, bu yersiz zan, aslından ayırıp koparmak su�retile değil, zaman silsilesine kıyasla, bir nevi sırf itibar (doğru saymak) olarak kuruntuya kapılmaktır. Düşünülen iki boyuttan biri, aralıksız devamdan ve yeniliklerin yekûnundan ahndığı hal�de, diğeri, aslında Tek olduğu için, aralarında bir benzeyiş ve ayni cinsten oluş yoktur. Aralarında cins birliği ve benzeyiş bu�lunmayan iki şey arasmda ise, vâhidi kiyasi (birim) bulunmaya^ cağından, kıyas v e benzetme yapılamaz . Biz , bu kıyaslamayı ya�parsak, ancak bu bakımdan yapabiliriz. Bir başlangıcı bulunma�sı gereken sürekli hâdiseler zincirinin, zuhurundan ve vukuun�dan itibaren, yokluktan varolmaya doğru vukua gelen bir nevi hareketten başlayarak tasavvur ettiğimiz, zaman içindeki boyu�tun, o andan itibaren, muvazisi bulunan ilâhî bekada (ölümsüz�lükte) dahi, bir nevi bojoıt hayal ederiz. Ve bu muvazllik, bizim için, varlığı farzedilen bir birim gibi olur. Bu varsayım sayesin�dedir ki, Allah'ın, kendi yarattıklarından önce mevcud olduğu�nu düşündüğümüz gibi, âlemin yok halinin varolduğu halinden önce geldiğini, zaman bakımından tasavvur ederiz de, yaratılış�tan evvel âlem yok idi ve Allah var idi diyebiliriz. Halbuki, ön�ce gelmenin, zaman zincirinden evvel geçmiş kısmına gelince, burada zaman muvazîliği bulunmadığından, varlığı farzedilen bi�rim de artık kesintiye uğrar. Burada hiç bir boyut tahayyül edemeyiz. Bununla beraber, zaman zincirine bütün âlemi ithal ettiğimizi, bir an için, unutmuş görünerek, burada da başka âlemler yaratılmış bulunduğunu farzedersek, o ezel kısa zama�nının bu farzediİKi ikinci boyutu, yine, bu silsilelerin hepsinden geniş olmalıdır. Lâkin, bütün âlem ve zaman silsilesini çıkardık�tan sonra tasavvur ettiğimiz ilâhî varlıkta, artık bir mebde bu�lamayız. Farzedilmiş olan zaman ölçüsü tasavvuru atıldıktan sonra, geçmiş ezel dediğimiz şeyi, bir an gibi düşünmekten baş�ka çaremiz kalmaz. Bundan dolayı, aslında ezel, mutlak Tek ve mutlak an demek olduğu halde, bu mutlakm akında yayılıp kal�dığını gördüğümüz zaman içindeki boyutun, farzedilen kıyasla�lamanın boyut Kissesîni çıkardıktan sonra kalan ezel hissesi, yine TESLİS 275 «Allahın eseri olan yaratıkların hepsi, bir birlik, bir suret, bir ni�zam göstermektedirler. Gerçekten, cisimlerde tabiat, nefislerde ruh mutlak birliğini korur. Bu soyutlamaları milyarlarca defa tek�rar etsek, netice yine aynı olur. Zira, bunların hepsinde, hâdis (dıştan bir sebeple sonradan meydana gelen) ile kadîmi (öncesi bilinemeyecek kadar eski), Yaratan ile Yaratılanı mukayese et�mekten başka bir şey yapmıyoruz. Demek ki, iki sonsuzluk zin�ciri tasavvur ediyoruz ki biri, hakikaten süreklilikten ibaret ve bir başlangıcı var, diğeri, hakikatte mutlak Tek olduğu halde, üzerinde hayal edilmiş bir zincirleme varsajalıyor. Bununla be�raber, bu zincirlemenin başlangıcı kesilmemiştir. Şimdi, bu iki silsilenin boyutları müsâvi değil mi? Müsâvi olmadıklan apaçık bilinir. Fakat, sonsuz olan iki şey, birbirinden daha fazla veya daha noksan olabilir mi? Sonsuzlar arasında fark, bizim İslâm Felsefesinde ve kelâm ilminde kabul edilmiştir. Laybniç zama�nından beri de, umûmî felsefede ve matematikte kabul edilmek�tedir. Biz deriz ki, Allah'ın bildikleri sonsuzdur. Allah'ın takdir ettikleri de sonsuzdur. Halbuki, bunlardan birincisi ikincisinden fazladır. Çünkü, Allah'ın ilmi, imkânsız olanlarla bile ilgilidir. Ne var ki, imkânsız olanlarla kudret ilgilenmez. Meselâ, Allah'a bir ortak veya ona benzeyen birini yaratmaya kudret taâlluk et�mez. Halbuki, Allah, kendini bildiği için, bu imkânsız olanlan da bilir. Sonsuzların birbirinden çok veya az olmalan, acaba yine sonsuz mudur, yoksa bir sonu var mıdır? İkisi de müm�kündür. Ancak, bu sonsuzlar, birbirine iyice uyabildikleri tak�dirde, aradaki farkın sonu olamaz. Çünkü, tatbik delili gereğin�ce, birinin sonu olması lâzım gelir. Bizim meselemizde ise, iki sonsuzun birbirine tam olarak uyması imkânsızdır. Onun için, birinin diğerinden farkı, birden ibaret olabilir de, ezel zincirinin zaman zincirinden fazlalık veya noksanlığı, bir tek göz açıp ka�pamadır denilebilir. Fakat, zamanın ezelden çıkarılması (tarihi) esas itibarile, sonsuzun Tek olandan çıkarılması demektir. Bu Tek, mutlak Tek ise, çıkarma mümkün değildir. Zira, mutlak Tekin cüzüleri, kesirleri yoktur. Bunun için, Allah ile âlem ara�smda bu gibi bir kıyaslama yapmak doğrudan doğruya olamaz. Biz, bu zaman ve âlem kıyaslamasında, kendisi mutlak Bir olan Allah'ı değil, zaman zincirine göre varsaydığımız (Bir) i muka�yese etmiş oluyoruz. Hâsılı dıştan bir sebeple meydana gelme âlemi, zaman ile meydana gelir. Allah Yaratıcıdır, âlemden ev�veldir. Bundan maada, Allah âlemin sonudur da. Çünkü, hep�sinin başlangıcı olduğu gibi gâyesidir de. Bununla beraber. Alla�hü Teâlâ muvâzi ve mukarindir de (Bir yere kadar yaklaşmış�tır.) Zira o, zâhirdir ve batındır ve her şeye yakmdır. (Vehüve bikülli şeyin muhît) Hakkın kesin, değişmez hükmüdür. Hâşiyeyi bir az uzattım. Buraya, Islâmdan nakledilenin hepsini yazmak icap ederken, onlan hülâsa etmek için, yalnız esaslara işaret ettim. Bu arada, şahsıma aid hayli mütalâa ilâve eyledim. Tevfik Allah'tan. 334 METALİB - MEZAHIB gibi, her yaratığın bir nevi birliği vardır. Bundan başka, her yaratık bir suret ile, meselâ cisimler bir takım niteliklerle, nefisler ilim ve sa�nat ile nitelenirler. Hepsi, nihayet bir nizam ararlar, veya gözetirler. Meselâ, cisimlerin ağırlıkları, nefislerin sevgileri ve sevinçleri olduğu görülür. Hiç bir tabiat, hiç bir cevher yoktur ki, kendilerinde, ilk ön�ce, şu üç şeye tesadüf edilmesin : 1 — Var olmak, 2 — Filân veya şey olmak, 3 — Bulunduğu halde hayli müddet durabilmek. Bunlar�dan birincisinde, o şeyin tabiatının, kendisinin illeti olduğu ve ondan çıktığı görülür. İkincisi, her şeyin kendisi ile bulunduğu ve şekillen�me sebebi olan surettir. Üçüncüsü de zamandır ki, her şey bunun si�nesindedir. îşte, varolmak (Baba) dan, suret (Oğul) dan ve devam da (Ruhülkudüs) den gelir.» (5). Bu üç keyfiyet nefiste diğer bir suretle tecelli eder. Lâkin, bu da asıl Teslis değil onun hayali ve misâlidir. «İsterdim ki, insanlar nefislerinde şu üç şeyi düşünsünler. Gerçi (5) Teslisin esasen bir sır ve muammadan ibaret bulunduğunu ve buna dâir açıklamala�nn sırf aklı buna yaklaştırmak için yapıldığını söylemekle beraber. Teslis bilmecesi�nin akıl ve felsefe ile münasebeti olmayacağım kabul etmiş oluyorlarsa da, yapılan açıklamalarm, aklı buna yatkın hale getirmek değil, ondan uzaklaştırmak ve ürküt< mek neticesini verdiğini itiraf etmek de lâzımgelecektir .Zira, kabul edelim ki, her şeyde vücûd, sûret ve devamlıhk diye bir timsal (simge) ve Teslis (Üçleme) hayali var. Bunlar, yani vücud, suret ve devamlılık, asıl Hıristiyanlığın Teslisi olmayıp on�ların eserleri, yani vücud Babanın, suret oğlunun ve devamlılık da Ruhülkudüsün eseri oluyor. Demek ki, Hıristiyanlığın ilâhi, Baba - Oğul - Ruhulkudüs denilen üç kişiden kurulu bir ilâh âilesi oluyor. Sonra, yukarıda zikrolunduğu gibi, bu üç kişi birbirine müsâvi ve her biri müstakil bir varlık ve her biri bir şeye delâlet eden ola�rak somutlaştırıldıkları için, üçü birlikte bir tek müstakil varlık (Zat) olamamak ve nihayet, bir Üçler Meclisi halinde biraraya gelebilmeleri icap ederken, böyle olmu�yor da, yine üçü, bir tek varlık olabiliyor. Her biri bir ilâh ve üçü birden yine bir ilâh sayılabiliyor. Hâsılı, ortada, üçü basit ve biri bunlardan oluşmuş dört somut ilâh bulunduğuna inandıyor da, buna rağmen Allah'ın birliğinden bahsediliyor. Şim�di, bu anlaşılmaz şeyi akla yakın yapabilmek için, her birinin âlemde bir eseri bu�lunduğu ve cümle ve cümlesinin bir tek şey teşkil ettiği iddia edilebiliyor. Halbuki, gösterilen misallerde, üç, zata mahsus, sıfatı hâiz olan bir tek asıl varlıktan başka bir şey yoktur. Bu sıfatlar, belki daha fazla da gösterilebilir. Eğer Teslis, üç zata mahsus sıfatı olan bir tek Zat diye izah edilse idi, mühim ve makûl olur ve îslâ�mın esaslanna da aykırı düşmeyebilirdi. Sonra, eserlerinden ibaret olduğu söyleni�len biri olan tsa Aleyhisselâm Sureti, (Oğul) diye. Teslisin ekanimi (rükünleri) ara�sına giriyor. Kendisi hâdis (dıştan bir sebeple sonradan meydana getirilrnij) iken, ilâh sayılıyor ve üç Uknum den biri oluyor. Demek ki, Hazreti Mesih'in zuhuruna kadar üç ilâh tam değilmiş. Yalnız (Baba) olan ilâh varmış. Uknumun ilâhlığı, (Oğul) olan Hazreti Mesih ile tekemmül etmiş. Bunlar, artık ne sırdır, ne de muammadır, ne de akla yakın hale getirilebilirler. Bunlar, bâtıl oldukları için, aklın şüphe etme�yeceği tenakuzlardır. TESLİS 277 bu üç şey Teslisten çok farklıdırlar. Lâkin bu farkı da duyurur ve an�latırlar. Bu üç şey şunlardır : 1 — Vücud, 2 — îlim, 3 — îrâde. Şüp�hesiz ben mevcudum, vücud ve irâdeyi bilirim. Aynı şekilde vücudu ve ilmi arzu da ederim işte, ben bu üç şeyde bölünmez bir hayat ve objektif bir hayat objektif bir nefis mahiyet, hâsılı dağınık olmayan bir seçkinlik göstermek isterdim.» (Confessions). (6) Orta Çağ Ilâhiyât Felsefesi, işte bu şekilde, yukarıda Eflâ�tun ve Aristo Mezheplerinde beyan olunan unsurlar ile, bilhassa Sent Ogüsten tarafından meydana konulan unsurlardan teşekkül etmiştir. Şimdi biz, Ilâhiyât bahislerinde câri olan örf ve tertip usulüne göre bunu ikiye bölüp birincisine : (Allahın varlığı de�lilleri) bahsi, ikincisine de. Îlâhî hakikat) bahsi adlarını verece�ğiz. Ve, bu iki bahsin tarihlerini ayrı ayrı anlatacağız. (6) Yani bu üç şeyin kendilerine aid hakikat birlejik olduğu halde, aralarında, zihin bakımından, birbirinden farklıhk var. O halde, bunlar Teslis değil iseler Tesliste id�dia olunan üç belirgin uknumun (rüknün) birleşmesini anlatırlar. Teslis ile bunla�rın gösterdikleri ilk fark, bunların sıfat, Uknumların işe zat olmasıdır. Lâkin, me�selenin asıl ruhu da burasıdır. Filvâki, böyle üç şeyde değil, yüzlerce şeyde zihnî te�mayüz ve haricî birleşme bulunabilir. Fakat, bu harici birleşme hüviyetteki ve zat�taki birlik sayesindedir. Üç şeyde bir hüviyet, başka tabirle, bir zatta üç sıfat bulu�nabildiği şüphesizdir. Asıl mesele, üç zattan, aynı hüviyette bir zat tasavvurundadır ki, aklen muhal olmak işte buradadır. Görülüyor ki, Hıristiyanlığın husur siyeti «Halk = Yaratma» umdesinde değil bu Teslistedir. Biz, buna karşı, yalnız ki�tabımız Kur'anı Azimüşşanm «Velâtekûlû selâstün intehû hayren leküm» nasihatini tekrar ederiz. «Üçtür demeyiniz. Bundan vazgeçerseniz daha iyi olur» deriz. Haki�katen, bu Teslis yerine Tevhid konulup mebdeler, akıl bakımından isbatlandığı şe�kilde kabul edilirse, o zaman hakikî bir ilâhî akide ve ilmî ve burhanı olan bir din kabul edilmiş olacaktır. İşte, İslâm dininin yaptığı bu olmuştur. Onun için, bu mev�zudaki ilâhiyât Felsefesi bahislerinin hakkile teyidine mazhar olabilecek olan din îslâm dinidir. (tnneddine indelIâM tslâm = Allah indinde din tslâmdır). ORTA ÇAĞDA ALLAH'IN VARLIĞI DELİLLERİ AŞAĞIDAN YUKARIYA YÜKSELME YOLU YUKARIDAN AŞAĞI İNME YOLU LİMMÎ (SÛRİ MANTIK ) BURHANI VEYA SENT ANSELM (SAÎNT ANSELM ) DELİLİ GANİLON (GAUNİLON )'U N İTİRAZLARI : Orta Çağda, Allahm varlığı delilleri iki unvan altında top�lanmış ve iki usule ircâ olunmuştur ki birine (Aşağıdan yukarıya yükselme usulü = Sâid tarik) diğerine de (Yukarıdan aşağıya inme usulü = Nâzıl tarîk) denilir. Birincisinde, âlemde görülen ülvilikten yürüyüp mutlak ülvîyi bulmaktır ki; yan ampirist bir usuldür. İkincisi, Allahm mahiyetini alıp bundan onun varlığını çıkarmaktır ki; bu da sırf aklî nur usuldür. Bu iki delili en yük�sek ve derin surette tasvir eden, meşhur (Sent An sel m dö Kan�torberi) olmuştur. Birincisini Eflâtun'dan almış ise de İkincisini bulan hakikaten kendisidir. Sent Anselm demiş ki : «Adaletli şeyler, adaletin sübûtu ile (sabit olması ile) böyle ol�dukları gibi, hayırlı şeyler de hayrın sâbit olmasile hayırlı olabilirler. Halbuki, eşyanın hayırlı olmasına yardım eden bu hayrın, (Hayrı âlâ) en yüksek hayır olmadığmdan kimse şüphe etmez. O halde, en büyük ve en hayırlı yani bütün varlıkların üstünde bir mevcudun var olma�sı zarurîdir.» (Monolojiyom - Bap 1). Bu fikri. Büyük Alber (Albert le Grand) ve Sen Torna (Salnt SÛRÎ MANTIK 279 Thomas) daha açık olarak ifade etmişlerdir. Alber (Compend, Theologie, verit.) demiştir. Sen Toma, mahlûklarm mertebelerinde ve bunlarm mukaye�sesinde ısrar ile, bu mukayeselerin yapılabilmesi için, vâhidi kı�yası (birim) olacak bir mutlakın gerekliliğini göstermiş ve de�miştir kî : «Eşyada, az çok hayır, az çok hak, az çok asıl olanlar var. Lâkin, bu az veya çok tasdikleri, bunların mutlak olan bir şeye yakınlık ve uzaklıklarına göre ölçülür, ve yapılabilir. O halde, bütün eşyadaki ha�jnr ve kemâlin illeti olan bir mevcudun bulunması lâzım gelir ki, biz ona Allah deriz.» (Saint Thomas - Sommatheologie - 1, 2). (i). Nihayet Aieksandır Döhal şöyle diyordu : «Eğer Âlâ Hayır, Mutlak mevcud olmasa idi, beyaz ve siyah bu�lunabildiği halde, hayrın bulunamaması lâzım gelirdi.» (Summathe�ologie 1, S. 3. A. 9). Bu fikirlerin hepsi Seni Ogüsten vasıtasile Eflâtun'dan gelir. Fakat, bu mey anda, Orta Çağa mahsus diğer bir delil vardır ki (Allahm varhğının lîmmî veya a priori delili) veya (Ontolojik de�lil) diye tanınmıştır. (1) Şurası hatırlatmağa değer ki, üstün sıfatlarda vâhidi kıyasînin (âlâ) olması lâzım değildir. (Edna = pek aşağı) olan da vâhidi kıyası, yani miyân tafdil (üstünlük öl�çüsü) olabilir. V e hata, üstünlükte ölçü, daima pek aşağı v e pek bayağı olandı r de�nilebilir. Meselâ, şu güzeldir, filân daha güzeldir, öteki hepsinden güzeldir dediği�mizde, mukayesenin miyân en aşağı güzel olan birincisidir. Sonra, filân güzel, filân ondan daha aşağı, filân da hepsinden aşağıdır, dediğimizde (âlâ) miyâr yapılmış gi�bi göründüğü halde, yine değildir. Çünkü, miyâr yaptığımız güzel, güzellikte diğer�lerinden (âlâ) oluyor, ise de, mukayesemiz, aşağılık bakımından olduğu için, o gü�zel, aşağıhkta, hepsinden aşağı, yani hayli ülvîliği hâiz demektir. Nihayet, bunlar�daki âlâ ve ednâ mertebeleri mutlak hakikî değil, mutlak nisbî ve itibaridir. Onun için, zikredilen delil mutlak âlâyı isbât edemez, etse etse mutlak ednâyı isbât eder, veya biri ednâ biri âlâ iki mutlak isbat eder. Bundan başka, eşya içinde, yani âlem�de, en güzel ne ise ona Allah deme k lâzım gelir . Bu deliller güyâ «He r noksanı olan bir kâmil şartına bağlıdır» kaidesinin tatbikatı gibi oluyor. Kaide doğru ve zarurî ise de, bu tarz tatbik, üzerinde durulacak bir meseledir. Bu kaideyi evvelâ varlık ba�kımından düşünmeık lâzım gelir. O halde, sonradan meydana getirilmiş (hâdis) mev�cuttan evvel, öncesi bilinmeyecek kadar eski bir mevcud, mümkün mevcuddan ev�vel var olması zorunlu bir mevcudu isbat etmeli de sıfatları ona göre tevzi etmelidir. Yoksa hepsi varlıkları mümkün olan şeylerin en âlâsı da Allah olamaz. Bundan do�layı İslâm felsefesinde, ilk önce, varlığı zarurî olanın isbatı yapılır. 280 METÂLÎB - MEZÂHİB Sent Anselm, kendi adına izafetle anılan, yani (Sent Anselm delili) dahi denilen bu delili bulurken, şöyle düşünmüş : Allahı in�kâr eden (Muattıla) dinsizlerine karşı, Allahın varlığını isbât et�mek için, evvelâ onların da kabul ettikleri bir zemin üzerinde, yani her iki tarafça da hakikat olduğu kabul edilen bir mebde�den hareket etmek icap eder. Bu mebde ise Allah mefhumu ola�bilir. Zira, bunların inkâr ettikleri şey Allah mefhumu değil, Al�lahın varlığıdır. Çünkü, bunlar inkâr ettikleri şeyi tasavvur et�mek mecburiyetindedirler. Bu bakımdan, Allah mefhumu, yani Allahın mahiyeti, müminlerle inkâr edenler arasında birleşilmiş nokta olarak telâkki edilebilir. O halde, doğrudan doğruya bu tasavvurdan, basit düşünce ile, Allahın varlığı neticesi çıkarıla�bilirse, bu hususta zarurî ve hakikî bir delil elde edilmiş olacak�tır. İşte, Sent Anselm bunu kararlaştırdıktan sonra, üzerinde her�kesin birleştiği Allahın mâhiyeti olmak üzere, «Bir mevcud ki; daha büyüğünü tasavvur mümkün değil» kavramını ele alıyor ve bundan aşağıdaki neticeleri çıkarı�yor : (2) [...«Elbette, daha büyüğü tasavvur edilemeyen mevcud, yal�nız zihinde var olmakla kalmaz. Zira, o takdirde, yalnız zihinde değil «gerçekte mevcud olan» diye bir büyük daha tasavvur edil�mesi mümkün olur. Olunca da, vücudsuz tasavvuru mümkün ol�mayan bu büyük, öbüründen, yani vücudsuz tasavvur olunandan (2) Biz, Allah'ı şöyle tarif ederiz: «EzzatUl vâcibiil viicudil müstecmiu licemîis sıfatıl kemâüye» yani «Bütün kemâl sıfatları toplamış ve varlığı zarurî olanın kendisidir» deriz. Buradalci «bütün kemâl sıfatlarını toplamış» kaydı, tavzih eden, açıklayan sı�fat kabilindendir. (Vâcibülvücud = Var olması zarurî) vasfından da bu açıkça anla�şılabilir. Bu bakımdan, bu kayıd, açıklamayı arttırmak içindir. Sent Anselm'in «da�ha büyüğünü tasavvur mümkün değil» kaydı da bu manayı ifade etmek içindir. Fa�kat, onda, (Vâcip = Zarurî) kaydı bulunmadığı için, sıfatın değil, tarifin tavzihidir. Bu suretle yapılan tarifler, birbirlerine hayli yakın sayıhrlarsa da aralarındaki vu�zuh ve kemâl farkını da unutmak lâzımdır. Şimdi, bu mefhum (kavram) üzerine aynı delili kullanabiliriz: Bu varlığı zarurî olan (Vâcibülvücud) hakikaten mevcud olmasa idi, var olma kemâl sıfatını hâiz olmaması gerekirdi. Lâkin, mantık bakı�mından, tâli (sonurtu) bâtıldır. Çünkü, kaziyedeki (önermedeki) mevzuun tasavvu�runa ters düşer. O halde, mukaddem (önerti) de bâtıldır. (Vâcibülvücudun = Var olması zarurî olanın) kendisi, bu itibarla, meveuddur. İşte Sent Anselm delili bu de�mek oluyor ki, bizim tarife göre daha basit bir tariftir. SÛRÎ MANTIK 281 daha büyük olur. O zaman da, evvelki, tarifinin aksine olarak, en büyük diye tasavvur edilmemiş olur.»...] (Prosillijiyom, S. 3). (• ) Bu delil, Orta Çağda dahi pek münazaah (çekişmeli) idi. (Go�nilon) admda bir papaz, bu hususta Sent Ansefm'e karşı bir eser yazmış idi ki, sonradan Gasandi (Gassendi) ve Kant tarafların�dan yapılan tenkidlerin (eleştirmelerin) hepsinin tohumları bu eserde vardır . (Gonllon - Libre pro insipiente.) (••). Evvelâ, bizde Allahın zihnî sureti var mı? Yani. Allah zihin�de mevcud mu? Bunu tetkik ediyor ki delilin kübrâsı (mantık bakımından) dır. (3). Sonra, bizde Allah tasavvuru bulununca, bundan, hakikaten ve aslında, Allahın varlığı lâzım gelir mi? Bu�nu araştırıyor. ( • ) Saint Anselm'in Proslogium sive fides quoerens intellectum adlı eserinin kısaltılmış adıdır. (•• ) Saint Anselm'in fikrine karşı tenkidte bulunan Touraine'de Marmontiers Rahibi olan Gaunilon'un, Liberpre insipiente odversus Anselmi in Prosologio ratiocinatiomen adlı eserin kısaltılmış adıdır. (3) Zikredilen delilin asıl mantıkî ifadesi şu oluyor: Allah: daha büyüğü tasavvur olu�namayan mevcuddur. Daha büyüğü tasavvur olunamayan mevcud, hakikatte mev�cuddur. O halde, Allah hakikatte mevcuddur. B u şekilde birinci mukaddeme, kaziyede (önermede ) kübrâ olursa (mantık tabi�ri), neticelendirme, dördüncü şekilden olur ve o zaman neticenin (bazı mevcud Al - lahtır) olması lâzım gelir. O halde, birinci mukaddimeyi ters çevirmeli ve Allah (mevzuu) nu kaziyede (mahmûl) veya (müsned) yapmalıdır. Bu ise, Sent Anselm'in fikir akışına ters düşer. O halde, Sent Anselm'in burada (kübrâ) dan muradı, istisnaî kıyas şeklinde şart, mukaddimesinin mukaddemi (önertisi) demek oluyor. Zira, bun�lar (Şart Mukaddimesi) ne (Kübrâ) derler. (4) Bu ifade, delilde bir şart mukaddimesi tasavvurunu gösteriyor. Şöyle ki: Allah, daha büyüğü tasavvur edilemez mevcud olarak tasavvur edilmiş ise, kendiliğmden mev�cud olması lâzım gelir. Halbuki, Allah böyle tasavvur edilmiştir. O halde, Allah mev�cuddur. îşte birinci imkânsızlık, bize göre, mukaddemin hakikiliğine, ikinci imkân�sızlık da mülâzemeye (gerekliliğe) karşı yapılmıştır. Bu formülde, batı istilahmca (terimince) Şart Mukaddimesine (Kübra), İstisna Mukaddimesine de (Suğra) denil�diğine göre, yine birinci imkânsızlığın Suğrâya, İkincisinin Kübrâ'ya ait olması lâ�zım gelir. Ancak, kitabın yazan şöyle ifade etmiş: Allah, daha büyüğü tasavvur edi�lemeyen mevcuddur. Böyle olunca, Allah'ın mevcud olması lâzım gelir. O halde, Allah vardır. Hakikaten istidlâlin akışı böyledir. Lâkin, burada, birinci mukaddi�me kübrâ değil, daha önce gelmiş bir istisnaî mukaddimedir. Zira, Allah, kaziye- 282 METALİB - MEZAHIB Birinci nokta üzerinde şöyle bir (Mukassim) kıyas yapıyor : Ya, Allah zihinde, diğer şeyler gibi, hak, bâtıl, şüpheli ihtimalleri içinde vardır, veya Allah, aslında, varhğı tasavvur olunmadan, tasavvur dahi edilemeyecek şekilde zihinde mevcuddur. Birinci halde, kendiliğinden var olduğu hakkında bir netice çıkarılamaz (Çünkü, bu takdirde, onun vücudu da diğer şeyler gibi olur.) Bun�ların ise mevcud olanları da, olmayanları da vardır. îkinci hal�de ise, netice mukaddimeye konulmuş ve sonra (Allah ve onun varhğı) diye birbirinden ayırarak söylenmiş, yani (müsadere alelmatlup) yapılmış olur. Daha sonra, doğruca, delilinin kübrâ kısmını tekrar ele ala�rak, bizde Allahın zihnî sureti bulunmadığına hükmediyor : Zira, diyor, ben, Allah olan şeyin kendini bilemem, benzetme yolu ile bir mefhum da edinemem. Çünkü, onun kendine benzeyen bir şey asla yoktur.» «Hatta, Allah bir lâfızdan ibarettir iddiasına kadar varıyor.» (5). (Literarum soniyum). Delilin kendisine gelince, Gonilon, buna pek bilgili bir ben�zetme ile itiraz ediyor : [...«Hak başka, zihin başkadır. Bu sebeple, benim, daha bü�yüğünü tasavvur edemeyeceğim bir şeyi tasavvur edebileceğim doğru ise de, bu tasavvur ve mefhum halindeki hakikat, henüz deki mevzu netice olduğu için, en büyük değildir. İkinci mukaddime neticeyi ay�nen ihtiva eder. Yalnız büyüklük hududu, en küçüğün tekrar edilmesi ile, kalma�mıştır. Hâsılı, burada Kübrâ denilen şey, şart kaziyesinin mukaddemi, Suğrâ da (Tâli) si oluyor. Zira, mebde fikri o mukaddimedir. (5) Bu söz, pek ziyade kötü tefsire müsâiddir. Bunu, şöyle anlamak lâzım gelir. Allah mefhumu (kavramı) dediğimiz tasavvur. Allahın hakikî mahiyeti değil, lâfız ve isim olarak mahiyeti olan bir mefhumdur. Onun için, biz bununla, Allahın kendisine ait bir şey tasavvur edemeyiz. Ancak, bu ismin lügat manâsını veya bu mananın ken�dine mahsus hususiyetlerini tasavvur ederiz. Hakikî mahiyet (had) müşahedeye veya tecrübeye dayanan zatı tasavvurlardan ibaret bir mefhum demektir. Allah'ta ise böyle olmuyor. Lâfızdaki mahiyet, bir lâfzın tercemesi veya tefsiri demektir, isim�deki mahiyet, bir ismin, vâkide mevcud olduğu henüz bilinmeyen, tecrübe edilmeyen tasavvurdaki müsemmasmı (o ismi alanı) kendi hususiyetlerile tarif demektir ki var�lığı gerçekleşirse hakikî mahiyeti olur .Anka kuşunu tarif, bir isimle mahiyet tayi�nidir. Mantık yolu ile netice ise, hakikî mahiyetinden çıkarılabilir. GONİLON'UN İTİRAZLARI 283 vukua gelmemiştir ve bir ressamm zihnindeki resimden ibaret�tir. Ben, gayet zengin ve güzelliklerle dolu, daha güzeli tasavvur olunamayacak bir ada tasavvur ediyorum. Şimdi, bundan madem ki bahsi geçen ada zihinde mevcuddur, asimda da mevcuddur, çünkü, (kendisinden daha güzelinin tasavvuru mümkün olma�yan) bu ada vâkide mevcud olmasa, daha güzelini, yani zikredi�len vasıflar ile beraber vâkide mevcud olan adayı tasavvur ede�bilmem mümkün olurdu, diye bir netice çıkarılabilir mi?»...] Teessüf olunur ki; Sent Anselm, bu ince itirazın reddine kal�kışmadı. Ancak, birinciye, yani «Bizde Allah mefhumu yoktur» fıkrasına karşı şöyle bir cevap verdi : Biz Allahı özü ile bilmeyiz, demek mi istiyorsunuz. Bu haki�kati kabul ederim. Fakat, bundan ne çıkar? Güneşe bakmadığı�mız İçin kör olmamız mı lâzım gelir? Her noksanlı bir kemâl sa�hibine delâlet eder. Öyle ise daha ekmeli bulunamayacak mutla�kın vücudu vâciptir (zarurîdir). Bir de (müsadere alelmat- (6) Görünüşte, bu cevapta bir hakikati kabul izi var. Çünkü, nâkıstan (noksanı olan�dan) kâmile (kemâl sahibine) delâletten bahsediliyor. Bu -ise bahis mevzuu olan lim�raî (surî mantık ) delili bırakıp, daha evvelc e zikredilen innî (ihsas v e tecrübe yolu ile) delile, yani âlemden Allahı istidlâle kalkışmak demek oluyor. İtiraz edenin mak�sadı da Allahm varlığı iddiasını inkâr değil, limmî delilin isabetini inkârdır. Şu hal�de, bu cevap ile, limmî delilin bir mukaddimesi bile tashih edilemiyor. Bununla be�raber, şöyle bir tevil mümkündür: Allah tasavvuru, eşyanın suretlerini benzetmek yolu ile husule gelebilir. Çünkü, benzetmekte mutlak bir benzeyiş, yani her bakım�dan eşidlik şart değildir. Âlemdeki mevcudlar her ne kadar nâkıs (noksanı olan) iseler de, o nâkıs olan, tecrid yolu ile (soyutlayarak) onun kâmiline (kemâl sahibine) delâlet eder. Ben bir güzeli görerek tasavvur ettim, ondan daha güzelini tasavvur etmem yalnız isinaden ibaret bir mefhum değildir. Oldukça hakikî bir tasavvurdur. Belki bu tasavvur o şeyin aslına göre noksan mahiyettedir. Onun esası değildir. Fa�kat, limmî (surî mantık yolu ile) usul ile netice çıkarmak için, noksanı olan mahi�yet de kâfi gelir . Çünkü mantık yolu iie, onun bütün hususiyetlerine dair netice çı - karamam. Bazılarını ve meselâ bu meselede, Allah'ın varlığı neticesini çıkarırım. Bu da, tetkikin mevzuuna göre yeterli olur. Bizim âlemimizde, güneşin de benzeri yok�tur. Ben oaa tamamen bakamam da. Bu yüzden, noksan olarak edindiğim müşahe�deye dayanan tasavvur güneşin yalnız isimine dair bir tasavvur mudur? Bu nok�san müşahede ve tasavvurla bile güneşin ismini değil varlığını tasavvur edebiliyo�mm. îşte vücud tasavvuru da böyledir. Ben bu tasavvuru, hâdiselerin varlığından ediniyorum. Hâdiseyi yo k edip ona öncesi bilinmeyen vasfını ilâve edersem, isim olarak bir tasavvur değil, hakikî bir tasavvur edinmiş olurum. Demek ki, vücudun 284 METÂLÎB - MEZÂHÎB lup) C') isnadile vâki olan nakza karşı, o müsadere benim deli�limde değil, muarızımm (karşı gelen) delilindedir diye şikâyet eder. (Emil Sese) == (Emile Saisset). Sent Anselm'in deliline karşı, yalnız papaz Gonilon değil, îs�kolastik devrin selâhiyetli büyükleri de az çok galeyana gelmiş�ler ve bazı şeyler söylemişlerdir. Bunlardan Sen Torna (Saint Tho�mas) şöyle demiştir : [...«Birisinin, bu Allah kelimesi, daha büyüğü tasavvur olunama�yan bir şeye delalet eder, diye anlamasmdan dolayı, bu kelimenin medlûlü hakikatta mevcuddur diye anlaması lâzım gelmez. O, henüz zihnin tasavvurunda mevcuddur.» Sen Torna, zikredilen delilin zayıf noktasını da yakalayarak incelemişcesine şöyle demiştir : [...«Allah, kendi varlığının aynı olmak ve mahiyeti bize kapah ol�mak bakımından, (Allah mevcuddur) kaziyesi de şüphesiz kendiliğin�den bilinir iss de, bize nazaran değil, aslında böyledir.»...] Sen Torna bu fikr i tafsilâtile açıklayarak der ki : [...«Kül cüzünden büyüktür kaziyesi kendiliğinden aşikâr oldu�ğu gibi (Allah mevcuddur) kaziyesi (önerme) de, Allahın kendini doğ�rudan doğruya görenler için, kendiliğinden aşikâr bir kaziyedir. Çün�kü, Allahın kendisinin künhü kendi varlığıdır. Lâkin, biz Allahın ken�bir araz (görünürdeki sıfat), bir varsayma değil, küllün cinsi olduğuna kaail olursak, mesele bir az daha aydmlanır. O zaman Gonilo'nun ada misali ile yaptığı ince iti�raz da ortadan kalkar. Zira, bahsedilen ada, var olanlardan biri olabileceği gibi yok olanlardan biri de olabilir. Lâkin, var olan her zaman vardır, yok denilmez. Hülâsa edersek, vücud bir varsayım ve ikinci derecede makûl işlerden değildir. Hakkın ve hakikatin aslı, külli ve mutlak bir hüviyet olarak telâkki edilirse ki, bizdeki tasav�vuf ehli böyle kabul eder, vücud tasavvuru diğer tasavvurlara benzemez. Bunda yok olmak ihtimali bulunamaz. Bu şekilde, Mukassim Kıyas (İkilem) in ikinci şıkkını alırız ve müsadere alelmatlup zorluğuna karşı da deriz ki, bu, müsadere değil bir netice çıkarmak olduğu gibi mukaddimenin neticeyi ihtiva etmesi ve gerektirmesidir. Burada, Kant'a da bir cevap çıkabilecektir. Lâkin, Sent Anselm bunları hissetmiş ise de görememiş olmalı ki o kadarla iktifa etmiş. Buradan anlaşıldığına göre, bu delil, bizim Mutasavvıflara ve İşrâkiye Mezhebine göre bir delildirr İbni Sinâ da (Işârât) ında, vâcip (zarurî) vücudu, vücud mefhumundan, mantık yolu ile çıkar�mıştır. Fakat, Sent An^Im gibi değil, Mukassim Kıyas ile. (7) (Müsadere alelmatlup) tabiri, mantıkta, bir şeyi yine kendisile delil göstermeğe kal�kışma manasına gelmektedir. GONİLON'UN İTİRAZLARI 285 dini göremediğimiz için Allahı doğrudan doğruya değil eserlerile gö�rebiliriz.»...] (8). (Summa Kontra lantil - 1. 2). Şu hale göre denilebilir ki, bu mektep mensuplarının çoğu, esasa aid delile karşı imişler. Hatta, Jerson şöyle demiş : (Nes�cio quis insipientor siî, an Is qui putat hoc segui «Deum si est in (8) Bizim Felsefe ve Kelâm kitaplarımızda, (vücud) hakkında başlıca dört mezhep var�dır : 1 — Vücud, var olması vâcip (zarurî) olanda, zatın aynı, var olması mümkün olanda ise zatın gayri (ondan başka) dır. Vücud, mahiyet imkânları üzerine ilâve edilmiş ve cümlesinde müşterek umumî bir vasıfdır, ve ikinci derecede makûl sayı�lanlardandır. Bu Mezhep, başlıca feylezoflar koludur. 2 — Vücud, bütün mevcudlarda tek hakikat olup birbirinden farklı değildir. Ancak, mümkün diye tasavvur ettiklerimizin mahiyetleri yokluk olmakla, bunlar�daki vücud, vücudu vâcip olanın aksedenidir. Bu itibarla, varlıkları mümkün olan�lar, haddi zatında yokturlar. Vücudu vâcip olandan başka hakikî varlık yoktur. Bu varlık da zatının aynıdır. Bu Mezhep, Tasavvuf ve İşrâkiye Mezhebinin Kükemâsı mezhebidir. 3 — Her şeyin vücudu kendisi, kendi hakikati, hatta hüviyeti demektir. Bun�dan dolayı, eşyanın hakikatleri kadar da vücud vardır. Bu, Mütekelliminden (Eş'arî) Mezhebidir. 4 — Vücud, gerek vâcip gerek mümkün 'olanda, hepsinin mahiyetlerinden baş�ka, mahiyetleri üzerine ilâve edilmiş ve hepsinde müşterek bir mânâdır, bir vasıfdır. Bu hususta bir araştırma daha yapılmıştır ki beşinci Mezhep denilebilir. Buna göre,, vücud ikidir. Biri hususî (kendine mahsus) diğeri müşterek vücuddur. Her şe�yin kendine mahsus vücudu aslında bir gerçek olup her şeyde başka başkadır. Müş�terek vücud ise tecrid manasına olup ikinci derecede makûllerdendir. Allah'ın ken�dine mahsus varlığı ise, bütün hususî vücudlarm küllî hakikatidir. Şimdi, Tasavvuf ve İşrâkiye Mezheplerinde olduğu gibi, vücud, ikinci derecede makûllerden olmayıp teJc hakikat olduğuna göre, limmî delil (şurî mantık delili) yukarıdaki şekilde, isa�bet kazanabilecekti. Lâkin, Sen Toma, Feylezoflar Mezhebine dayanarak, Allah'ın vücudunun kendi mahiyetinin aynı olduğunu, yani Allah'ın kendisini bilmek, onun vücudunu bilmek, aslını bilmek demek olacağını kabul ile beraber, mümkün olan�ların vücudu, vâcip olanın vücudundan başka ve bir araz (sıfat) olduğu için, müm�kün olanların vücudundan ilâhî hakikatin esasını tasavvur edemeyeceğimizi ve ha�kikatin esası tam mahiyeti ile tasavvur edilemedikçe, onun vücudunu limmî ve ap�riori yollardan çıkarmanın isabetli olamayacağını söylüyor. Demek ki, Sen Toma, Felsefî Mezhebini âlimce tatbik edebilmiştir. Ve asil ihtilâf mevzuu da vücudun ha�kikatidir. 286 METÂLÎB - MEZÂHÎB intellectu, esse et inre» an insipiens qui dlxit in corde sue : Non est Dens.). - (Emile Saisset - S. 34). - (Jerson = Gerson). Don Skot (Don Scott) dahi bu delile karşı idi - (Don Skot - Opera. - 1. Quest - Supera Metaphi - 1, 1.). Fakat, buna mukabil, Senbonavantür Hanri Dögan (Saint Bonaventure Henri de Gand) bu delilden yana idi - (Emil Sese - Emile Saisset - S. 6). ALLAH'IN VARLIĞINA DÂİ R DİĞE R DELİLLE R : İLLETLERİ N SONSUZ TESELSÜLÜNÜN İMKANSİZLİĞI ÂLEMİ N MÜMKÜN OLMASI DELİLİ İLK HAREKET E GETİRE N DELİLİ GÂYE İLLETLER DELİLİ KEMÂL MEFHÛM U (KAVRAMI ) DELİLİ : Allahm birliğine dair belli başlı delillerin çoğuna da Orta Çağda tesadüf olunur : 1 — İlletlerin sonsuz teselsülünün imkânsızlığı : (O [...«Hadis (dıştan bir sebeple sonradan meydana gelen) olan bir şey düşünelim. Bu şey, ya hiç yoktan hâsıl olmuştur, veya kendinden veya başka birinden husule gelmiştir. Hiç olmayandan meydana gel�mesi mümkün değildir. Zira, yok olan bir şey hiç bir şeye illet olamaz. (1) illetlerin sonsuz teselsülündeki imkânsızlık, bizde, ekseriya, Vâcibin (Varolması zo�runlu olanın) vücûdu (varlığı) için tek başına bir delil değil, delil mukaddimelerin�den biri sayılır. Gerek hudûs (başka bir sebeple sonradan meydana gelme) ve gerek imkân yolu ile yaptığımız istidlallerde Kübrâ yaptığımız, İlliyet Kanununun sonsuz teseleülünü önlemek içindir. Bununla beraber ihtiyacı olmayan usuller de vardır. O da sonsuz silsile toplamının dahi, hâdis ve mümkün olduğu için, hâdis olmayan ve vâcip olan bir illete bağlı olduğu görüşüdür ki, ince ve önemlidir. Bunu, tbni Sina'- ya borçluyuz. Burada zikrolunan bu delil de, İbni Sinâ'nın (Şifa) adlı eserindeki (Burhani Vasat) dır. Bunda, yalnız bir hâdisin (sonradan meydana gelenin) varlığı ile yetiniliyor, bütün âlemin meydana gelmesi davasına lüzum kalmıyor. Bu bakım�dan, vâcibin isbatma dair daha basit bir delil oluyor ki, İbn-i Sinâ, bunu, asıl fiili husule getiren illetin birliğine delil göstermiştir ve bununla teselsülü ortadan kaldır�mıştır. Not : Mantıkta kullanılan eski tabirler olan Kübrâya şimdi (Büyük Önerme), Suğraya (Küçük önerme) denilmektedir. 288 METALİB - MEZAHIB Kendisinden meydana gelmesi de böyledir. Çünkü, hiç bir şey kendi ken�dini icad edemez veya doğuramaz. Öyle ise bu, diğer bir şey ile olmuştur. Şimdi, bu şeye (A) diyelim. Eğer bu (A) ilk fâil değilse, ikinci dere�cede bir fâil demektir. Yani, diğer bir şey sayesinde tesiri olan ve ken�disinin de illeti bulunan bir fâildir. Bu diğer faile de (B) diyelim. Şim�di, (B) yi tıpkı (A) gibi düşüneceğiz ve bu suretle, sonsuzluğa kadar gidilecektir. Fakat, geriye doğru, sonsuz şekilde, teselsül (zincirleme gidiş) mümkün değildir. (2). O halde. Vacip (varlığı zorunlu) olan bir (2) Bu imkânsızlığın şekline hiç işaret edilmiyor. Bunu bir delile dayatıyorlar mı idi, dayatmıyorlar mı idi? Pek anlaşılamıyor. Görünüşe bakılırsa, teselsül imkânsızlığın apaçık ve kendi kendini isbat eder olduğunu kabul ettikleri anlaşılıyor. Halbuki, bu incelenmeğe ve tartışılmağa değer. Bizce de, illetlerin sonsuz olarak teselsülü bâtıl ise de, bu istidlâl yolu iledir. Bunun için de, başlıca iki delil vardır: Birisi Tatbik delilidir ki, illetler silsilesinde oybirliği ile geçerlidir. Fakat, ma�lûller (bir illetten husule gelenler) silsilesinde ihtilaflıdır. İyi tasavvur olunabilirse, bu delil kabul edilir. Şekillendirilmesini buraya sığdıramayacağım. Kelâm ve Felse�fe kitaplarımızda anlatılmıştır. Biz, Tatbik delilini de. Yunan Felsefesinden gelmiş gibi sayarsak da, bu eserde buna dair hiç bir sözün geçmemesi, bunun, aksini gös�teriyor. Diğer delil de Tezayüf (Connoter = Birlikte bulunma) veya Tekâfû (Birbirine yetme) delili denilen delildir ki; gayet basittir. Şöyle ki: Sonsuz illetlerin teselsül halinde olduğunu farzedelim. Lâkin, elimizde bir en sonuncu illet vardır. En sonun�cu ise kendisinden önce gelen ile birlikte olur. Eğer, zincirleme gidiş sürerse, bu son olanın kendisinden önce gelensiz olması lâzım gelecektir. Bu ise bâtıldır. Çün�kü, eseri olmayan illeti, illeti olmayan eseri düşünmek gibi, iki birlikte buluşandan birini diğersiz düşünmek olacaktır ki, bu tenakuzdur .Elimizde bir son illet bulun�masa idi bu delil geçerli olamazdı. Fakat, en son illet dediğimiz zaman, kendisinden önce başka bir illet gelmiş ve kendisinden sonra da başka bir illet gelmemiş demiş oluyoruz. Şimdi, bununla birlikte bulunan ve onu belli eden bir (kendisinden öncesi olmayan ve bir sonrası olan) bulunmayacaksa, birlikte olması gerekenin birlikte ol�maması icap edecektir ki; tam bir tenakuzdur. Böyle bir tenakuz asla bulunamaz. İlletlerin zincirleme birbirinden sonra gelmesini mümkün sananlar, illetlerin varlıklarının başka illetlerin eseri olduğunu farzetmekle beraber, bunların illet ol�duklarını doğrudan doğruya kabul etmiş sayılırlar ki, bunda da tenakuz vardır. Bundan dolayı, illetlerin sonsuz şekilde teselsülünün imkânsızlığı hakkında aklıma acizâne, şu geliyor ki, en son gelen illet, kendisinden önce gelen illetten, yalnız ken�di varlığını değil illet olmak vasfını da almıştır. Çünkü, kendiliğinden var olamaya�nın illet olma vasfı nasıl bulunabilir? O halde, bir illetle husule gelenin var olması ile onu husule getiren illet arasında sonsuz vasıtaların gerçekleşmesi lâzım gelecek�tir ki; bu takdirde, illetin eseri olanın meydana çıkmasının sonsuz zamanda vukua gelmesi gerekecektir. Lâkin, böyle olsa idi, o malûl şimdi meydana gelemezdi. Hal�buki, illetin eseri meydana geldi ve o zamanı geçti. Başka deyişle, bu illetler geç�mişe doğru geriye dönüşte, sonsuz olmakla kalamazlar. Geçmişten geleceğe doğru da sonsuz olmalı ki sonsuz vasıtalar ile tesir yapabilsinler. (Hâl) dediğimiz zaman ise bir sonuçtur. Demek ki, sonsuz vasıta yokmuş. Tûsî, (Şerhi Işârât) adlı eserinde bu meseleye temas etmiş. Sonradan gördüm. ÂLEMİN MÜMKÜN OLMASI 289 ilk fail vardır ki, kendisinden önce gelen olmadığından, aslında, hiç bir zaman, başkasından sonra gelmiş ve onun eseri olamaz. Çünkü, illetlerin, silsile halinde, birbirinden sonra gelmesinde görülen devir (dönme) tenakuz demektir.» (Don Skot (Duns Scotus) in Magistrum Sententiarum Procmiurm - 1 - Fasıl 2). Bu davayı (Okkam) (Occam) da müdafaa eder. Fakat, bu�nun delilinde mühim bir nokta vardır. Okkam, sonsuz teselsülün bâtıl olduğunu göstermek için, aşağıda Dekart'ın yapacağı gibi, kâinâtın hudûsundan (bir illetle meydana gelmesinden) ziyade, onun muhafazasını dikkat nazarına alır. Zira, muhafaza edilebil�mek için o sırada bir illetin bulunması zarurîdir. Hudûsun illeti�nin gelip geçmiş olması mümkündür. Okkam (Occam) der ki : «Bir şeyin muhafazasında tesirli ilk illetin isbâtı, onu meydana getiren illet olmak üzere isbâtından daha aşikârdır. Çünkü, hudus il�letlerinden, sonsuz teselsülün butlânını (bâtıl olduğunu) isbât etmek zor belki de çok zordur. Lâkin, muhafaza ve beka illetlerinde, bu illet�lerin sonsuz derecede çoğalması asla olamaz. Çünkü, hudûs illetlerin�de (bir şeyi meydana getiren illetlerde) illetin sonsuz olarak devam�lı bulunması gerekmez. (3) Halbuki, beka illetlerinde, illetin bilfiil ve devamlı bulunması icap eder.ı^ 2 -— Âlemin imkânı delili iskolastiklerde dahi bulunuyor. [...«Kendiliğinden mevcud ve ezelî-bir şeyin varlığı sabittir. Yok�sa, bir zaman varmış ki, o zaman, hiç bir şey yokmuş demek olurdu. Ve o takdirde gelecekte de bulunamazdı. Zira, ne kendine ve ne de başkasına vücud verecek bir şey yok idi.»...] Richard de Saint Victor - Trinitâ) [...«Başkalaşarak değişebilen her zaman mevcud olmamıştır: Çünkü, şimdi olduğu halde kalamayan, bundan önce de olduğu halde kalamadığını gösterir. İşte tabiat, sani'ini (ona biçim vereni) bu şe�kilde ilân eder.»...] (Hugo de Saint Victor - De sacramantis - Paris 2, 1,1,10). (3) Çünkü zamanın, illiyet olan hudûs zamanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, hu�dus zamanı geçmiş farzedildiğine göre, beka sırasında, o hudus illetlerinin kısmen veya tamamen zâil olduğunu farzetmek mümkün olduğu için, sonsuzun bilfiil var�olması mahzuru ortaya çıkmaz. Anlaşılıyor ki, hudûs o sırada var farzolunursai o mahzur yine bulunmayacak. Halbuki, âlemde her an oluş ve fesad cereyan etmek�tedir. ~ F./19 290 METÂLÎB - MEZÂHİB [...«Mevcud olmaması mümkün olan, her zaman mevcud olmuş değildir. Eğer, bütün eşya, mevcud olmamaları mümkün olan şeyler ise, bunların hiç mevcud olmadıkları bir zaman olmuştur. Bu, takdirde, ise, hiç bir şey vücuda gelemezdi. Çünkü, henüz mevcud olmayanın varlığı, ancak ibaret değildir. Vâcibülvücud (kendiliğinden var olma�sı gereken) bir şeyin bulunması iktiza eder.»...] (Saint Thomas - Sum�mathenologie). (4). 3 — Âlemin mümkün olması delilinin daKa husûsî bir tarzda ifadesi de (ilk harekete getiren) delili oluyor. Bu delil, esasında Aristo'nun ise de Sen Torna tarafından, hemen tamamile denile�cek derecede, yenilenmiştir. [...«Her hareket eden, bir şey ile harekete getirilir. Harekete ge�tirmek ise, bir şeyi kuvveden fiile çıkarmak demektir. Bir şeyin kuv�veden fiile hal değiştirebilmesi de ancak fiildeki bir şey ile olur. Bu ise, sonsuz gider. Çünkü bastonun hareketi, elin hareketi ile olduğu gibi, ikinci derecedeki hareket ettiricilerin hareketleri de, ancak ilk hare�kete getirenin harekete getirmesile olur.»...] 4 — (Gâye illetler) delili/îskolastiğin en az işlediği bir de�lildir. Çünkü, bu delil, tecrübeye doğru büyük bir gidişi ihtiva eder. îskolastikler ise, tecrübeyi istidlâle feda etmekten zevk alırlardı. Bunula beraber Sen Bonavantür (Saint Bonaventure) şöyle dermiş : [...«Yaratılmış şeylerin şirinliğinden ve değerlerinden ilham ala�mayanlar kör, tabiatın sesinden uyanmayan sağır, ve bütün bu eser�leri medhü sena ederek ilâhî vuslata erişemeyenler dilsizdirler.»...] Ayni fikri Sen Toma (Saint Thomas), daha ilmî bir tarzda ifade ederek şöyle der : [...«Görüyoruz ki, şu tabiî cisimler gibi, aklî olmayan bazı şeyler, gâyeleri bakımından hareket ediyorlar. Çünkü, bunlar, gayelerine va�sıl olmak için, ekseriya ve tekrarlamak suretile, tek bir tarzda hare�ket ederler. Bundan anlaşılıyor ki, bunların gayelerine ulaşmaları rastgele değil, kasden olmaktadır. Halbuki, idrâk sâhibi ve her şeyi bilen bir illet ile sevkolunmadan, bu idrâkları olmayan şeylerin gâye- (4) Pek iyi amma Teslis nereden çıkıyor? Demek ki bu deliller hep İslâm lehine oluyor. ÂLEMİN MÜMKÜN OLMASI 291 ierine yönelmeleri mümkün değildir. Öyle ise, bütün eşyanın gayele�rine doğru yönelmelerine sebep olan, idrâk sahibi bir mevcud vardır ki biz ona Allah deriz.»...] (Summatheologie) 5 — Hasılı, İskolastikler, Bossül (Bossuet) tarafından pek beliğ bir surette genişletilmiş olan (Nakısın kâmil şartına bağlı�lığı) delilini de bilirlerdi. Jerson, Bossül'den almış olduğu anlaşılan bir fıkrada şöyle der : [...«Ey benim nefsim, senin vücudunu ve mahiyetini bilmeden seni bilemem. Lâkin, kâmil bir şey bilmeden de senin gibi bir nakîsi da bilemem. Demek ki. Cenabı Allahı, hiç olmazsa gölgesinde, bilme�den hiç bir şey bilemem.»...] (Gerson - Opera. 1718). Orta Çağ feylezoflarında demek yersiz olur amma, bunların bilhassa mutasavvıflarında, nefisteki emellerin sonsuz olduğu esasına dayanan ihtisas (duygulanma) delillerine de tesadüf olu�nur. (5). [...«Hikmet, Allahı bilrdek ve ona ibadet etmekten ibarettir. Hat�ta, bizim için, bundan başka bir zevk yoktur. Bu zevki muhafaza ede�bilen bahtiyardır. (Hugo de Saint Victor),. - Gel ey fakir! İnsanlık alâkalarından sakın. O dağdağalı düşüncelerini bırak. Kendini, teva�zu içinde gizle. Bu külfetli münakaşa yükünü at. Nefsindeki sırra nü�fuz et. Allahtan başka her şeyden, araştırmaktan zevk duyduğun bü�tün şeylerden ayrıl. Yarap! Sen orada değilsen seni nerede bulaca�ğım?.»...] (Anselm - Prosyllogium - Bap !).{(>) (5) İhtisas delili, bizim (Vicdâniyât Delilleri) dediğimiz, yani sübjektif delillerdir. Kur'- am Azimüşsan'da (Şeniirîhim ayatına filâfâki ve fi enfüsihim) âyetinde, Allahm bir�liğine deliller afakî (objektif) ve enfüsî (sübjektif) diye iki kısma ayrılmıştır. Mu�tasavvıf kitapları (Enfüsî delilleri). Kelâm kitapları da (Afakî delilleri) izah ile, di�ğerinden fazla, meşgul olmuşlardır. (6) Bundan da anlaşılacağı gibi, Sent Anselm Tasavvuf ve Işrâkiye ehlinden imiş. Onun delili hakkında yukarıda vermiş olduğum izahlar bununla da doğrulanıyor. ORTA ÇAĞDA (ÎLÂH Î HAKİKAT ) NAZARİYESİ ALLAHIN BİRLİĞİ VE VAHDETİ VÜCÛD SEN TOMA (SAÎNT THOMAS) NIN İLÂHÎYÂT FELSEFESİ : Allahın varlığına dair delillerden sonra, asıl İlâhiyât Felse�fesine, yani Allahın hakikatına ve âlem ile ilişkilerine dair olan ilme girilir. Qrta_Gağda, bu mesele ile^ij^i iki fikir cereyanı bu�luyoruz : 1 —- Ortodoks, yani asıl Hıristiyanlık Felsefesidir ki Aristo ve Sent^Ogüsten Felsefelerine dayanır. 2 — Bid'at, yani sonradan ortaya atılan yenilikler taraftar�ları ve YaMeti Vü£ud (îttihâdiye) îlâhiyât Felsefesi olup İsken�deriye Mektebi, yani Yeni Eflâtuncular (İşrâkîye) Mezhebi ile (Denys Areopagite) den çıkan mezheptir. ('). Bunlardan birincisi Kilisece de tasdik edilmiş ve Felsefe Mekteplerinde hükmü geçen ve yayılabilen tek felsefedir. İkin�cisi ise, kenarda ve alttan alta, az çok gizli olarak, doğru yoldan sapmış gruplarda, bir de Arap Mekteplerinde yürütülmüştür. Birinci fikir akımı Sen Torna (Saint Thomas) da, tam yetki ile hülâsa edilmiş, ikincisi ise, muhtelif tarihlerde, iki kalem sahi�bine gelinceye kadar, muntazam ve mükemmel şekilde gelişeme- (1) (Areopage) eski Atina'da, 31 hâkimden kurulu bir cinayet mahkemesi imiş ki işbu (Denys) bu mahkemenin azasmdan biri bulunuyormuş. Ona nisbetleri olanlara (areo�pagite) denilmiş. Meşhur Pavlus (Saint Paule) elile Hıristiyan olmuş. Atina'da Pat�riklik de yapmış. Birinci milâdî asırda öldürülmüş. VAHDETİ VÜCÛD 293 mistir. Bu iki kalem sahibinden biri Jan Skot Erijen (Jean Scot Erigene) (2), öteki de Ekkâr'dır. İste, bu iki îlâhiyât Felsefesin�den ilki, onj^edinci asnn Din Felsefesini, ikincisi de, ondokuzun�cu asırda. Alman Din Felsefesinin esası olmuşlardır. İlk önce, Sen Toma Mezhebini, hülâsa olarak, anlatahm : (Sommatheologie). Yukarıda gördüğümüz gibi. Sen Toma'ya göre, Allahın ger�çekliği bizce, doğrudan doğruya değil, ancak eserlerile bilinir. Allahın vücudu, kendi mahiyetinin ajmidir. Böyle olunca. Sent Anselm dehlinde olduğu gibi, Allahın varhğının nefis mahiyetin�den çıkarılabilmesi lâzım gelir. Lâkin, bunun böyle olması, bize nazaran değil, ash bakımındandır. Çünkü, biz, kendisinin esasını, doğrudan doğruya değil, eserlerile bilebiliyoruz. Onun için, biz, işin aslında, Allahın ne olduğunu bilemeyiz. Yalnız şunu tasdik ederiz ki, Allah kendi kendine varlıkta duran bir mevcuddur, vü�cudu diğer mahlûkların vücuduna benzemez. Bununla beraber, suret ve madde bakımından değil de, yapıcı illet olmak bakımın�dan, Allahın vücudu, yarattıklarının vücududur demek de câiz�dir. Aristo'nun dediği gibi, Allah, zatında, fiilden ibarettir, yani mutlak kemâldir. Mahız fiil ve suret maddesiz olduğu için, cismi olan suret değildir. Âlemin nefsi de değildir, cismi de de�ğildir. Hâsseleri (Duyuları) da yoktur, ancak benzetmek yolu ile olabilir. Allah mutlak basittir. Çünkü, mahız (sırf, sâf, arı, ka�tıksız) fiildir. Onun cevheri, suret demektir. Hatta, ona cevher denilmesi kendi kendine varlıkta durduğu içindir. Mahlûklarda (yaratıklarda) bulunan kemâllerin (olgunlukların, yetkinliklerin, eksiksizliklerin, mükemmelliğin) hepsi, Allahın zatında (kendisin�de) daha yüksek ve daha seçkin şekilde bulunur. Allah, yarattık�larından belirgin şekilde farkh olduğu gibi, yaratıklar, Allahın vücudu ile kıyaslanabilecek bir vücudu asla hâiz değildirler. Al�lah ve yarattıklarının toplamı, Allahtan daha büyük bir varlık (2) Jan Skot Erijen (Jean Scot Erigene) Milâdnı 833 üncü senesinde Iskoçya'da veya İrlanda da doğmuş, feylezof ve İlâhiyât âlimi olup fikirlerini cesaretle açıklamıştır. (Kel Şari) denilen Fransa kralı tkinci Şari kendisini davet etmiştir, tbni Sina'dan ön�ce ve Fârâbi'ye yakın bir devirde yaşamıştır. 880 de ölmüştür. 294 METÂLÎB - MEZÂHİB teşkil edemezler. Allahm sonsuz olması, maddî bir sonun-bu�lunmamasmdan değil, kendisinde suretin madde ile smırlanmış olmadığı için, surette bir sonsuzlukla sonsuzdur. O, mahız fiil ol�duğu için, kendiliğinden sonsuz bir surettir. (Summa Theologie). Şimdi, Allahm gerçekliğinden, yani asıl mahiyeti bakımın�dan Allahm kendine aid künhünden, onun sıfatlarına geçelim. Her şeyden önce, Allahm ilmini zikredelim. Cenabı Allahm ilmi (bi�limi) vardır. Çünkü, âlim olanlar âlim olmayanlardan yüksektir. Zira, onlar, yalnız kendi suretlerini değil, diğer varhklarm su�retlerini de hâizdirler. Cenabı Hak ise, sırf suret olduğundan, bütün suretlerin suretini hâiz ve bundan dolayı da, çok yüksek bir ilme sâhiptir. Mahlûklarda bulunan kemâller. Cenabı Allah�ta ancak seçkin ve nezih bir tarzda bulunduğu için, Allahm ilmi de insanın ilmi ile kıyaslanamaz. O, ne bir keyfiyet (nitelik), ne de bir itiyâd (ahşkanhk) dır. O, ancak, bir cevher, bir mahız fi�ildir. Bunun için de, toplamağa ve ayırmağa, yani terkip ve tah�lile muhtaç olmadan, fiilde bir ilmi vardır. Allahm ilmi nazarî ve itibarî değil, apaçık ve anîdir. Allahm ilmi nelere taalluk eder? : 1 — Allah kendi kendini bilir ve anlar. 2 — Allah, kendinden başkasını da bilir ve bu, sade umumî ve mücerred (soyut) bir tarzda değil, bütün varlıkların kemâli�ni kendinde topladığı için, kudsî (kudsal) ve yüksek bir tarzda biliştir. Bütün müşahhas (somut) şeyleri, somut oldukları şekil�de, diğer bütün eşyayı bildiği ayni fiil ile bilir. Allahm ilminde, külli (üniversel, tümel) mefhum (kavram) tecrid (soyutlama) ile husule gelmiş bir şey değil, belki cüzülerin Not : Gerek eserin metinlerinde ve gerek mütercimin hâşiyelerinde bir çok mantık tabirleri geçmektedir. Mütercim eski tabirleri kullanmıştır. Bunları yeni ne�sillerin anlamaları kolay olmayacaktır. Eski ve yeni mantık tabirlerini bilmeyen oku�yucular da bulunabilir. Sırası geldikçe, eski tabirlerin (terimlerin) karnlıklannı işaret etmeğe çalıştık. Bugün, kaziyeye (Önerme), Kübrâya (Büyük Önerme), Suğraya (Küçük Önerme), Mevzua (Konu), Mahmule (Yüklem), Kıyasa (Tasım), Mukassim Kıyasa (İkilem), Mülhak Kıyasa (Astasım), Mevsûlünnetâyic Kıyasa (Öntasım), deni�liyor. VAHDETİ VÜCÛD 295 mebdei (başlangıcı) olarak vardır. Bundan dolayıdır ki, Allah cüz'î şeyleri de görür. Cenabı Allahın, kendi seviyesinin altında�ki küçük şeyleri, eşyanın cüzülerini bilmesi, Aristo'nun zannet�tiği gibi, ona bir nakise (eksiklik, noksanlık) vermez. Allahta iki türlü ilmin bulunması lâzım gelir : Bunlardan biri görme, diğeri de idrâk ilmidir. Cenabı Hakta yalnız ilim değil, irâde de vardır. Zira, irâde idrâkten çıkar. Çünkü, bayıra yönelmek, iş�tiyâk (özlem) ve arzudan başka bir şey değildir. Lâkin, arzu�nun ilgilendiği şey, hissi olduğu zaman hissi arzu, aklî olduğu zaman da akli arzu denilir ki, irâde de budur. îrâde dahi, esas itibarile, Allahın kendisinden ibaret ise de, nazarî olarak, tecrid (soyutlama) yolu ile, farkına varılır. Sen Toma, Cenabı Allahta ihtiyarı (dilediği gibi, keyfe mayeşâ hareketi) de kabul eder. Ne var ki, bunu nasıl anladığını iyi ve güzel şekilde izah etmez. Bu mevzuda, bir mutlak (salt) zaruret (zorunluk), bir de şarta bağ�lı zaruret taksimi yapar. Mutlak zaruretin ne demek olduğu aşi�kârdır. Şarta bağlı zaruret ise, vukua geldiği farzedilen şeyin, vukuu sırasındaki zarurettir. Meselâ, filân oturuyor kaziyesi (önermesi) şart ile zarurî (zorunlu) bir kaziyedir. Çünkü, (3) Burada, Sen Toma'nın, Görme ilminden malcsadı, mevcud olan veya fiilden mev�cud değil de, gelecekte var olacak cüz'i eşyaya dair ilimdir, tdrâk ilminden maksa�dı ise, asla mevcud olmayacak ve fakat varolmaları mümkün farzcdilebilecek şey�lere dair ilimdir. Sen Toma'nın, Allah'ın cüz'î şeyleri bildiğini söylemesi İslâma da uygun düşer. Zira, Allah (Ve hüve bikülli şeyin âlîm)dir. Aristo'nun Felsefesinden, Allahın cüz'î olanları bilmediği anlaşılıyormuş. Bundan dolayı, bir vakitler bizde de Feylezoflar Mezhebinin böyle olduğu meşhur olmuş ve tmam Gazali, feylezofların usullerini değil, o usullerle çıkarılan felsefî neticeleri tenkid için yazdığı (Nihayetül�felâsife) adir eserinde, bunu şiddetle eleştirmiştir. Lâkin, ondan sonra gelen mezhep âlimleri, feylezofların, Allahın cüzülere ilmini inkâr etmediklerini, ancak, o cüzüle�re ilmin cüz'î suretlerle değil, yine küllî suretlerle olduğunu, iddialarını isbat için, ileri sürmüşlerdir. Muhyiddin-i Arabî bu izahı kabul etmiş, İbnü-r Rüşt ise, Gazâli�yi, bu meseleyi, anlamamakla itham etmek istemiştir. Halbuki, Aristo Mezhebinde, Gazâlî'nin anlayıp işaret ettiği müphemliğin bu suretle ortaya çıktığı söylenebilir. Nitekim, buna Sen Toma da râzı olmamış ve Müslümanlara uymuştur. (4) Bizim mantıklarda buna (Mahmulün şartıyla zaruret = Zaruret bişartılmahmül) der�ler- ki (Zaruret bişartilvasıf) dan daha hususi mahiyettedir. Bununla beraber, (Bişar�tilvasıf) zaruret dediğimiz zaman, bunda herkesçe bilinen, (Mahmulün vasfı) değil, (Mevzuun vasfı) dır. Bu bakımdan, birbirine karşıdırlar. Mutlak zaruret ise, mevzu�un kendisi bakımından olan zarurettir. (Allah, mutlaka Allah olmak bakımından, zarurî olarak, âlîm) dir deriz ki, Allah, zâtının ismi okluğundan, kaziye (önerme) 296 METALİB - MEZAHIB oturmuş olmak şartile o kişinin ayakta durması önlenmiştir. Fa�kat, bu mutlak bir zaruret değildir. İşte, sonu olan şeylere na�zaran Allahm irâdesi de böyledir. Bunları irâde etmiş olması ba�kımından, Allahın irâdesi zarurîdir. Ancak, bu zaruret, mutlak bir zaruret olmaz. Zira, bahsedilen şeyler, zatın özünün cüz'ü değildirler. O halde, Allahın ihtiyarı (istediğini seçip yapması) vardır. İrâdesi tam bir irâdedir. Bu irâdenin bilhassa taalluk ettiği şey de, Allahm kendisinin esası, yani Hayırdır. Cenabı Allah, her ne kadar, doğrudan doğruya kendi künhünü (esasını) irâde eder ise de, (5), başkalarını da irâde edebilir. Çünkü, hâiz olduğu Kayı�rı diğerlerine de, mümkün olduğu kadar, ulaştırmak, onun irâ�desinin esasında vardır. Demek oluyor ki, ilâhî irâde, mahlûk�lara Allahın hayalini aksettirerek, Hayırı ulaştıracaktır. Sen To�ma, Allahta, bir Önce Gelen îrâde, bir de sonraki irâde diye, iki irâdeye kaail oluyor. Önce Gelen veya Aslî îrâde. bir şeyi ekle�rinden ayrı olarak, ıtlâk üzere (mutlak olarak) isteyen irâde�mutlak zarurîdir (zorunludur). (Allah, filân şeyi yaratmış olmasj bakımından, zaru�rî şekilde irâde sahibi) dir desek, burada, zat itibarile değil, yaratıcının vasfı itibari�le, zaruret olduğundan (Meşrutai âmme) kaziyesi yapılmış olur. Görülüyor ki, bun�lar (Bişartilmahmül = Mahmulün şartile) kaziyeler değildir. (5) Bunun manası, Allah zatını irâde eder, demektir. Hatta asıl ibare öyledir. Sen To�ma'ya göre, Allahın kendisinin esası, vücudunun aynı idi. Şu halde. Hayır demek de Vücud demektir. Demek ki Allah vücudunu irâde ediyor. İrâde ile olan ise, vâ�cip (zarurî) olamaz. O zaman, Allahın Vacibülvücud (var olması zarurî) olmaması lâzım gelir. Bundan dolayı, İslâm nazarında, Allah zatını irâde etmiş değildir. Bu�nun sebebini irâdenin manasında aramalıdır. Sen Toma, irâdeyi şevk ve arzudan ibaret saydı. Sonra da, bunun zarurî ve ihtiyarî kısımlarını kabul ediyor. Neticede, irâde dediği sevgiye dönüşüyor. Haydi öyle olsun diyelim. Lâkin, eşyaya ilâhî irâde�nin taalluku, kendini irâde etmesi dolayısı ile olunca, bunların ya ikisinin de zarurî veya ikisinin de ihtiyarî olması lâzım gelecektir. İkisi de zarurî ise, ilâhî irâdenin eş�yada ihtiyarî olmaması, ve onun tabirince, kâmil olmaması icap eder. İkisi de ihti�yarî ise, Allahın varhğının ve hayırlı olmasının zarurî bulunmaması mahzuru orta�ya çıkacaktır. Bu itibarla. Sen Toma'nın ilâhî irâde nazariyesi pek çürüktür. İslâm Mütekellimlerine göre ise, irâde demek, ihtiyar demek, serbestçe tercih yapmak de mektir. Müsâvi şekilde takdir edilmiş olan iki şeyden, yani yapmaktan ve yapma�maktan birini, zaruret olmaksızın, tercih edebilmek kudreti demektir. Yoksa, irâde, şevk ve arzu, sevgi ve rızâ demek değildir. Halbuki, varlık ve yokluk, Allahm esa�sına nazaran, müsâvi değildir. Çünkü, Allahm vücudu vâciptir (zarurîdir). O halde, Allah zatını irâde edemez. Kim kimi irâde edecek? VAHDETİ VÜCÛD 297 dir. Sonradan gelen, veya fer i irâde ise, o şeyi bütün eklerile isteyen irâdedir. Meselâ, bir hâkim, önce gelen bir irade ile her in�sanın yaşamasını arzu eder. Lâkin, sonradan gelen bir irâde ile de, kaatilin idâmını irâde eyler. İşte, Cenabı Allah da, böyle bir ilk irâde ile, bütün insanların müsâp (sevap kazanan) olmaları�nı ve sonraki irâdesi ile de isyan edenlerin cezalandırılmalarını irâde eyler. Bir de (Rizâî îrâde) ve (Îşârî irade) taksimi var�dır : Bunlardan birincisi, Cenabı Allahın gizli, Ledünnî irâdesi�dir, diğeri ise bir takım alâmetler ve emârelerle işaret edilmiş olan irâdesidir. (6) Allahın irâdesi umdesine (ilkesine), Allahta sevgi umdesi bağlıdır. Sen Torna der ki, Allahta sevgi de vardır. Zira, irâde�nin ilk hareketi ve umumiyetle şevk olan kısmı, sevgidir. Sevgi�nin taalluk ettiği şey de Hayır olduğu için, bütün mevcudlara, hayırlılık derecelerine göre, sevgi duyar. Allah, kendisinden başkasını sever mi? meselesine gelince, bu da, kendisinden baş�kasını bilir mi, bilmez mi meselesinin ayni olduğu için, o şekilde halledilir. Allahta yalnız irâde değil, kuvve (kudret) de vardır. Lâkin, bu kuvve, doğrudan doğruya hususî bir sıfat olmayıp Allahın ken�disile karışmıştır. Zira, her mevcud, bilfiil olana nisbetle geçer�lidir. Ne var ki, Allaha yakışan kuvve, pasif kuvve (tesir kabul eden), değil, aktif (tesir eden, yapıcı) kuvvedir. C^). Cenabı Al�lah, tam bir fiil olduğu için, tam bir kuvvedir. Yani, mutlak kud�ret sahibidir. Tenakuzu gerektirmeyen her şeyi yapabilir. Kendi (6) Sen Toma'ya göre, beş emâre veya delil varmış: Bunlar: 1 — Nehiy (menetmek), 2 — îknağ (inandırma), 3 — Emir, 4 — Nasihat, 5 — Tekvin (oluşturmak). (7) Yani, mahız fiil olduğu için, küllün fiilidir. Küllün fiili olunca, küllün kuvvesinin fiili demektir. Hem küllün kuvvesi olunca, Allahta, fiil ve kuvvenin tam bir kavuş�ması bulunacaktır ki, bundan dolayı, Sen Torna, kuvvesi zat'ı ile karışmıştır, diyor. Lâkin,, kuvve, fiilin mukabili ve, surete nazaran da, madde demek olduğundan, bu�rada bir (iki zıddın bir araya gelmesi) kusuru buluyor. Bunu ortadan kaldırmak için de, Allahın kuvvesi pasif değil aktifdir, diyor. Yani, bahsedilen sıfat kuvve de�ğil, kudret oluyor. Esasen kuvve bu demek olduğu halde, kabiliyet manasında kul�lanılagelmiştir. 298 METALİB - MEZAHIB koyduğu düzeni kaldırabilir. Fakat, hakimliğine ve hayırlılığına uygun olmayan şeyleri yapmaz. Şimdi, Allahm sıfatlarmdan, âlem ile olan alâkalarma ge�çersek, Allahm temel sıfatmm yaratıcılık, yani, bir şeyi yoktan vücuda getirmek sıfatı olduğunu görürüz. Yaratmak yalnız Al�laha mahsustur. Tabiat ve sanat eserlerinde yaratmak yoktur. Çünkü, bunların hepsinden önce, her zaman, bir madde mevcud olmuştur. Yaratmak, ilim ve irâdenin, ve bu sebeple de, bunlara sâhip olanın işidir. Allah Hâlik (Yaratan), yaratması da ilim ve irâde ile olunca, bütün eşyanın, sürekli olarak, sâbit kalama�ması gerekir. îşte. Sen Toma, bu münasebetle, Afisto'nun, âle�min kıdemi (eskiliği, öncesi bilinmeyecek kadar eski olması) hakkındaki delillerine cevap verir, ve, Aristo'nun bu iddiaya cid�di olarak sarılmadığı kanaatine varır, gibi görünür. Bununla be�raber, âlemin başlangıcı bulunması meselesinin de, akıl ile isbât olunamayıp ancak imân ile kabul edilebileceğini söyler. Cenabı Allah, yalnız yaratıcı değil, hem yaratıcı hem de ge�reken tedbirleri alan (Rab) dır. Ezelî inâyet ve lûtfu de vardır. Gerçekten, yaratıkta her ne hayır varsa hepsi Allahtan gelir. Bü�tün şeylerin gâyelerine ulaşmalarını sağlayan düzenin kurucusu Allahtır. Ezelî inâyet (bizim tabirimizce ezelî takdir) iki şeyi birlikte taşır : Birisi, üniversel (tümel) düzeni tasavvur, diğeri de bu düzeni yürütmek ve sürdürmektir. («). Muattıle (Demok�rit, Epikür) ezelî takdiri inkâr edip her şeyin Tesadüfe bağh ol�duğunu, yanlış olarak, sanmışlar, diğer bazıları da, ezelî takdir veya inâyet, ancak bozulmayan varlıklara, yani göklere taalluk eder demişlerdir. Halbuki, ezelî inâyet veya takdir (Raplik) bü�tün yaratıklara ulaşır. Onlar üzerinde doğrudan doğruya tesir yapar. Sen Torna, Cenabı Allahm, hakimliği ve hayırhlığı dışında (8) Nitekim bizde, Kaza ve Kader tabirleri birlikte kullanılır. Kader, ilim, Kaza Tek�vin (oluşturmak) manasma gelir. Kelâm ilmimizde kullanılmayan ve İslâm feylezof�larmca (Ezelî İnâyet) denilen Fransızca (Providence) kelimesinin karşılığı, bizce, (Ru�bubiyet =: Rab'lık) olmalıdır. VAHDETİ VÜCÛD 299 bir şey yapması ihtimali bulunmadığmı kabul etmekle beraber, Allahın, mümkün olanlardan en iyisini seçmesi vâciptir diyen Laybniç ve Malbranş tarzmda, Eslâhiye (Optimizm, Nikbinlik, İyi görürlük) den de değildir. Tersine, ona göre. Cenabı Hak, yaptıklarından daha iyilerini yapabilir. Allahın bayırı sonsuzdur. Bu sebeple, her ne olursa olsun, bütün yarattıklarının miktarı�nı, mutlak olarak geçer. Hem de sonsuz derecede geçer. O halde, Allah başka şeyler de yaratabilir. Hatta, yaptıklarından daha iyisini yapmağa gücü vardır. Bununla beraber, Allahın kâmil (yetkin) kudreti, kötülük yapabilmek raddesine kadar gitmez. Cenabı Allah, bütün kötülüklerden uzaktır. Lâkin, Cenabı Hak, âlemin yaratıhşı ve yönetimi illeti olduğu halde. Şer nereden ve nasıl geliyor? Şer, hakikî bir varlık olmadığı gibi, mutlak yok�luk da değildir. Şer, Hayırm bulunmamasıdır, ancak, Hayır ile birlikte tasavvur olunabilir. Şer varsa da, mutlak Şer yoktur. Şer ya fizik veya manevî olur. Sen Torna, fizik Şer'den çok az bahsetmiştir. Çünkü, bu Şer, yokluk meselesi olduğu için, ha�kikî Şer de değildir. Asıl Şer, manevî ve ahlâkî olan (Şer) dir. Bu da iki türlüdür : Biri (Günah Şerri), diğeri de (Azap Şerri) dir. Herkesin takdir edebileceği gibi, Cenabı Allah, Şerrin ille�ti olamaz. Şayed olursa, araz (tesadüf, kaza, gelip geçici) ola�rak olur. Yani, Günah Şerrinin değil Azap Şerrinin illeti olur. Hulâsa, Cenabı Hak, her şeyin aktif ve suret olarak gâye il�cidir . îşte, Sen Toma îlâhiyât Felsefesinin tamamını toplayıp ifâde eden derleme budur. ORTA ÇAĞDA BİD'Î (SAPIK ) İLÂHİYÂT FELSEFESİ VAHDETİ VÜCÛD UMDESİ (ÎLKESİ) SAHTEKÂR DENİŞ LAREOPAJİT (DENY S L'AREOPAGİTE ) JEAN SCOT ERİGENE (JAN SKOT ERÎJEN ) AMORİ DÖBEN, DAVİD DÖDİNAN, EKKÂR Orta Çağda, Sen Torna'nın temsil ettiği Ortodoks Mezhebi, yani asıl mezhep İlâhiyât Felsefesinin yanmda, bir Vahdeti Vü�cud (îttihâdiye) İlâhiyât Felsefesi de var idi ki, iki tasavvur te�meli ile kendini gösterir : 1 — Allah bütün hesaplarm üstünde mutlak bir tek varhktır. 2 — Allah cüz'i varlıkların yalnız illeti (sebebi) değil, cev�heri ve künhüdür. İskenderiye Mektebinden gelen bu felsefenin başlıca tem�silcileri (Deniş Lareopajit, Jan Skot Erijen, Amori Döben, David Dödinan ve Ekkâr) ile ondokuzuncu asırdaki Alman Mistik Fey�lezoflarıdır. Burada, Arap ve İbrânî kollarını ve ezcümle İbnü'r-Rüşt (' ) (1) Avrupalılarca (Averroes) diye anılan İbnü-r Rüşt'ün Felsefesi maddî bir Vahdeti Vücud Felsefesi diye meşhur olmuş ve bunun için İbnü-r Rüşt bu kısımda zikredil�miştir. Halbuki, İbnü-r Rüşt'ün, Aristo Felsefesini şerhedenlerden olduğu onlarca bilinmektedir. Şu hale göre, İbnü-r Rüşt gibi Arap ve İslâm feylezofları yolu ile Av�pa âlemine yapılan tesiri bilhassa Aristo Felsefesi bakımmdan mütalâa etmek ve neticede Hıristiyanlık Felsefesini ve meselâ Sen Toma'yı ve onun gibileri bununla ilgili bulmak daha uygun olacaktır. Gerçekten, İbnü-r Rüşt'ün elimizde bulunan Metafiziği, Vahdeti Viicud nazariyesile değil, Allahin birliği nazariyesile doludur. İbnü-r Rüşt Felsefesi denilen ve zikri geçen Metafiziğine aykın bulunan küçük bir VAHDETİ VÜCÛD 301 ve Ebuseber'un ilâ mezheplerini de zikretmek icap eder idi, ise de, biz bu mezheplerin yalnız ana hatlarmı zikretmekle iktifa edeceğiz. Yalancı Deniş diye de anılan Denfs Lareopajit (Denys L'are�opagite) Mistik İlâhiyât Felsefesinin (Allahm isimleri) bahsin�de, şöyle der : [...«iki İlâhiyât Felsefesi vardır. Birisi vücudî (affirmatif) İlâ�hiyât Felsefesidir ki, Allahtan başlayarak sonu olanlara doğru gider ve Allahı, bütün isimlerin mecmuu (toplamı) olarak ele alır. Öteki ise, tecrid edici (Allaha yöneltici) İlâhiyât Felsefesidir ki, varlıkları ve yoklukları ile belli olanların hepsinin üstüne yükselip, Allahı isim�siz olarak düşünür ve der ki, Allah hayırlılık değil, hayırlılığın, ilâhî�liğin ve tabiatın üstündedir. Onun hiç ismi yoktur, hiç bir mahiyete uymaz. Bu, ilâhîliğin üstünde olmak kavramını bize hiç bir şey vere�mez.»...] (Denys L'areopagite - Allahm isimleri - Bap 11, 18). Jan Skot Erijen (Jean Scot Erigene ) de, (Tabiatın taksimi) (• ) adındaki eserinde, pek âlimce ve gâyet mükemmel şekilde (Vahdeti Vücud) Mezhebini anlatmıştır. Erijen, mevcud olanla�rı dört kısma ayırır : 1 — Yaratılmamış yaratıcı, 2 — Yaratıl�mış yaratıcı, 3 — Yaratıcı olmayan yaratık, 4 — Ne yaratıcı ne de yaratık olan. Bunlardan birincisi, Allahm kendisidir. Haki�kitabı dahi varsa da, bunun onun olup olmadığı bilinmiyor. Arap uyanışında büyük tesiri olan îbnü-r Rüşt ve ona uyanları sapıklardan göstermek için, onun asıl tesirli olan yönü inkâr edilmiş ve Paris'te, Sensiyeli tesiri ile (aforozlanmasına) bu yolda teşebbüs edilmiş gibi görünüyor. Vahdeti Vücud meselesi, esasen, Hıristiyanlığın Tes�lis davasına, bir bakımdan, daha uygun olmakla beraber, Eflâtun Mezhebinin de esasını teşkil ediyordu. Hele İskenderye Mektebi üslübu, Hıristiyanlığa, Eflâtun ve Aristo'dan daha yakın bulunuyordu. Avrupa Orta Çağını Aristo'ya yaklaştıran Sen Toma'nın, İbnü-r Rüşt'ten sonra geldiği ve onun tesiri altında kaldığı inkâr edilme�se daha iyi olur. Bununla beraber, İşrâk Felsefesi ve tasavvuf bakımından da, batı�nın Araplardan faydalandığı da inkâr edilmemiştir. Ne var ki, bunu Avrupaya ak�settiren İslâm Feylozofunun İbnü-r Rüşt değil onun muasırı gibi olan İbni Arabî olması lâzım gelir. Çünkü, Vahdeti Vücud Mezhebinin en büyük temsilcisi odur. Gerçekten, (Averroes) ismi, İbnü-r Rüşt'ten ziyade İbni Arabî isminin bozulmuş şekli gibi görünüyor. Pek muhtemeldir kİ, bu hususta iki isim birbirine karıştırılmış ve İbni Arabî Mezhebi İbnü-r Rüşt'e atfedilmiştir. ( • ) Johanncs Seottus Eriugena. İrlandalı ilahiyatçıdır. De divisione Naturoe = « Tabiatın Taksimi» adlı meşhur eserin yazarıdır. 302 METÂLÎB - MEZÂHÎB katen yaratıcı olup da yaratılmamış olan ancak odur. En sonda gösterilen, ne yaratıcı ne de yaratılmış olmayan mahiyet (2) de odur. Fakat, en son (gâye) olmak bakımından odur. Zira, Allah, bütün varhklarm gâyesi, yani en son ismi olmak bakımından, ya�ratıcı değildir. Yaratıcı vasfile (Evvel) ismini almıştır. (Âhır) ismile yaratıcı olmuyor. İkinci kısımda zikredilen (Yaratılmış ve yaratıcı) olan varlık, ilâhî suretlerin ve misallerin toplamıdır. İşte (Kelime) denilen ve Eflâtun'un da (Otocüen) dediği budur. Üçüncü kısmı teşkil eden (Yaratıcı olmayan yaratılmış) varlık ise âlemdir. Erijenin Mezhebinde, Vahdeti Vücud karakteri, bilhassa şundan belli olur : Halk (Yaratma) Allahın bir (İşrâk) ından iba�rettir. (3). Allah her neyi görmüş ise onu daima yapmış demek�tir. Çünkü, Allahın bir şeyi görmesi, fiilinden önce olmaz, fiille birlikte olur. Yaparken görür, görürken yapar. Allah herşeyin cevheridir. Bu şeyler, Allahın dışında bulunamazlar. Bütün şey�ler, Allahm dışında bulunamazlar. Bütün şeylerin gerçeği ancak AUahtır. Ashnda, gerçek olarak ve bilhassa O olmayan hiç bir şey yoktur. Allah ile yaratığı, iki şey değil, yalnız bir vücud ve O olarak düşünülebilir. Zira, yaratık, Allah ile bulunabildiğin�den, tarifi imkânsız bir hârika gibi görünür. Onunla, görülme�yen görülür, anlaşılmayan anlaşılır, gizli ve aşikâr bilinmeyen bilinir. Sureti olmayan belli bir suretle, zata aid olanların üs�tündeki zatî olanlar, tabiatın üstündeki tabiî şeyler, hâsılı her şeyde, fâil, kendi eseri olarak tecelli eder. Bizim hayatımız Al�lahın hayatıdır. İnsanda, Allahı bilmek bir ilham işi, Allahın in�sanda tecellisidir. (Theophanie) - (Erijenin, Processiu, (• ) yani (İşrâk) adındaki eserinden özetlenerek alınmıştır.). (2) Felsefe dilinde mâhiyet (essence), bir şeyi o şey yapan ve onu diğerlerinden ayırt ettiren şey, bir şeyin asimi teşkil eden şey, demektir. (3) Yukarıda geçen diğer bahislerde de işaret edildiği gibi, (işrâk) kedimesi, Fransızca (Emanation) kelimesi karşılığmda kullanılmaktadır. Lügat manası, uçucu cevherle�rin, onlarm tutan cisimlerden kopup ayrılmaları, demektir. ( • ) Eserin adının tamamı şöyledir: «D e divina Proedestinatione proemium.» dur. VAHDETİ VÜCÛD 303 Velhasıl, Erijen'e göre, Allah, (Mevcudun Küllü) dür. C^). Bizim ile hissedilen ve anlaşılan O, kendiliğinden var olan Gö�rünmezin tecellisinden, yani mistik olanın ortaya çıkmasından, kendi kendini olumsuzlaştırmanın sâbit olmasından ibarettir. Al�lah, bütün eşyanın gerçeklik özüdür. Yaratmak, onun geçici bir sıfatı değil, zatına aid olandır. Onun için, Yaratış ezelîdir. Allah, yaratmadan önce değildi. Allah ve fiili iki şey değildir, bir tek şeydir. Her şey, Allahtan gelirse de yine Allaha dönmeğe mec�burdur. Çünkü, bütün eşyayı kendine döndürtürken kendine dö�nen yine odur. Bu Vahdeti Vücûd ve Aslilik (îmmanence, yani kendiliğinden var olmak, kendiliğinden hareket etmek, sarsılmadan, değişme�den durabilmek) Mezhebi, Onikinci asırda, iki feylezof tarafın�dan benimsenmiştir ki, yazdıkları eserler, yok edilmiş olduk�ları için, ortada görülmemektedir. Bunlar (Amori Döben) (•• ) ile (David Dödtnan) dir. Jerson (Gerson) a göre, bunların Mez�hebi şöyle imiş : [...«Her şey Allahtır ve Allah her şeydir. Allah hem yaratıcı hem de yaratıktır. Allah ilk başlangıç ve kaynak olduğu gibi, başkalaşma�dan kalmağa ve bölünmez bir varlık olarak kendisine dönmeğe mec�bur bulunan bütün varlıkların Âhiri (En sonu) yine Allahtır. Kül (Tüm) birdir, yani kül Allahtır. Büyük Alber'e (Albert Le Grand) gö�re, David Dödinan (Tomis) adh eserinde, şunu isbat etmek istemiş : Nous, yani akıl ile ilk madde birbirlerini doğrularlar, yani birbirleri�nin aynıdırlar. Bu aynı olmak, ruhun en yüksek tasavvuru ile karşı karşıyadır. Eğer, bunlar belirgin iseler, bunların toplanacakları daha yüksek, müşterek bir tasavvur farzetmek ve bu tasavvurun, her hal�de, Allahın ve ilk maddenin aynı olması lâzım gelecektir.»...] (Sum�matheologie - 1, 4, 20). Ekkâr Mezhebi, Orta Çağ (16 ıncı asır) mistiklerinin ve Vah�deti Vücudcularının en derini ve en cesaretlisidir. Jan Skot Eri�jen gibi, yalnız İskenderye Mektebinin fikirlerini yenilemekle (4) Farsça (Heme ost) denilca (•• ) Amaury de Bene ve David de Dinant hakkında bilgi veren en eski kaynak. Ch. Schimidt'in Hlstoire et doctrine de la secte des Catheres. 0,2 Paris. 1849 eseridir. 304 METALİB - MEZAHIB kalmamış, son devirlerin Alman Felsefesini de hazırlamıştır. Ona göre, «Allah vücudun üstündedir, vücudun lâvücud ile birleş�mesi ve aynileşmesidir. Allah, ne budur, ne odur. O, taşta, ağaç�ta, bütün eşyadadır. Vücud kelimesi ancak Allah için kullanı�labilir. Bununla beraber, Allah, zihinden de ayırt edilemez. Vü�cud ve zihin birbirlerinin gerçekliğini doğrularlar, yani birbiri�nin aynidirler. Allahı, Lâhuttan ayırt etmek lâzımdır. Lâhut, Al�lahın karanlık künhüdür, ezelî derin karanlıktır. Bunda, Allah, kendine dahi meçhuldür. Halbuki, Allah, bilakis, eseri ile görü�nen ve kendini bilen Lâhuttur. Yaratıklardan önce, Allah henüz Allah değilmiş. (Hâşâ). Allahın kendini belli etmesi zarurî idi.». «Alfah, ezelde ve ebedde, durmadan konuşur, istese de istemese de tesiri olur.». Bu suretle, Allah kendini doğururmuş (Hâşâ!...), yani, oğlunu meydana getirir ve onda da bütün eşyayı doğurur�muş. (Hâşâ). Bütün mahlûklar, Allahın kelâmı (sözü) imişler. Benim ağzımın söylediğini taş da söylermiş. Her şey Allah ile dolu, her biri, Allahın gerçekliğinden bir alâmeti hâiz, her biri Allahın kitabı. Susayan bir kimse, eğer içilen suda Allahtan bir işaret olmasa, o suyu içemezmiş. Ekkâr, ayni zamanda, Allah ile âlemin ayniliğine de inanırmış. Teslis (Allahın üç olduğuna inanma) akidesinde bir remizden (gizli kapalı ifade), kendi ta�birince, bir oyuncaktan başka bir şey görmezmiş. Bu hususta demiş ki : «Allah kendi tabiâttnı oynayarak seyreder. Oyuncağı da, ezelî oğul imiş. O ne ile oynarsa o da onunla oynar.» Bu felsefenin neticesi (İnsilâh) yani (Vecid, istiğrak, fena�fillah) dır. Hem öyle bir fenâ (maddî varlıktan ayrılma) dır ki, yalnız (Ben) i feda etmek değil, Allahı da feda etmektir. Bunun için, bakınız ne demiş : «Allahtan niyaz ederim ki kendisini ter�kettirsin. Zira, Lâvücud ile birlikte vücud Allahın da üstünde�dir.». Allah katında, kendini ona feda etmekten daha aziz ne ola�bilecek?. (6). (5) Bu sözlere karşı (Taaiâllahii anma yekuliizzalimûne iilüven kcbirâ) diyorum. (6) Güyâ, bununla, kâinatı Lâhuta fedâ etmek, bütün alâkalardan sıyrılıp mutlak Tek Varlıkta vecde ulaşmak istiyor. Buna da (FetealâllabU anma yasifûn) diyorum. İKİNCİ FASIL SON DEVİRLERDE DİN BAHSİ F./20 SON DEVİRLERD E DİN BAHSİ 1 — ALLAHIN VARLIĞINA DÂİR DELİLLE R Son devir felsefesinde, bütün bahislerin ve mevzuların başı olarak daima Dekart'a müracaat etmek lâzım gelir. Şüphesiz, Dekart'ın llâhiyât Felsefesi, Orta Çağdan ve kendisinden önce gelenlerden alınmış bir çok unsurdan mürekkep ise de, metodu tamamen şahsına mahsus ve cidden güzeldir. Yüksek seviyede felsefî bir metod olan bu metod «şüphe ve aşlkâı* olma ölçüsü» dür. Yani, delili olmayan her şeyden umumiyetle şüphe etmek ve aşikâr (apaçık) olandan madasını, delili var diye kabul etme�mek, îşte, Dekart metodu budur. Esasında, her felsefe ve bil�hassa Orta Çağ Felsefesi, bu metodu dolayisile tatbik eder. Zi�râ. Sen Toma (Summatheologie) de, «Ailah var mı?» sualini sor�makla başlıyor ve «Yok diyelim» diye tereddütsüzce cevap veri�yor. Demek ki, bütün hakikatları ve hatta Allahm varlığını şüp�he mevkiine koymuş ve onu, yapılan itirazlara cevap verdikten sonra kabul ve bunun hakikiliğini isbat edici deliller üzerine oturtmuştur. Fakat, hiç bir felsefenin vazgeçemeyeceği bu me�todu. gerek Sen Toma ve gerek diğer feylezoflar, hep şuursuz�ca tatbik ettikleri halde, Dekart buna şuurla ulaşmış ve topar�layarak düstur haline getirmiştir. İşte bundan dolayı, kendisine felsefenin başka bir vâzii (koyucusu) gözü ile bakılabilir. Dekart metodunun yeni bir noktası daha vardır ki bu da, idrâkin varlığını bir ilk hakikat olarak almak ve buna dayana�rak müdrik zihnin (Nefsi Nâtıka) mevcudiyetinden yürümektir. 308 METALİB - MEZAHIB (O- Felsefede ifade edilecek mânâ sıralanması ne olursa olsun, daima, mutlak bir hakikat olarak kalacak bir şey vardır ki o da, şuur (başka tabirle vicdan) dır. Cisimlerin varlığından şüphe edebilirim. Allahın varhğından şüphe edebilirim, hatta mate�matik hakikatlardan şüphe edebilirim. Fakat, şuurumun varh�ğından asla şüphe edemem. Çünkü, şüphe etmem de bir şuurdur. Halbuki, şuur, yani şüphe etmek, var olmak demektir. Çünkü, mevcud olmayan şüphe de edemez. O halde, ben, idrâk eden (ya�ni şuuru bulunan) bir şeyim. Ve ancak, idrâk ettiğim için varım, öyle ise, ben, kendinin esası idrâkten ibaret olan bir şeyim, id�râk sâhibi bir şeyim. Hâsıh, bir zihin, başka deyişle, bir ruhum. Dekart, bu suretle, son devir felsefesinin yalnız metodunu değil, mebdeini de koymuştur ki o da şudur : Sübjektif mefhum (kavram), obje karşısında nefis, nefis ve objenin tesâduku (bir�birini doğrulaması, birbirinin ayni) gibi ENE (BEN). (2). (1) Dekan Felsefesinde, «Pensçe» kelimesi., his, tasavvur, irâde gibi bütün ruh hâdisele�rine şumulü olan bir mânâ ifade eder. Bunun için, bu kelimeyi, mutlak şuur, bir dereceye kadar, buna yakîn demek olan, Sâzeç (yalm) idrâk veya ruh manasile ayni manaya gelen zihin tabiri île ifade edebileceğiz. (2) Subjectif, objectif, sujet ve objet gibi Fransızca tabirlere karşılık bizde, başlıca üç istilâh (terim) vardır: 1 — Zihnî ve hârici, zihin ve hâriç, 2 — Nefsî ve aynı, nefis ve ayin, 3 — Enfüsî ve afakî, enfüs ve afâk. Birincisi en fazla bilinendir. İkincisi de gerek Aristocularda (Mesâiye) gerek Yeni Eflâtuncularda (tşrâkiye) de ara sıra kullanılır. Üçüncüsü de, ekseriya, tasavvuf kitaplarmda kullanılmıştır. Sübjektif ve objek�tif tabirleri yalnız yeni felsefeye münhasır olmayıp, yakında görüleceği gibi, Isko�lastiklerde, bizim zihnî ve harici tabirlerimiz yerinde kullanılırmış. Fakat, yeni fel�sefe, bunların izahında, bir fark yapmış ki bu fark, bizim telâkkilerimize uygun gi�bidir. Fakat, daha sonraları, bir az daha fazla fark hâsıl olmuştur ki, bu bakımdan, nefsî ve aynı tabirleri tercemeye daha yatkın oluyor. Şu halde, Dekart'ın hususiyeti, bu tabirleri bulmakta değil, zihnî hârice, zihniyi hâriciye mebde yapmasındadır. DEKART (DESCARTES) : ALLAH'IN VARLIĞINA DÂİR ÜÇ DELİL : 1 — AKLE N İMKÂN DELİLİ, 2 — SONSUZLUK TASAVVURUNDAN VE BU TASAVVURA UYAN BİR İLLETTEN ÇIKARILMIŞ DELİL 3 — LEMMİ (SÛRÎ MANTIK YOLU İLE) DELİL : KEMÂL TASAVVURU VÜCUDU TAZAMMUN EDER Dekart, Allahın varlığını isbat için işte bunlardan yürüye�cek ve tabiî delilleri kullanmayacaktır. Ne Kiyanî (kozmogonik) delil denilen delili, ne de gâye illetler delilini kullanacaktır. Bun�lardan hiç birini kullanmayacaktır. Çünkü, henüz âlemin ve mad�dî eşyanın varlığını isbat etmemiş olduğu gibi, bunların varlık�larını isbat için de, Allahın varlığına muhtaç olacaktır. Bu sebep�le, Allahın varlığı delillerini, yalnız insan ruhunda arayacak ve ancak orada bulacaktır. Dekart, bu delilleri (BEN) den ve (BEN) tasavvurlarından çıkaracaktır. Âlemin imkânı delili adile tanınan delil, ona göre, aklen imkân delili olacaktır. Allaha ulaştırabilecek olan (BEN) mânâ ve tasavvurlarına gelince, hakikatta delil olan bunlardan ancak birisi oluyor ki o da, Allah veya kemâl mefhumudur. Fa�kat, bunlar, farklı görüşlerle alındıkları için, birbirinden ayırt edilebilen iki delil meydana getireceklerdir. Bundan dolayı, De�kart Felsefesinde, Allahın varhğına dair olan üç belirgin deli�lin hepsi ve hatta âlemin mümkün olması denilen delil dahi, doğ- 310 METALİB - MEZAHIB rudan doğruya Allah kavramında bulunduğu için, bu mefhum, bü�tün Dekart delillerinin açıkça temeli oluyor. Bîrînci Delil : Dekart'ın birinci delili meâl olarak şöyledir : Allah kavramı Allahın varlığını gerektirir. Bu gereklilik, ese�rin müessiri, malûlün illeti gerektirmesi kabilindendir. Her ne kadar, bizde, taalluk edilen şeyin ve bunları doğrulayanların var�lıklarını gerektirmeyen bir takım mevhum ve itibarî mânâlar bu�lunduğu zaman, bunların, hakikat unsurlarını terkip, veya tevsi veya (soyutlama) usullerile izahı kabil olduğunda şüphe yoksa, burada asıl mesele şudur : Acaba bizim mânâlarımız içinde, mev�zuunun varlığı kabul edilmeden izahı mümkün olmayan bir mâ�nâ, bir tasavvur yok mudur? İşte, Allah böye bir husûsî imtiya�za sâhiptir. Bu mânâ, hem illiyet mebdei ile bil inniye (ihsas ve tecrübe yolu ile) ve hem de, sadece Allah kavramının tahlili ile billemmîye (postulalardan giderek mantık yolu ile) isbat oluna�bilir. İlk önce, bu kavram nedir? Dekart der ki : [...«Ben, Allah deyince, beni ve mevcud oldukları sabit olduğu takdirde, diğer eşyayı husule getiren, âlîm, kadîr, müstakil, lâyetegay�yer (başkalaşmaz). ezelî (öncesi bilinmeyen) sonsuz bir cevher anla�rım.»...] (MMitations, 3) Böyle bir mefhum nereden geliyor? Bunun, bir mânâ olması bakımından, menşeinin (çıkış yerinin) izah edilmesi lâzım ge�lir. Şimdi, bu manâ benden gelebilir mi? Menşe ben olabilir mi�yim? Her ne kadar ben. cevher olduğum için, kendimde, ken�dimden başka bir cevher mefhumu şüphesiz edinebilirsem de, ben, sonu olan bir cevher olduğum halde, sonu olmayan bir cev�her mefhumunu nasıl tasavvur edebiliyorum ? Dekart, burada İskolastiklerden alınmış şöyle bir mebde ko�yar : [...«Fâil ve tam illetin, en az malûlün (illetin eserinin) ger�çekleşmesi nisbetinde gerçekleşmesi icap eder»...] (Cousin). O halde, sonsuz kavramının illeti, hiç olmazsa bu kavram kadar, gerçekleşmiş olmalıdır. Bütün mânâlarımız ve tasavvurlarımız, akıl gücümüzün arazları (sıfatları) ve varlığındaki nitelikler ol- AKLEN İMKÂN 311 duğu için, müsavi ve akıllı bir şey olan ruhumuzun tabiatına bağ�lı iseler de, bir takım müteallâkların (tasavvurun) alâkalandık�ları) mümessilleri olmaları bakımından, başkaca bir gerçekleş meyi, yani mevzuları ve müteallakları olan şeylere izafe edi�len bir gerçekleşmeyi hâizdirler ki, Dekart, işte buna, mânânın aslına göre gerçekleşmesi, demiştir. Mânâ ve tasavvurların ta�alluk (ilgilendikleri) ettikleri şeylerin, surette ve kendilerinde gerçekleşmeleri nisbetinde, mânâların da, az veya çok, aynen tahakkukları vardır. Meselâ, nebat mânâsının aynî tahakkuku, taşın mânâsından daha ziyadedir : Çünkü, nebatın vasıfları ta�şın vasıflarından fazladır. «Böyle bir şeyin ayni ve aslî olarak bulunmasına veya mânâsile zihinde misâllenmesine yarayan bu varlık tarzı, noksanlı da ise, her halde hiçtir. Onun için, bu mânânın menşei yokluktan ibarettir, de�nilemez.» Şimdi, her illetin (sebep), hiç olmazsa husule getirdiği ka�dar, gerçekleşmiş olması lâzım geldiği için, bundan da yeni bir mebde (başlangıç) çıkarabiliriz. Şöyle ki : «Bir mânânın diğerinden fazla aynî tahakkuku hâiz olması, o ta�hakkuk fazlalığını bir illetten almasına ve bu illetin o mânâdaki aynî tahakkuk nisbetinde surî tahakkuku da hâiz bulunması şartına bağ�lıdır.» 0 halde, sonsuzluk tasavvurunun zihinde tahakkukunu izah için, aslında, bilfiil sonsuz tahakkuku hâiz bir illetin bulunması gerekir. Bununla beraber bir bakalım? Acaba bu tasavvur başka yol�dan izah edilemez mi? Dekart, burada, tecrübe (deney) taraf dar�larının kullandıkları üç yolu zikreder : 1 — Selb (menfileştirme), 2 — Taaddüd (birden fazla olma), 3 — Sonsuz inzimam (sonsuz katılma) uîsulleridir. 1 —- Sonsuzluk yokluktan ibarettir. Çünkü, sonu olamn sel- 312 METÂLÎB - MEZÂHÎB binden (ortadan kaldırılmasından) başka bir şey değildir. O hal�de sonsuz kavramı yokluğa aid bir kavramdır. Dekart, buna ce�vap olarak, der ki, sonsuz cevherin gerçekleşmesi, sonu olan cev�herin gerçekleşmesinden daha fazladır. Bende, sonsuz olmak ma nasından daha öncedir. Sonu olmayan, sonu olandan fazla ta�hakkuku hâiz olduğu halde, bu tasavvur, madde bakımından ba tıldır. Onun için ben bunu ademden (yokluktan) alıyorum denile�mez. 2 — Bir çok illetin malûlleri (illetin husule getirdiği) birden husule gelmiş olabilir. Ben, Allaha yakıştırdığım kemâllerden bi�rinin mefhumunu bir illetten, diğer birinin mefhumunu da başka bir illetten almış olabilirim. Bu suretle, o kemâllerden her biri, kainatın bir yerinde, hakikaten bulunur. Lâkin, cümlesi toplu ve birbirine bağlı olarak bir şeyde bulunamaz ki Allahın mevcud ol�ması lâzım gelsin. Buna karşı da Dekart şu cevabı verir : «Allahın başlıca kemâllerinden biri de kendisinde bulunanların birbirinden ayrılamaması, birlik ve basitlikleridir. Bu kemâllerin bir birlik halinde tasavvuru ise bana ondan başka hiç bir illet (sebep) ile telkin edilemez.» 3 — Belki ben zannettiğimden fazla bir şeyim. Belki, Allah�ta tasavvur ettiğim bütün kemâller bende kuvve olarak var. Ben�de bulunan bu kemâlleri (olgunluk, yetkinlik, tamlık, eksiksiz�lik, mükemmellik) (Ben) de sınırsız şekilde çoğaltabilmekten iba�ret olan bu kuvve, bende o kemâllerin mânâlarını husule getir�meğe yetmez mi? Bu sualin cevabı şöyledir : Bu delil, her had�de, benim ilmimin eksikliğine delâlet eder. Çünkü, yavaş yavaş artıyor ve her gün ona fazla bir şey ekleniyor. Allahı ise. bilâkis, mutlak kemaline bir şey ilâve edilemeyecek derecede yüksek ve fiilen sonsuz diye biliyorum. Halbuki fiillen sonsuz kavramı gi�bi) bir kavramın objektif varlığı yalnız kuvve halindeki bir var�lık ile husule gelemez. Sonsuzluğun manâsı, sonu olan varlık ile izah edilemeyince. bunun, en az ona eşit ve, ruhun manâda haiz olduğunu fiilde ih�tiva eden, bir illeti bulunması zarurî olur. SONSUZLUK TASAVVURU 313 İkinci Delil : Dekart'ın. ikinci delil adını alan delili de, ha�kikatta birincinin bir cüzü ve birinci delilin geliştirilmesi de�mektir. Fakat, bu delili tek başına ele almak da mümkündür. Dekart, kendi kendine : «Eğer Allah bulunmasa idi, Allah mefhumuna sâhip olan ben bulunabilecek mi idim?» diye soruyor. Ve, şöyle cevap verij w : «Hayır. Bu imkânsızdır. Zira, ben, Allah mefhumunu hâiz oldu�ğum için kendi kendime varhk verebilse idim, yine bu sebeple, tasav�vurunu hâiz olduğum bütün kemâlleri kendime verebilirdim, yani Al�lah olurdum. Halbuki değilim. O halde beni ihdas etmiş (vücuda ge�tirmiş) başka bir illet lâzımdır. Fakat, bu başka illet hakkında da, tıpkı benim gibi düşünmek, ve tasavvur ettiğim bütün kemâllere ger�çekten sâhip, yani Allah olan, bir illete kadar gidilmek icap eder.» Bu delil, şekil bakımından garip görünüyor. Sanki, Dekart farzediyor ki : (BEN) kendiliğinden mevcud olsa idi, varlığını irâdesile vermiş olurdu. Bu takdirde ise, var olmadan önce mev�cud olması lâzım gelirdi, ki bir tenakuz olur. Bu delilin bu mâ�nâya ciddî olarak alınırsa, mugalata, (yanıltıcı söz) olduğu gö�rülür. Fakat, diğer taraftan, her kim, Allah kendiliğinden var�dır, varlığı kendisindendir, derse, o, aslında, kendi varlığının il�letini kabul etmiş olur. Dekart da, bu nokta üzerinde izahat ve�rirken, şöyle der : [...«Allahta, zat (kendisi) ile illet (sebep), yani, surî illet ile fâil illet karışır. Bundan dolayı, Allah, kendisine nazaran fiili yapan illet gibidir. Demek oluyor ki, Allahın mahiyeti, varlığı kendiliğinden olan Allaha nisbetle, sanki, husule getirdiği varlığa nisbetle onu husule ge�tiren illet gibidir. İmdi, böyle kendiliğinden var olmak yüksek kudre�tini hâiz olacak olan vücud yine böylece, yani kendiliğinden, bütün kemâller ile vasıflandırılmış olmak kudretini de hâizdir. Bu da, mut�lak vücud, mutlak kemâli tazammum (bir şeyi de ihtiva etmek) eder, demeğe varır.»...] Dekart'ın delilinde mühim bir mülâhaza (dikkatle bakma) kaydedelim. Şöyle ki : Ona göre, bir cevherin muhafazası ve de�vam ettirilmesi yaratılışının aynidir. Bu sebeple, başka bir za�manda beni yaratanı bilmek istersem, bundan maksad, bugün 314 METALİB - MEZAHIB beni muhafaza eden kimse, onu bilmektir. Halbuki, ben, bunu, mefhumunu hâiz olduğum bütün kemâllere doğrudan doğruya mâlik bir illete isnad etmesem, ne kendime, ne ana ve babama ne de başka hiç bir illete isnad edebilirim. İşte, sonsuz teselsül itirazı, Dekart'a göre, bu suretle karşılanıyor. Bu itiraz, yaratı�cı illete karşı cidden ileri sürülebiliyordu. Zira, zamanlar silsile�sinde, daima, illetten illete çıkılabilir ise de, baka (ölümsüzlük) illetinde hal böyle değildir. Çünkü, o andaki varhğımı izah et�mek için illetinin de o anda bulunması lâzım gelir. Üçüncü Delil : Nihayet, Dekart Felsefesinde, gâyet meşhur, üçüncü bir delil daha vardır ki bunu, yukarıda, Orta Çağdaki (Sent Anselm delili) adile görmüş idik. Kant, bu delile (Vücudi delil) demiştir. Dekart, bu delili şöyle tasvir eder : «iyice bilinir ki. Ben bende onun mefhumunu, yani son derece mükemmel bir varlık mefhumunu, bir şekil veya miktarın o şekil ve�ya miktar olması mefhumundan daha az bulmuyorum. Ve bu mahi�yete dair ezelde ve halde bir varlığı bilişim, bir şekille isbat edebildi�ğim şeylerin bu şekle aid olduğunu bilişimden daha az açık ve daha az belirgin değildir.» (Meditations 5) Dekart der ki, görünüşte, bu istidlâlde (delille netice çıkar�mak) bir safsata (görünüşte doğru ashnda yanlış olan) var gibi gelir. Zira, her şeyde mahiyet, vücuddan mütemâyiz (kendini gösteren) dir. Allahın vücudunun da mahiyetinden böylece ayrı�labileceğine inanmak isterim. Fakat, iyice düşündükten sonra görürüm ki, Allahta vücud, mahiyetinden ayrılamaz. Çünkü, her ne zaman bir ilk ve yüksek zat tasavvur etsem, ona bütün kemâl�leri yakıştırmam zaruri olur. Vücud ise bir kemâldir. Onun için, bu yüksek kişi mevcuddur neticesini kuvvetle çıkarabilirim. Bu delile, (Limmi delil) denilmiştir ki cinsinde tektir. Zira, meta�fizik deliller denilen diğer delillerin hepsine, az çok, mümkün olan şeylerden ahnmış mülâhazalar karışır ve hepsinde eserden müessire gidilir. Bunda ise, bilâkis, mefhumunun kendisinin dü�şünülmesinden dışarı çıkılmaz. Şeyin varlığı onun mahiyetinden çıkarılır. Onun için, bu delil tamamen Limmî postuladan mantık yolu ile netice çıkarmak) dır. LEMMİ DELİL 315 Bu delilde çok çatışmalara ve çekişmelere düşülmüş ve vak�tile Gasandi (Gassendi) tarafından buna bir takmı kuvvetli iti�razlar (Boş İtiraz) ileri sürülmüş idi ki, en başta geleni veya hiç olmazsa meselenin özüne hakkile varabileni ancak bir tanesi idi: Var olmak, kişinin bir hususîliği değildir. Onun için bir kemâl değildir : Gassandi der ki : [...«Var olmak bir kemâl değildir, bir suret veya bir fiildir ki bun�suz hiç bir şey olamaz. Hiç mevcud olmayanm ne kemali olur ne de noksanı. Hiç mevcud olmayana nakıs (noksana olan) denilmez, yok denilir.»...] (S. Objets. Cousin. 2. S. 202). Bakınız buna Dekart nasıl cevap veriyor : [...«Anlamıyorum. Varlığın nasıl bir şey olmasını arzu ediyorsu�nuz. Hususiyet (özellik), türlü sıfatlardan her birinin mânâsına alın�dığı takdirde, mevcudiyet (var olma) de, küllün kuvvesi gibi, bir hu�susiyet niçin olmasın? Bundan başka vücudun zarurî (Vâcip) olması Allahta daha hususî bir mânâda olduğu için, hakikaten bir hususi�yettir. Çünkü, yalnız ona aiddir ve ancak onun mahiyetinden bir cü�züdür.»...] (Aynı eser - S. 291). BİRDEN FAZLA DELİLLER : İSPİNOZA (SPÎNOZA), LAYBNİÇ (LEÎBNÎTZ) , MALBRANŞ (MALBRANCHE) . BOSSUE (BOSSUET) : EZELÎ HAKİKATLAR DELİLİ Onyedinci asırda. Dekart'ın delilleri, Allahm varlığına dair delillerin, hemen hepsinin, temeli olarak kalmıştır. Bununla be�raber, bu devrin başta gelenlerinden her biri feylezof, kendi şah�si dehalarına göre, bu delillerde değişiklik ve kısaltmalar yap�mışlardır. Meselâ; İspinoza, Sent Anselm'in veya Dekart'ın (Limmî) ve (Varlığa aid) delillerini aşağıdaki şekilde ve zarif bir tarz�da geliştirmiştir. [...«Mevcud olabilmek bir kuvve olunca, bir tahakkuk bir şeyin tabiatına ne kadar küçük gelirse, o şeyin kendisinde mevcud olmak için, o nisbette çok kuvvenin bulunması lâzım gelir. Bu sebeple, son�suz mutlak olanın, yani Allahm kendisinde sonsuz bir varlık kuvvesi bulunmak iktiza eder ki dıştaki şeylerden husule gelenlerin kemâli ve tahakkukları hep onları meydana getiren illetler sayesindedir, kemâl�leri de o illetin kemâlinden gelir. Fakat, bir cevherin (kendi kendine ve kendisi için) hâiz olduğu kemâl, aksine, hiç bir dış illet şartına bağ�lı değildir. Bunun içindir ki, varlığı ancak kendi kavramından husule gelmek ve kendi mahiyetinden ibaret bulunmak zorundadır. Hâsılı, kemâl varlığa ters düşmez, onun esasıdır. (1) .Ona ters düşen kemâ�lin olmamasıdır.»...] (Ethique - 1). Laybniç, Dekart'ın delilinde halel (boşluk, noksan) buldu- ( 1 ) Bossuet dahi (Birinci «Elevations») da «Kemâ l vücûd a mân i midir ? Hayır bilâki s vü�cûdu n sebebidir » diyerelc İspinoza ile birleşmiştir. DELİLLER 317 ğunu sanarak (2) tamamlamağa kalkışmış ve bu suretle delili iyice anlatıp tamamlamıştır. Laybniç der ki : [...«Allahm varlığını isbat için uzun müddet Mektebinde şöhret�li kalan ve Dekart tarafından yenilenen delil ile bu meseleyi pek ya�kından tetkike koyulmuş idim. Şöyle ki : Bir şeyin mefiıumundan ve mahiyetinden ne mânâ çıkarılırsa o şeyin kendisine hamlonulabilir. Varlık ise Allah, yani tasavvur olunabildiği kadar mükemmel olanın mefhumundan çıkarılır. Onun İçin Allah vücuda hamlonulabilir. Lâ�kin, şunu bilmek lâzım gelir ki, bundan çıkarılabilecek netice, Allah mümkün ise mevcud olması lâzım gelir neticesidir. Zira, neticeyi al�mak için elimizdeki tariflerimizin hakiki olduklarını ve hiç bir tena�kuzu ihtiva etmediklerini bilmeden kendilerine tam olarak güvene�meyiz. Onun için bir (Ekmel = en son derecede kemâl sahibi) tasav�vurunu haiz olmak onun hakikî mefhumunu temin için kâfi gelmez. İleri sürdüğümüz delilden haklı bir netice almak arzu edilirse o Ek�melin mümkün olduğunu imâ etmek (işaretle anlatmak) ve tasrih etmek gerekir.»...] (Meditations sur l'idee). O halde, Dekart delilinde zımnî (gizli) bir mukaddime var demektir ki; o da şudur : Allah mefhumu hiç bir tenakuzu §u�mulü içine almaz. Laybniç , sözüne ilâve olarak diyor ki : [...«Bu burhanın (isbat edici delil) noksan olduğunu kabul ede�rim. Çünkü, Ekmel olanın ashnda mümkün olması şartına bağlıdır. Birisi bu imkâna bir delil verebilse idi, o zaman Allahm varlığını hen�desî, hakikî bir burhanla isbat edebilirdik.»...] Bu delili kendisi de kapalı bir şekilde ve ilâve olarak ileri sürmüş v e fakat yeterli bir burhan gösterememiştir. Demiştir ki: «Bu imkâna hiç bir mâni bulunmadığı gibi Allah mefhumu da menfilikle ilgili olmadığı için, aslâ bir tenakuzu ihtiva etmesi ihtima�li yoktur.» (Monadöloji - Monadologie). Ne var ki, menfilikle ilgili olmayan niçin tenakuzu da ihti�va edemez? Bunu kâfi derecede izah etmiyor. Çünkü, kendine (2) Laybniç (Limmî Delil)in boşluğu olmak üzere ileri sürdüğü zorlukların vaktile (Les daisiemes usrobjections meditations) da ileri sürüldüğünü ve burada Dekart'ın tıp�kı kendisi gibi, ve belki de daha ince bir şekilde, cevap verdiğini bilmiyormuş gibi görünüyor. (Müellif Paul Janet hâşiyesi) 318 METALÎB - MEZÂHİB aid misal ile ifade edelim : En süratli hareket mefhumunun men�filikle ilgisi olduğu halde (selbî) tenakuz ihtiva etmemeğinin şek�li anlaşılmıyor. Laybniç , Dekart delilinde yaptığı bu Islâhtan maada, başka bir delil ileri sürmüştür ki, esas itibarile, (Âlemin imkânı) delili denilen ve Kan t tarafından (Kiyan î = Evrene aid) delil adı ve�rilen delil demektir. Ancak, Laybniç , bunu, kendine mahsus bir mebdee dayatarak işlemiştir ki o da, aşağıda gösterilen (Kâf i Sebep) mebdeidir. [...«Bütün bu ikinci derecede ehemmiyeti olan mümkün şeyler, onlardan daha önce mevcud diğer mümkünlerde gizlice bulunduğu ve onlarm her biri, makûl olabilmek için, böyle bir tahlile muhtaç ol�duğu cihetle, daha ileri gidilemez ve kâfi sebebin, bu mümkünlerin birbirlerini takip eden silsilelerinin dışmda kalan bir sonsuz olması lâzım gelir. Bu suretle, eşyanm en uzak sebebinin, varlığı zarurî bir cevher olması icap eder ki; bu geniş çaptaki hal değişiklikleri, onun kaynağında bulunur gibi bulunsun. Allah dediğimiz işte budur.»...] (Monadoloji - Monadologie). Malbranş (Malbranche) Allahın varlığına delil göstermemiş�tir. Zira, o, her şeyin, hatta Allahın, Allahta göründüğüne kaail olduğu için, bizde, bu görüşten başka, bir Allah mânâsı bulundu�ğuna inanmaz. Ona göre, Allahı tasavvur etmek demek onu gör�mek demektir. Onun için, delillerden faydalanılarak mânâdan vücuda geçmeğe mahal yoktur. Çünkü, nefis, varlığın kendisile birleşmiştir. Malbranş der ki : [...«Biz, Allahlıktan sonsuzluğu, kayıtsız şartsız varlığı, sonsuz de�recede mükemmel varlığı anlarız. Sonsuzu ise, hiç bir sonu olan tem�sil edemez. Bu sebeple, Allahın varlığını bilmek için, onu tasavvur et�mek yeter. Aristo : «Evet, Teotim» «Hiç bir şeyin sonsuzu temsil et�meğe kâfi gelecek bir gerçekleşmesi bulunmadığına kanaat getiriyo�rum. Halbuki, sonsuzu gördüğüme kesin karar veriyorum. Demek ki, sonsuz budur. Çünkü, ben onu görüyorum. Onu, kendisinden başkasile görmek kaabil değildir.»...] Bossue (Bossuet) nin bu tarihte yerini alması gerekir. Bir taraftan İspinoza gibi, «Kemâ l varlığa mâni değildir, bilâkis var�lığın sebebidir» diyerek (Limmî) delili derin ve kuvvetli bir şe- DELİLLER ' 319 kilde kullanır. Sonra da, zarurî ve ezelî hakikatlar ile Allahın varlığına dair isbât edici deliller göstererek Eflâtuncuların (Ma�naların misâlleri) delilini, şahsına mahsus bir şekilde, yeniler. Bu hususta, hareket başlangıcı şudur : Bir takım zarurî ve eze�lî hakikatlar var. Bu hakikatlar, âmili (etmeni) oldukları şeyle�rin hiç biri mevcud değilken bile, hakikî olmaktan çıkmıyorlar. Meselâ, bir üçgenin vaziyeleri( açıları) mecmuu (toplamı) iki dik açıya müsâvidir, hakikatinin doğru olması için, üçgenlerin vâkide gerçekleşmiş olmaları şart değildir. Bu hakikatları bil�mek için, insan zihninin mevcud olması da gerekli değildir. Zi�ra, dünyada hiç bir insan bulunmasa da, bunlar yine doğru ola�caklardır. Bu suretle, ebedî hakikatların âleme de insan ruhu�na da bağlılıkları yoktur. Bunlarm başka bir varlığa bağlı olma�ları gerekiyor, [...«Şimdi, bunlarm, böyle sürekli ve değişmez olarak, hangi mevzuu isbat ettiklerini aradığım zaman, kendisinde, hakikatin, değişmeden, ezelde ve ebedde, bulunduğu bilinen bir varlığı ka�bul ve itiraf etmek icap ediyor ki, bu mevcudun, hakikatin ken�disi ve bütün hakikatlar olması ve, her varolanda ve onun dısm�daki her makiîl şeyde, hakikî olmanm ondan çıkmış bulunması gerekir.»...] (Allah bilgisi ve nefis bilgisi). Onyedinci asırdaki, Allahın varlığına dair deliller tarihini ta�mamlamak için, fezânm (uzayın) varlığı esası üzerine kurulmuş Nüyton (Newton) delili, ve, diğer bir çok delilden her biri, Alla�hın ancak bir sıfatını isbat ettiğinden dolayı, tek başlarına ye�tersiz oldukları ve aslında, bunların, yalnız bir tek delilin cüzüle�rinden ibaret bulundukları mutalâasile, hepsini bir tek delilde toplamak teşebbüsünde bulunan Klark (Clarke) (®) delili dahi zikredilebilir. Onsekizinci asırda, Ansiklopediciler felsefesile Hoibah (Hol�bach) ve Dldero (Didefot) Felsefesinin dünyaya saldığı gürültü�ler yüzünden, bu asır. Dinsizlik (Atheisme) asrı olarak geçti. Bu�nunla beraber, bu asra, Akılcı İlâhiyât (Deisme) asrı demek da- ( • ) Clark. 320 METALÎB - MEZÂHİB ha uygun olacaktır. Çünkü, Allahm varlığına dair bu asırda ya�zılmış olan kitaplar kadar çok eser, hiç bir devirde yazılmamış�tır. Onsekizinci asır, bilhassa o sıralarda ilerleyen fizik ilmine ve diğer tabiî ilimlere borçlu olan ve geçmiş asırlarda bilinme�yen yeni bir ilmin, yani tabiattaki hayret verici şeylerden Allahm varhğı delillerini çıkaran (Tabiî İlâhiyât) ilminin, ortaya çıkışı�m bile görmüştür. KANri N TENKİDİ VÜCÛDÎ (GEREKİRCİ, OLUMLU, AFFÎRMATÎF ) DELİL KİYÂNÎ (EVREN E ÂİD, KOZMOGONİK) DELİL TABİÎ İLÂHİYÂT DELİLİ BU ÜÇ DELİLİN BİR TEK DELİL E DÖNÜŞTÜRÜLMESİ KANT DELİLİ, AHLÂKÎ DELİL Kant'm, (Mahız aklın tenkidi = Cr'itique de la raison puce) adh eserindeki tenkidlerile, Allahın varlığına dair deliller tari�hinde gayet mühim bir merhale (iki konak arası) kaydedilmiştir. Gerçekten, bu eserde Sâid Nazar (Yukarıya yükselen bakış) in üçüncü kısmı, Allahın varhğma dair deliller nazariycsile bunun münakaşasına hasrolunmuştur. Kant, Dekart tarafdarlarınm ve bilhassa Laybniç'in mesele�yi vazettikleri şekilde, yani, Allahın mahiyetinden başlar. Allah, hakikat olanın kendisidir. Bütün gerçekleşmelerin tümüdür. Bu tüm gerçekleşme, nefsinde gerçekleşmiş diye bilinen ve bütün olumsuzluklardan arınmış olan şeylerin, mümkün olan sıfatları�nın hepsini kapsar. «Hiç bir kimse, karşılığında olan müsbet ihtimali tasavvur et�meden, menfî ihtimali tasavvur edemez. Anadan doğma kör, karan�lık kaVramma mâlik olamaz. Çünkü, ışık kavramını hâiz değildir. Vahşide iflâs kavramı bulunmaz. Çünkü, onda servet kavramı yok�tur. Onun için, bütün menfî (olumsuz) tasavvurlar, ikinci derecede sayılır. Bunlar, asıl değildirler. Bunların asılları ve bütün eşyanın ni�teliklerinin imkân ve tamamhiığının madde ve mânâsı, gerçekleşmiş F./21 322 METÂLÎB - MEZÂHİB olanlardır. O halde biz, ilk aslı, Hak Teâlâ (Gerçekleşmiş en yüksek olan) tasavvuru ile, şuurla ilgili, basit (bileşik olmayan), her şeye ye�ten, ezelî ve ebedî bir asıl diye, yani, bütün vasıflarda mutlak kemâli ile niteleyebiliriz. îşte, böyle bir asıl tasavvuru, Allah tasavvurudur.» (Kant - Mahîz aklın tenkidi). Bu tasavvurun, insan ruhunda mevcud olduğundan ve önemli tesirler yaptığından Kant, bir lahza şüphe etmemiştir. Fakat, bu tasavvurun, değişmeyen bir hakikata, bir varlığa cevap olması cihetine gelince, işte bunu, şüphe etmeğe değer bulmuştur. Çün�kü, bizde, hiç bir ayne (objeye) yönelmeyen bir tasavvur bulu�nabilir. îşte, Allahın varlığına dair delil göstermekten maksad, bu tasavvurun objede gerçekleşmesini isbat etmektir. Tenkidin mevzuu da, isbatta kullanılacak delili tetkik etmektir. Kant, Allahın varlığına dair mümkün delilleri, aşağıdaki şe�kilde üçe irca eder : 1 — Ya belli bir tecrübeden ve hissedilen şeylerin (Mahsu�sat) cüz'î tabiatından (Meselâ, âlemin nizam ve intizamından) gidilip, bu nizamın bir illeti olduğu neticesi çıkarılır. (Gaye illet�ler delili) denilen budur. Kant buna (tabiat yolu ile Allahı bilme) diyor. 2 — Veya, belli olmayan bir denemeden ve hissedilen âlemin (mümkün olmakla beraber kendi varlığı için yetersiz olduğu dü�şüncesile) rastgele, varlığından hareket edilir ki buna da (Âle�min mümkün olması) delili veya Kiyânî (Evrene aid, kozmogo�nik) ve yahut (Tekvin = Var etme) delili denilir. 3 — Yahut da, bütün tecrübeler terkedilerek, mücerred (so�yut) şekilde mütalâa edilir. Tasavvurdan varlığa Limmî (postu�lalardan surî mantık yolu ile netice çıkararak) usul ile netice ahnır. Bu da Sent Anselm Delili dir ki Kant buna Vücûdî (Selbî olmayan, icabı, olumlama, affirmatif) delil demiştir. İşte, müsbet olan deliller, yalnız bu üç delilden ibarettir. Kant, bu delillerin hepsini evvelâ Vücûdî (Selbî olmayan) delüe irca ederek başlamış ve sırasile hepsini tenkid etmiştir. VÜCÛDÎ DELİL 323 Bilindiği gibi, vücûdi delil, Allah'ın mahiyetinden, Allah en mükemmeldir (Ekmel) mefhumundan (O başlayıp onun varlığı neticesini çıkarmaktan ibaretti. Dekart diyordu ki, Allah bütün kemâlleri (tamhk, eksiksizlik, yetkinlik, olgunluk, en yüksek de�ğerde olmak, her bakımdan mükemmellik gibi) hâizdir. Onun için, bir kemâl olan varlığı da hâiz olması lâzım gelir. O halde Allah vardır. 1 — Vücudî delilin olamayışı Bu delile Kant aşağıdaki şekilde itiraz eder : 1 — Tahlilî bir kaziyede (önermede) (2), mevzuu alıp mah�mulü atarsam veya mahmulü alıp mevzuu atarsam, bundan bir tenakuz çıkacağı şüphesizdir. Fakat hem mevzuu hem de mah�mulü, ikisini birden, atarsam tenakuz olmaz. Onun için, «Allah vardır» kaziyesinde mahmulü (varlığı) attığım zaman, mevzuu da atarım. O zaman, tenakuz neden olsun? 2 — Varlık, hakikî mahmûl (yüklenim) değildir. Yani, bir şey tasavvuruna eklenecek bir şey değildir. Bu, sadece, şeyin kendi vaziyetidir. Eğer öyle olmasa idi, mevcudun kendisinde, ta�savvur edilenin kendisinden fazla bir sıfatın bulunması lâzım ge�lirdi. Bu ise doğru değildir. Çünkü, tasavvur, vukua gelene uygun düşmemiş olur. Hakikî yüz dolar, zihindeki yüz dolardan fazla bir şey ihtiva etmez. (3). (1) Yukarıda gördüğümüz gibi. Kant bu mefhumu (kavramı) da ıslâh eylemiş idi. (2) Mahmûl tasavvurunun mevzu tasavvurunda veya her ikisinin tasavvurunun birbirin�de dahil bulundukları kaziyelerde, Kmt, bunlara (Tahlilî kaziyeler) der. Bedîhî (apa�çık) olanların çoğunu bu kabilden sayar. Bunlara, bizim tanınmış İstılahlarımızda (te�rimlerimizde) (Lafzî kaziyeler) denilir. Meselâ, tarif ile tarif edilenden yapılmış bir kaziye lâfzî kaziyedir. Burada, asıl tahlilî kaziyenin, «Allah Ekmelin kendisidir» Kübrâsı olması lâzım geliyor. Dekart da, bu Kübrâya «Viicûd bir kemâldir» Suğ�râsı ilâve ederek bir kıyas yani bir istintaç (netice çıkarma) yapıyor. O halde, Kant'm bu itirazı Sent Anselm'in iddiası için geçerli olsa bile Dekart'ın iddiasma karşı ge�çerh olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, Kant, ikinci ve üçüncü itirazlara da lüzum görmüştür. (3) Öyle ise, zengin olmak için, tasavvurun kâfi gelmesi lâzım gelmez mi? Deımek kt. var olan dolarda, zihindekinden fazla bir şey var. O fazla olan şey, gerçekleşmektir. Tasavvurun, vukua gelene uygun düşmesi, bu var olmaktan maadası bakımmdan�dır. Sonra, şeyin durumu ne demektir? Acaba, durumun farkh olması uygun düş�meğe mâni değil midir? 324 METÂLÎB - MEZÂHİB 3 — «Allah vardır» kaziyesi (önermesi) ya bir tahlilî veya bir terkibi kaziyedir. Birinci halde mahmul (yüklenim) mevzua (konuya) bir şey ilâve etmez. O halde, varlık o şeyin tasavvurun�da bir artış yapmaz. Demek ki, siz, o şeyi, gerçekleşmiş ve mev�cud olarak kaziyede mevzu yapmışsınız. Öyle ise, bu hüküm, bir tekrardan ibaret olur, ve delil faidesiz kalır. Eğer, bu ka�ziye (önerme), terkibi (birleşimsel) bir önerme ise, o şeklile, mahmulün (yüklemin) olumsuz olmasının tenakuza sebep olduğu nasıl iddia edilir? Çünkü, bu hal, ancak tahlili önermelerde olur. 2 - - Kiyânî (Evrene dair, kozmogonik) deiilin geçersizliği : Bu delil, Allah kavramından Allahın varlığını değil, bazı var�lıklann varlığından Allahın varlığı neticesini çıkarır ki, bu, şu demektir : Eğer, bazı şeyler var ise, varhğı vâcip (zorunlu) ola�nın mevcud olması da zorunludur. Halbuki, ben varım. Öyle ise, varolması zorunlu olanın da varlığı gerekir. Bu böylece gidiyor ve bu delil gerçeğe uzak düşüyor. Zira, mutlak şekilde vâcip olandan son derece gerçekleşmiş olanı, yani Dekart ve Layb�niç'in dillerile, Ekmeli çıkarıveriyor. Aslında, Allahın varlığının esas delili, bu delilin ikinci kısmıdır. Çünkü, Ekmel kaydı olmak�sızın, sadece vâcİp (zorunlu) olarak sabit duran, Allah olabile- (4) Bu iki imkândan bunu tercih edip seçmek suretile, buna bir cevap vermek kaabildir ki bunu, aşağida, daha ileride, Hegel yapacaktır. Öyle sanıyorum ki bu, Dekart'm da zevkine uygun düşecektir. Hülâsa edilirse, bunun, ashnda bir delil değil, bir ten�bih (uyarma) den ibaret olduğu söylenebilir. Çünkü, Allahm varlığı, istidlâl yolu ile değil, zorunlu ve apaçık olarak sâbittir. Mutlakın kendisi, mutlak varlık, bizim bü�tün tasavvurlarımızın ve varlığımızın zorunlu şartıdır. Biz, buna delil kullanarak va�ramayız, ancak uyarma yapabiliriz, demeğe gelmektedir, (5) Bunu kabul edemeyeceğiz. Çünkü, tenakuz (çelişme, yıkaşma), tahlilî önermelerde doğrudan doğruya, terkibi önermelerde ise dolayısı ile görünür. Bir kıyas ve istin�taç (dedüksiyon) ile alınan netice, terkibi önexme olabildiği halde, o neticeyi nak�zeden, mahmulü (yüklemi) olumsuzlaştıran mukaddimelerle çelişir ve dolayisile de. kendi kendisile ters düşer. Yoksa, hiç bir sona varılamaz. Gerçek ve terkibi öner�melerin ancak istikra (endüksiyon = Özelden genele) yolu ile isbat olunabileceği id�diasını Stuai-t Mil pek güzel şekilde çürütmüş ve Aleksandır Bayn de bunu izah ey�lemi|tir. Terceme ettiğim (Mantık kitabı) nm birinci cildinde, kıyas nazariyesi elcin�de, ilgi çekici izahlar vardır. KİYÂNÎ DELİL 325 ceği gibi, madde veya âlemin toplamı da olabilir. Vacibin var�lığı tasavvurunu doğrulayan, son derece gerçek, yani ekmel bir varlık da olabilir. Vâcip (zorunlu) olmanın kemâli de tazammun (gizli mânâyı ihtiva etmek) ettiği farzediliyor. Fakat, böyle bir farzın, Vücûdî delil ile ayni hükmü kabul ettiği aşikârdır. De�mek ki, bu ikinci delil, ilk delile bağlıdır. C'). Kant, Tekvin (Var (6) Kant'm bu delile yaptığı şu itiraz yanıltıcıdır. Çünkü, kendi izahına göre düşündü�ğümüz takdirde bile, bu delilin birinci delile bağlı olmadığı aşikârdır. Zira, bu birin�ci delil, yalnız zihinde sâbit ve sırf vaz'î (zihince mevzu yapılmış) bulunana, Ekmel olan varlık mefhumundan, varlığı neticcsini, tahlil yolu ile, çıkarmak demek idi. Halbuki, ikinci delilin buna asla bağlılığı yoktur. Çünkü, ikinci delilde, varlığı zo�runlu olan birinin sâbit olması, ilk öncc bir delil ile oluyor, lîundan doLıyı, vücudu vâcip (varlığı zorunlu) kavramı, sırf itibarî değil, müsbet ve gerçek bir kavram, bir tasavvur olmuş oluyor. Bu kavramı bu şekilde, delil ile tcsbit ettikten sonr.T, vücûb, (zorunluk) kavramından kemal neticesi çıkarılmış bulunuyor ki, bundan daha kuv�vetli bir istidlal tasavvur edilemez. Tahlil ve istintaç usulünün araya girmesinden do�layı, iki delilin birleştiğine hükmetmek, her ikisindeki tahlilin yerini ve kullanma şartlarını bilıncnıek dcmckiir. Kanf «Allah mevcudf!iir>> önermesinde, bcm mahmu�lü (yüklemi) hem de mevzuu (konuyu) atarsam tenakuz olmaz, diyordu. Gerçekten, burada mevzu, sırf vaz'î (zihinde mevzu yapılmış) bir tasavvur olduğu takdirde, atı�labilir, diyelim. Fakat «Vücudu zorunlu olan eknıeldir» tahlili kaziyesine gelince, burada mevzuu atabilmenin imkânı yoktur. Çünkü, mevzu, kabul edildiği şekilde, delille sâbittir. Bu sebeple, «A'arlığı zorunlu olan ekmel değildir» kaziyesini, tena�kuzu ile birlikte kabul etmek gerekecektir. Hâsılı; iki delildeki tahliller arasında mevcud mühim farktan, Kant gaflete düş�müştür. Eğer, Kant'm. Vücûdî Delil'den maksadı, eski delilin aynı olmayıp da, umu�mî olarak, tahlil yolu demek ise. bunu kabul ederiz. Ne var ki, tahlil yolunun bâ�tıl olduğunu iddia etmiş bir feylezof hemen hemen hiç yoktur. Yoksa, bütün istik�raî (endüksiyonlu) kaziyelerden (önermelerden), tahlil yolu ile çıkardan fennî neti�celeri inkâr etmek lâzım gelecektir. Varlığın zorunluğu kavramı, varlığın mümkün olması kavramına mukabil olmasına ve varlığın imkânı demenin de, var olması içüı kendisinin yetersiz ve dıştan başka bir illete bağlı bulunması demek olduğuna göre, varlığı zorunlu demek, varlığı için kendisinin yeterli olması ve başkaca dıştan bir il�lete ihtiyacı bulunmaması demektir. Şu halde, böyle bir varlık son derecede gerçek olmaz da ne olur? tşte, bu bakımdandır ki, varlığı zorunlu olanın ekmel olduğunda şüphe yoktur. Vacibülvücud (varlığı zorunlu) mevzuu olumsuz hale getirilmeden, Ekmel yüklemi olumsuz yapılamaz. Ve, burada, daha önceki delile bağhlık da yok�tur. Bununla beraber, i.şbu âlemin imkânı delilinin esası, bizdeki şekline göre Kant'm izahı kadar değildir. Bizce zikredilen delilde, maddenin ve bütün âlemin vacibülvü�cud (variiğı zorunlu) olamayacağı da isbat edilmiştir. Bunlar olmadan, bahsedilen delil, tam olamaz. Evvelâ, âlem, mümkün olanların tümü demektir. Mümkünlerin tümü zorunludur demek ise, tenakuzdur. Âlemden maksad, mümkünlerin tümü de�mek değilse, âlem o halde nedir? Mümkün olanların ötesinde bir şey farzedilirse, o şey, âlemin ötesi değil midir? Sonra, madde nedir? Maddecilerin vâcibülvücudu (var�lığı zorunlu olanı), başka tabirle, ilâhî olan maddenin isbatı, acaba, Yaratanın işba- 326 METÂI.İB - MEZÂHİB etme) veya Kiyânî (Evrensel, kozmogonik) delilin esasına aid olan bu bozukluklardan maada diğer bir takım bozukluklara da işaret etmiş : Mümkün olan bir şeyden bir illet neticesi çıkar�manın değeri, ancak hissedilen âlemdedir. (Mahsusat). Böyle bir delilin, hissedilen âlem dışında hiç bir medlûlü (delâlet ettiği şey) yoktur. C^). 2 -— Sonsuz bir teselsülün (zincirleme gidişin) imkânsızlığı isbat olunamaz. (8). 3 — Vücup (zorunlük) kavramı ile bütün şartların bertaraf edildiği sanılıyor. Halbuki, hep vücuptan önce bir şart vardır. tından daha kolay mıdır? Madde dahi Mümkünler cümlesinden değil mitür? Mad�denin en mühim hassası (özgüsü) hareketsizlik olduğuna göre, onun- varlığının zo�runluğunu kabul etmek tenakuz olmaz mı? Maddenin bekası (yok olması) nazariyesi de olsa olsa, maddenin kıdemini (öncesi bilinemeyecek kadar eski olmasmı) gerek�tirir, yoksa onun varlığının zorunluğunu değil. Halbuki, bu nazariye, Kant'm (Aser�torik) dediği, vâkiî önermeler veya başka bir deyişle, müşterek mutlaklık halindedir, delile dayanan, zorunlu bir hüküm değildir. Bu bakımdan, maddenin kıdemini ge�rektirmez. O halde, âlem bütün cüzüleri ve maddesile mümkündür. Mümkünün var�lığı ise, Vâcibülvücuda (varlığı zorunlu olana) bağlıdır. Vâcibülvücud Allahtır. Vâci�bülvücudun en mükemmel (Ekmel) olduğu, tam şekilde gerçekliği, (Zat) kavramın�dan anlaşılmakla beraber, âlemin nizam ve intizamı delili ile de doğrulanmıştır. Bu sebeple, îslâm âlimleri, âlemin mümkün olması veya âlemin hudûsu (sonradan mey�dana gelme&i) ile Allahın kendisinin varlığını, âlemin nizam ve intizamı veya Hik�met delili ile de Allahın sıfatlarını isbat ederler. Allahın sıfatlarım, yalnız Vâcibül�vücud (varlığı zorunlu) kavramından çıkarmakla yetinmezler. (7) Bu, her şeyden önce, bir tahakkümdür. Hissedilen âlemin dışında, delilin delâlet et�tiği bir şey bulunmadığını nereden biliyorsun? His âlemindeki kıymeti bize, bu ba�kımdan, yeter, İlliyet Kanununun his âlemine tam şumulünü kabul etmek, mesele�nin halline kifayet eder. Halbuki, bu kanunun değeri, sırf tecrübelere dayanmaktan ibaret olamaz. Aksi takdirde, fennî tecrübelerden istikralar yapılamazdı. (8 ) İlletler silsilesinin sonsu/Kığa kadar sürebilmesi, Arirt o zamanından beri bâtıl sayı�lagdmiş, Dekart da bunu. Beka ile kolaylaştırmış idi. İslâm âlimleri, bunu yukarıda ijaret ettiğim gibi, (Tatbik) ve (Tezayüf = Birlikte bulunmak) delili ile isbat ediyor�lar. Yine, yukarıda işaret eylediğim gibi, en son malûlde (illetin en son eserinde) bütün geçmiş illetlerin tesirini görebilmek için bir geçmiş delilin bekası zorunluğu vardır. Daha sonra, îslâm âlimleri, bu delili, teselsülü redde ihtiyaç göstermeden de, ileri sürebiliyorlar. Çünkü, bir mümkünün illete ihtiyacı zorunlu olunca, bütün müm�künlerin, toplam bakımından, yine illete ihtiyacını kabul etmek gerekir. Zira, müm�künlerin toplamı da mümkündür. Bunun, kendi dışındaki illeti ise, ancak vâcip (zo�runlu) olabilir. Bu suretle, silsile mümkün, fakat bir vâcibe muhtaç olur, TABİÎ İLİM 327 Mantıkî iman ile, tecrübeden elde edilen vukuî ve lıakikî im�kânın kusurları ve ayıplan örtülüyor. Son derece gerçek olan, kendi nefsinde hiç imkânsız değildir. Fakat, bu imkân, mantıkî bir imkândan ibarettir. 3 — İlâhî tabii iîîm dellünln gecersîılfği : Kant'm buna bu adı vermesi doğru değildir. Çünkü, bu üçün�cü delil münakaşasında Kant, imkânsızlığı ve bâtıllığı isbat id�diasında bulunmamış, ancak, Gâye İlletler denilen bu delilin ye�tersizliğini iddia etmiştir. Ona göre, bu delil yine bir şeydir, fa�kat noksandır ve bu bakımdan, diğer iki delüden farklıdır. Ev�velâ, bu delil neden ibarettir? Onu anlayalım. Bu delil, aşağı�da gösterilen dört noktadan oluşur : 1 — Âlemde, bir takım işaretler, tertip ve intizam görünü�yor. 2 — Bu intizam mümkündür, yani, eşyanın tabiatından ileri gelmemektedir. 3 — Demek ki, bu nizamı husule getiren bir veya çok ba�kîm (hikmet sahibi) illetler var. 4 — Âlemin cüzüleri arasındaki karşılıklı münasebetlerden, bu illetin birliği neticesi çıkarılır. ('O). Bu delil, şu itirazlara müsâiddir. Zikredilen delil, âlemin maddesinin değil, âlemin .suretinin imkânını isbat eder. O halde, âlemin bir sâni'ini isbat edebilirse de, bir varatanmı isbat ede- (9) Bu itiraz, buradaki zorunluluğun zata aid olduğunu unutmaktan ileri geliyor. Şarta bağlı olan zorunluluk (vücup) kendinden başkasile olan vücuptur. (10) Vâcibülvücud (varlığı zorunlu olan), imkânla değil, zorunluluk İle sâbit oluyor. Zo�runluluk olduğu zaman, imkândan bahsedilemez. Kendiliğinden değil, başkasile vü�cup (zörunluk) olsa İdi, mâniğin olmadığım aramak İcap ederdi. Fakat, zata mah�sus mâniğ kabul etmez. Onun için, imkânı isbata lüzum kalmaz. 328 METÂLİB - MEZÂHİB mez. (11). Bu delili, âlemdeki tasvir ve tasvip delillerinden, bun�ların kıymeti nisbetinde ve miktarlarile orantılı olarak, bir illeti isbat eder. Hikmet sahibi bir illete varabilirse de, mutlak hik�met sâhibi bir illet neticesine varamaz. Çünkü, tecrübe, bize as�la mutlakı bildirmez, (i^). Bir de, tecrübe, bu hikmet alâmetleri arasında, izah edilemez bazı intizamsızlıklar, kemalsizlikler de gösteriyor. O halde, bizim bu illeti ekmel ve sonsuz olarak ta savvur etmemiz, vâcibin kemali gerektirdiğini, kapalı şekilde, kabul etmemizden dolayıdır. Demek ki, bu delil de Vücûdî Delili gerektirmektedir. Kant, bu (Aliahm varlığına dair delîîler) nazariyesinin ta mamını, metafizik oldukları için, bir takım kuruntular gibi say�mış ve bunların yerine, doğru ve netice alıcı görünen, diğer bir delil koymuştur ki buna Amelî veya Ahlâkî Deli! di.yor. Bu deli�lin hulâsası şudur : îyi ahlâklı olmak tasavvuru, saadet tasavvurundan koparı�lamaz. Zira, ahlâk kanununun özü «Seni saadete ehil kılabilecek ne ise onu işle» demektir. Halbuki, bizi saadete ehil kılabilecek işleri yapmak, kendimize aid ise de, neticenin alınması bize bağ�lı değildir. Zira, saadet, bizim dışımızdaki tabiat ve diğer insan�ların irâdelerile de ilişkilidir. Fakat, Ahlâk Kanununu kuruntu (11) Âlemin sâni'inin varlığını kesin olarak kabul ve ifiraf ettikten sonra, iş, âlemin mad�desi, âlemin sureti kavramlarının tetkikine kalır. Kant, eşyanm suretlerini, ruhumu�zun kanunlarına atfetmiş ve maddenin, ancak tecrübe ile bilinebileceğini söylemiştir. Biz de deriz ki, Kant, acaba, suretsiz bir maddeyi hangi tecrübe ile bilebilmiştir ? Suretsiz bir âlem, madde varmıdır? Her varlık bir suret ile tecelli etmiyor mu? O halde, Kant'm, Kuvvânîliğe (Dinamizme) dayanan madde nazariyesinin burada ru�hftnilige dönüşmesi lâzım gelmiyor mu? Bunun içindir ki, Kant'ı, Hegel'in Manevi�yât (İdealizm) Felsefesi takip etmiştir. (12) Evvelâ, tecrübe bize mutlakı doğrudan doğruya verebilse idi, ayrıca sonuçlandırma�ya mahal kalmazdı. Onun için, tecrübe, Mutlakı, kapalı şekilde ve, istintaç ve istid�lâl ile tahlil ederek bildirir, diye Kant'a karşı çıkacağız. Binlerce sene önceki bir asıl ile bugünkü feri arasındaki münasebeti sürdüren kudretin, alelâde bir kudret olduğunu kabul etmek garip olur. Sonra, hikmet alâmetleri karşısında göze çarpan ve intizamsız görünen şeyleı;, aslında, diğer bir kemâlin alâmetleridir ki o da irâde�dir. Bunlardan, Vacibülvücudun irâde ve ihtiyarının illet ve sebeplerin şevkleri al�tmda muztar kalmadığım anlıyoruz, ALLAH'IN VARLIĞI 329 saymayan bir insan için, en Yüksek Hayır'm imkânı, yani fa zilet ile saadetin birlikte gerçekleşmesi lâzımdu'. Bunun için de, tabiatm ve insanlann üstünde bir irâdenin bulunması zorunlu�dur. îşte, bu tesirli irâde Allahtır. Zira, böyle bir ahengi, an�cak, sonsuz derecede yüksek bir varlık kurabilir. Bu arada, şu�nu da söyleyelim ki, Kant, diğer delillere tercih ettiği bu delilin dahi, ruhumuzun bir görüşü, adalet ihtiyacımıza karşı verilmiş bir emniyet sevinci, hâsılı, isbat edici bir delilden zijade, ina�nıştan ilham almış bir delil olduğunu, bazı yerlerde, anlatmıştır. H E G E L : VÜCÛDÎ DELİLİ MÜDAFAA Kant'ın, bu âlimce ve iyi tetkik edilmiş münakaşalarmdan sonra, Hegel felsefesindeki tenkid olmasa idi, açıkça söylemek lâzım gelirse, bu mesele hakkında, ehemmiyet vermeğe değer, hiç bir şeyden bahsedemeyecek idik. Hegel, hissedilen âlemden, istidlal suretile, Allaha ulaşıla�mayacağını kabul etmiştir. Mutlaka yükselebilmek için, tecrü�be, vâkide sağlam bir zemin değildir. Bununla beraber, bunu, tekvini (kiyânî) delilin boşluğuna kaail olmak manasına da al�mamalıdır. Hata, bu delile bir kıyas sureti vermektedir. Halbu�ki, esasında bu delil, sonsuz olmayanla tatmin edilenteyen ve sonsuz, yani Allah mefhumundan vazgeçemeyen zihnin kendi�sinin ifadesinden ibarettir. Hegel'in açık ve kesin ibâresi şöy�ledir : [...«Allaha yükselebilmek için hâdiselerin nizamından yürümek icap ettiğine, feylezof değil, avam bile kaani olmaz. Zira, insan akim tesiri altında olan bir varlıktır. Allaha yükselmenin esası da, düşün�mekten ibarettir. Tekvini (kiyânî) delil denilen şey ise, bir mebde olan ve hissedilen şeyleri de tasavvur eden ruhun bir geniş yolunu tahlil etmekten ve resimleştirmekten başka bir şey değildir. Ruhun, hissedilenin ötesine yükselmesi ve kendisini, sonu olanların hudu�dundan geçirip görünmeyen ve sonsuz taraflara ulaştıran gidişi ve gidiş tarzı hep idrâkten ve aklı kullanmaktan ibarettir. Sonu olandan sonu olmayana bu geçiş husule gelmezse, hiç tasavvur yok demektir. Bu aklı kullanış hayvanlarda yoktur. Onun için, Allahın varlığına da�ir metafizik deliller, ruhun Allaha yükselmesini noksan şekilde beyan ve tasvirden başka bir şey değildirler. Âlemin görünürdeki varlığı, bir VÜCÛDt DELİL' 331 bağlantıdan, sonu olanı sonu olmayan ile birleştiren bir vasıtadan ibarettir.»...] (Mantık - S. 293, 300). Hegel, Allahın varlığına dair delilleri, böyle umumî şekilde, ayrı mânâ verip uygun gördükten sonra, Kant'ın Vücûdî delile karşı olan itirazlarına kuvvetli bir şekilde karşı çıkar, ve ken�di görüşüne uygun olarak, Limmî (sûri mantık) delili yine ele alır v e der ki : [...«Kant'ı, tenkidde başarılı gösteren, kullanmış olduğu misâl�lerdir. Meselâ, dolar misâli. Bu misâle göre, hakikî yüz dolar ile ta�savvurdaki yüz doların hiç farkı olmayacak. Fakat, böyle bir benze�tişe kabalık denilebilir. Şundan gaflet edilmemelidir ki, Allah denil�diği zaman, yüz dolardan büsbütün başka bir şey kasdolunur. Zira, eşyanın bir sonu olmasına ve varlıklarının mümkün görünmesine se�bep, varlıklarının mefhumlarına aykırı olmasıdır. Halbuki, Allah bah�sinde, tasavvur ile varlık, vücud ile mefhum birbirini doğrular. İşte, Allahı Allah yapan, vücud ile mefhumun bu aynılığıdır. Varlık ile ta�savvurun birbirinden farklı iki şey olması esasına dayanan Kant'ın bu avamca tenkidi, bu hususta zihni karıştırabilirse de, Allahı tasav�vurdan onun varhğına götüren o hareketi durdurabilecek derecede değildir. Doğrudan doğruya ilim veya itikad (inanış) umdesi (ilkesi) bu sınırı geçmenin mutlak meşruluğunu ve Allah ile tasavvurun mut�lak şekilde birlikte bulunduğunu ve birbirini doğruladığım ifade et�miştir.»...] Artık bu tarihe ilâve edecek bir şeyimiz yoktur. Burada, Hegel, felsefenin doğru yolunu ve son noktasını göstermiş gibi�dir. Ancak, şunu söyleyelim ki, Fransız Spiritüalist Mektebi bu meselede Hegel'in görüşünü tamamile kabul etmiş ve daima şu�nu iddia etmiştir : Allahın varlığına dair delillerin mantıki ve öğretici sureti, vasıta�sız bir hareketin, bir ilk hareketin dış görünüşünden ve surî şekilde açıklanmasından ibarettir ki, bu hareket, bize sonu olandan sonu ol�mayanı çıkarttırır ve sonu olmayanı sonu olanda idrâk ettirir. Allahı merkez, tasavvuru üzerinde devredilecek yer yapar. Kuzen (Cousin) der ki : «Her hakikati biliş bir Allahı biliştir. Doğ;rudan doğruya hakikati 332 METÂLİB - MEZÂHİB görmek, dolayisile ve müphem şekilde Allahı görüşü ihtiva eder. îlim, tabiatı bakmımdan, ilâhîdir. Din, akhn kendine aid olamdır. Her zi�hin yorarak anlamada (taakkul) vücud bulunduğu gibi her taakkul dinîdir. Her taakkul (akıl erdirme), her nutuk bir imânın eseridir ve bir dindir.» (tik risale S. 391). • • • • UÇUNCU FASIL tLÂHÎ HAKİKAT BAHSİ DEKARri N İLÂHİYÂT FELSEFESİ ALLAH KENDİNİN İLLETİDİR ALLAH, EZELÎ HAKİKATLARIN DA YARATICISIDIR SÜREKLİ YARATIŞ İLÂHÎ GERÇEKLİK Şimdi de, Allahın varlığı meselesinden, Allahın gerçekliği meselesine geçelim. îlk iş olarak, meseleyi, son devir felsefesi, Dekart'ın îlâhiyât Felsefesi gereğince ortaya koyalım. Bu îlâ�hiyât Felsefesinde asıl mebde şudur : «Allah kendinin illetidir.» Daha önce gelmiş olanların «Allah kendiliğinden mevcuddur» ta�birinden muradlan da bu idi. Dekart, bu tabiri, harfi harfine al�mış olmalı ki şöyle demiştir : [...«Bere nâkısım (noksanı olanım.) Yalnız bundan açıkça anla�şılıyor ki, ben başlangıçta kendi kendime mevcud olmuş değilim. Çün�kü, ben kendi kendime vücud verebilse idim, hiç şüphe yoktur ki, ken�dime bütün kemâlleri verirdim.»...] Bu söz Arnold (Arnauld) da «Bir şey, mevcud olmadan önce, kendine vücud verebilir demektir» şeklinde anlaşılıyordu. De�kart'a karşı şöyle denilmişti : «Herkesin Allah hakkında kullan�dığı (Kendiliğinden mevcud) tabiri, nefyedici bir mânâdan baş�ka bir şey ifade etmez. Bu ancak, (Allah başkası tarafından vü�cuda getirilmiş değildir) demektir. Bunu müsbet tarzda, yani (kendine illet olarak kendisi tarafından vücud verilmiştir) diye anlamak doğru değildir.». Buna karşı Dekart, açıktan açığa, şu cevabı yeriyordu : 336 METÂLİB - MEZÂHİB [...«Bence, zikredilen tabir menfi şekilde değil müsbet şekilde anlaşılmalıdır. Yoksa, Allah illetsiz ve vücudu sebepsiz ve hikmetsiz ölmüş olur. Eğer, Allah illetsiz bir şey olsa idi, onun varhğı delilinin bağh olduğu şart olan illiyet postülası nakzedilmiş olmaz mı idi? Bu postülayı şöyle hülâsa etmek gerekir : ^^Her şeyin bir illeti vardır. Onun için, Allahın da illeti olmak lâzım gelir. Bu illet ise Allahın ken�di mâhiyetidir. Şüphe yok ki, Allah, kendisi hakkında, hususî mânâ�sile, fâü illet değildir. Belki surî illettir, veya mâhiyeti, fâil illet yeri�ni tutar. Çok kenarlı şekil (poligon) nasıl bir dâireye (çembere) ben�zerse o da fâil illete benzer. Allahın mâhiyeti, vücudunun illetidir. Al�lah son derece ekmel olduğu için mevcuddur, ve bu mânâda kendisi�nin illetidir.y^ ...1 Görülüyor ki bu nazariye (kuram) Vücûdî Delile kadar va�rıyor. Allahta mâhiyet vücudunun illeti olduğundan, vücudunu isbat için mâhiyetinden faydalanılıyor. (Arnold ile olan Müna�kaşalar Dergisine bakınız. Kuzen baskısı. Cild 2. S. 60 ve ilâ.) Allahın kendisinin illeti olduğuna kaail olan bu mezhep, Al�lahın kudretini en yüksek derecede tutar. (Cevap 5, S. 341 - 355). Bundan dolayı Dekart, Allahın kudretini son derece mübalağa eder ve Hıristiyanlık akidelerinde olduğu gibi, Allaha yalnız âle�mi yarattırmakla kalmayıp ezelî hakikatlan da yarattırır. De�kart, Allahın ötesinde ve onun üstünde, yaratık olmayan, bir ha�kikat nizamı bulunsa idi, Jüpiter'in Stiks'e boyun eğmesi gibi. Allahın da bazı şeylere boyun eğmesi lâzım gelirdi, der. Bir üç�genin üç zâvîyeye (açısı) iki kaaim zâvîyeye (dik açıya) müsavi ise ve eğer deresiz dağ yok ise, bunlar hep Allah böyle istediği için böyledir, demekte tereddüt etmez. Bu akide (inanış) başka bir mânâ ile tefsir edilemezse, tenakuzun mebdeine ters düşer. Fakat, Dekart'ın kendisinin de dediği gibi, bunun mânâsı my�ledir : «Allah yâlnız vücudlan yaratmamış, mâhiyetler» de ya�ratmıştır.» Mâhiyetlerin yaratılması dolayısı ile onlarda gizli ha�kikatlan, yani bu mâhiyetlerden çıkan alâkaları da yaratmıştır. Meselâ, Allahü Teâlâ, mekânı ve feza ile birlikte üçgeni ve onun�la birlikte üç zaviyesinin iki kaaim (dik) zaviyeye (açıya) mü�saviliği gibi, bunlardan ileri gelen, hendese hakikatlarmı da ya�ratmıştır. Cenabı Hak, babayı ve oğulu yaratır ve bunlarla bir- ALLAH KENDÎNÎN İLLETİDİR 337 İlkte, karşılıklı mâhiyetlerinden husule gelen manevî alâkaları da yaratır. Sonra, Dekart, Mezhebine, gayet mânâlı ve makûl bir renk vermiştir ki, ilk bakışta akla aykırı gibi görünür : «İrâde lîe id�râkin İkisi Allahda birdir.» der. Bu inanış, çoğunluğun inanışına pek de karşı değildir. Çünkü, Sen Torna bile, bütün ilâhî sıfatlar birdir. Zira, Allah mahız (arı) fiildir, diyordu. îşte, irâde ve idrâkin birliği umdesine (ilkesine) göre, artık, tamamen idrâk�ten ayrı, bir irâde bulunamayacak, hakikati yaratan Allahın ih�tiyarî (isteğine bağlı) irâdesi, idrâkin ayni bir irâde, yani bil- /diğimiz irâdeden başka bir şey olacaktır. Dekart'ın (Allahın tam kudreti) mebdeine bağh, ikinci de�recede bir inanış daha vardır ki o da (sürekli yaratış) akîdesi�dir. Bu inanış, yalnız Dekart'a mahsus değildir. Hakikatta bu, iskolastik bir inanıştır. Bunu, Dekart kendisi de söylemiştir. Der ki : [...«Yaratış, başlangıcında, kendi kendine vücuda gelemediği gi�bi, vücud da, kendi kendine devam dahi edemez. Zira, zamanın anla�rı birbirinden müstakildir. Bu yüzden, bir mevcudun var olması için öyle bir illet lâzımdır ki, ona hem vücud versin ve hem de yeniden yeniye vermekte devam etsin. Yerinde bırakmak, yaratmaktan başka bir şey değildir.»...] Dekart'ın, bu mebdei, Allahın varhğını isbat için kullandığı�nı görmüştük. Hiç sakınmadan diyordu ki, sonsuz teselsül (zin�cirleme) yoktur. Zira, diğer zamanda beni yaratandan maksad, bugün varlığımı devam ve muhafaza ettirenden başkası değil�dir. Ben, şu anda bir şey olduğum için, şu an varlığımı tutan bir illet lâzımdır. Dekart'ın Metafiziğini bırakıp da yalnız fiziğe dâir izahları�nı ele alan karşısındakiler, kendisini dinsizlikle itham etmişlerdi. Çünkü, Dekart, kâinâtı yalnız hareket kanunları ile izaha kalkış�mıştı. Paskal diyordu ki : F./22 338 METÂLİB - MEZÂHİB [...«Dekart Allah olmak isteyecekti amma Allaha dünya için bir fiske attırdı ve ondan sonra Allahın yapacağı bir iş kalmadı.»...] Fakat, taanın (yermenin) vâhiliği (yersizliği) bellidir. Zira, Allah mantık kanunlarını bile yaratır ve âlemi yerinde tutan her fiil, her şeyi yaratan bir fiilin bir parıltısı olur ise, bütün âlem, mantık ve mekanike göre gelişen en yüksek ilâhî bir eser olur, ve varhğı sırf ihtiyârî fiiller ile tecelli eder. Lâkin, Dekart'ın, «BİZ, yaratanın maksadlafinı anlayamazdık» ibâresi altında, (Gâî) illetleri kaldırmasına dâir Laybniç'in yermesi doğrudur. Ancak, Dekart, hususiyeti olduğu için, hiç bİr gâî illeti müda�faa etmezse de, bunları, yalnız sonsuz kemâl mebdeine dayan�mak ve Allahın kemâlinden dolayı lâyetegayyerliğinden (baş�kalaşmazhğmdan), tabiatın (hareket kemiyetinin bekası) temel kanununu çıkarmak suretile, umûmî bir şekilde, bir nevî mü�dafaa eylemiştir ki, bu kanun, ifâdesi bakımından, son zaman�larda az çok değişikliğe uğramış olmakla beraber, ashnda fen�nin temeli olup kalmış ve tabiatta değişmez bir kemiyetin (ni�celiğin) kesin surette bulunduğunu keşfetmiş olmak, Dekart'a aid bir şeref olmuştur. Bu kemiyetin ifade düsturu (temel kai�desi) ne olmah? Bu, başka bir meseledir. Ancak, Allahı, âlemin dışında tutmak şöyle dursun, bilakis, onda hazır olduğuna, De�kart'a göre, bu kanun kesin bir delil idi. Nihayet, Dekart îlâhiyât Felsefesinin tamamlayıcısı olan son bir akide (dinî inanış) daha vardır ki bu da ilâhî Sadûkiyet (hakikata devamlı bağlüık = Veracite) akîdesidir. Bu mebde de kemâl mefhumundan, dolayisile, çıkarılmış olup daha önce aşi�kârhk miyarına dayanmış olan kesin bilgiye temel olmuştur. Allahın hakikatlara sürekli olarak bağhlığı, Ekmel mefhu�mundan, mantık yolu ile, çıkarılıyor. Zira, böyle bir varlık ya�lancı ve hilekâr olamaz. Burada şöyle bir sual sorulabilir : Ha�kikatin bile üstünde, noksansız bir kudret akidesi ile bu netice bir az birbirini nefyetmez mi? Zira, Allah hakikati yaratıyorsa, hakkile hakikat olmayan izâfî (bağıntıh) bir hakikati bizim için niçin yaratamasm? Sadûkiyet (sürekli sâdık kalmayı) bir ke�mâl saymak, bizim böyle teşekkül etmiş bulunan ruhumuzun ha- SÜREKLİ YARATIŞ 339 kikate tarafsız kalması ve daha yüksek bir tabiatın hassası (öz�güsü) olması ihtimali yok mudur? Bu zorluğu Dekart tetkik et�memiştir. Fakat, biliniyor ki, cisimlerin varlığını, Dekart, Alla�hın Sadûkiyetine dayatmıştır. Zira, demiş, bu varhğa inanmağa, itilmesi imkânsız, bir meylimiz vardır ve bu meyli (eğilimi) bi�ze Allah vermiştir. Eğer, vukua gelende cisimler bulunmamış olsa idi, Allah bizi aldatmış olurdu. Hâsılı, Allah kesin bilinen temeldir. Gerçi, Dekart, aşikâr olmak miyârı yetersizdir deme�miştir. Fakat, bir istidlâle her zaman teşebbüs edemediğimiz gibi bir şeyi evvelce idrâk etmiş bulunduğumuzdan emin olmak için de, hâfızamıza güvenmek mecburiyetinde oluruz. Halbuki, güçlerimizin ve bu bakımdan hâfızamızın samimîliğine Allahm sadûkluğundan (çok ve sürekli hakikate sâdık) başka teminat (güvence) yoktur. Nihayet kendisinin dediği gibi, tebeyyün (aşi�kâr hale gelmek), mantık bakımından, kesin bilgiye şâhitlik et�mek için yeterli olmakla beraber, bunu. vücud ilmi bakımından doğrulayan, ilâhî sadûkiyet umde.sidir. Hülâsa : Allah kendinin illeti - Mâhiyeti vücudunun illeti - Sürekli yaratış - Ezelî hakikatların yaratıcısı - Alîahın lâyete�gayyerliği (başkalaşmaması) nin tabiat ilminin esası olması�Îlâhî sadûkiyet (Allahm hakikatlara sâbit şekilde bağh kalma�sı). MÂLBRANŞ (MALBRANCHE ) ALLAHI VASITASIZ GÖRMEK ALLAHTA GÖRMEK MUADDE (HAZIRLANMIŞ. TAKDİ R EDİLMİŞ) İLLETLER ESLÂHİYET (OPTİMİZM). İLÂHİ NİZAMDAKİ DÜZGÜNLÜK YARATILIŞIN SONSUZ GEREĞİ Yukarıda görmüştük ki, Dekart'm ilâhî vücud delilini, Mal�branş sonsuzluk mefhumu ile sadeleştirmişti. Malbranş, eserden müessire (eseri husule getirene) istidlâl yaparcasma, mânâdan ayme (objeye) istidlâl yapmayıp, sonsuzluk kavramı ile, Alla�hın objektif olduğuna kaaildir. Allah bir mânâ ile değil, doğru�dan doğruya, zâtile bilinir. «Müteakkil (aklın erdiği) ise, mev�cuddur». Fakat, işbu Allah tabirile ne anlamalı? Dekart gibi, Malbranş'a göre de, Allah, sonsuz derecede ekmel olan mevcud�dur. Ancak, Maibranş, vücud vasfına, Dekart'tan fazla ısrar eder. Vücud mefhumuna, kemâl mefhumunu ilâve etmeği faide�siz gibi görür. Ona göre, Allah, küllî (üniversel) vücuddur, vü�cudlann vücududur. «Vücuda hükmetmek için, vücud mânâsından, şu veya bu vücud mânâlarını durmadan defetmelidir» (Metafizik konuşmalar - 3 ve 8). «Ruh değüdir, cisim değildir. Ruh, Allah ile mahlûk arasında müşte�rek değildir. Allah kayıtsız vücuddur.» (Bir şey şartına bağlı olma�yan vücud) - (Aynı eser - 31). i'.En kısası sonsuzluktur.y> (Aynı eser - 7, 12). uMuayyen olmayan vücuddur-). (Aynı eser - 23). Yani, hiç bir şekilde hudutlandırılmış olmadığı için böyledir. Maibranş, hatta Al- ALLAHI VASITASIZ GÖRMEK 341 lah kelimesinin mazmunu (mânâsı, mefhumu) olmadığmı da anla�tır. «Size Allahtan bahsettiğim zaman, söylediğimi anlarsınız, ben buna aldanırım.» Bu suretle, Allah her ne kadar bizim doğrudan doğruya mü�teallakımız (alâkalanılan şey) ise de, Allahı söylediğimiz za�man, onu cevherinde mi görürüz, yoksa eserlerinde ve iştirâk suretile mi görürüz? Bu sorulabilir. Malbranş buna şöyle cevap verir : «Doğrudan doğruya ilâhî cevherin görülmüş olduğunu inkâr et�mem. İlâhî cevher, kendini temsil eden mütenâhî (sonu olan) bir şeyle görülmez mânâsına, bizzat görülür. Fakat, nizamına erilmek, kemâlleri keşfedilmek mânâsına, bizzat görülmez. (S. 22). Hem tek hem de her şey olan ve her kemâli diğer kemâllerini, fark gözetme�den, şumulüne alan basit bir sonsuzun kendine aid hususiyetleri keş�fedemezsiniz.» (S. 21) Gerçi bu Allahı görüş bir az noksandır. Fakat, doğrudan doğ�ruya görebildiğimiz varhk da bundan ibarettir. Diğer varlıklara, bilhassa cisimlere gelince, bunları ancak Allahta müşahede ede�riz. İşte, Malbranş'ın (Ruyet fillâh = Allahta görüş) nazariyesi budur. Diğer mevcudlar, doğrudan doğruya bilinmedikleri gibi, doğrudan doğruya kendilerinin bir fiilde bulunmaları da kud�retleri dışındadır. Bunlar, hep, Allahm fiilini hazırlayan vesi�lelerden ibarettir. Bu da, Malbranş mesleğinin ikinci kısmını teşkil eden (Muadde îlletler = Les causes occasionnelles = Ha�zırlanılmış sebepler) nazariyesidir. Allah, hâlis vücud olduğun�dan, hem akhn erdiği hâlis şey, hem de asıl fâildir. Her şeyden önce, «Her şeyi Allahta görüyoruz» şeklindeki garip ibareden ne anlamalı? Mevcudu evvelâ ikiye taksim et�meli : Ruh ve cisim. Biz kendine hâs manası ile, ruh mefhumu�na mâlik değiliz, onu bilmeyiz. Buna dair sadece mültebis (baş�ka şeyden ayırt edilemez) bir hissimiz vardır.» mm Nitekim, Malbranş, ruhları Allahta görüyoruz demez. Bu iddiayı cisimlere hasreder. Acaba niçin? Çünkü, aklî bir bilgi�nin taalluk ettiği obje, ancak cisimler olabilir. Özlerile biline�bilenler yalnız cisimlerdir. Biz. yalnız bunların hassalarını (öz- 342 METÂLİB - MEZÂHİB gü) dır ki, özlerinden yani imtidattan (boyuttan) çıkarabiliriz. Bu, hendese cisimleri ilmidir. Halbuki, ruhların hendesesi yok�tur. Biz, ruhları deneme ile biliriz. îşte, Maibranş'ın, [...«Cisim�ler mânâlarile, yani özieriie bilinebilirse de ruh, mânâsile biline�mez»...] sözünün ifade ettiği budur. O halde, cisimlerin o bahse�dilen özü, mâhiyeti nedir? Allahın yaratığı olan cisimlerin (ha�kikaten mevcud olsun veya olmasın) temsil eden bir parça, ilâhî cevherdir. Allah, varlıkları, kendi cevherini katarak yaratır. Böyle olunca, kendisinde, bu varlıkları önceden temsil edecek bir şey var demektir. İşte, cisimleri görüyoruz, zannettiğimiz za�man, gördüğümüz şey, doğrudan doğruya bu misâllenmeden ibarettir. Demek ki, cisimlerin bilinmesi, cisimleri temsil etmesi bakımından, Allahı bilmektir. Allahta, hissedilen cismâni bo�yuttan başka bir makûl boyut, yani cisimleşmiş ve hududu belli bir boyut olmaktan ziyade, bir boyut hayâli, değişmez bir ma�hız boyut kabul edilirse, bu mezhep daha ziyade aydınhğa ve açıklığa kavuşur. Bu şekilde, her şeyi Allahta görmek, cisim�lerin kendi unsurlarından olan hendese şekillerini kendisinde resmettiğimiz ilâhî boyutu görmekten ibaret olur. Malbranş, bu tarzda, cisimleri değil, külli (üniversel) ve za�rurî hakikatlari. yani matematik ve manevî hakikatları dahi gördüğümüzü ayrıca izah eder. Bunların ikisi de, alâka ve mü nasebetlerdir. Lâkin, birisi hacim, diğeri kemâl alâkasıdır. (Ah�lâk - Fasıl 1). Bu iki nevi alâkayı müşahede ettiğimiz zaman, Al�lah bize cevherini açmış ve tebliğ etmiş olur. Allah, yalnız aklın erdiği (makûl) olduğu gibi yalnız fâil ve yalnız illettir. Yani, sonları olan bütün varlıklar yalnız pasif olup kendilerinde, hâdiselerden (olay) başka bir şey olmaz. Fa�kat, bu hâdiseler, Allahın fiiline vesile olurlar. Meselâ, cisimle�rin hareketi, Allahın ruhlarda ihtisasları (duygu) yaratmasına, ruhlardaki lezzetler Allahın cisimlerde bir hareket yaratmasına vesile olur. Lâkin, bu niçin böyle? Çünkü, illet mefhumunda, kendi eserile zarurî bir münasebet vardır. Halbuki, biz, gerek dış ve gerek iç tecrübede, katiyen böyle bir münasebet görme- ALLAH'TA GÖRMEK 343 yiz. Demek ki, Mal branş, illiyet meselesinde görülen zorlukla�rı, David Hlyum'dan önce görmüştü. (O - O da, bunun gibi, diyor�du ki, biz yalnız hâdiselerin birbirini kovalamasını görüyoruz, her iki tarafı birleştiren içteki bağlantıyı göremiyoruz. Bu bağ�lantı bizden niçin gizli kahyor? Mahlûklarda hiç misli bulunma�yan ilâhî bir şey olduğu için. «illet veya tesir edici kuvvet denilen mefhuma gelince, bu mef�humun ilâhî bir şey temsil etmediğinde şüphe yoktur. (Hakikati araş�tırma - 3, 4) Lâkin, mahlûkta bir fâil farzetmek, onu ilâhlaştırmak olur. (2) Zira, her fâil, ilâhî ve sonsuz bir şeydir. (Medit. Şer. - 7, 9). Bütün melekler, bütün şeytanlar, bir yere gelse de, bir saman çöpü kaldırsa, tenakuz olur. (Metafizik konuşmalar - 7, 10). Zikrolunan iki nazariye (Her şeyi Allahta görmek, hazırlan�mış illetler) Malbranş'm îlâhiyât Felsefesini hulasa ederler. Bunlara, ayrıca üç umde (ilke) daha ilâve etmemiz lazım gelir : (1) Bu noktada, Mâm âlimlerinin talcaddiim hakkı vardır. Evvelâ, tslâmda, Feylezoflar Mezhebi denilen Mezhep, deneylerdeki illetlerin Muadde (Hazırlanmış) illetler oldu�ğuna ve hakikî tam illetin de Vacibülvücud (var olması zarurî olan) dan ibaret bu�lunduğuna kaail olmuşlardır ki, Malbranş Mezhebindeki fırsat veya vesile illetleri (arizî illetler) tamamile bu (Muadde İlletler) Mezhebine uygundur. Soara. Ehli Sün�net Mütekellimleri, usul ilminde, illet ile malûl (eser) arasında zarurî bir münase�bet bulunması lüzumunu, yani illetin, gerektiren, tesir edici demek olduğunu kabul ile beraber, eşyanın tecrübesindeki illetler arasında, normal bir yakınlıktan, vukua gelmekte olan bir dönüp dolaşmaktan, hâsılı birbirini kovalamaktan başka bir şey görmemişler ve bunlara normal illetler veya şartlar demişlerdir ki, bunlar, Malb�ranş'tan daha başka türlü düşünmüş oluyorlar. Çünkü, Muadde (hazırlanmış) illet�ler, hakikî şart demek oluyor ve Malbranş da, İslâm feylezofları gibi, ilâhî tesirin bu şartlara bir nevi bağlılığını kabul etmiş görünüyor. Halbuki, Ehli Sünnet Müte�kellimini Mezhebinde, bu şarta bağlılık da yoktur. Hepsi. Allahın koymuş ve kur�muş olduğu ve zarurî olmayan şekilde vukua gelen, bir ittiradın (muntazam şekilde cereyan etme) tecellilerinden ibarettir. Onun için, illetler ve tecrübc sebepleri, illet�ler veya normal şartlardan ibaret olarak, mevcuddurlar. (Normal İlletler) Matürûdi�lerin (İtikadda Ehli Sünnet İmamlarından îmam Mansur Matürîdi'nin yolundan gi�denler), (Normal Şartlar) Eşarîlerin (Yine Ehli Sünnetin itikadda imamlarından Ebu�Hasen'il Eşâri'nin yolundan gidenler) Mezhebidir. (2) Burada, Malbranş'm failden kasdı, hakikî fâillik illeti demektir ki, fiili yaratan de�mek olur. Bu itibar ile, İslâmın (Mutezile) sine karşı ve (Ehli Sünnete) uygun ola�bilir. Yoksa, biz mahlûka da fâil diyebiliriz. Zira, faîl, fiil sahibi demektir, fiil ya�ratan demek değildir. İnsan, kendi fiilinin fâilidir, hâliki değildir, deriz. Aksi takdirde, sırf (Cebriye) olur. Halbuki Malbranş'm Muadde (hazırlanmış) İlletleri sırf cebre ay�kırı düşeceğinden, burasını bizimki gibi anlamak uygun olacaktır. 344 METÂLİB - MEZÂHİB 1 — Eslahiyet (nikbinlik, iyigörürlük, optimizm) 2 — îlâhi nizamdaki düzgünlük (intizam ve ahenk) 3 — Yaratılışm sonsuzluktaki gereği. Optimizmi (Eslahiyet) hakkmda, Malbranş'ı (Fenelon) ün yardımı ile hülasa edebiliriz : îşte, der Fenelon, onun mesleğini oluşturan esas unsurlar şun�lardır ; Sonsuz derecede kemâl sahibi olduğu için, Allahm, ancak ken�di kemâline layık olanı yapması gerekir. Onun aynı zamanda hik�met sahibi olması da, yapılması mümkün olan eserler için de, en mü�kemmel zamanı seçmesini icap ettirir. Gerçi, onun dışa karşı fiilde, veya, fiili terkte, muhtar (istediğini seçip yapan) olduğu doğrudur. Fakat, fiili farzedilince, onun en mükemmelini ve her halde, bunun gereği olan düzeni vücuda getirmesi vacip (zorunlu) olur. Malbranş'm optimizmi (eslahiyet) işte böyledir, Laybniçin�kinin aynidir. Malbranş, bu müşterek mebdee, kendine has (öz�gü) iki mebde daha ilave eder : 1 — îlâhî düzendeki intizam veya müşterek iradeler. 2 — Cesetleşmek zarureti (zorunlugu), ki, kainat Allaha la�yık olsun. Bu iki mebde için, Fenelon, devamla der ki : 1 — Birinci mebde şundan ibarettir : Allah en mükemmel eser�leri, en basit usullerle husule getirir. Eserine bir çok güzellik verme�ğe kudreti varsa da, usullerindeki basitliği bozmadan yapmak müm�kün olmaz. O halde, bu basitlik nedir? Cenabı Allah, eserini her şe�kilde vücuda getirmeği bildiği ve buna gücü yettiği halde, en hususi iradelere mal olmuş tarzı, müşterek iradelerin daha bol bulunduğu tarzı seçecektir. Yağmurun, boş yere, denize yağmasına, kendine has (özgü) bir irade ile, mâni olabilecek ise de, eserine bu kemâli de ilâve etmek yerine, kendine has iradeleri daha az kullanmak, Allah için da�ha fazla bir kemâldir. Yukarıda bahsi geçen (İlâhî düzendeki intizam veya müşte�rek iradeler) nazariyesi işte budur. Diğer i de şöyledir : 2 — îlahi eserin sonsuz bir kemâl vasfını haiz olabilmesi OPTİMİZM 345 İçin, Malbran$, usullerin basitliği mebdeine ikinci bir mebde da�ha ilave etmiştir. Şöyle ki : Eğer, Hazreti îsa, insanların yara�tılış şekline girmese idi, âlem Allaha layık bir eser olamayacak�tı. Allah, âlemi, kelimenin cesed haline gelmesi için yaratmıştır. Hatta, Adem günaha girmeden önce, Hazreti İsa'nın dünyaya gelmesi mutlak bir zaruret (zorunluk) idi. Bu suretle, yaratılışın sonsuzluktaki gereği de Hazreti İsa'- nın dünyaya ve cesed haline gelmesi imiş. Bununla, Malbranş'm Metafiziği, Hıristiyanlık akidelerine bağlanmış oluyor. (3). (3) Demek oluyor ki, asıl gâye illet, Hazreti Mesih imiş. Malbranş, bu mesele ile, fel�sefeye, Hıristiyanlığın (İlâhın cesedleşmesi) akidesini sokmuş, makûl olmayanı, ma�kul yapmağa çalışmıştır. Fakat, burada, İslâm Mutasavvıflarının bir nazariyesinden faydalanmışa benziyor. Çünkü, Mutasavvıflarımız (Levlâke Levlâke Lcmâ Halak�tüleflâk) meâli gereğince, Hazreti Muhammed Mustafa Efendimizin, âlemin yara�tılmasına sebep olduğunu ve âlemin, bunun için, Muhammed Nuru ile yaratıldığını izah etmişlerdi. Sırf dinî olan bu bahsi, ayrı bir bahiste yazmak daha uygun ise de, burada bir az buna işaret etmek lâzım geldi. Peygamberimizden (Evvelü ma halakallâhii nûri) diye bir hadisi şerif rivayet edilmiştir. Buna dayanarak, İslâm Mutasavvıfları, âlemin, Hazreti Muhammed'in Nurundan yaratıldığı neticesini çıkarmışlardır. Bunu, aşağıdaki felsefi düşünüş tar�zında izah edebiliriz!: Hazret-î Muhammed'in Nûru nedir? Buna, (Evvelü mâ halakallâhü - l'aklü) hadisi şerifi cevap veriyor. Yani, Muhammedi Nur, akıl demek oluyor. Fakat, bu akıl, bütün bilim ve hikmet güçlerinin mercii olan, fıtrî (doğuştan, Allah vergisi), kısbî (sonradan elde edilen), ilhâmî (ilhamla gelişen), vahyî (vahiy ile kemâle eren) her türlü şuur ve vicdanın kaynağı veya vasıtası olan (Ruhî Güç) diye anlatılmalıdır ki, herkesin bildiği nazarî akıldan ayırt edilebilsin. Bilindiği gibi, bu akıl, Aristo'nun ilâhı idi. İşte, Hazreti Peygamber, o hadisi şerif ile, aklın Allah değil, ilk mahlûk (yaratık) olduğunu ve onu yaratanın da Cenabı Allah bulunduğunu anlatmış oluyor. Şimdi, (Evvelü ma halakallahü elkelâmU) hadisi şerifini de hatırlarsak, (Muham�medi Nur) denilen aklın, yani, ilk mahlûk (yaratık) olan bilgi gücünün bir de Ke�lâm (Natıka) olduğunu anlarız. Çünkü, fezadaki (Levhi Mahfuz) a, Allahın bütün yarattıklarını nakış ve tasvir ederek, ilâhî takdire vasıta olan Kelâm, o bilim gücü olan akıl olur. İnsan akh, bu aklın noksan bir tecellisidir. Çünkü, herkeste, ilham gücü ya zayıf olduğundan veya hiç bulunmadığından, her tarzdaki bilgiyi ihtiva ede�mez. Lâkin, Peygamberler, vahye mazhar oldukları ve vahiyler de kesin ve sağlam bilgi (Yakîn) ifade ettikleri için. Peygamberlerde bu aklın tecellisi noksansızdır. An�cak, onlarda da mertebe farkları bulunduğundan, bu bakımdan, keyfiyet (nitelik) farkları vardır. Peygamberimiz Efendimizin mazbut halde bilinen hayatı. Peygamber�lerin en mükemmeli olduğunun delili olduğu için, Hazreti Muhammed'in aklı, ilk aklin bu âlemde en büyük misâli ve vücudu da bu aklın tecelli ettiği biricik ma�haldir. Bu bakımdan, ilk aklın Hazreti Muhammed'e nisbeti, bütün Peygamberlerin 346 METÂLİB - MEZÂHİB Bu suretle, Malbranş Mezhebinde, Allah her şeydir, heptir, bütün nur, bütün illet odur. Eşyada hakikî ve makul olan hep odur. Cesed haline gelmiş kelime olmak bakmımdan da âlemden cüzüdür. Böyle bir mezhep, İspinoza Felsefesinden, ancak, ya�şadığı Hıristiyanlık dinî hissile ayrılabilirdi. ekmeli olduğu için, bir nevi ihtisas ifade eden bir izafetle (Evvelü ma halakallâhü nuri) buyurulmuş ve bu mânada, âlemin, Hazreti Muhammed'in nurundan yaratıl�ması ve onun vücudunun, yaratılışm gâye illeti olması doğru olmuştur. Hazreti tsâ, Allahm kelimesidir. Fakat, bütün eşya da Allahm kelimeleridir. Hepsi, en yüksek kalem ve ilk akıl ile yazılmıştır. Kelime, adeta bir zarftır. Mânâ onun içindedir. Halbuki, Hazreti İsa'daki mânâ, Hazreti Muhammed idi. Hıristiyan�lık da îslâmın başlangıcı idi. Demek ki, yaratılışın gayesi, en son Peygamberin ve Tevhid Dini olan İslâmın zuhurudur. İSPİNOZA (SPİNOZA) NIN İLAHİYAT FELSEFESİ : CEVHER BİRLİĞİ ALLAHIN SIFATLARI : İDRÂK VE İMTİDÂT (BOYUT) . İLÂHÎ İHTİYÂR (İSTEDİĞÎNÎ SEÇÎP YAPMAK ) VE KÜLLİ (ÜNİVERSEL, TÜMEL) ZORUNLUK : İspinoza Felsefesine îlâhiyât Felsefesi denilebilirse de, bu�nu, onun Metafiziğinden ayırt etmek kolay değildir. Bununla be�raber, biz, Allahm gerçekliğine dair mezhebine beyana bilhassa gayret ederek ve, bundan önceki fasıllarda, Allahm varlığı hak�kındaki deliller için söylediklerini de hatırlayarak, bu hususta kendimizi zorlamayı deneyeceğiz. İspinoza Mezhebi, Allah hakkında üç mebdee dayanıyor : 1 — Allah mahız (arı) cevherdir. 2 — Bizce bilinen sıfatları İdrâk (algı) ve Imtidat (Boyut) dan İbarettir. 3 — Kendi mâhiyetinin kanunlarına göre, ister istemez (zo�runlu olarak) inkişaf eder. Şimdi bunları açıklayalım : 1 — Sanıhr ki, İspinozanın Cevher Birliği umdesi (ilkesi), Dekart'tan alınmış olan cevher tarifinin kaçınılmaz bir gereği�dir : • «Cevher, kendi kendine var ve kendiliğinden makûl olandır.» O halde, deniliyor, cevherin, mâhiyeti icabı, kendi kendine var 348 METÂLİB - MEZÂHİB olmasından, onun Vâhid (Bir) olması lüzumu apaçık olarak an�laşılır. Çünkü, kendi kendine ve kendiliğinden var olan ancak bir Tek mevcud vardır. Fakat, İspinoza Mezhebinin bu tarifle esaslı bağıntısı bulunmadığını isbat edecek bir şey var. O da, Ispinoza'mn (Le de deo et Homine) - (Ethique = Ahlâk) adlı eserinin ilk taslağında bile, bu tarif kullanılmaz ve cevherin bir�liğinin, Dekart'tan alınan tarife başvurmadan anlatılmış olma�sıdır. Hatta, İspinoz'a, bu eserinde, cevher birliğini «Bir cevher, Muhdes (başkası tarafından sonradan meydana getirilmiş) ola�maz» iddiasının yardımı ile isbat eder. Zira, der, bu, ya birbi�rinden farklı sıfatları hâiz cevherler ile, veya birbirine uygun sıfatları bulunan cevherler ile olacak. İspinoza, bunların her iki�sinin de imkânsız olduğunu gösterir. Şu halde, bir cevher, baş�kası tarafından meydana getirilemeyeceğinden, her cevherin, yaratılmamış, yani kendiliğinden mevcud olması lâzım gelir. Böyle olunca, bütün Metafizik âlimlerile birlikte, kendiliğinden mevcud olanın ancak (Tek) olabileceğini isbat etmekten başka yapılacak iş kalmaz. Yaratılmamış cevher, birden fazla olamaz. Hâsıh; İspinoza'nın ve Dekart'ın o tarifi, zikredilen medlûl�den uzaktır. Çünkü, İspinoza, cevher kendiliğinden mevcuddur, demiyor, yalnız kendi kendine (bizâtihi) mevcud diyor ki; ara�larında çok fark vardır. (O- Bu mümkün ile vâcibin (zorunlu�nun) karşı karşıya gelmesi değil, araz (sıfat) ile cevherin kar�şılaştırılmasıdır. Arazlar, başka şeylerle birlikte bulunabilirler. Nitekim, İspinoza onlara, Kaaim Bi-l'gayir (başkasile birlikte bulunan), (Inhaerentia) diyor. İskolastikte, araz veya sıfatı, cevher ile birleştiren kanuna Kiyam veya Lühuk (Tabiatı icabı bir fâile, ayrılamaz şekilde, ekli olmak = Inherence) Kanunu denilir. Cevher ise, bunun aksine olarak, hiç bir şey sâyesinde ve onunla birlikte varolmaz. O, diğer bir şeyde değil, kendisinde mevcuddur. Bizâtihi mevcuddur, bizâtihi bilinir, yâni, bilinmesi için başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Gerçi, cevher, aslında böyle (1) Hatırlanmalıdır ki, İspinoza, tarifinde «Cevher, tamamen lizatihi mevcuddur» deme�miş, «Bizatihi mevcud, lizâtihi makûl» demiştir. Bunlann arasında ise. çok fai'k vardır. Cevherin, mevcud lizatihi olduğunu ve bu sebeple (Tek) olduğunu, istidlal yolu ile isbat etmiştir. (Müellif Paule Janet). CEVHER BİRLÎĞÎ 349 değildir, fakat, mevcud diye bilinmesi bakımından böyledir. Onu, ben, başka bir şey idrâk etmeden idrâk edebilirim. Gerçekten, cevherin hakikî karakterleri bunlardır. Cevherin, bundan başka türlü tarif edilebilmesi ihtimali yok gibidir. Ancak, bilinecek başka bir şey kalır ki, o da İspinoza'nın önermesidir : Acaba, böyle bir şey, asla yaratık olmadan, mevcud olabilir mi? İspi�noza, bunu, şu şekilde isbat ediyor : Böyle bir cevher, mahlûk (yaratık) olsa idi, ya onu yaratan cevher ile müşterek sıfatları bulunacaktı ki, bu takdirde, ondan ayırt edilemezdi, çünkü, cev�herler ancak sıfatları ile birbirlerinden ayırt edilirler, veya, sı�fatları birbirinden başka olacaktı ki, bu takdirde, biri illet, biri onun eseri (malûl) olamazdı. Çünkü, illet ile eseri arasında müş�terek bir şeyin bulunması gerekir. Malûlün manasında, illetin gizlenmiş olması icap eder. 2 — Allahı yalnız cevher olarak kabul ve, Dekart gibi «Mâ�hiyeti vücudunu ihtiva eden mevcud» diye tarif eyledikten son�ra, onun sıfatlarına geçmek icap eder. Allah, sonsuz sıfatların sonsuzluğu ile vasıflandırılmıştır. Biz, bunlardan ancak ikisini bilebiliriz ki, onlar da İdrâk (algı) ve îmtidat (Boyut) sıfatları�dır. İspinoza, Allahın sâhip olduğu sıfatların neler olduğunu söy�lemeden önce, sâhip olmadığı sıfatları beyan eder. Çünkü, Alla�hın akıl ve irâdesi olmadığını (Ethique = Ahlâk) adlı eserinin birinci kısmında (S. 1, 31, 32), imtidat ve İdrâk diye bildiğimiz iki sıfatın Allahta bulunduğunu, ayni eserin ikinci kısmında is�bat eylemiştir. Bununla beraber, birinci kısmında da, bu iki sı�fat, isbat edilmedikleri halde, farzedilmişlerdir. İspinoza der ki (Kaziye haşiyesi, 15 = Scol. ed, la prob.) : 1 — Allah bölünemez olmadığı halde imtidat (Boyut) sahibi ola�bilir. 2 — Allahm sıfatlarından olmamakla beraber, akıl ve irâde, ilâhî idrâkin arazlarındandırlar. (31, 32). Allahta idrâki isbat için, İspinoza şu postülayı ileri sürer : İnsan idrâk eder (2, postüla 2). O halde, bir takım cüz'î idrâkler, yani, bir sıfatın bulunması şartına bağlı olan ve onsuz tasavvur edilemeyen arazlar vardır. Halbuki, cevherler yalnız Allah ol- 350 METÂLİB - MEZÂHİB duğu için ve her şey Allahta bulunduğundan, bu arazların da Al�lahta bulunması ve Allah ile tasavvur edilmesi lâzım gelir. O halde, bunların, tasavvurunu ihtiva ettikleri sıfat, bir ilâhî sı�fattır. Ayni dehl, Allahta îmtidadın (Boyutun) bulunduğunu da isbat edecektir. (2). İspinoza, Allaha böyle idrâk isnad ediyor da akıl ve irade isnadından çekiniyor. Bu hususta bütün zorluk, onun akıl ile id�râk arasında ne fark gördüğünü bilmektedir. Bunu kendisi açık�ça söylemiştir. Fakat, ya idrâk kelimesinin hiç medlulü (delâlet ettiği) yoktur, veya, idrâk, mahız (arı) ilim ve mutlak mânâsı�na, akıl da, nazarî ve izâfî ilim mânâsınadır. İspinoza, ilahî ha�kikattan aklı kaldırıyor. Çünkü, insanı hakikat ile ilâhî hakikat arasında hiç bir ortaklık şekli bulunmaz. İnsan aklı, Arslan Bur�cunun hakikî arslana benzemesi kadar bile, Allahın aklına ben�zeyemez. Lâkin, bu istidlâl kabul edilirse, idrâk hakkında da ay�nen geçerli olur. Bu şekilde de, İspinoza'nın yaptığı gibi, sade�ce insanın idrâk eder olması vâkıasından, Allahın idrâki nasıl isabet olunur? Mâlulün, illetin mânâsını taşıması zorunlu gö�rüldüğü halde, Allahın idrâkinin, insan idrâkinin illeti olması na�sıl ileri sürülebiliyor? Onun için, şöyle demek gerekiyor : Alla�ha akıl isnad edilmemesi, aklın, idrâkin, sonu olan bir arazın�dan ibaret olmasındandır (Nazarî akıl). Fakat, bu araz, bir ma hız idrâke yahut, bizim apaçık akıl diyebileceğimiz bir idrâke delâlet eder. Bununla be,raber, İspinoza'nın, idrâk ile, yalnız aynî (objek�tif) idrâki, yani eşyanın mantıkî ve aklî kanunlarını değil, ayni zamanda sübjektif idrâki, yani bilmek fiilini kasdettiği gâyet bellidir. Burası, onun önermesinden anlaşılıyor. Orada diyor ki : uidrâk sâhibi birisi, eşyayı idrâk ettikçe, gerçekleşmeğe ve kemâ�le sâhip olur. Onun için, sonsuz şeyleri idrâk eden de, idrâk hakımın- (2) Bizce, bu tefsir doğrudur. Biz Müslümanlar, Allaha ilim isnad ederiz ki akıl, fikir, zihin isnad etmeyiz. Çünkü, bunlarda başkalaşmak ve sonradan başkası tarafından vücuda getirilmiş olmak ihtimali vardır. Allahı kusursuz saymamıza mâni olur. Fa�kat, bu delil, imtidat hakkında da geçerlidir. Çünkü, imtidat, cisimlerin hassalarırı�dandır. Ancak, Allah cisimdir amma diğer cisimler gibi değildir (Cismün lâ kelecsâm) diyen, Mücessime bu boyutu kabul edebilir. İLÂHÎ İHTİYÂR 351 dan sonsuzdur. O halde, sonsuz idrâk hir sıfattır, yani Allahm bir sıfa�tıdır.)) Bir de, İspinoza der ki, Allah kendini anlar. Halbuki, bilmek ol�madan anlamak olur mu? Demek ki, Allahm idrâki, mahız ve mutlak mâhiyeti ile, ilim fiilidir. İlâhî imtidada (Boyuta) geçelim. Bilhassa bu meselede, De�kart'm İspinoza üzerindeki tesiri hissolunur. Dekart Felsefesi, temel bir kaidenin tesiri altındadır : îdrâk ve îmtidat ikiliği. İs�pinoza da bu ikiliği kabul ediyor. Dekart gibi, ona göre de, sâhip olduğumuz açık ve seçik mânâlar, yalnız idrâk ve imtidat ma�nâlarıdır. Onun için buna nazaran da, bu iki mânâ, her ne kadar birbirlerile daima mütenâzır (bakışık, simetrik) iseler de, müte�bâyin (birbirine uymayan) dirler, ve, bütün Dekartçılarda oldu�ğu gibi, birbirlerine bitişmezler. Nihayet, İspinozaya göre de, bü�tün maddî âlem imtidat (boyut) ile izah olunabilir. Ancak, bu iki şey, Dekart'ta olduğu gibi, iki ayrı cevher olacak yerde, ay�ni cevherin sıfatlan oluyorlar. Şimdi, cevher birliği ve bölünmezliği mebdeini, ilâhî imtidat umdesile nasıl telif etmeli? İspinoza, bu zorluğu halletmek için, hayâle nazaran kemiyet (nicelik) ve akla nazaran kemiyetin mâ�nâları ayırmasını yapar. (Scol. 15). Eşyanın yalnız yüzü, yani cisim, parçalanır ve parçalanabilir. Hakikî derinlik yani cev�her, parçalanamaz. Zira, cevherde, yani zatında imtidatlı olan�da (mümted bizâtihi) cüzülerin birbirinden ayrılması yoktur. İlâhî imtidat aleyhine getirilen delillerin hepsi, bunun sonsuz olmayan parçalardan oluşmuş gibi düşünülmesinden ileri gelir. Lâkin, bu şekilde, sonsuzu, sonsuz olmayan ile oluşturmakla, içinden çıkılmaz bir tenakuza düşülür. Bu Mezhebin, ilâhî ke�mâle de aykırı olduğu söylenir. Fakat, bizâtihi imtidat, parça�lanmaz olması bakımından, hiç de ilâhî kemâle noksan düşür�mez. Bir de, böyle bir imtidat, munferid (tek başına) olduğu vo onun dışında hiç bir şey bulunmadığı için, dışın tesiri altında kalması ve bir başkahk alması ihtimali yoktur. İspinoza'da, ilâhî hakikat nazariyesine bağlı, pek muğlak (çapraşık) ve fakat mühim (önemli) bir nazariye (kuram) daha vardır ki (Ezelî ve Sonsuz Arazlar) Nazariyesidir. İspinoza, sı- 352 METÂLİB - MEZÂHİB fatlar ile, mânâ bakımından, arazlar arasında, bir orta hal ka�bul eder. Bu haller, sıfat değilseler de arazdırlar. Lâkin, asıl mânâsile arazlar gibi, sonsuz olan değildirler. Emil Sese (Emile Saisset) der ki : «Bunlar, yapıcı tabiat ile yapılmış tabiat, yani Allah ile âlem arasındaki uçurumu doldurmağa ve geçit vermeğe yara�yacak buharlar gibi idiler.». Bu arazların varlığı, şu suretle is�bat ediliyor : «İlâhî bir sıfatın doğrudan doğruya mutlak tabiatından çıkan şey, o sıfatın mutlak tabiatına katılmak ve bunu belli bir tarzda yapmak ve bunun için sonsuz ve ezelî olmak lâzım getir.» (Prob�leme de l'âme = Ruh problemi). Ethique (Ahlâk) adındaki eserinde, İspinoza, bu ezelî ve sonsuz arazlardan ancak birini zikretmiştir ki o da Allah kavra�mıdır. İspinoza der ki : «Allah idrâk eder. Halbuki, bir mevcud, ne kadar kâmil ise, eşyayı o kadar idrâk eder. Allah da sonsuz olduğundan, sonsuz şekilde hal değiştiren bir eşya sonsuzluğu idrâk eder. Halbuki, sonsuz şekilde hal değiştiren bir eşya son�suzluğu, Aliahm kendisidir. Demek ki, Allah, idrâk eder.»...] Öy�le ise, Altahın mefhumu (kavramı) vardır. Bundan şu anlaşılıyor ki, İspinoza Mezhebinde, Allah da, kendi mefhumu da vardır. Al�lah kendini anlar ve idrâk eder. Halbuki, bir mevcudun kendi kendini idrâki, vicdan değil de nedir? Allaha vicdan isnad et�mek, hiç olmazsa bir dereceye kadar, şahsiyet isnad etmek de�ğil midir? Hakikatta, İspinoza, Allah mefhumunu, yapıcı tabi�atta, yani doğrudan doğruya ilâhi cevherin kendisinde değil, bü�tün diğer arazlar gibi, kendisine bir tabiat verilmiş (matbu) ta�biata yerleştirir.»...] (İspinoza - Hâşiye ve kaziye - 2 ve 29). Fakat, bu fark sırf tecrid (soyutlama) yolu ile yapılmış bir farktır. İspinoza'nın, bir ilâhî vicdan (şuur, bilinç) kabul etme�si, bununla bertaraf edilmiş olmaz. Hem bu, İspinoza Mezhebin�den öteye geçmek, ona İskenderiye Mektebinin v e Agnostisistle�rin (Lâedriye) rengini vermek ve Allah mefhumunda, bir nevi uknûm (Hıristiyanlıktaki gibi) veya Allahın inmesi, Allahı dışa- İLÂHÎ İHTİYÂR 353 rıdan, künhü ile seyredecek ve kendisi Allah olmayacak bir id�râk görmek demektir. Halbuki, İspinozamn ifadelerindeki metin�lerden hiç biri, böyle bir tevile müsaid değildir. Hegel'de oldu�ğu gibi, Allah kavrammm yalnız insan idrâkinde mevcud oldu�ğunu farzetmek de, pek akla yetkm gelmeyecektir. Bu Mezhep, İspinoza Mezhebine, öbüründen daha ters düşecektir. Çünkü, Ekmeli kendisinden daha alt derecede olanla birlikte farzetti�recektir ki. İspinoza'mn mebdelerine aykırıdır. O halde, geriye şunu kabul etmek kalıyor ki İspinoza Mezhebinde, Allahın kendi vicdanı vardır. Ve bu vicdan da. idrâkin mutlak tabiatından çık�maktadır ve bu bakımdan Allahtır. 3 — Şimdi, geriye, Allahın zarûrî ve ihtiyâri gelişmesine dâ�ir İspinoza akidesi kaldı. Bu hususta. İspinoza, mebde olarak, şunu söyler : [...«Allah, tesir edici muhtar (istediğini seçip yapabilen) bir illettir ve hatta, böyle olan ancak odur. (1, 11 netice). Zira, kim�se tarafından zorlanmadan, yalnız kendi mâhiyeti kanunlarile iş görür. Madem ki, Allahsız hiç bir şey olmaz ve olamaz, o halde, Allah kendisinden başkasının gereğine bağlı bulunamaz. Onun için muhtardır ve hatta eser veren, tesir edici muhtar ancak odur. Çünkü, ondan başka Mucip Lizâtihi (kendiliğinden bir şeyi gerektiren) yoktur. Lâkin, burada ihtiyardan (muhtar olmak�tan) murad nedir? Yaptığı şeyden başkasını da yapabilmek gü�cünü haiz olmak diye bilinen (ihtiyar), irâde mânâsına mıdır? Hayır. Evvelâ. Allahta irâde ve akıl yoktur. Akıl gibi irâde de, tabiatı yaratan Allaha değil, âlem demek olan, yaratılmış tabi�ata âiddir. Sonra, Allaha irâde ihtiyarı isnad etmek, eşya, bu�lunduğundan başka türlü olabilirdi, demektir. Bu ise, Allahın, bulunduğu tabiattan başka tabiatı olabilirdi demek olur. Yani, bu takdirde, Allah son derece Ekmel olmazdı. (Haşiye 1 - 2, 33). Çünkü, bu, Allahın başka bir aklı, başka bir irdesi olması müm�kündür, demektir. Bütün âlem. Allahta akıl bilfiildir ve irâdesi aklından ayrı değildir, diye birleşiyor. Halbuki, Allah, yaptığm�F./23 354 METÂLİB - MEZÂHİB dan başkasını yapabilir olsa idi, başka bilfiil aklı, bir irâdeyi, bir mâhiyeti hâiz olması gerekirdi. Bu münakaşada, îspinoza'nın, Allahın mutlak ihtiyârına kaail olan Dekart Mezhebini nazara aldığı açıkça görülüyor. Bununla beraber, İspinoza, akıl gücü�nü irâdeye bağlı kılan mezhebi irâdeyi akla tâbi tutan mezhe�be tercih ettiğini de ilâve eder. Hüsnü Rıza (tam irâde) akidesini Eslâhiyet (Kayırın üstünlüğü, İyigörürlük, Optimizm) akidesi�ne çok tercih eder. Allah Hayır (Eslâh) misâline uymağa mec�burdur, demek, Allahın dışında ve üstünde, onun bakıp örnek alacağı ve tatbik edeceği bir örnek koymak demektir. Bu ise, Al�lahı bir kadere bağlı tutmak ve başka şeyler de yapabilmesini önlemek, bu imkânı ortadan kaldırmak demek olur. (2, 33 - Ha�şiye 2). Şu halde, İspinoza Mezhebi bir külli (üniversel) İcâbiye (De�terminizm) mezhebidir. Aşağıdaki kaziyeler (Önermeler) bu se�beptendir : [...«^îi ve hu fiil ile belli olan her şey, Allah tarafından belli edil�miştir. Aüah, bir şeyin tesirini belli etmezse o şey kendi kendine belli olmaz...} (1, 26). Allah tarafından şu veya bu fiil ile gerektirilen ve belli edilen şey, kendi kendini belli etmemeği ya-pamaz. Münferid bir şey, bir illet tarafından, o da diğer bir illet tarafından, sonsuzluğa ka�dar bu şekilde icap ve tayin edilmedikçe (gerektirilip belli edilmedik�çe) geçip gidemez. (1, 28). Allahın meydana getirdiği şeylerin, başka bir tarzda, başka düzende olması mümkün değildir.(1, 22). Nihayet, İspinoza, (Ethique = Ahlâk) adh eserinin Birinci Kitabı ekinde, Allahın ihtiyarı (iradesini istediği gibi kullanma�sı) umdesi (ilkesi) münasebetile, Gâye İlletler Mezhebini redde�der. Bu mezhebe, iki büyük hata atfeder : 1 — Bu mezhep, daha sonra gelene öncelik hakkı tanıyor. Meselâ, Görmeyi, Görme Gücünün illeti yapıyor. Halbuki, ha�kikatta, Görme, Görme Gücünün malûlü (illetten husule gelmiş) dir. 2 — Bu mezhep, kemâl düzenini altüst ediyor. Zira, illet, aslında, malûlden daha mükemmel, ekmeldir. Çünkü, Allaha da- KÜLLÎ ZORUNLUK 355 ha yakındır. Böyle olduğu halde, Gâye İlletler taraf darları, ma�lûlü, illetinden ekmel sayarlar, (3). Hülâsa, Allahın mâhiyeti mutlak kemâl olduğu için, varlığı : Cevher Birliği. - Sıfatta ikilik : İdrâk (Algı) ve İmtidat (Bo�yut) Küllî (Üniversel, Tümel) İcâbiye (Muayeniyetcilik, Determi�nizm) ile gerçekleşir. İşte, İspinoza'nın, Allah hakkında mezhe�binin esash noktaları bunlardır. O, bu beyanlarını şu ifâde ile neticelendirebilir : (İlâhî hakikati izah ettim).- (3) Bu zorluklar kabul edilirse, yalnız Allah hakkında değil, umumî olarak, Gâye il�letleri inkâr etmek lâzım gelecektir. Meselâ, tspinoza'nın şu münakaşasının Gâye İl�letleri iptal için olduğunu inkâr etmeli. Çünkü, iptal münakaşadan sonra gelir. Bizim kitaplarda, (Gâî İllet), fiilin değil, fâilin fâilliğinin illetidir. Ve, idrâk bakımından daha önce, vücud bakımından daha sonradır, diye izah edilir. Hakikatte, Rûyet (Görme), Basar (Görme Gücü) in malûlüdür (eseridir). Fakat, tasavvur (görmek tasavvuru), Basarı (Görme Gücünü) yaratan illetin fâilliğine, yani. Görme Gücünü yaratma fiilini icra mevkiine koymasına illettir. O halde. Basar (Görme Gücü), gör�meğe illet olmak üzere yaratılmış ve görmeği tasavvur da bu yaratışa sebep ol�muştur. Bu takdirde, gösterilen zorlukların ikisi de boşunadır. Yalnız, tmam Ejarî, Cenabı Allahta Gâye İlleti inkâr etmiş, fakat Allaha mahsus bir mahzur ileri sür�müştür. Eş'arî der ki: «AUahın fiillerinde Gâye lUet oba idi, onları başka bir şeyle tamamlama ge�rekirdi Allalun fiili kendinden değil, gâye ile tekemmül etmiş olurdu ki, bu câiz de�ğildir. Şunu da diyebiliriz İd, illet yine Allahm irâdesidir. Gâyenin burada durumu, bir miilâbeseden (birbirine karıştırmaktan) ibarettir. Yani aradaki nizamm, tesir edici değil, tesir altmda kalıcı olmasından başka bir şey değildir. Biz buna (Mesâlihi Mü�rettebe = Tertip edilmiş işler) deriz. İlletin illet olmasını irâde etmek, malulü o illete gâye yapmak demektir. Gâye illet bundan başka bir mânâ ifade etmeyerek, Allahın fiillerinde cereyan ediyor. Her nerede bir illiyet (sebeplilik) varsa, orada malûlün (husule gelen eserin) gâye olması vardır. Onun için, bizce, Allahın fiillerinde gâye, nizam ve intizam olduğu muhakkaktır. Ancak, o gâyenin Allah üzerinde tesirini ve rolünü kabul edemeyiz. LAYBNİÇ (LEİBNİTZ) : ESLÂHİYET (ALLAH'IN DÂÎMA EN HAYIRLIYI YAPTIĞ I VE ONA BAĞLI OLDUĞU NAZARİYESİ = OPTİMİZM). METAFİZİK ŞER, TABİÎ ŞER V E AHLÂKÎ ŞER. BAYL (PİERR E BAYLE ) İN İTİRAZLARI. AHLÂKÎ VÜCÛB (GEREKLİLİK ) İLÂHÎ İHTİYÂR (Allah'ın irâdesini istediği şekilde kullanması). Laybniç Mezhebi, bundan evvelkilere taban tabana ters dü�şer. Hem İspinoza Mezhebi olan Mutlak İcâp (Determinizm) ve hem De kar t Mezhebi olan Mutlak Ihtiyâr (irâdenin kullanılma�sında serbestlik) akidesine uymaz. Bunların aksine olarak. Layb�niç, iki hal şekli arasında, bir Ahlâkî İcâp (Gereklilik) şeklinde hal tarzı kabul eylemiştir. Allahm, Eslâh (En Hayırlı) mebdee uymasını zarurî (zorunlu) göstermiştir ki. Eslâhiye (Nikbinlik, lyigörürlük, Optimizm) dedikleri Mezhep budur. Eslâhiye (Optimizm) nazariyesi : nAllah, eşyanın ilk sebebidir, kudrette, hikmette, hayırhlıkta mutlak kemâli hâiz olması lâzım gelir. (Teodise = Theodicee - § 8). Bu hik�met, en son gaye olarak, sonsuz bir hayırlılığa bağlanır. Allahın, en hayırlıyı seçmekte, bir kusuru mümkün değildir. Zira, Eslâh (en hayır�lı ) olmasa idi, Allah, mümkün olan bir çok âlemden hiç birini seçe�mezdi. En yüksek derecedeki sebebe uygun düşürmeden, O, hiç bir şey yapmaz.)) (i). (1) Halbuki, asıl sebep (en yüksek sebep) Allahın ihtiyarlarının kendisidir. Onun için, Cenabı Allah birini seçebilir ve fakat, seçtiği, O seçtiği için, Eslâh (En iyi, en Ha�yırlı) olabilirdi. ESLÂHÎYET 357 Eslâhiye Mesleği işte budur. Bu ise, Laybniç'in (Yeterli Se�bep) mebdeine (başlangıcına) dayanır. Allah, sebepsiz (hikmet�siz) hiç bir şey yapmaz. Allah, mutlak kemâl olduğu için. bu se�bep ve hikmet de, eslâhı (en sâlihi, en iyiyi, en hayırlıyı) seç�mekten başka bir şey olamaz. Zira, «Eslâh olanın daha altında bir şey seçse, eserinde, islâha muhtaç şeylerin bulunması gerekir.». Eslâhiye Mesleği, Laybniç tarafından, bu şekilde, Limmî (sûrî mantık) usulü ile ifâde edilmiş v e yine (Kemal) kavramı - na dayatılmıştır. O halde, buna tecrübe ile karşı çıkılamaz. Her ne kadar, şer, günah, elem itirazları yapıhyorsa da, bunlar ol�masalardı, Eslâh (En hayırlılar ) âlemi mümkün olmazdı. [...«Her şey birbirine bağlıdır. (Teodise — Theodicee - § 9). Elemsiz ve şersiz bir âlem tasavvuru, bir roman ve bir ham ha�yaldir. Ekseriya, bir şer bir hayıra illet olur. İki mâyiden (sıvı�dan) bir kuru cisim hâsıl olduğu gibi, iki şer bir hayır yapar...] (Ayni eser Teodise - § 10). Az ekşi bir şey ekseriya şekerden daha lezzetli gelir. (Ayni eser Teodise = Theodicee - § 12). Şer hayıra üstün gelir deniliyor ki, bu bir hatadır. Verilen nimetleri noksan gören bir dikkat hatasıdır. (§ 15). Bir de insanlar arasmda hoş olmayanları çoğaltmak iyi değildir. Bütün bütün fena taraflara saplanmak büyük bir kötülüktür. (§ 15). Bu âlemde şerirlerin mesud olduklarına gelince, bunun çaresi de öteki dünyadaki ha�yattır. (§ 17). Sonra Laybniç, serlerin menşeine (çıkış yerlerine) dair ga�yet nazarî (kuramsal) bir takım zorluklara sözü getirerek der ki : «Allah varsa Şer ne? Yoksa Hayır ne?». Ona göre, bunun asıl se�bebi, mahlûkun kendi mahiyetindedir. Yani, ilâhî ilimdeki ezelî haki�katlar ile çevrili olması bakımından yaratığın dölündeki tabiattadır. Bu manada. Eflâtun ile beraber, şerrin menşei maddededir, denilebilir. Şu şartla ki, bundan, ezelde, ilâhî misalleşmiş olmak bakımından, mah�lûklar ile durabilen şartlar kasdedilmiş olsun. Şer, bir sondan, bir kendi kendine yok olmadan (intifa) ibaret olduğu için, bunun fâil 358 METÂLİB - MEZÂHİB (eser husule getiren = efficiente) illeti yok ve ancak kaasir , (kusur�lu) = (dĞfective) veya nâfi (nefyedici, ortadan kaldırıcı = deficiente) illeti vardır. (§ 20), Şer üç türlüdür : 1 - - Metafizik Şer ki, sade, kemâlin bulunmamasından iba�rettir. 2 — Tabii Şer ki elemdir. 3 — Ahlâki Şer ki günâhdır. Fakat, Allah şerre nasıl müsaade eder? Allahın iki türlü irâ�desi vardır : Biri fiilden önceki irâdedir ki, her hayıra yönelir. Bu irâde ile «Allah her hayın, hayır olduğu için, murad eder». Bir de sonradan gelen nihai (sonuncu) irâde vardır ki, Allah ha�yırları birbirile kıyaslayıp bunları, ancak mütelâyim (birbirine mülâyim) olmaları ve birleşme halinde en büyük hayırı husule getirebilmeleri bakımından irâde eder. îşte. Şer, bu en büyük Kayırın gerekli şartlarından biri olur. Bu sebeple, Allah Hayırı daha önce, Şerri de daha sonra olarak irâde eder. (§ 23). Burada, Tabii Şer ile Ahlâki Şerri de birbirinden ayırt et�mek lâzımdır. Mutlak olarak söylenirse, Allah bunların ikisini de asla irâde etmez. Bununla beraber, Tabii Şer için, hiç olmazsa nisbi olarak (vasıta diye) bir irâdesi bulunabilir. Lâkin, Ahlâkî Şerri, yani günâhı, ne mutlak ne de izâfi olarak, hiç bir şekilde irâde eylemez. Buna ancak müsaade eder. Bir zorluk da «Tabiî Maûnet = Tabiî yardım, ihtiyaçları karşılama» denilen şeyden doğar. Gerçekten halk (yaratma) bir ihtiyacı ve sebebe bağlılığını icap ettirir. Bu ihtiyaç, daima Allahın mahlûka yardımcı olmak üzere hazır bulunmasını gerek�tirir. Hatta, bazıları, mevcud olanların sürekli olarak var olma�ları, sürekli bir yaratılıştan başka bir şey değildir demeğe ka�dar varmışlardır. Buraya kadar gitmemekle beraber, şunu itiraf etmelidir ki, mahlûkta vukua gelen ve gerçekleşen ne varsa, hepsi Allahtan gelir ve hatta Allahın müdahalesi olmadan ce�reyan edemez. Bu müdahaleye Maûnet (Lutûf veya Tevfîk) de- AHLÂKÎ ŞER 359 nilir. Bu lutûf ve yardım, fiilin ahlâkî kıymetinden .ilişkisiz olarak nefis cevherinde, maddî gerçekleşmesinde cereyan ettiğinden dolayı, buna «Tabiî Maûnet» denilmiştir. Böyle olunca, Allah, mahlukta bulunan her şeyin hakikî illeti olduğu ve bu fiillerinde onun yardımcısı bulunduğu için. Şerrin de fâil (tesirli) illeti ol�muş. O halde, fâil (eser husule getiren) illet değil, nâfi (nefye�den, ortadan kaldıran) illet diye hulâsa edilen mebde he oluyor? Laybniç^ Allahın, mahlûklarda bulunan bütün şeylere haki�kî ve tam illet olduğu halde, nasıl olup da şerre illet olmadığını izah için derin ve ince bir tanzir (nazire yapma, benzetme) ya�par : icMuhtelif, yüklü bir çok gemiyi, akıntısile götüren bir nehir farse�dilsin. Bu nehîrin akıp gitmesi, g&milerin hareketine illettir. Fakat, ge�milerdeki yükler birbirinden farklı olduğu için, yüklerine ve kendi ağırlıklarına göre, gemilerin süratleri de birbirinden farklı olur. Ne�hirdeki akıntı gemilerin hareketine illet olduğu halde, sürat derece�lerine illet olamaz.y Bunun gibi, Allah da, günah işlenmesinde, fiilin kendisinin hakikî fâil illeti olduğu halde, fiilin mertebelerinde illet değildir. Halbuki, günahın kendisi hiç şüphesiz bu mertebelere dâhildir. BAYL' (PÎERR E BAYLE ) İN İTİRAZLARI : Laybniç, Eslâhiyeti (Optimizmi), Bayi adındaki feylezofun. Şerrin varlığından çıkardığı itirazlara cevap olmak üzere, be�nimsemişti. Bu çatışmayı hülâsa edelim : (Bayi) şunu mebde olarak alıyor : i..AiMahlûklara lütfedilen nimetler yalnız onların saadetlerini he�def olarak alır. O halde, Allah bunların onları bedbaht edecek şekilde kullanılmasına müsaade etmemesi gerekirj>. Laybniç, bu mebdei reddederek veya kayda bağlayarak şöy�le cevap veriyor : [...vAllahm nimetlerinin yalnız mahlûkların saadetini hedef aldı�ğı pek de doğru değildir. Tabiatta kül, birbirine bağlı olarak vukua gelir. Allahın -projelerinde birden fazla ihtimaller vardır. Akıl sâhibi mahlûkların mesud olmaları da murad edilen gâyelerden biri ise de bu, bütün gaye olmadığı gibi en son gaye de değildir. Gelip geçici ola�rak bazılarının da belâsı oZaMzr.»..,.] Bu izahlarda, Bayl'in görüşü, her şeyi tek başına mülâhaza eylemek, Laybniç'in görüşü ise, bilâkis, her şeyi, toplu haldeki, birleşme taraflarile, karşılıkh tesirli ve tepkileri ile mülâhaza eylemek, oluyor. Bayi şöyle der : ('Düşmana, kendi isteğile, intiharı için kullanacağı kesin ola�rak bilinen ipi vermek, o düşmanın canını almaktır. Bundan, Allahın gerçekten mesul olduğu ve insanların ihtiyarlarını ne yolda kullana�caklarını ezelden bildiği için, onların istediklerini yapmalarından do�ğan fenalıkların hakikî fâilinin Allah olması lâzım geldiği anlaşılır. İTİRAZLAR ' 361 Halbuki, hakiki bir mün'im (nimet veren) derhal verir ve sevdikle�rinin uzun sefaletlerle ıztırap çekmelerini istemezj-> Bunun gibi, Bayie göre, Allah da, nimetlerini bize karşılıksız olarak hemen verebilir ve vermesi lâzım gelir. Böyle, yarattık�larının çoğunun ezileceğini bildiği bir takım tecrübelerle, nimet�lerini pahahya satmaması icap eder. Laybniç'e göre. bu kaziyeler hep ayni safsata üzerinde dö�nüp dolaşmaktadır. Vâkıaları tahrif ve ifsad ediyorlar, eşyanın birbirile ilgisini yarım yamalak görüyor ve en mühiminden gaf�let ediyor ve Allahtan bahsedildiği unutuluyor. Güyâ, Allah bir ana, bir vasi, bir velî imiş ve bütün işi, kendine aid olan şahsın mesud olmasına dikkat etmekten ibaret bulunuyormuş. Bu ise, Allahı hep beşer gibi telâkki etmek demektir- Gerçi Allah bizim istediğimiz hayrı yapmak kudretindedir ve onunla ilgilidir. Onu da ister. Fakat, bunu daha mühimlerine tercih ederek yapması da zarurî değildir. (122) Laybniç fikrini şöyle hülâsa eder : l..AiEşya birbirinden, cüzüler küllünden, insan cinsi âlemden, Al�lahın sıfatları birbirinden, kudret hikmetten kopanlırsa, Allah, bu âlemde, bir şeye karışmaksızın yalnız iyilikleri ve faziletleri cereyan ettirmeğe kaadirdir, demek mümkün olur. Lâkin, Allah madem ki kö�tülüklere de müsaade ediyor, o halde âlemin mzamının böyle olması icap eder.»...'] (124). Hâsıh, Laybniç^ bü münakaşada, karşısındakini, başlıca, in�şânı örnek almak, yani Allahm vecibelerini insanın vazifelerine benzetmek hatasına düşmekle itham eder. Allahın nazara ala�cakları yalnız insanlardan ibaret değildir. Bunda âlemin mec�muu (toplamı) dâhildir, ve «Cüzüde münasebeti olmaz gibi gö�rünen, külde münasebeti! olabilir.». Bayl'in Şer hakkındaki itirazları, kendisinin Mâni Mezhebi gibi, biri Hayır ve biri Şer olmak üzere, iki mebdein bulunduğu faraziyesini oldukça doğru saymasına sebep olmuş ve bundan dolayı da, bu faraziyeyi doğrulamağa kalkışmış idi. Bunu Lim�mî (mantık ile) usul ile, yani Allahın gerçekliğinden çıkarılmış sebepler ile, nakzetmenin kolay olduğunu itiraf eylemiş ise de, innî usul ile (ihsas ve tecrübe yolu ile) şerrin varlığından yürün- 362 METÂLİB - MEZÂHİB düğü takdirde, daha yatkın olacağını sanarak, şu iddiada bulun�muştur : Mâni Mezhebi her ne kadar, nazariye olarak, tercih edilemezse de, hâdiseleri izah için lüzumludur. İyi bir mesleğin başlıca hassası ise budur. Buna cevap olarak, Laybniç der ki : v-Bilakis, bir hâdisenin ayrıca bir mebde ile izahı iyi bir izah de�ğildir (152). Nitekim, bu Mektepte, hâdiseleri tabiî ve mekanik sebep�lerle izah edecek yerde, ne kadar amel varsa o kadar kuvve far�zederek izah ederlerdi. Demek oluyor ki Laybniç, bir Şer husule getiren mebdein varhğını inkâr ediyor. «Şer, ancak bir intifâdan (Ortadan kalkmadan) doğar. Ara�da varlığı gelip geçici sıfa» ile ancak olur.» (153). Zikri geçen mesleğin karşı tarafında, Allahı kaderden kur�tarmak için, onun kudretini, hikmet ve mâdeletinin (insaflılık) üstüne çıkararak, ahlâki vücüpdan (mutlak lüzumdan) bile uzak tutanların fikir ve mütalâaları vardır. (75). Bazıları da, Allahın, Hayır ve Şer farkını, doğrudan doğruya, indî (kendince) bir hü�küm ile koymuş olduğu fikrine kapılmışlardır. Laybniç'in, hiddetli bir tabirile, «bu Allahı teşni (ayıplama) dır. (171) Zira, Allah, adaleti ve rahmeti böyle keyfine göre kur�muş olsa, [_...uBunları bozması ve mâhiyetini değiştirmesi mümkün olur, bunlara her zaman uymağı taahhüd etmesi için sebep fcaZmaz.»...] Eğer ilâhî adalet bizimkinden temelde farkh olsa idi, me�selâ «masumları ebedî olarak bahtsız yapmak adalettir» diye onun kanununda yazılı bulunsa idi, durum yine böyle olurdu. (Ayni eser ve yer). Bunlar ve bunlara benzeyen mezheplerin hepsi Allaha cebbarca (zorbaca) ve düşmanca işler yaptırıyor�lar. Öyle ise, kötü Mâni Mezhebi niçin hoş görülmesin? (177). Teessüf uyandıran bu mezheplere, Dekart'm, ilâhî irâdeye, yalnız hayır ve insafın değil, hakikatin bile yaratılmasını isnad İTİRAZLAR ' 363 eden garip mütalâası da eklenmektedir. Gerçi, hakikatin aslı da Allahtır. Allah olmasa idi hiç bir şey tahakkuk edemeyeceği (ger�çekleşemeyeceği) gibi, mümkün de olamazdı. Şüphesiz, Allah ol�masa idi, hendese kurulamadı. Fakat, ^<.Ezeli hakikatlan hakikat yapan, Allahın ilmidir, tunda onun irâ�desinin hiç rolü yoktum. (184). Laybniç, Dekart'ın bu mütalâayı ciddî olarak tuttuğuna bile inanamıyordu. »Bu, onun felsefesinin hilelerinden biridir, kendisine bir kaçamak yolu hazırlıyordu. Bana öyle geliyor ki, maksadı, buluşunun fevkalâ�deliğini başka tarzda anlatmak ve, müsbet olsun menfi olsun, süb-> jektif hükümlerin irâde eseri olduklarını söylemek idi» diyordu. (286). Bu suretle, hakikatlar, ilâhi aklın değil, ilâhî irâdenin müte�allakı (taalluk ettiği şey) oluyordu. Bu ise lâfız (söyleyiş) bakı mından, bir çatışma demek olur. (2). Bir taraftan Mutlak Vücııp (gereklilik) mesleği, diğer taraf�tan ihtiyar (istediğini yapabilmek) Mesleği : Bunların her ikisi de hırpalandıktan sonra, geriye kala kala Ahlâkî Vücûp, yani Eslâhiye (Optimizm) mesleği kalır ki, Laybniç'in seçtiği mes�leğin de bu olduğunu gördük. Şimdi, Laybniçin (Teodise) yani «ilâhiyat felsefesi» adındaki eserinin, muhtemel itirazların mü�nakaşasına mahsus olan ikinci kısmını görelim : Eslâhiye (En iyi, en hayırh) nazariyesine aşağıdaki şekilde itiraz olunabilir : 1 — Âlemdeki noksanları tecrübe ile göstererek itiraz olu�nur. Buna Laybniç şöyle cevap veriyor : Bu, der, «ilâhî eserler için güfünç bir sansür olmak istemektir.». Bu, hâkim kral Al�fons'un, Batlamiyus Astronomisini (Gökbilimi) tenkid ederken, bütün âlemin Astronomisini tenkid ediyorum sanması gibidir. Siz âlemi daha üç günden beri tanıyorsunuz. Burnunuzdan ötesini (2) Yani, ezelî hakikatlar tabirinden, vukua gelen ve gelmeyen mânâsmdaki hükümler anlaşılır iken, Dekart, bunlardan, vukua getirmek ve getirmemek şeklindeki süb�jektif hükmü kasdetmiş oluyor ki, bu anlaşmamazhk, ezeli hakikatlann ifade tar�zmda bir ihtilâf dernek oluyor. 364 METÂLİB - MEZÂHİB göremezsiniz. Âlemi görmek için çok bekleyiniz.» (Laybniç - Teodise = Theodicee adlı eser - 194). 2 — Limmî usul ile (sûrî mantıkla) itiraz olunur : Denir ki, Mutlak Eslâhiyet (Mutlak Hayırlılık) bulunamaz. Ekmel hiç bir mahlûk yoktur. Daha mükemmeli meydana getirebilmek, her zaman mümkündür. - Laybniç, buna da şöyle kestirme bir cevap vermiştir : «Âlem, şüphesiz, Allah gibi mutlak olmasa da, yine sonsuz�dur. Paskal'm anladığı şekilde, geleceğin bütün ebedîliğine doğ�ru gider. En küçük bir madde parçasında bile sonsuz yaratıklar vardır.». Fakat. Laybniç, kâinâtm bu tarifinin, yapılan itiraza ne şekilde cevap teşkil ettiğini açıklamamıştır. Çünkü, burada sonsuzdan maksad, bir bakımdan sonsuz olmayan, yani yaratık olan bir sonsuzluktan ibaret bulunduğu için, kendisinin bulduğu, sonsuz derecede küçük miktarların hesabı (Tefâduli Hesap = Calcul differenciel) mebdelerinden biri olan (sonsuzun muhte�lif mertebeleri vardır) mebdeile itiraz olunabilir. Zira, buna na�zaran, âlem sonsuz olabilirse de, bu âlemin ötesi de olabileceği anlaşılır. Bizce Laybniç'in aşağıdaki sözü bu hususta daha iyi bir cevap teşkil eder. (3). (3) Bu cevabın hülâsası şöyle olmalıdır: En iyi ve en hayırlı olmak izafî ve nisbîdir. Külle ve sonsuz akıp gidişe nazaran mümkün olan Eslâh (En iyi) demektir. Şu halde, her zaman için. Eslâh külle göre olur. Sonsuz zamanda, Eslâhiyet kemal derecesine gelir ve bu suretle, âlem Eslâhtan Eslâha doğru gider. Lâkin, bunun, yapılan itiraza bir cevap olup olamayacağı, üzerinde durulması gereken bir mese�ledir. Çünkü, iddia, yaratıkların hiç biri mutlak Ekmel değildir ve onun için de, mutlak Eslâh değildir, tarzında iken, burada (sonsuz geleceğe) göre Eslâh diye ce�vap verilmiş oluyor. Ve, sonsuz gelecekte, eşyanın daha mükemmel olabileceği de kabul edilmiş bulunuyor. Meğer ki; iddia şöyle ileri sürülmüş bulunsun : Sonsuz za�manda gerçekleşmeleri bakımından, bütün eşya, Allah gibi mutlak sonsuzdur. Onun için. sonsuz akıp gidişe nazaran (Mümkün Eslâh) demek (Mutlak Eslâh) demek olu�yor. Vukua geldiği zamanda her vâki, sonsuz vaziyete nazaran Eslâh da, mümkün olan şekillerin mutlak eslâhıdır. Fakat, metinde de söylendiği gibi, âlem, herhangi bakımdan olursa olsun, Allah gibi mutlak olamaz. Buna karşı da denilebilir ki, ma�dem ki olmaz, âlemin toplamına göre Eslâh da, mümkün olan sûretlerin Ekmeli olur. Bundan daha mükemmeli yaratılamaz. O halde, burada Mutlak Eslâhdan maksad, mümkün olanlar içinde, Eslâhın (En hayırlının) en büyüğü demek olur. Allahın âlemden ekmel olması buna ters düşmez. Benim âciz fikrime kalırsa, burada teııâhi (sonu olmak) ve adem (yokluk) im�kân şekillerinin sonu olması bakımından, düşünülmelidir-, tîor yaratık, yaratılma- İTİRAZLAR ' 365 «.Denilebilir ki, bütün kâinâtta mevcud olanlar, her ne kadar, za�manın her parçasında Eslâh (En hayırlı) değillerse de, eşyanın sonsuz�luğa doğru akışı, mümkün olduğu kadar, Eslâh olabilir. Eğer, eşyanın tabiatı, Eslâha ulaşmak için, hiç karşı koymasa idi, kâinat, her gün, iyiden iyiye doğru gidebilirdh). (Laybniç - Theodicee - 22). (4). 3 — Allah hep Eslâhı (en hayırlıyı) yaratıyorsa, başka Al�lahlar da yaratmalı idi, deniliyor. Bu, bir mugalata (yanıltıcı fikir) dir. Onlar, Allah olsalardı, başkaları tarafından meydana getirilmeleri (hudûsları) mümkün olur mu idi? Bundan mâadâ, her yaratılmış cevher kemâl sâhibi olsa idi, hepsi birbirlerile eşit olur ve birbirlerine benzerlerdi. Bunlar, aslında Eslâh bir kül (tüm) vücuda getiremezlerdi. Bunlar, hep, eşyanın nizam ve irtibatını unutmaktan ileri geliyor. O halde, Eslâh olan tüm, dan önce, sonsuz surette, ihtimaller içindedir. Zeyd'in oğlu Amir. yaratılmadan ön�ce, sonsuz surette olabilirdi ve onun her kıhnda bile binlerce imkân şekli vardı. Her sıfatı mutlak kemâl ve bu sebeple, her hâdisedeki kudreti ve sonsuz olan Allahın, bir hâdisedeki sonsuz imkân suretlerini, bir anda, fiil mevkiine koyması da muhâl�dir. Bu suretler içinde Eslâh, yalnız bir tanesidir denilemez. Bir çoğunun birbirile müsâvi olmaları da imkân dahilindedir. O halde, Allahm bunlardan birini, mutlak ihtiyarı ile, tercih etmesi lâzım gelir. Eslâhın mutlak lüzumunu kabul eden Eslâhi�yet taraftarları, hâdisede ilâhî kudretin mutlak kemâlini unutuyorlar ve herhangi bir mertebeyi, bir haddi, yani sonu olanı, sonsuzlukta Ekmel farzediyorlar. Her hâdi�sede, bütün ilâhî kudretin mutlak kemâli ile fiile çıkması, Allaha ortak yaratmak gibi, imkânsız olduğu halde, vukua gelenin, Eslâh ve Ekmel olarak mümkün oldu�ğu nasıl iddia edilebilir? Şimdi, bir nokta kalıyor. Sonsuz zaman içinde, sonsuz müm�künün meydana getirilmesi ve her varlığın, istidadı olan bir çok imkân şeklinden her birinin, sonsuz zamanlarda, sonsuz meydana gelmelere uğraması mümkündür. Bu şekilde, ilâhî kudret, bütün kemâlile, sonsuz zamanda, fiil sahasına çıkmış olmaz mı? Burada, sonsuz mümkünlerin, sonsuz zamanda, biraraya gelmeleri değil, bir�birlerini nöbetleşe takip etmeleri, birbirlerinin yerini almaları vukua gelir. Jler vu�ku mertebesinin üstündeki, yine imkân sahasında kalıp fâilliğini muhafaza edemez. (4) Nöbetleşe yer değiştirmede, birbirlerile eşit mertebelerin, vukua geldikleri zajnan parçasına tahsisi, yine mutlak ihtiyar (serbest irade) ile olmuş olur. Hâsılı, Allah bütün sıfatlarile, ezelde ve ebedde, fiil halindedir. Fakat, âlemde her şey fiil ha�linde değildir, kuvve halindedir. Onun için, mümkün olan Eslâh daima kuvvededir. Yapılan itirazdaki «Daha mükemmelini husule getirmek her zaman mümkündür» sözü doğrudur. Netice olarak denilebilir ki, Allahm fiilinde ilim ve irâde biriikte olmakla beraber,, yaratışın illeti, ilimde değil, irâdededir. Cenabı Allah Mutlak Muh�tar'dır. Mutlak Hikmet onun mutlak ihtiyândır (seçip yaptığıdır). İslâm Mütekellim�leri, ilmin irâdeden önce olduğunu kabul etmekle beraber,, ilim ve aklın fiili icap ettirdiğini reddederler. Fiili gerekli yapan, irâde ve ihtiyardır, derler. Allahm tercih etmediği hikmetin ne değeri olabilir ki ? 366 METÂLİB - MEZÂHİB birden fazla Allahı hâvi olamaz. (5). Her zaman, bir cisimler topluluğu, yani zaman ve mekâna göre tertiplenmiş eşya ve ruh�lar olacak ve o cisimler, bu ruhlarla temsil edilip müşâhede olu�narak, ona göre, Sâlih (hayırh) cüzü halinde idare edilecektir. (200) 4 — Külde Eslâh (en hayırh) olan, cüzülerinde de Eslâh olur. Nitekim, hendesede, iki nokta arasmda en kısa yol diye tarif edilen bir düz çizginin üzerinden aimmış bir parça da en kısa yoldur, deniliyor. Laybniç, buna karşı da kemiyetten (ni�celikten) keyfiyet (nitelik) istidlâl olunamaz diye cevap verir. nEğer, iyilik ve güzellik, hep, imtidat, madde ve birbirlerile ayni cinsten ve birbirine benzeyen diğer eşya gibi, mutlak muttarid (bir düziye giden) bazı şeyler de olsa, iyi ve güzelin cüzü de iyi ve güzeldir demek lâzım gelirdi. Lâkin, izâfı olanlarda hal böyle değildir. Güzel bir şeyin cüz'ü, her zaman güzel olmaz. Çünkü, onun tümden çıkarılması (5) Bu söz bizim Temânu (birbirini engelleme) delili (Bürhan-ı Temanu) dediğimiz Vah�det (Allahm birliği) delilidir ki: (Levkâne fîhimâ AUhetiin iUâllâhe lefesedetâ) âyeti celîlesinden alınmıştır. (Onlarda Allahtan bajka HâMar bulunsa idi elbette fesada uğ�rarlardı) demektir. Bu sözlerde, insanların toplum düzeni için gâyet önemli olan bir esas vardır. Bir toplumda, bir memlekette, birbirine eşit selâhiyet ve kemâlde olan�lann veya bu iddiada bulunanların çok olması, toplumculuğa aykırıdır. Toplumculuk, kül halindeki ruhun hâkim olmasına bağlıdır ki, ferdleri bir tek cisim halinde ha�rekete getirebilsin. İnsan topluluklarında, ferdîliği (bireyciliği) büsbütün ihmale yö�nelen mutlak toplumculuk fikri, bir takım tepkilerle, bireycilik (ferdiyet) fikrinin yayılmasına sebep olduğu gibi, aşırı ferdiyetçiliğin (bireyciliğin) çoğalması da, top�lumun yıkılması demektir. Onun için, toplumda, hukuk eşitliği esas olmakla bera�ber, birbirinden farklı mertebeler de bulunması ve tabiatile, bütün mertebeleri temsil eden yüksek mertebedeki birlik de zarurîdir. Bundan dolayıdır ki, herhangi şekilde olursa olsun, her devletin, her hükümetin, her meclisin bir başkanı bulunagelmiş�tir. Ve, her ordunun en yüksek kumandanı bir tane olmuştur. Başkan olan, kendi şahsiyetini, kendi emellerini temsil ve tatbik etmek ve hükümetin asıl kendine aid olduğunu iddia eylemek hevesinde ise, buna şahsî hükümet, veya müstebid hükü�met, veya Firavun hükümeti denilir ki, İslâm bunun karşısındadır. tslâmda, hükü�met reisi, halkın hakları ve işleri hesabına vekil sıfatile, başka bir deyişle, onun halifesi olarak,, hüküm yürütmeğe vasıta olur. Vaktile, Hâriciler, halifeye, hükümet reisine lüzum yoktur, hüküm Allaha mahsustur, dediler, fakat hiç bir zaman baj�kansız kalmadılar. Bu suretle tenakuza düştüler. Hâsılı, Laybniç'in bu felsefe kısmı, ferdler arasındaki mertebelerde farkı gös�teren (VehüveUezi caalelcüm lıalâifelardı ve refea bazaküm fevka bazin de recatin liyeUüreküın fi ma âtaküm) âyetile (Erbâbün mUteferrikûne emillâbil-vâhid) âyeti kerimesinin gizli toplumcu mânâlarını tamamen doğrulamış oluyor. İTİRAZLAR ' 367 veya külde (tümde) ele alınması, kıyaslamaya aykırı olur.». (Laybniç - Theodicie adlı eser - 212, 213). 5 — «Cenâbı Allahı, Eslâhı seçmekle mükellef tutmak, onun kudretini smırlandırmaktır.» deniliyor. (218 - 222). Fakat, iyilik�te Eslâh olana göz yumulamayacağı gibi, Allah imkânsız olanı yapmaz, demek de Allahın kudretini sınırlandırmak demek de�ğildir. (336). Bu, tıpkı, Allah, düz çizgiden daha kısa bir çizgi yapmaz demek gibidir. (6). Gerçekleşmiş âlemde Eslâh mümkün değildir, çünkü, bu âlemde fenalıklar vardır diye iddia etmek de, defalarca reddedilmiş olan bir iddiaya dönmek demektir. Vâkide bir Eslâh (en hayırlı) varsa, o da Allahın tercih ve ihti�yar etmiş olduğudur. Ç). 6 — îyi amma Allah Eslâhı seçmekle mükellef olursa, ihti�yar sâhibi olamaz. Çünkü, bu bir nevi zorlamadır. Bu itiraza da bir kaç defa cevap verilmiştir. Evet bu bir vücûptur (zaruret�tir), lâkin ahlâkî bir vücûptur. [...«Bir şey irâde olunmayınca ya'pılamaz, demek, tabirleri kötü kullanmak demektir. Çünkü, haMm olan (hikmet sâhibi) iyisini seçer. Şimdi, bu, bir başkasına hizmetden mi olur? Bayi, âlemin en iyi şey�lerine çirkin isimler vererek mânâları değiştirip bozuyor ve en büyük ve en mükemmel devlet olan hürriyete esirlik diyor.y, (228). Eslâhiyet Nazariyesi, sonunda, Allahın İhtiyarı (İstediğini yapabilmesi) Nazariyesine varır. (338, 360). (6) Pek de öyle değildir. Çünkü, bu, tenakuz (çelişme, yıkışma) olduğu için, gerçekten imkânsızdır. Fakat, öteki, gerçekten mümkün olduğu halde, âlemin maslahatı ba�kımından imkânsız sayılıyor. Demek ki, âlem, Allahın kudretini sınırlandırmış olu�yor. Eğer, sınırlandıran âlem değil de Allahın hikmet sıfatı ise, bu da, hikmete ters düşmesi bakımından, tenakuz ihtiva eder denilirse, neticede, ahlâkî vücûp (zorun�luk) tabirinin mânâsı kalmaz. Umumî şekilde vücûba (zorunluğa) varılır. (7) Bu, pek doğrudur. Fakat, (Mutlak ihtiyar) Me^ebini doğrular. Gerçekten, Allahın ihtiyarı Eslâha tâbi değil, Eslâh Allahın ihtiyarına bağlıdır. Allah, neyi dilerse, hikmet ve Eslâh o olur. Allahın ihtiyarı, tek icap ettirici illettir. O, her şeyin illeti olduğu için, Eslâhın da illetidir. Yoksa, Allahın, ihtiyarından vazgeçerek, bir Eslâh var da onu ihtiyar etmesi, ahlâk bakımmdan, zorunlu değildir. Belki, Allah neyi ihtiyar ederse (tercih edip seçerse) Eslâh (en hayırlı), hikmet odur. Çünkü, mahlûkun yaratığın) kemâli kendisinde değil, Allahın ihtiyarına uygunluğundadır. Onun için (Elhayrü mâ ahtârahûUalıü =: Hayır Allah'ın ihtiyar ettiğidir) demek olan fıkra doğ�rudur. Lâkin, vücûdu tazammun etmesi doğru değildir, denilebilir. Bu ifade, bizim Eşarî Mezhebine uygundur. 368 METÂLİB - MEZÂHİB uMahlûklardaki muhtar olmak (istediğini seçip yapabilmek) şere�fi, şüphesiz, AUahta ziyadesile vardır. Fakat, bunu, her türlü eksik�likten uzak, hakikî bir şeref olarak anlamak icap eder. Aldanmak, sa�pıtmak istidâdı bir haysiyetsizlik, şehvetine hâkim olabilmek ise, bir şereftir. Buna rağmen, nefis, şehveti tanımak kusurunu gerektirir.^^ (337). Demek ki, Cenabı AUahta, kaçınılmaz bir zorunluk ile, sırf kendince davranmak arasında, orta bir mertebe vardır. Tabiat kanunları, ne, Bayl'ın iddia ettiği gibi, umumiyetle indî (ken�dince) dirler, ne de hendese gibi zarurîdirler. (349). Laybniç, mekaniğin temel kaidelerinin matematik bir zorunluk ile zarurî olmadıklarını söyler. Fennin de, o zamana kadar, kendisinin bu mütalâasını bozmadığını gösterir. Mekanik ile idare edilenin «Güzel olduğunu ve fakat zarurî olmadığını» beyan eder. (347). Ruh ile cismin birleşmesi hakkında da şöyle der : v-Bu birleşmeyi idare eden kanunlar, zarurî olmamakla beraber, kayıtsız da değildirler. îlâhî hikmette, bunların sebebinin bulunması icap eder.)). (352 - 357). Allahın İhtiyarı Nazariyesi, Laybniç için, ezelî ilim ve tak�dire dair zorlukların hallini pek çok kolaylaştırmıştır. Gerçek�ten, ihtiyar, belliliğe ve kesinliğe aykırı değilse, Allahın, ezelde belli olmuş olan şeyi görebilmesi, şaşılmağa değmez. aAllah, bir bakışta, gelecekteki kâinâtı görür. Eşya birbirine mü�kemmel şekilde eklendiği için, onların her parçasında, bütün kâinatı görür.)) (360). Laybniç, Dekart'ın, «Mahlûkların varhklarmı sürdürebilme�leri, yaratanın fiilinin sürekli olmasmdan ibarettir» demek olan «Sürekli Yaratış = Müstemir halk» mezhebinden ileri gelmek�te olan zorluklarda, bilhassa, duruyor. (383 - 384). Büyük Beka (varlığı sürdürmek) davası için akla gelen şüphelerin, bu mez�hep için de gelebileceğini söyler, fakat bu çıkmaza girmek iste�mez. Ancak, kendisinin kabul edebileceği şey olarak, şöyle der : Allaha nazaran mahlûkun hissesi olarak, bir «Müstemir taal�luk = Sürekli alâkalanma» vardır. Arzu edilirse, bu taallûka (alâkalanmaya) halk (yaratış) da denilebilir. Elverir ki yarat- İTİRAZLAR ' 369 mayı Ailahhğm bir tebahhuru (buğulanması) yapmağa kadar vanimasrn.» (385). Bu mânâda bir sürekli halk kabul ederek, bu mezhebin ne insandaki ihtiyarı ne de mahlûkların kendilerine hâs (özgü) şahsiyetlerini kaldırmayacağını anlatır. îhdâs ve Tekvin (meydana getirmek) fiili, yani Allahın mahlûkları husule getirdiği fiil, husule gelen mahlûkun varlığına nazaran, mâhiyet bakımından, daha evveldir. Tabiatı ve zarurî hususiyetleri ba�kımından, mahlûkun kendisi de, dıştan aldığı, gelip geçici tesir�lere ve kendi fiillerine nazaran, daha önce vardır. Allah, mahlû�ku, daha önceki zamanların icabına göre ve hikmet kanunlarına uygun olarak, yaratır. Onun yarattığı da, kendine aid olan ve her an halkedilen bu tabiat gereğince, işler görür. (388) F./24 ONDOKUZUNCU ASIR : KANT'IN İLÂHİYÂT FELSEFESİ : ALLAH, AHLÂKIN MEVZÛÂS! (POSTÜLASI). ÎTİKADÎN (İNANIŞIN) İLİM YERİN E KONULMASI. Laybniç'ten sonra ve bütün onsekizinci asırda yeni bir îlâ�hiyat Felsefesi bulamıyoruz. Bir taraftan, koca bir maddeci zın�dıklar vardır ki, Hafbah'ın «Tabiat Mesleği» bunun en bayağı ve ortada dolaşan bir nüshası idi. Diğer taraftan, Jan Jak Ruso'nun oldukça felsefî ve belâgatlı, edebî tarzda yazdığı (kaba köy pa�pazı imânının günahlarını itirafı = La profession de foi de Vic�ker Soyard) adlı eseri, Felsefî îlâhiyât neşrediyordu. Ancak, (Ch. Bonn et de Genfeve) in felsefesinin, kendine mahsus bir hay�siyeti bulunduğunu kaydedelim. Bu felsefe, Laybnîç felsefesine sıkıca bağlı olup felsefeye İkinci Doğuş veya Tenasühü (Ruh göçümü, sıçraması) ve ezelî inâyet (lütüf, ihsan) istikametinde ilerleme fikrini getirmiştir. Bununla beraber, yukarıda söyledi�ğimiz gibi, bu devirdeki (Tabiî liâhlyât Felsefesi) adlı ilmin mü�him olan tesirini hesaba kattığımız takdirde dahi, itiraf edelim ki, Din Felsefesinin yeni bir mecraya girdiğini görmek için. ta Kant ve Alman Felsefesine kadar gitmek icap ediyor. Kant'ın Îlâhiyât Felsefesi, esas itibar ile, Laybnîçinkinden başka bir şey değildir. Aralarındaki fark, Laybniçinkinin nazarî ve metafizik, Kant'ınkinin ise amelî ve ahlâkî olmasından ibaret�tir. Yoksa; a — Eslâhiyet (Optisizm = daima hayırı aramak) b — Ezelî inâyet. KANT'IN İLÂHÎYÂT FELSEFESİ 371 e — İlâhî şahsiyet, ç — Şahsî ebediyet umdelerinde (ilkelerinde) Laybniç ile Kant birleşirler. Kant' üzerinde fspinoza'nın hiç bir esaslı tesiri bulunamaz. Üstadları, Laybniç ile Ruse (Jean Jacques Rousse�au) dur. Ancak şunu biliyoruz ki, Kant'a göre, nazarî akıl, eşya�nın mebdeine ve gerisine kadar nufuz edebilecek bir halde de�ğildir. Umumiyetle bundan uzaktır. Bütün hareketler âlemi, zat�larında eşya, bize kapalıdır. Onun için, Allahm varhğı ve ger�çekliği de öyledir. Lâkin, bu nazarî aklın bize ilham edemediği�ni, amelî akıl ilham edebilir. Ve, ahlâkın gereği ve şartı olarak, Allah Felsefesi yine bulunabilir. Gerçekten, ahlâkı, bir yüksek tasavvurda, yani en yüksek iyilik (Hayır) tasavvuru ile hülâsa etmek lâzım gelir. En yük�sek iyilik (hayır) ne tamamen ahlâkî hayır ne de sadece tabiî hayırdır. Yani, yalnız fazilet, veya yalnız saadet değil, belki bu ikisinin birleştiği yerdedir. Faziletsiz saadet ile saadetsiz fazi�letin ikisi de tamam değildir. Bunlar, tahlilî bir bağlantı ile bir�birlerine bağlanamazlar. Ne saadet fazilete irca olunabilir (dö�nüştürülebilir) ne de fazilet saadete. Halbuki, bunlar, bizim ru�humuzda, üstün terkibî bir hüküm ile, durmadan birleşmektedir�ler. En yüksek hayır bu şekilde zarurîdir. Onun için, mümkün ol�ması icap eder. Bununla beraber, hissî ve reel varhk şartlarında böyle olmuyor. O halde, bunun gerçekleşebileceği başka bir var�lık tarzı ve bu gerçekleşmeyi tekemmül ettirmeğe gücü yeten bir fâil bulunması zarureti vardır. Bundan dolayı, amelî akhn iki mevzuası vardır : 1 — Allahm varlığı, 2 — Ruhun ölmezliği, ki burada birinciden bahsediyo�ruz. «Ben, en yüksek hayıra ideal (ülkü) derim ki, bütün saadetlerin, sürekli şekilde ahlâklı olmak ile kuvvetli ilgisi bulunduğundan, illeti (1) Ruhun bekası yerine Ahiret dese idi daha doğru ve umumî olurdu. Çünkü, Ahireı, ruhun bekası şartına bağh değildir. Burada mevzua (postüla) denilen de isbat ve inkâr edilemeyen ve kabul edilmesi zaruri olan mebde demektir. 372 METÂLİB - MEZÂHİB olan yüksek mutluluk ile kâmil (eksiksiz) bir irâdeyi birleştiren zihnin bir tasavvuru demektir. Şu halde üstüıı âlemi, yani en yüksek hayırın hüküm sürdüğü makûl ve mânevi âlemi, bu âlemdeki çalışmalarımı�zın meyvalannı toplayacağımız bir âhiret âlemimiz diye kabul etmek mecburiyetindeyiz. O halde, Allah, âhiret hayatı, aklî mebdelere na�zaran, mükellef olmanın vazgeçilmez bir şartıdır.n. (Mahız aklın ten�kidi, " Fasıl 2 - Durak 2 - Amelî akıl bahsine müracaat S. 332). uBir isbat edici delil değil, bir imândır. Lâkin sırf aklı ve fiilî bir imândır...» (Amelî akıl - Barti tercemesi - S. 332). Kant, insanlığı hakkile ilgilendiren ilâhî manevî sıfatların hepsinin bu mebdeden, netice olarak çıkarılabileceğini sanıyor. «Bu Ahlâkî îlâhiyât Felsefesinin nazariyeler üzerinde şöyle bir husûsî faidesi vardır ki, Vâhid (Tek), Ekmel (en mükemmel), munsif (insaflı) bir ilk mevcud tasavvuruna hatasızca götürür... Bunun yük�sek derecede bir tek irâde olması lâzım gelir. Çünkü, niyetlerin ve lü�tûfların miyân (ölçüsü) olacak bir kemâli, muhtelif irâdelerde budama�yız. Bir mevcudun kendine boyun eğmesi için, bu irâdede bir kuvvet bulunması gerekir. Onun ilmi olmalı ki ihtisasların (duyuların) gizli şeyleri ve ahlâkî değerleri kendisi tarafından bilinebilsin. Her yerde hazır olmalı ki, âlemlerin en iyisinin yalvarışlarına derhal yardım et�sin. Öncesi bilinmeyecek derecede eski olmalı ki, tabiat ile ihtiyarın şu güzel ahengi hiç kesintiye uğramasın.)^. (Mahız akıl, 968 - Metafizik - Amel aklı, S. 357). Rahme t arşı (royaume de grace, ou regne de grace ) denilen işte bu fazilet ve saadetin ahengidir. Kant, bu tabiri kabul edi�yor . Gâyeler arşı (Sidre-i Müntehâ) dahi dediği bu Rahman Ar - şı, şu hissedilen âlemin karşısında olan, aklın erdiği (makûl) âlemden ibarettir. Şunu unutmayalım ki, burada maksad, akıl için bir burhan de�ğildir. Amelî bir zaruretin icabı olan bir mevzuadır (postülâdır), bir imândır, fakat (sırf aklî) bir imândır...'] (Ameli akıl - Barni terceme�si. S. 235) Bu, bir ihtiyaç, bir menfaat neticesidir. Sırf nazarî bir ba�şarı ancak nazariyelere, bir amelî akıl, ihtiyacı da, bir mevzuaya götü�rür. Bu bir vazife icâbıdır. Bir hayır adamı, başka şey bulamaz ve «İsterim ki bir Allah bulunsun der». (S. 463). «Bu, benim menfaatimin, karşı durulması imkânsız bir hüküm vermemi icap ettirdiği bir makam�dır» . (Ayni eser, ayni sahife). FİHTE (FİCHTE) VE ŞELLİNG (SCHELLİNG) VAHDETİ VÜCUDUN MÜTEADDÎD ŞEKİLLERİ Kant in başlıca talebesi olan Flhte, onun Amelî İlâhiyatını sadece ahlâkın şartı ve temeli diye almayıp, bunu ahlâkın ken�disile karıştırıp kaynaştırdı. Daha sonraları, Kant in görüşünü büsbütün terkedip, bu Ahlâkî îlâhiyât Felsefesini, yeni bir İs�kenderye İlâhiyâtı haline getirdi. İşte Fihte'nin Din Felsefesinin böyle bir safhası vardır. Dinsizliği ve zındıklığı itham eden ve «Âlemde bir ilâhî hükü�mete inanışa dair» adh birinci kitabında (798) Flhte, Kant'ın. Ali ahin varlığına dair delillere karşı, tenkidini yenileyip «İmânı getiren burhan değil, burhanı getiren imândır» diyordu. V e his ve realite âleminin üstünde, yalnız bir akıl âleminin, yani ilâ�hîliğin hüküm sürdüğü bir ahlâk nizamı kabul ediyordu. Gereken şeyi, neticesini aramadan yapmak : İşte bizim için ilâhîlik bu�dur. Fiillerimizin neticelerinde menfaat bulunup bulunmadığını anlamadan hareket etmemek : İşte dinsizlik de budur. Ahlâk ni�zamında, imân bütün din duygu ve terbiyesini ifâde eder. Faal ve canlı olan bu ahlâk nizamı, Allahın kendisidir. Bu ahlâk ni�zamından daha ötelere gidip, aslında illet olan ahlâkî birini ara�mak lâzım değildir. Bu ahlâk nizamının kendisi, mutlak ilk olan�dır. Ahlâk ile din, umumî olarak, birbirinin aynidir. Ahlâksız dincilik hurâfe, diyanetsiz ahlâk boşunadır. Bu vazifeye inanan Allaha inanır ve ebedî hayata katılır. Flhte^ bu suretle, Kant'ın henüz devam etmekte olan Ahlâkî îlâhiyâtının son izlerini de si�liyor ve yerini, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, bir nevi Ahlâkî Vahdeti Vücud, İspinoza Mezhebinin manevî bir tarzı ile doldu- 374 METÂLİB - MEZÂHİB ruyor. Ondaki tabiî kanunlar yerine, ahlâk kanunlarını koyuyor�du. Kendisini dinsizlik ile itham eden karşısındakilere, şu cevabı veriyordu : «Din hissini diriltecek ve Hıristiyan dîninin hakikî künhüne nufuz ettirebilecek mezhep, bizim Mâneviye Mezhebi akideleridir» diyordu. (') . Sonraları, Fihte, artık Allah mefhumunu ahlâk nizamında sınırlandırmayıp, aksine, ahlâk nizamını ulûhiyette sona erdirir ve en yüksek derecedeki saadeti (Beattitude = Tûbâ) ruhun bu�mutlak Tek ile birleşmesinde bulur oldu. »Bahtiyarlık, Allaha, yani mutlak Bire kavurmaktan ibarettir. Bi�ze gelince: Biz hayal ve timsâliz. Vücudumuzun kendine aid suretleri, Allah ile birleşmede dahi kaybolmazlar. Mutlak, bizim kendimize hâs (Özgü) varlığımız olamaz. Fakat, bize daima kendimizi verdiğimiz ayrı ve yabancı bir şey gibi görünür. Kendi, bize, sureti olmadan tecelli eder. Hatta kendisinde kendimizi kaybettiğimiz zaman bile, âlem pe�rişan olmaz, ancak başka bir medlul alır.y>...~\ Sonra, Fihte, düşünüşü�nü hülâsa ederek, şöyle der : uAllahın vücudu, zaruri olarak, içimizdeki ruhanî nur gibi, nur dediğimiz şeydir. Bu nur, bir çok ve sonsuz şualarla (ışınlarla) çıkıp yayılır ve hu dağınık ışınların her birinde, kendisinden ve asil kay�nacından, kendini belli eder. Fakat, bu nur, yeniden, yayılmış ışınla�rım toplayıp, aslında ne ise, Allahın vücudu ve ilhamı olmak üzere an�laşılabilir-,^) . Görülüyor ki, Flhte'nin Ahlâki Vahdeti Vücudu, Yeni Eflâ�tuncularmkine pek benzeyen Metafizik bir Vahdeti Vücuda dö�nüşmüştür. Ahlâk nizamı vücûdun kendisinde, yani insan ruhu, kendisinin vicdanı ve ilhamı olan mutlak vücûdda darma dağın olmuştur : «Mukaddes, güzel, iyi. Bunlar Allahın künhünün biz�de doğrudan doğruya tecellileridir.». Fihte, bununla Sen Jan (Saint Jean = Yuhanna) İncilini, hakikî mânâsile tefsir etmek istiyordu. Şellingin İlâhiyat Felsefesi de, Fihte'ninki gibi, manevî bir Vahdeti Vücuddur. Çünkü, Allah hep, hiçler âlemidir. O halde. (1) (Manevîye Mezhebi) tabiri,, (idealizm) karşılığında kullanılmıştır. Fihte'ninki süb�jektif idealizmdir. VAHDETİ VÜCÛD 375 bu Vahdeti Vücud, İspinoza hakkında söylendiği ve Flhîenin de kendi hakkında dediği gibi, bir «Lâilâhiyet (ilâhî reddetme)» Mez�hebi olmaktan ziyade «Lâkevniyet» (âlemi reddetme) Mezhebi ol�muş oluyor. Sonu olan şeylere sonsuz vasıfları vermekten ibaret olan Vahdeti Vücudda, cüz'î olan hiç bir şey yoktur. Fakat, bun�da, bilhassa Şelling'e aid olan taraf, İskenderye Mektebinden ve belki de Agnostisistlerin gizli kalmış taraflarından ahnmış olan eski (Tenezzül) Mezhebini yenilemiş olmasıdır, Şelling, sonu ola�nın sonu olmayandan nasıl çıktığını sorar ve yalnız yaratılışın değil, yenilenmenin de sırrını arar : «Sonu olan, sonu olmayan�dan parçalanma ve azalma yolu ile çıkamaz.». İlâhî kemâl ile, hakikatta bir Lâvücud olan hâdiseler âlemi arasında, bir uçurum vardır. Şelllng zannediyor ki, sonu olanın menşei ancak bir at�lama, sıçrama, mutlak ile tam ilgi kesişi, mutlakın dışına bir nevi iniş ve düşüş (Tenezzül Mezhebi) diye tasavvur olunabilir. (')• Bir de Şelling şöyle der : «Hâdiseler âleminin mutlak ile dolambaçlı hiç bir münasebeti yok�tur. Hiç bir, sonu olan (mütenâhi), mutlaktan doğrudan doğruya do�ğamazsa da (2) o iniş yine mutlakın kendisidir ve kendini salıverip düşmesinin neticesi olan kötülüklerden ancak kendisi kınanabilir.)). (1) Şunu iyi anlamak lâzım gelir ki, maksad, Mutlakın kendisinin düşmesi değildir. Zirâ, Almanca olan asıl ifade, Mutlakın, düşmeğe müzafünileyh (belirten) olmasına, kaide müsaid değil. O halde, bu, Mutlaktan onun dışına bir atlama ve sıçrama oluyor. Fakat, o zaman sıçrayan ve düşen kim oluyor? Çünkü, bu, mutlak değil. Halbuki var olan ancak mutlak. Galiba bu, öbürüne bir gölge, bir hayal olarak bağlı olup hiç bir gerçekleşmesi olmayan bir mutlak olacak. Şelling der ki, düşüşün misâli, Fihte'yi tasavvur ettiğim sıradaki benim. Bu yalnız bir vâkıa değil, bir fiildir. (Eserin müellifi Paule Janet'nin şerhi) (2) Bu şekilde düşüncenin mebdei, zannederim, meseleyi doğuş yoiu ile halletmek ola�cak. Bir babadan nüzul, anadan sukut ve ayrılma tekevvün (oluşma) mebdeine mi- . sâl verilmiş. Burada sıçrayan,, düşen çocuk insan, ana ve baba da insandır. O hal�de, mutlak insan, oradan oraya indiği, düştüğü halde yine insandır. N e doğuran insandan bir şey eksilmiş, ne doğan insan, insandan başka bir şey olmuştur. Küllî olan cüzülerine tamamen sadıktır. Mutlak, ferdlerinde gerçekleşmiştir. Şimdi, me�seleyi mutlak mevcuda tatbik ettiğimiz zaman, mevcuddan yine mevcud doğmuş, mutlak yine mutlaktan doğmuş. Bu doğuşta aslından bir şey eksilmemiş, yine ken�disi, başka bir göi'ünüşle, ortaya çıkmış, kendisinden yine kendisine inmiş ve düş�müş ve araya başka bir vasıta girmemiş oluyor. Buna karşı biz (Lemyelid ve fcmyuîed ve kmyekün lehu küfüvcn uhad) demekle iktifa edelim. 376 METÂLİB - MEZÂHİB Âlemde şer varsa, onun kendi hatasıdır. Kendisi için fena ol�duğu halde o niçin bu âlem olmak istemiş? Allahta niçin kalma�mış? Bu mezhep, esas itibarile eski (Seneviye Mezhebi) ne (3) dönüştür. Zira, âlem Allahtan ayrılmış ise, şüphesiz, daha evvel onun Allahta müstakü bir varhğı var imiş, demektir. (4). Yoksa, Allahın kendi kendine bir zelzele yapması ve kendi vücudundan bir parçanın müstakil bir hayat yaşamak ve mutlaka hatalar yapmak istemesi ve aslî cüzü bulunduğu hakikat ile birlikte kal�maması nasıl tasavvur olunur? Şelllng, (Sübuti Felsefe) diye vasıflandırdığı ve iki büyük eserinde topladığı son felsefesinde (yani oğlu tarafından neşre�dilmiş olan (Efsâneler Felsefesi) ve (İlham Felsefesi) adlı ki�taplarında), bilhassa, Hegel'in mantıki Vahdeti Vücudundan ay�rılmağa çahşmıştır. Evvelki felsefesinden caymamış ve ancak, o felsefeye, akıl mebdeine dayandığı için, (Ademî felsefe = Yokluğa dalf felsefe) diyerek, irâde mebdeine oturtulmuş yeni bir felsefe yapmak istemiştir. Bununla beraber (Monizm) dediği cevher birliği mezhebinden vazgeçmemekle beraber, ilâhların şahsiyeti fikrini teyid etmiştir. Hartman, bu mesleğe, (Şahsi�yetci Vahdeti Vücud) demiştir. (3) Seneviye Mezhebi, âlemin nizamını biri Hayır, diğeri Şer ilâhî olmak üzere, iki ilâ�hın yaratıp koruduğuna inanan mezhep. (4) Bu şekilde ise, düşüşün azalma vc mevcuddan çıkarılma yolu ile olması zarurî olur. Evvel yok idi, ayrılma sırasında mevcud oldu, denilir ise, bu şekilde de halk (ya�ratma) kabul edilmiş ve ayrılma, düşüj gibi faraziyelere hacet kalmamış olur. HEGEL'İN İLÂHİYÂT FELSEFES İ : Hegel'in Din Felsefesi, umumî felsefesi ile karışmıştır, ve ondan zor koparılıp ayrılır. Bu îlâhiyât Felsefesinde, eğer bu ta�birler câizse, hâkim olan şudur : Hegel'e göre, Allah yalnız küllî, kendi kendine mevcud cevher değil, ruh, hem de mutlak ruh�tur. Hegel, Allahı cevher olarak tarif eden İspinoza Mezhebine (Süflî tasavvur) diye sataşır : Cevher, bir idrâk lemhası (parıl�tısı) ise de, idrâkin tamamı değildir. O halde, Allah ruhtur. Fa�kat, ruh nedir? îşte bunun tayini zordur. Fihte Mezhebine, ahlâkî Vahdeti Vücud mesleği denildiği gi�bi, Hegel Mezhebine de «mantıkî Vahdeti Vücu4 » manîıkî iîtihâ�dlye denilebilir. Hegel'e göre, tahakkukların (Gerçekleşmelerin) hepsi manevîdir. Her aklî olan hakiki aklidir. Lâkin akli, haki�kînin mebdeidir. Bu mebde, bütün inkişaflardan evvel olarak, aslında mülâhaza edilince, ne İskenderye Mektebinin Biri. ne İspinozamn cevheri, ne Laybniç'in Monadı (Birimi) dir. Bunla�rın hiç biri değildir. O yalnız mânâdır (Idee). Aslında, manâ Allah demek değildir. O, yalnız bütün eşyanın mantıkî ilk sebe�bidir. Mânâ ne zaman kendisinden çıkar da hâricîleşirse, aslın�dan başka ve tabiat dediğimiz şey olur. (Bu hâricîleşmek işi, an�laşılması zor bir şeydir. Şelling bununla alay eder. Halbuki, ken�disinin Sükût ve Nüzûl (Düşüş ve İniş) nazariyesi, bundan daha açık değildir.). Sonra, mânâ tabiattan kendisine gelerek, ruh de�diğihıiz şey olur. Şu hale göre, ruh, inikâs eden (yansıyan) mâ�nâdır. Mânânın kendine dönmesi ve yansıması, kendini bilen mânâ, hâsılı mânânın vicdanı veya zihindir. Fakat, Allah yal- 378 METÂLİB - MEZÂHİB nız ruh değil, mutlak ruhtur. (O- Küllü bilen mânâdır, mahız (arı) vicdan, mutlak vicdandır. Hsgel'in, Allahı tarifi, böyle olunca, buna şu sual sorulabi�lir : İlâhcılann Allahından, yani teşahhus etmiş (somutlaşmış) Allahtan bu tasavvurun ne farkı vardır? Zira, Allahm teşahhus etmesinin belirtici hassası, vicdan değil midir? Fakat, Hsgel Felsefesinde, bu mutlak vicdanın, insan ruhundan başkasında bulunduğuna dair bir şey görülmüyor. Anlaşılıyor ki, Allahm kendisine şuuru (vicdanı) ancak insanda oluyor. Hakikaten. (Ru h Felsefesinde) Hegel, sanat, diyanet ve felsefesinden baş�ka, mutlak ruh öne sürmüyor, bize, bunun üstünde biç bir şey göstermiyor. Hâsılı, art arda safhalardan geçen felsefenin en ileri gideni Hegel mesleği oluyor. Buna göre, en yüksek Allah vicdanı Hegel'in vicdanı. Allahm (hâşâ) Hegel olması lâzım ge�liyor. Bu felsefenin mantıkî neticesi işte bu oluyor. Yalnız bir tek felsefi görüşe mutlak ruh karakteri nasıl verilebilir? suali var�dır. Bununla beraber, Hegel Felsefesine başka mânâ vermek zordur. Çünkü, mutlak ruhun, suretlerinden ayrı olarak, kendi kendine var olduğunu hiç bir yerde anlatmamıştır. Onun için. bu meslek, her zaman, bir Vahdeti Vücu d mesleğidir. Ancak, İspi�noza Mesleğinden daha manevî, daha mücerreddir. (1 ) Yan i mutlak riih değil, Ulak üzere ruh dediğimi z şeydir. ŞOPENHAVER (SCHPENHAUER) VE HARTMAN (HARTMANN). ESVEÎYE VEYA İNZÂRİYE (PESÎMÎZM - BEDBİNLİK) Kanî'tan Hegel'e kadar gelen büyük felsefî tekâmülden son�ra, Almanya'da (Esveîye - Pesimizm = Bedbinlik) nin zuhurun�dan başka, Ilâhiyât Felsefesi bakımmdan zikre değer bir şey bulamıyoruz. Bu da Şopenhaver ve Har t man mekteplerinin ese�ridir. Bunlar da. bütün Almanlar gibi, Vahdeî-i Vücud veya İtti�hâdiye Mezhebini kabul ediyorlarsa da yalnız mebdei değiştiri�yorlar. Mebde, artık, Hegeî'in mânâsı, Şelfing'in mutlakı değil, Şopenhaver'e göre irâde, Hartman'a göre (Lâşuûrî = Inccnsci�ent) oluyor. Mutlakm mukayyede (kayıtlı - bağlantılı). sonsuzun sonu olana geçişini, kendilerinden evvel gelenlerden daha iyi izah da etmiyorlar. Hegel'e göre, mânâ hâricîleşiyordu. Şopen�haver'e göre de, İrâde aynîleşiyor (objektifleşiyor). Bu ise, bir kelime değiştirmekten ibarettir. Diğer ikisindeki yenilik, bunda yoktur. Bu yenilik, olsa olsa. Esiâhiyeti (Optimizmi) Esveîyete (Pesimizme) çevirmek olacaktır. İrâde niçin aynîleşiyor? Niçin bu âlem denilen hayalleri husule getiriyor? Buna dair bir şey bilmiyoruz. Ancak, tecrübe ile kesin olarak bildiğimiz bir şey vardır ki, o da, bu âlemin fena bir rüya, mümkün olan âlemlerin en kötüsü olduğudur. Şopenhaver der ki, Eslâhiyet (Optimizm) felsefe hocalarının uydurdukları boş bir şeydir. Halbuki, Esveî�yet (Pesimizm = Bedbinlik), yalnız tecrübe ile değil, bakış ile de doğrulanır. Gerçekten, irâdenin aslı cehid (çabalama) dır. Çaba- 380 METÂLİB - MEZÂHİB lama ise bir elemdir. îrâde etmek, elem duymaktır. Halbuki, vü�cud irâdeden ibarettir. O halde, her hayat bir elemdir. uîrûde ve onun aslı olan çabalama (cehd), mübrem (giderilemez) hir susuzluğa benzer. Hayat, vücud için yenilgi ile biteceği kesin ola�rak belli bir döğüşten ibarettir. İrâde icâbı olmadan daima elem duy�mak, sürekli boğuşmak ve sonunda da ölüm. îşte, seyyaremizin (geze�genimizin) çamuru parçalanıp dağılıncaya kadar asırlar boyunca ha�yat hep budur. Alman Felsefesi, bu Pesimizm (Bedbinlik) ile, yalnız ilâhî�likten değil, Şelling ve Hegel büyük Mektebinin optimist Vah�deti Vücudundan da uzaklaştığı bu sırada, Bühner (Büchner) ile, onsekizinci asrın maddeci zındıklığına geri dönerek öbürlerinden büsbütün ve sert bir şekilde ayrılıyordu. «Madde ve Kuvvet» adlı eserin yazarı (Bühnei'), eski Epiküi' Mezhebi gibi, gâî illetlere karşı köpürdü. Yaratılışın aksaklıkları, faideli veya zararlı uzuv�lar, tabiat galatları (hataları, yanıltıları) ile güya maddenin ve onun şeâmetli (uğursuz) kuvvetlerinin sayılamayacak kadar su�ret vücuda getirdiklerini ve bunlardan ancak birbirine yakın şart ve zarflara uygun olanların hayatlarının devam edebildiği�ni isbat ediyordu. Baron Holbah'a ve onun tabiat mesleğine sa�dece dönüvermek için Almanyanın, Kant'tan Hegel'e kadar uza�nan tenkidi ve manevî felsefesine öyle büyük himmetler sarfet�mesine hacet yok idi. (Pol Janenin «Asrımızda Maddecilik» adlı eserine müracaat edUebilir). İSKOÇYA FELSEFESİ : HAMİLTON VE MANSEL DİNÎ TENKİD. İngiltere'de ve îskoçya'da Din Felsefesi, onsekizinci asırda�ki gibi, Gâî İlletler Mezhebine dayanan ve fen şahidleri ile doğ�rulanmış pek çok tabii llâhiyât Felsefesi kitapları meydana ge�tirmeğe devam etti ise de, bunların hiç birinde yeni bir şey yok�tur. (İngiltere'de Din Felsefesi adlı esere bakınız). Bunların içinde en faidelisi Hamilton İVlektebidlr ki Hıristiyanlık akidele�rini teyid etmek ve metafizik meselelerin hepsini sakatlamak maksadile Kant'ın (Tenkid) mebdeini kullanmak istemiştir. Bu bir septik İlâhiyât Felsefesidir ki, Paskal'ın kötülendiği şüphe�ciliğe pek benzer. Mektebin başı olan Hamiiton'a göre, Kant'ın tenkidi, akh olan Tekvin (âlemin yaratılması) bahsinin ayrılık�larını ve aklî İlâhiyât Felsefesinin tenakuzlarını isbat başarısı ile kalmayıp, mutlak mefhumundan da uzaklaşmamış ve bunu, aklın tanzim edici mebdei (başlangıcı) olmak üzere (Mânâ) adı altında muhafaza etmiştir. Fakat, Kant'ı, buna bu imtiyazı ver�mediği ve mutlak tasavvurunu en iyi şekilde büyülemediğinden dolayı kınıyor. Bu bakımdan, Kant'ın tenkid mesleğinin, netice�de, bir Agnostisizm olduğuna hükmediyor. Bu mezhebi Allah mefhumuna da uygulayıp eski bir feylezofun «Anlaşılan Allah, Alialı olamaz» sözünü hatırlatıyor. Hamilton da, Kant gibi fakat daha fazla bir ittikan (gözle görmüş gibi bilme) ile, sonsuzluk ve mutlak mefhumlarında tenakuzlar bulur. Lâkin, Allahı ilimden çıkardığı halde, ayni zamanda, itikad (inanış) için mahfuz tu�tar : 382 METÂLİB - MEZÂHİB (-(-Bizim, sonun ve izafînin ötesini tasavvurdan âciz olan vicdanı�mız, bizi, hayret verici bir ilham ile, anlaşılan hakikatin ötesinde, şart�sız olarak, bir şeye imân etmeğe mecbur eder.y>. (Hamilton risâlesi - Kuzen Şelling bendi). Hamîlton'un talebesi olan Mansel, hocasının mezhebini çok ileri götürdü. Bunu, bilhassa, Hıristiyanhk dininin sırlarını ko�rumak için kullandı ve şu neticeyi verdi : uBiz, Allahın sıfatlarım ve bilhassa rahmet ve adaletini, insan ru�hunun oasîflarile kıyaslamaya Allahı, sırf insanî olan felsefe ve ahlâk�çılık esasına göre tasavvur edersek, bütün hâdiseleri izaha kudret bu�lamayız. Tabiî elemler, şerre müsaade ve hayıra güçlük çıkarmak, dün�yada kötü kişilerin mesud olmaları gibi vâkıalann, Allahın sonsuz de�recedeki hayırlüığı ile nasıl uzlaştınldîğım bilmediğimiz halde, bunla�rın uzlaştmlabileceği şüphesizdir. Şu şart ile ki, bu hayırhlığın miyân, insan hayırlılığı olmasın. Bundan da şu neticeyi çıkarıyor: Allahın sıfatlan, insanın sıfatlarından, yalnız derece itibarile de�ğil, mahiyet bakımından da farklıdır. Bir çocuk, büyük bir adamın yaptıkları hakkında verdiği hükümde nasıl yanüırsa, insanın da, Alla�hın yaptıkları hakkında verdiği hükümlerde öylece aldanm,ası, önce�likle olur.» Bu Mezhebe, Stuart Mil şöyle cevap verir : ((Allahta, bizim bilmediğimiz bir takım yürütme şartlan buluna�bileceği şüphesiz ise, de, Allahın hayırlılığından ve diğer sıfatlarından bahsettiğimiz zaman, ya hiç bir şey söylememeliyiz veya, bundan, bi�zim hayırlı olmak dediğimizin, esas bakımından, ayni olan bir şey an�lamalıyız. Demek ki, tabiî olsun ilhâmla olsun, her dinde, ilme isabet eden hissenin ötesinde, gâyet geniş bir inanış sahası bulunduğu aşikâr ise de, hiç ilim olmayınca, inanışın da bulunamayacağım kabul et�mek lâzım gelir. Çünkü, bu takdirde, hiç bilinmeyen ve tasavvur da�hi edilmeyen bir şeye, mutlak meçhule inanmak icap edecek, meselâ, bu bana (Hamhuma, mânâsız kelimelere inanmak sıtmaya muskadır) demek gibi olacaktır.»...'] Hâsılı, Stuart Mil'e göre, din inanışlarını ca�hilliğe dayatmak hem tehlikeli hem de faidesizdir. OGÜST KONT (AUGUSTE COMTE) ÜÇ HÂL KANUNU - İNSANLIK DİNİ : İsbâtiyenîn (Pozitivizmin) kurucusu Ogüst Kont a göre, din tasavvuru, insan ruhunun üç safhasından birincisidir, (i). İnsan ruhu üç muhtelif hal geçirir ki bunlar : 1 — llâhiyât hali, 2 — Metafizik hali, 3 — Müsbetlik veya ilim hali. Üç yol, üç felsefe, işte bun�dan çıkmaktadır. 1 — llâhiyât (Teoloji) devrinde, insan ruhu, bütün araştır�malarını, varlıkların temel tabiatına, ilk illetlerine ve gâyesine yöneltir. Hâdiseleri, az çok metafizik sebeplerin, doğrudan doğ�ruya sürekli tesirinin eseridir, diye tasavvur eder ve âlemde zu�hur eden olağanüstü bütün hâdiseleri, bu sebeplerin kendi keyif�lerine göre işe karışmalarile izah eder. 2 — Metafizik devirde, insan ruhu, o metafizik sebeplerin yerine, illetler, cevherler, mâhiyetler, nefis, Allah, ihtiyar, irâ�de gibi gerçekleşmiş-saydığı tecridleri (soyutlamaları) koyar. 3 — Müsbet veya ilmî devir ise, mutlakı mücerred (soyut) hale getirmekten vazgeçmek, mebde (başlangıç) ve takdir me�selelerini terkedip yalnız hâdiseleri ve aralarındaki değişmez münasebetleri görüp tetkik ile yetinmekten ibarettir. Bu son de�vir, insanlığın asıl mâhiyetini gösteren haldir, demek lâzım ge�lir. (2). O halde, ilimden, hem dinin hem de dine aid suretlerin (1) Ogüst Kont'un malûm olan diğer mebdeine göre, en önce olan en basit ve en basit olan en umumîdir. O halde, insanlığm bu birinci devrinin, en umumî hal olması icap eder. Bu ise, aşağıda vereceği diğer hükümlere ters düşer. (2) Öbürlerinin, gelip geçici, ârizî haller olduğunu söylemek istiyor. Halbuki, ilimlerin tasnifindeki mebdeine bakılırsa, yukarıda işaret ettiğim gibi, en önce olan en basit ye en umumî olur. O halde, ilk halin ikinci halde ve her ikisinin de üçüncü halde bulunmaları, yani araz olarak değil, mâhiyetinden bir cüz, kendisine aid bir cüz ol�ması lâzım gelir. 384 METÂLİB - MEZÂHİB kaldırılması gerekir. (3). Ogüst Kont, gerek Teolojik ve gerek Metafizik sûretlerde, dinî fikirler ile insanlara yapılan hizmet�lerden hoşnutsuzluk göstermiyordu. Lâkin, bu tarzda düşünme�nin zamanı geçtiğini ve yerini müsbet ilimlere terk etmesi lâzım geldiğini iddia ediyordu. Felsefesinin birinci devrinde, Ogüst Kont'un fikirleri böyle idi. Fakat, bu felsefe, derin değişikliklere uğradı. Ve bir gün, ikinci safhasında, büsbütün başka bir halde göründü. Artık, din unsurlarını mutlaka ve temamile kaldırmak sevdasında bulun�muyor, bilakis, insan ruhunu, ona uygun gelecek bir değişme ile tatmin etmek istiyordu. Ogüst Kont, bu ikinci safhaya. Pozitif Felsefenin sübjektif safhası demiştir. Burada, artık akla değil, hislere dayanıyor ve bundan yeni bir din çıkarıyordu ki bu da (Pozitivizm veya insanhk) Dini'dir. Ogüst Kont un dininde (Raveson - Ondokuzuncu asır felse�fesi), Allah yoktur, ruh yoktur, hiç olmazsa ölümsüz ruh yoktur. En yüksek varlık insanhktır. Buna (Vücudı Azam = En büyük Varlık) der. Bu en büyük varlığın çıktığı yer, bütün varlıkların müşterek kaynağı olan dünyadır. Kont buna (Vesen-i Azam = En büyük Put = Grande Fetiche) diyor. Dünya uzaydadır. Uzay da, onun çevresinde en büyük kuşatandır. (Muhît-i Azam), (Ve�sen-i Azam), (Vücûd-i Azam), Pozitivizmin Teslisi (Hıristiyan�lıktaki Baba, Oğul, Ruhulkudüs'den oluşan Allah) dır. En büyük Vesen (Mukaddes sayılan cisim = Put), en büyük vücudu doğurmak için, başka hallere girmiş, zelil olmuş ve ken- (3) Zamanımızda çıkarılan fen kitaplarının çoğunda (Besmele) ve sair dinî şekillere aid merasimin terkedilmesi gibi dinsizlik alâmetlerine ve lâik denilen cereyana, bu ya�nıltıcı fikrin de tesiri olmuştur. Halbuki, teolojik devir ilk hal ise, basit ve umumî olması ve bunun için de ilim ve fenlerin hepsinin bu mânâyı haiz olması lâzım ge�lirdi. Ogüst Kont, ileride yapacağı tenakuzdan başka, burada da bir tenakuz yapmış ve kendisine aid (İlimlerin tasnifi) mebdeini nakzetmiştir. Denilebilir ki, teolojik de�vir, ilimlerin mevzualarmm (postülalarmın) değil, insanlığın üç hâlinin en umumîsi olmahdır. Fakat, insan halinin bütün ilimlerde alâkası bulunduğu nazara alınmasa da, hiç olmazsa insana dair hâdiselerle ilgili ilimlerde ve bu arada toplum ilimlerin�de, bu mesele vardır ve sonradan, üçüncü hali bütün ilimlere tatbik ettiren birinci halin illetini zarurî (zorunlu) olarak nazara aldırır. İNSANLIK DÎNİ 385 dini feda etmiştir. Buna karşı biz, şükranımızı ifade etmek için, ona tapmak borcu altındayız. Fakat, asıl en yüksek kemâli tem�sil eden insanlıktır. İnsanlıkta da kadın, tapınılacak şey olma�lıdır. İbadet, ölülerin hatırasını anmaktır. Sadakat ve aşk üm�niyelerini (şiddetli arzularını) gerçekleştirenler de bilhassa ka�dınlardır. Ölümsüzlük, işte bu hatırada hüküm sürer. Hıristiyan�lıktan alınmış olan kadınlara tapmak istisna edilirse, böyle bir din (Fetişizme) yani putperestliğe dönmekten başka bir şey değildir. Bununla beraber, az kaba da az felsefî de olsa. Ogüst Kont'un, dini ve din fikrini insan gelişmelerinin en alt safhası sayan kendi Kanununu, yani, felsefesine temel yaptığı Üç Hal Kanununu nakzetmek için fazlasile kâfi gelir. (•). (4) Deme k oluyor ki, HırKtiyanlıkîa , kadınlara tapmak bir esas, bir üstünlük işareti imij . Islâmdaki mabuci fikri ile, bunlardaki mabud fikri arasında ne kada r büyük değer farkı bulunduğu bundan da anlaşılıyor. Kadını mabud dercccsinc cık.ırtıp sonra da elindeki malına bile tasarruf ettirilmemes i gösterir ki, Hırisiiyaıılıkta mabud de�rnek, sadece âciz bir manbup (sevilen) demekiir. Mabudun üstün alâmeti, boymı eğ�m e kabiliyeti olacak ve mabud, aktif rol değil, dainuî pasif rol oynayacaktır. Hıristi�yanlığın Tevhîd iddiasında da bulunması, he r şahsın mabûdu olarak yalnız bir tek eşi bulunması, demek imiş... (5) Müellif Pol Jan e (Paul e Janeî) burada, Ogüst Kont'u pek büyük bir nezaketle, öyle çarpıyor ki, ona bütün mesleğini, kendi kendine, kökünden yıktırıyor. Gerçekten , bu hücıuna dayanma k imkânı yoktur, işle, bilhassa, 1909 İnkılâbından sonra, mem�leketimize de sirayete başlayan ve- toplumcu inkılâplar iddialarlle, bilhassa kadın meselelerini pek ço k karıştırmağa ve sonunda kadını oynatmağa sebep olan ve (Po�zitivistler Dini) denilen Kibarla r Dininin mâhiyeti bundan ibarettir. Burada , dik�kat e değer bir ka ç nokt a daha göze çarpıyor. Evvelâ , insanların artık puta tapma devrine geri dönmeleri ihtimali kalmadığın�dan bahsederek, Islâmda tasvirin menolunmasınm kaldınimasını isteyenlerin bu id�dialarını nakzetmek için en büyük bir misâl teşkil ediyor. Çünkü, koc a bir feylezof, putperestlik icad ediyor, kadınlara t.apıyor vc buna da Pozilivizm diyor. Sonra , Allah tarafından indirilen hakikî dinlar ve insiinlar tarafı.adan uydurulmuş bâtıl dinler jeklinde herkesç e bilinen taksim,, bir hakikat oluyor. Çünkü, ilim ve fennin en ziyade il.jrlediği bir zamanda , en büyük fcylczoflardan birinin koyduğu di�nin, ümrnî (okum a yazma bilmeyen) bir Peygamberin getirdiği dine karşı âdıiiği pek çabuk meydana çıkıyor. Allahı olmayan ve faka t mabudu kadın olan bir din ne dernektir? İnsanlarda, Firavunluk, Nemrudluk davalarının yeniden ortaya çıkmasına çalışmak değil midir ? Şu kada r ki, eski Firavunla r erkek imiş. Bunla r kadın olac.ık. Bir de, dinler tarihi kitaplarında tatbik edilmek istenilen. Fetişizmi esas ve Tevhidi onun tekâmülü göstermekten ibaret olan iddianm bu surstle tenakuz a düş�tüğü görülüyor. Deme k ki, Tcvhid Dini esas iken, sonradan, şehvetlerin çojalmasile , putperestUk icad olunuyormuş . F./23 HERBER T SPENCE R (HERBERT SPENSER) TEKÂMÜL KANUNU - BİLİNMEZ DÎNİ Herbert Spenser Felsefesi, Pozitivizm ağacından çıkmış bir dal olduğu halde, o şekilde gelişmiştir ki, başlı başına bir gövde v e hatta gür bir ağaç olmuştur. Bu da, Ogüst Kont Felsefesi gibi, iki Din Nazariyesi arzetmektedir : Biri Bilinen, Diğeri de Bilinemez olandır. îlmin ilgilendiği (Bilinen) dir. Fen çevresinin üstündeki de (Bilinmez) dir. Biz, bunun yalnız varolduğunu biliriz. Demek ki, biri (Bilinene) dair, biri de (Bilinmeze) dair görüşler olarak iki din akidesi veya umdesi (ilkesi) vardır. (Bilinen) bakımından din, âlemi teşkil eden bütün vâkıalar gibi, vâkıalarla izah olun�mak ve Tekâmül Kanununa, yani (Her şey, esas olan bir vâkra etrafına muhtelif unsurların birikmesi iie başlayıp, gide gide kat kat örtünmüş bir tüm terkibi (bileşimi) iie son buiur) şeklinde ifade edilen mebdee. bagh tutulmak gerekir. Spenser'e göre, dinlerin oluşmasının temeli olan esas vâkıa, onun Muzaaf (Kat kat) dediği vâkıadır ki, bir şeyin, hayalinde, kendi kendine kat kat görünmesidir. İnsanın suda kendini görmesi, sonra rüyn görmesi, sonra da, rüyada hiç mevcud olmayan insanları gör�mesidir. Bu vâkıa, şahsı takip eden gölge vâkıasıdır. Ölülerin ruhları, bize böyle bir takım gölgeler gibi görünürler. Bu vâkıa�yı, Epikürcüler, dini izah için kullanırlardı. Ruh denilen şey işte bu katmerli vâkıadır. İstikra (Endüksiyon) ile, her ruh, katmer�li olur. Ruhlar, her tarafta bulunurlar. Bunlar, yavaş yavaş, TEKÂMÜL KANUNU 387 aralıksız birbiri ardından gelen mertebelerde toplanıp bir züm�re, bir silsile teşkil ederler ve ilâhlar olurlar. Sonra, bunların hepsi, tek bir ruhun uyduluğuna geçerler. Bu ruh, ilk önce en yüksek ilâh, sonra da tek ilâh, bir ilâh olur. Bu, ruhânî Allahın birliği akidesi, sâf bir bedevi Allah on�layışmm inceltilmiş bir şeklidir. Bu nazariyeye bakılırsa, din, hemen hemen, hurâfeden baş�ka bir şey olmuyor, demektir. Fakat, Spenser, mezhebinin öbür tarafında, din hissinin sağlam temelini bulmuş olduğu kanaa�tindedir. Bu hissin, insan tabiatında derin bir kökü vardır. Bu da, ruhumuzun, kendinden üstün olan her şeye, bir kapılma ve saygı hissi ile, duygulanmasıdır. (-^AMın ötesinde bir şeıji her yerde hazır olduğu inanışı, tnamşla�rın en mücerredi (soyutu) olup, hütiin dinlerde vardır. Bınm şüpİLcye düşürecek insafsız bir mantık yoktur. Demek ki, ne kadar müvıkiin ise o kadar büyük bir hakikat tasavvuru vardır ki, hmıda bütün din�ler gibi, ilim ve fen de birleşir. Bütün kâinâtın kendisinin tecellisi de�mek olan bu kudrete nufuz etmek mümkün değildir.» En yüksek seviyedeki görüşü ile, Herbert Spenser, «Kibar�la e Dinî» denilen ve insanlık dini olduğu iddia edilen Pozitivizm Dinine de kuvvetle hücum eder. Şimdi, dini, biri bir hurafe, öteki de, insan ruhunun asıl va�racağı yer yapan bu iki nazariyeyi nasıl uzlaştırmah? Bir hurâ�fenin, yani bâtılın gelişmesi, bir hakikat olan asıl dine, en sonun�da nasıl ulaşabilir? uEn son elde edilen ve hak sayılan bir şuurla, (Bilinmez) nasıl olur da, sürekli şekilde değişikliklere uğramış, bâtıl dediğimiz bir anlayı�şın eseri olur? Bedevi Ruh nazariyesi hiç bir temele dayanmıyorsa, son hadde elde edilen ileri ve yaldızlı tasavvurun, bir kuruntudan ibaret olmaması mümkün müdür?i) Herberf Spenser, bu itiraza, esastan cevap veriyor : «Mebde olan ilk tasavvur bildiğimiz, bâtıl değil, belki vicdanda tecellî eden kuvve, vicdanın dışında tecelli eden kuvvenin başka bir mretinden ibarettir.^ diye bir hakikat ihtiva ediyordtU) 388 METÂLÎB - MEZÂHİB İhtiyar ile yapılan iş isbat eder ki, kuvvenin bir kaynağı var�dır. Halbuki, içteki bu kudret, iptidai (ilkel) insanın vicdanında, tabiatta olduğu gibi, ona, bütün fiillerinin sunucusu gibi görü�nür. İçteki bu kudret, bütün insan ilişkilerinden tecrid edilince (ayrı tutulunca), dıştaki hâdiselerin de böylece illeti olur. Son merhale (aşama), vicdan dışındaki kuvvetin, vicdanda bildiği�miz kuvvete benzeyemeyeceğini, bununla beraber, bunların iki�sinin de, ayni bir şeyin muhtelif görünüşleri olması lâzım geldi�ğini itiraf etmekten ibarettir. Netice bakımından, din nazariyele�rinin son eseri şu oluyor : Madde âleminde tecelli eden kudret, bizde, vicdan sur etile ortaya çıkan kudretin aynidir. FRANSIZ RÛHÂNİ (SPÎRÎTÜALÎST ) MEKTEB İ : VİKTOR KUZEN (VİCTO R COUSÎN) EMİL SESE (EMİL E SAÎSSET) RÛHÂNÎ (SPÎRÎTÜALÎST ) TEOLOJİ Ondokuzuncu asır başlarında vücuda gelen Fransız Ruhânî (Spirltüalist) Mektebi, bilhassa Sansualistleri (Duyumcuları) tenkid ve bir saf aklın varlığını isbat ile uğraştığından, asıl îlâ�hiyât (Teoloji) ile pek meşgul olamadı. Gerçekten, ne Ruvlye (Rouvîer), Kollar (Coüard) da, ne de Jofruva (Geoffroy) da boy le bir alâka görüldü. Ancak, Viktor Kuzen (Victor Cousin) de, saf akıl nazariyesinin, psikolojik sahadan, süratle metafizik sa�haya geçtiği ve yazarın, bilmeyerek, Almanların ardında, bir manevî (idealist) Vahdet-I Vücud yolu üzerinde sürüklendiği gö�rülür. Viktor Kuzen'in bazı düsturları, Vahdeti Vücud mânâsına ahnabilir. Meselâ; Âlemsiz bir Allah, Allahsız bir âlem anlaşılamazji, ^Yaratılış, yal�mz ynilmkün değil, zorunludur daj), adındaki eserimizde, aradaki ince fark�larla beraber, hepimiz (Ruhânî îlâhiyât Felsefesi = Theologie Spritualiste) temel fikrini, yani, âlemi bir sevgi ve ihtiyar fiili ile meydana getirmiş olan Ekmel bir Mevcud fikrini tutmakta�yız. Diğer taraftan, Vasero (Vaeherot), «Metafizik ve Fen» ad�lı eserinde Renan (Ernest Renan) dinî ve ahlâkî muhtelif eleş�tirmelerinde, Allahm. insan ruhunun bir idealinden ibaret olduğu ve âlemin, sonsuz bir ilerleme ile, bu ideali gerçekleştirmekte bulunduğu kanaatindedirler. Bu görüş, vaktile Didero (Diderot) nun sarfettigi «Allah bir gün olacaktır» sözünün meali demektir. Bununla beraber, şunu da ilâve edelim ki, Vaşero^ son eseri olan (Yeni Ruhaniye) sinde, bu mezhepten vazgeçmiş ve tamamen Panteizm (Ittihâdiye) mebdeini tutarak, İlâhiye (Deizm) (O Mezhebine yaklaşmış gibidir. Çünkü, «Allah, hem yaratıcı illet ve hem gâye illettir» diyor. (1) Deizm (İlâhiye Mezhebi), hrr türlü vahyi vc: ilhiîraı i;abü! etmeyerek, yalnız akıl va�sıtasile idrâk edilen bir Allahı ve tabiî dini kabul eden Mezhebe, denir. 398 METÂLİB - MEZÂHİB Nihayet, bütün çağdaş mezhepleri tamamlayabilmek için, Lozan İl Sekretan (Secretan) Mezhebi ile, Rönuviye (Renouvier) Mezhebini de zikredelim. Sekretan, Dekart ın hareket noktasmı ele alarak, Allahm, Mutlak îhtiyâr, Mutlak Hürriyet olduğunu söylüyor. Rönuviye ise, Kant'a uyarak, bu meseleye dair meta�fizik araştırmalarm hepsini kmamağa kalkışıyor ve kendi gö�rüşünü pratik bir zemin üzerine yerleştirmek istiyor. NETİCE : Son devrin îlâhiyat Felsefesi tarihi de, yukarıda anlatılan�lar gibidir. Şimdi, bunun geleceği ne olacaktır? Umumiyetle, Al�laha dair Felsefenin illeti, Metafiziğin illetine bağlıdır. Allahı bilmek ilmi, varlığı bilmek ilminden bir parçadır. Eğer, illetler Ve gâyeler ile meşgul olm.ak istenmez veya gerekmezse, en son illet nedir, en son gâye nedir? diye araştırmağa mahal kalmaz. Bu takdirde, din, Metafizik bir vâkıa olarak devam edebilecek ve fakat, ilimde yeri bulunmayacaktır. Ne var ki, Metafiziğin, bu şekilde, ortadan çekilmesi ihtimali, mutlak olarak, pek azdır. Metafizik, her ne zaman, bu gibi hücûmlara uğramış ise, görül�müştür ki, külleri,içinden tekrar dirilip çıkmıştır. Yunan Şüp�heciliğini, İskenderiye Mektebi (Yeni Eflâtuncular, Tşrâk), On�altıncı asır Şüpheciliğini Dekart'ın geniş Dogmatizmi, Volter Şüpheciliği ile Kant Tenkidciliğini büyük Alman Maneviyâtcılı�ğı takip etmiştir. Pozitivizm Mektebinin çıkardığı engellemeler�den beri bile Herberf Spenser büyük eserinin zuhur ettiği görül�dü ki, bu eser, görünüşte pozitivist olduğu halde, temelinde, Şe!- ling ve İspinoza'nın kurduklarından pek farklı değildir. Metafi�ziğe ihtiyaç kalmadığı zannmı besleyenler, bunu, kendi hesap�larına söylemiş olurlar. Bunlar, bugün, illetleri ve gâyeleri, her zamankinden fazla araştıran ruhlar bulunduğunu görmezler. Kendine mahsus mânâsile, îlâhiyat Felsefesinin feyzine ge�lince, asrımızda husule gelmiş olan ilerlemeler, ilk defa olmak üzere, ilâhîlik ve Vahdet-i Vücud davalarını doğrudan doğruya karşısına ahp Allah bahsini, her zamankinden fazla, açıklıkla derinleştirerek, vukua gelmektedir. Meseleyi yakından kavra�mak, şahsiyet ve şahsiyetsizlik nazariyelerinin meziyetlerini, 400 METÂLİB - MEZÂHİB doğru taraflarını ve hatalarını sağlam bilgi ile ölçmek, işte as�rımızın işi budur. îdeal (ülkü), tekâmül, mutlak ihtiyar, mutlak hürriyet diye gösterilen parça tasavvurlar o büyük meselenin teferruatındandır. Asıl iddia ettiği şeye, her zamankinden faz�la, açık bir şuur ile, bir şekil vermeğe muvaffak olan bir ilme, ilerlememiş denilemez. Dinî idrâk, bu iki en uçtaki suretin uzlaşmasile nihayetlene�cektir, denilebilir mi? Biz, evet demeğe cesaret edemeyecek isek de, bu iki mezhebin en yüksek tepelerinde, en ziyade derinlik�lere inen mütefekkirlerin müşterek bir dil kullanmağa kararlı olduklarını da hatırlıyoruz. Bütün ilâhîlik tarafdarlarınca (De�izm) itiraf edilen İlâhî Hazret (Opiquite divine), Dekart ve hat�ta İskolastiğin mezhebi olan Sürekli Yaratış, inananların Îlâhî insafı. Sen Torna ve Bossüen'in Fizik Zorlaması, Malbranş'm her şeyi Allahta Görmesi, bir nevi, Allahın aslını doğrulayan, kuvvetli alâmetler değil midir? Sen Pol (Saint Paule) : «AHah ile yaşanz^ kîmıîdanz, dururuz», Senjan (Saint Jean) «Her şey bundan ve bunun İle meydana geldi» demezler mi? Artık, Allahı inkâr etmeyen îttihâdiyeciler daha ne isteyebilirler? Onlar (Pan�teistler), kendileri bile, Allah ve âlem denilen iki mebdei, umu�miyetle ve şartsız olarak birleştiriyorlar mı? İspinoza aktif ve pasif tabiat diye ayırmıyor mu? Şelling'in Nüzul (iniş) nazari�yesi bile, sonu olanın olmayan arasında, yaratmadan daha bü�yük bir uçurum değil mi? Hegel, felsefede başlıca bir adımı ve kendisini Ispinozadan ayıran çizgi olmak üzere, Allah, mutlak ruhtur, demekle, îttihâdiye (Panteizm) Mezhebinden ziyade, Ruhâniye Mezhebine yaklaşmış olmadı mı? Yine Herberf Spen�ser, «Vicdanın dîşmda tecelli eden kudret, vicdanda tecelli eden kudreti doğrular» demiyor mu? O halde, tecelli şekli yani âlerniri oluşu bir tarafa bırakılarak, en yüksek mebdei tasavvur edebil�diğimiz suretin en yükseğinin ruhânî suret bulunduğu, bir de bu mebdein bütün tabiata nufuz eder ve onu yaşar olduğu itiraf edilmek suretile. bir uzlaşmanın imkânı kabul edilebilecektir. (1). Mezheplere tutunup bunlara daha sıhhatli bir mânâ veril- (1 ) Kitabın vazar ı Pol Jane( Paul e Janet) bütün îlâhiyâl Felsefecilerini kendi mezhebi olan Ruhâniy e Mesleğine davet etmiş v s bunu, mevcud anlaşmazlıklar içinde, müş~ NETİCE 401 mek cihetine gidildiği takdirde, anlaşmazlık devam edecek, bu�nunla beraber çatışma sahası tahdit edilmiş ve çok daraltılmış olacaktır. Felsefeden beklenebilecek ilerleme, ayni zamanda ha�kikî ilerleme de budur. Diğer ilim v e fenlerde de durum böyle�dir. Zira, hiç bir ilim ve fen, tetkik ettiği bahislerden hiç biri hakkında son sözünü henüz katiyen söylememiştir. terek bir kader gibi göstermiş oluyor. Ona göre, Allah, küllün ruhu oluyor, ve, Al - lah ile tabiatın, yani âlemin münasebeti ruh ile bedenin münasebeti gibi kabul edi�liyor. Bu münasebetin izah tarzı hesaba katılmamak şartile, Vahdet-i Vücûd Mezhebini de tazammun ettiği ileri sürülüyor. Fakat, bu nüfuz ne suretle oluyor? Hukuk ile olu�yorsa Hulûliye Vahdeti, ittihad ile oluyorsa Ittihadiye Mezhebi olacak, hulûl da ittihad da olmayıp tedbir ve tasarruf taalluku dedikleri ise, temayüz (belirgin olma) berta�raf edilmeyecek ve vahdetivücud iddiası ortadan kalkacaktır. Bu suretle, Pol Jane, ya âlemin nefsi davasını bırakıp onun yerine Allahı koymuş oluyor, veya ruhu, ne�fis ile bedenin müşterek mebdei, birleşme sebebi sayıyor. Halbuki, ruh, küllî kud�retin vicdanla tecellisi olduğu için, vicdan dışındaki tecellîsi olan maddenin muka�bilidir. O halde, en yüksek mebde zaten ne o ne de budur. Bunların ikisi de hâdisenin suretidir, bu bakımdan bir sondur. Allah ise sonu olmaktan beridir. Biz, Cenabı Allahı, hakkın kendisi ve Mutlak Hak olmaktan başka bir surette belirleyip tasav�vur edemeyiz. Kant, bunu pek güzel anlamıştır. Vahdet-i Vücud Mezhebi ile Tek İlâh Mezhebini uzlaştırabilmek. Mutlak ile niteliği belli olanm (müteayyin), küllî ile şahsiyetin umumiyetle birbirinden uzak olmadıklarını ve şahsî bir küllî vahdet imkânını bulmakla kaabil olabilecektir, ki İslâm Vahdeti Vücudculan bu fikirdedir. Merhum Gelenbevî «Vahdeti Vücud» risalesinde, Ebherî'den naklen, meselenin bu noktaya, yani şahsî bir küllî vahdet tasavvurunun imkânına vardığını beyanla, bu imkâna aklının ermediğini ve erse Vahdeti Vücudu kabul edebileceğini söyler. Buna dair islâmın fikrini şimdilik bir tarafa bırakarak diyelim ki, Pol Jane de, gösterdiği uzlaşma tarzından pek ümidli olmamalı ki, son fıkrasına geçiyor. Burada, evvelâ usul bakımından halledilmesi lâzım gelen bir mesele vardır. İltizamı delâlet ile ta�zammûnî delâletin farkını bilmek lâzımdır. Garblılar, çok zaman, iltizam! delaleti tazammunî delâlete irca ederek düşünürler. Malûl, illeti tazammun eder diyorlar. Halbuki biz. malûl illeti istilzam eder, (lüzumlu görür) deriz. Âlemin, her halde, bir Allaha, delâleti var. Fakat, bu delâlet, îttihâdiyenin dediği gibi, bir mutabakat mıdır? Hulûliyenin dediği gibi, bir tazammun mudur? Yoksa, Allahı ayrı görenlerin dediği gibi, bir istilzam mıdır? Bizce bu sonuncusudur, bir istilzamdır. F./26 DÖRDÜNCÜ FASIL AHÎRET HAYATI BAHSt ÂHİRET HAYATI BAHSİ Ahiret hayatı hakkında eski Yunanhiarın inanışları gâyet belirsizdir. Homer bize, ölümden sonra ruhların yurdu olan bir gölge memleket tasvir eder ise de, bununla, bize dönük ve sı�kıntı veren bir tablo çizmekten başka bir şey yapıvermiş değil�dir. Aşîl, «ölüler üzerinde hüküm yürüten bir rabbm hükmü al�tında, toprakta çalışmayı pek arzu ederim.» der. Ölümsüzlüğe inanış Pendar (Pindare) da daha sağlam ve daha ahlâkî bir ka�rakter alır : [...«Yapılan kötülükler, yer altında öyle bir hâkim bulur ki, onun hükmündeki kesinliği, ancak suçlu olanlar anlar. lyiHk yapmış olanlar için, aksine, güneş bir refah hayatı yakar ve sözlerinde durmayı sevenler, endişesiz bir varlık sefâsı sü�rerler.».] (Jül Jirar (Jules Girard) - Yunanlılarda dinî hisler. S. 528) Hakimler (hikmet sâhibi) ve feylezoflar içinde, ilk önce ken�disine bu akide isnad olunan (Fresid) dir ki, Pitagor'un hocası sayıhr. Bu hususta, Pitagor Mektebi kendisini takip eder. Diğer ilk Yunan Mekteplerinde, şahsî nefis, küllî nefis ile ve ruh mad�de ile karıştırılmıştır. Çünkü, nefsin başka bir hükmü olup olma�dığının araştırılmasile uğraşılmış idi. Bununla beraber, Herak�lit de bu meseleye temas eder ve bazı belirsiz; ve karanlık bakış�larda bulunur : «İlâhlar ölümsüz insanlar, insanlarda ölümlü ilâhlardır. Bizim hayatımız ilâhların ölümü, ölümümüz de onla�rın hayatıdır.» (Fragments, 6) Bir de «Ölüm, nefislere ummadık�ları, inanmadıkları şeyler saklar.» der. (Fragments. 69), şeref ve şan iTe ölenlere mükafât vadeder. (Ayni eser, 120). Demek oluyor ki, Heraklit, fazilet sâhibi nefislerin, mabûd sıfatile, gâ�yet temiz bir hayata döneceklerini kabul etmiş gibidir. 406 METÂLİB - MEZÂHİB Fakat, PItagorcuların, Ahire t Hayatı ve bilhassa tenasüh (ruh göçümü) akidesini öğretmiş olduklannda şüphe yoktur. Ruh, yapmış olduğu eski kötülüklerden dolayı, bedende mah�pustur. (Book Fragments). Ruh, bedenden ayrılınca, cismanî ofmayan bir ömür sürer, (Philosophie apode claudienne de sta�tut anîmee 2, 7), sürer amma, ona lâyık olduğuna hükmedilmiş ise sürer, yoksa «Tartar = Cehennem» azaplarile alakonulur. Bir de ruhun, insan ve hayvan bedenlerini, boylu boyunca, dolaş�masının mukadder olduğunu anlatırlardı. Ve buna (Paleginesya = Sefer) derlerdi. (Serviyöz Eneyid, 3, 68). Ölülerin yerlerini, yerin altı gösterirlerdi. (Elyan - 4, 17). Fakat, bu Tenasüh (Ruh sıçraması) akidesi, Pitagorcularca bir felsefi akide olarak anla�şılmayıp Örfe (Orphee) esrarı rivayetlerinden biri gibi görünü�yor (Jules Girar'ın, «Yunanhiarda dinî hisler» adındaki eserine bakınız). SOKRATES (SOKRAT) Nefsin ebedîliği felsefi akidesini, Sokrat'a isnad ettir�memizi icap ettiren müsbet bir kesinlik dc görünmüyor. Ksanofan'm (Memorables) mda bu meseleye dair bir kelime bi�le bulunmuyor ise de, Sokı-at'm Ahiret Hayatma inandığı farazi�yesini kabul ettirmeğe, velev dolayısı ile olsun, kâfi görünen bir çok vesikamız vardır. Bir de, Sokrat'ın ahlâk ve din akidesine, bu akide, pek tabiî olarak, bağlıdır. Bu vesikalar, bir taraftan (Siropedi) de (Sirozmoran) m nutku (2,8), diğer taraftan (Fe�don) un münazarasıdır. Daha sonra Sokrat Mektebi olmasa idi, Ksanofan, Siroz'un ağzından duyurduğu şu akidenin mânâsını nereden çıkaracaktı? : Bu Prens diyor ki : [...«Bence, hu fânî cisimde bulunurken yaşayan nefis, ondan çık�tığı zaman, sönmez. Zira, görüyorum ki fânî cisimleri yaşatan, onlar�da bulunduğu sırada, odur. Sonra, diyorsunuz ki ölüme uyku kadar benzeyen hiç bir şey yoktur. İşte, insan nefsi en ziyade o zaman öl�mezliğe yaklaşır. Eğer bu şeyler dediğim gibi ise, ve eğer, nefis, be�denden sonra yaşıyor ise, benim nefsim için siz ilk önce şu tavsiyemi yapınız.-:)...'] Gerçi, bu cümlelere bir şüphe mayası karışmakta ise de, es�kilerde bu hep böyle olmuştur. (Fedon) da da böyledir. Bunlar�da, Ahiret Hayatı, hemen kendisine koşulacak bir dilber gibi gösterilmiş ve bu esnada, münazara, temamile, nefsin ölmez ol�duğuna dair delillere hasredilmiştir. Bu ince deliller, doğrudan doğruya Sokrata isnad olunmasa bile, Sokratın bu ebedîliğe ina�nışı Eflâtunca muhakkak olmasa idi. Eflâtun onu bu fikrin sa�vunucusu olarak seçmezdi, dedirtecek vaziyette de değil midir? 408 METÂLİB - MEZÂHİB Hatta, Sokrat'ın, son günlerini, nefsin mukadderatını (Nefse takdir edilenleri) tetkike tahsis etmesi ve son demlerinde bu�nunla ciddî olarak meşgul olması sâbit bulunan tarihî bir vâkıa değil midir?

EFLÂTUN (PLATON) FEDON DELİLLERİ DAHA ÖNCEKİ VÜCÛD VE TENASÜH AKİDESİ Fedon Mezhebinin esası Sokrat'ındır denilebilirse de, bu Mezhebi doğrulayan delillerin bilhassa Eflâtun'a aid olduğu mu�hakkaktır. Nefsin ebediliği meselesinin felsefeye sokulması ve ilmî bir şekilde münakaşa mevzuu yapılması Eflâtun tarafından vâki olmuştur. Eflâtun'un bu hususta ileri sürdüğü delillerin başhcaları şunlardır (Fuyyede «Fouillde» Eflâtun felsefesi bahsine bakı�nız). 1 — Faziletin tabiatı delili. — Nefis, fazilet için yapılmıştır. Fa�zilet ise, nefsi cismânî şehvetlerden kurtarmaktır. Bu ise, nefis ile be�denin gecikmeden birbirinden ayrılması demektir. O halde, vâdesi gel�diğinde, nefsin kısmeti, bedenden ayrı olarak yaşamaktır. (Fedon - 6). 2 — îlim delili. — tüm, uHer şeyin aslındaki esas mâhiyetini araş�tırmaya sarf edilen, idrâkin esas mâhiyetidir.)^, o halde nefsin tabiatı hakikaten ruhanî (zihnî) dir. Feylezofluk ölüme idman etmek, hayat da ölüme alışmak demektir. (Fedon - 66, 99). 3 — Zıdlann tevalisi (arası kesilmeden birbirinin ardından gelme) delili : Hayat ile ölüm mütenâvip (nöbetleşe = alter�native) olup, arası kesilmeden, birbirini takip ederler, ölüm, hayatı takip edince, hayatın da ölümü takip edeceği anlaşılır. Şu nokta hatırlatılıyor ki, bu delilin kıymeti, iki şeyin kabul edil�memesi şartına bağhdır. Birisi nufusun, aded bakımından sı�mrh olması, diğeri de bu adedin daima ayni aded olması. Zira, ancak bunlar kabul edilirse hepsinin ölüm ile sona ermesi müm- 410 METÂLİB - MEZÂHİB kün olur. (O- (Fedon 72 - Fedondaki nefsin ebedîliğine dair delil�ler hakkında Ludövi Karro'nun 1887 de, Ahlâkî İlimler Akademi�sinde mükâfat almış olan muhtırası). 4 — Zâkire (hâfıza, bellek) delili. — Bir şeyi öğrenmek onu ha�tırlayabilmektir. Bundan anlaşılır ki bugünkü hayatımız, geçmiş bir hayata delâlet eder. Demek ki, bunu da yarınki bir hayat takijj ede�bilecektir. (Fedon - 70, 71). 5 — Hakikatin tabiatı delili : ~ Hakikat bizim kalbimizde�dir. Halbuki, hakikat kadîm (öncesi bilinmeyecek kadar eski) dir. O halde, nefsimiz de öyledir. (Meno, 68, B ) Bir de, nefis türabı (topraktan gelme) olmaktan ziyade ilâhîdir, «eşyayı asıl�larında muayene ve tetkik ettiği vakit, kendisini alır, sâf ve eze�lî olarak, ebedîye götürür, aynen tabiattaki gibi, ona bağlı ka�lır.». (Fedon 37). Demek ki nefis, ilâhî, basit, eriyip yokolamaz şeye benzer. Onun için ayni vasıfları hâizdir. (Fedon, 80, B). 6 — Nefsin fâiUiği delili: — Ebediliğe karşı olanlar «nefis cenk âhengine benzer, cenk kırılınca ahengi de perişan olur» diyorlar. Sok�rat da, hayır diyor. Nefis, bir ahenk, bir hâsıla (husule gelen) değil�dir. Ahenk cenkten sonra olur. Halbuki, nefis, aksine, bedenden ön�cedir. Bir ahengin bulunması için, ilk önce, bir çengin bulunması, ve fakat bir cismin canh olabilmesi için, ilk önce, bir nefsin bulunması • gerekir. (86, A.). Fazla olarak, ahengin kendine mahsus bir ash yok�tur. Halbuki, nefsin ayrıca bir vücudu vardır. (63). Nefis bir ahenk olursa, faziletin ne olması lâzım gelir? Ahengin ahengi mi? O zaman rezilet (rezillik) ne olur? Ahenksiz bir ahenk olur. Birbirini nakzeden iki düstur ortaya çıkar. (78). Hâsüı, ahenk, ahengi olduğu unsurların mahsulüdür. Nefis ise, aksine, bedene emreder, onu irâdesile harekete getirir, hatta, isterse, zarara uğratır.. (87). . 7 — Nefsin künhü- delili: — Nefsin künhü hayattır. Nerede ne�fis varsa orada hayat vardır. Her şey, mefhumu bakımından ne ise, o değil midir? O halde, nefsin mefhumu (kavramı) hayattır demsk, nefsin ashnda canlı olması demektir. 8 — Hareket delili: — Bu delil, Pitagorculardan alınmıştır. (Al- (1) Bunun içindir ki, İslâm feylezofiarmdan (Nefsi Nâtıka) lun ebediliğine kaail olan�lar, daima Natık nefislerin sonsuzluğuna da kaail olmuşlardır. Mütekellimin ise (Nef - si Nâtıka) nin ebedîliğine kaail olmadıklarından, onun sonsuz olmadığını iddia et�mişlerdir. FEDON DELİLLERİ 411 kemeon Dökreton). Nefis, kendi kendine lıareket eder. O halde, aslı�nın icabı olan hareketi kaybetmesi mümkün değildir. Lâkin, bu delil, ferdî nefisten ziyade küllî nefise {âlemin nefsine) uygun gelir. 9 — Şerrin varlığıle istidlâl: — Şer, muaddim (yok edici) dir. Halbuki, nefsin şerri olan rezillik nefsi yok etmez. Demek ki, nefis yok�edilemez. (Cumhur, 10, 608 Y.). 10 — Ahlâkî teyid eden delil: — Eflâtun her yerde, Gorciyas, Ti�me, Fedir, Cumhur'un hepsinde, kısmen efsane kısmen felsefe olarak, sâf nefislerin (misâllerin) mânâlara katılarak, Jüpiter yanında ebedî bir hayata namzed olduklarını ve kötü nefislerin, ölümlü (fâni) insan veya hayvan cisimlerine tekrar, yine düşeceklerini anlatır. Pitagorcu�lardan alınmış olan bu Tenâsuh (Ruh göçümü, ruh sıçraması) Mez�hebinin, Eflâtuna göre, sırf efsanelerden ibaret bulunduğu sanılabi�lirse de, hiç de öyle değildir. Bu, fazilet ile saadetin en sonunda birle�şip anlaşması, kötülüklerin sükût (düşme) ile kefâreti (temizlenme�si) demek olan ahlâkî müeyyide akîdesidir. Hâsılı, Alfred Fuyye'nin (Fouillee) dediği gibi, şerrin, her halde, hayıra yenileceği tahmin olu�nabilir Neticede, Eflâtun, nefsin yalnız ebedîliğine değil, ezelîliğine de kaaildir. Nefsin bekası (ölmezliği) lâzım olduğu gibi kıdemi (öncesi bilinmeyecek kadar eskiliği) de gerekir. Onun, başı ve sonu yoktur. Eflâtun, ezelîlikten bahsettiği zaman, hakikatta, nefisten maksadı, insan nefsinden ziyade âlemin nefsi ise de, bu da onun tabiatına ortak olmaktır. însan nefsi bekayı, âlemin nefsinden alır. Şimdi, bilinecek bir şey kaldı : Acaba, Eflâtunun nefise isnad ettiği ebedîlik ne türlü bir ebedîliktir? Daha doğru�su, ebedîlik isnad ettiği nefis hangi nefistir? Çünkü, Eflâtun, nefsi ikiye ayırıp birine fâni birine de ölümsüz der. Fâni nefis, lezzet ve elemin, korku ve yalvarmanın, şiddetli teessürlerin kaynağı olup, yeri göğüstür. Ölümsüz nefis ise, bulunduğu yer kafa olan Nefsi Nâtıka veya Âkiledir. İnsanın cüzülerinin en yüksekleri bununla dururlar. Eflâtun, şahsî olmayan bir ebedî�likten başka bir şey nazara almamış, demek, şüphesiz fazla ola�caktır. Çünkü, bu takdirde, ahlâkî müeyyide umdesi ne olacak? Bununla beraber, Zeller'in dediği gibi, şurası muhakkaktır ki, Eflâtun, mesleğinin muhtelif kısımlarını birbirine uydurmak ci�hetini pek de aramamıştır. ARİSTO'DA ÂHÎRET HAYATI VE NOÛS ŞAHSİ OLMAYAN EBEDÎLİK : Felsefe tarihinde ihtilâflı meselelerden biri de, Aristo'nun nefsin ebedîliğine kaail olup olmadığı meselesidir. Hatta, Meşâi�ye (Aristocular) Mezhebinin bu noktasını tefsirle ilgili olarak, onikinci asırda (îskenderiyyûn = îskenderiyeciler) ve (Rüştiy�yûn = îbnürrüştcüler) adında iki mektep teşekkül etmişti. Bi�rinciler, Aristo Mezhebinde, ebedîliği tamamile ve mutlak şe�kilde inkâr, İkinciler de, bunun aksine, kabul ediyorlardı. Biz, sade kesin hükümleri nakletmekle yetineceğiz. Bunların mânâ�ları kendiliğinden çıkacaktır. Bilindiği gibi, Aristo'ya göre, nefis, bedenin suretidir. İlk ba�kışta, bu tariften, beden yok olunca, nefsin de yok olacağı mâ�nâsı çıkar. Lâkin, mesele bu kadar basit değildir. Çünkü, Aristo, bedeni idare eden nefsin üstünde, başka türlü bir nefis daha ka�bul eder ki, bu da (Noûs) dir, ruh, mücerred (soyut, mahız) akıl�dır. İdrâkimizin mebdei (başlangıcı) budur. Bu noûs, yani ruh veya mücerred (soyut) akıl, hakikî bir cevherdir, ve, bize, dı�şarıdan gelir. Sâf (mahız, arı) dır ve tesir altında kalmaz, be�dene girmez. Bu, nefsin, tabiat ilmi mevzuuna girmeyen kısmı�dır. İnsanda, bu, pek lâhûtî (İlâhlık âlemi ile ilgili) olarak bu�lunur. İnsanı doğuran (doğurtucu insan), bununla, Lâhûta biti�şir. (Aristo - Animes = Hayvanlar). uBöyle bir hayat, insan gücünün üstünde olabilir. İnsan, böyle bir hayat sürebiliyorsa, bu, hiç olmazsa, insan olduğu için değil, kendi�sinde ilâhî bir şey bulunduğu içindir. Bu ilâhî mebde (başlangıç), ken�dine bağh olan mürekkep (bileşik) varhğın ne kadar üstünde ise, fiili de, diğer bütün fiillerden o nisbette yüksektir. O halde, bunu, insan. ÂHÎRET HAYATI 413 yalnız insanca olan şeyleri, fânî (geçip gidecek) varlıklara, ancak fâ�ni olanların sevdasını tavsiye eden bir mebde sanmamalıdır. Böyle bir zandan uzak durarak, onda, mümkün olduğu kadar, ebedîleşmeğe bak�malı ve kendini oluşturan şeylerin hepsinden asil olan bu mebdee gö�re yaşamak için her şeyi yapmalıdır. Bu mebde, kudret ve şerefçe, öbürlerinden çok yüksektir. Bizim her birimiz bununla dururuz.». (Ah�lâk. Nika. 10, 70, 36). îşte, aklın, hiç olmazsa fâil aklın, yani Aristo'nun, pasif akıl demek olan (Nûs Paetikos)a ortak yaptığı (Noûs Poetikos) un belirgin niteliği budur. O halde, Aristo, fâil (aktif) akla, ebedîlik isnad etmez mi diye şüpheye düşmeğe mahal yoktur. Bakınız, bu hususta, Aris�to ne diyor : «Bu, hir cevherdir ki yokolmak için yapılmamıştır. (Hayvanlar - 1, 4, 408, B 16). Vücudumuzun bizden ayrılabilecek olan cüzü ancak bu olabilir. (Hay. 3, 2, 403, B 36). Ayrılabilecek olan yalnız bu lâhûtî mebdedir. Lâhûtî olması, şüphesiz, zamana tâbi olduğu, yani, bazan İdrâk sâhibi ve bazan da idrâksiz olduğu için değil, belki, vücudumuz�dan ayrılabildiği içindir. Bundan dolayı, doğrudan doğruya, ezelî ve ebedîdir.»...] (Hay. 3, 5, 450, A 17). Demek ki, ayrılabilen tam nefis değil, yalnız ruhtur. Ebedî olmak iddiasının, görüşüne göre, pek lehinde olan bu kesin hükümlere, Zeller, evvelâ, yukarıda hatırlattığımız tarif ile, yâni «Nefi s bedenin sûretidir» diye tarif yapılınca, bedenin helâk olmasile, nefsin de helâkı lâzım geldiği için, sonra da, be�den ile beraber nefsin, bununla beraber de şahsîliği ve ferdîliği belirgin eden şeylerin hep yokolabilir olduğunu ifâde eden bazı kesin hükümlerle karşı çıkar. Bu kesin hükümler şunlardır : nNefis, bedenin kemali olunca, bedensis bulunamaz, şüphesiz bu bir cisim değilse de cisimden bir şeydir. (1, 2, 414, A. 12). Nefis ile be�den görme ile görmenin âleti gibidir. Görme gücü (basar) görme ile göz hadakasından oluştuğu gibi, hayvan da nefis ile bedenden oluş�muştur. (413, B. 19). Nefis, zorunlu olarak bir bedende, ve, bu nefis, bu bedendedir. (Ayni eser). Onun için, Pitagorcuların sandıkları gibi, ilk gelen nefis ilk gelen bedene düşmüştür, demek mümkün değildir. (407, B. 13). Beden olmadan duyularımızı kullanmak, ayaksız gezmek gibi, 414 METÂLİB - MEZÂHİB imkânsızdır. (Hayvanlar - 3, 376, A. 31). İdrâkin bile hayale ihtiyacı vardır. (Hayvanlar - 432, A. 3). Demek oluyor ki, nefsin bedenden sonra var olmasının imkânsız olduğunda şüphe yoktur. Ve bu, yalnız duymak ve beslenmek gibi alt güçlerde değil, fâil akılda dahi doğrudur. Bu da yokolabilir. Alt güç�ler olmadan, bu akıl hiç bir şeyi idrâk edemez. (Hayvanlar - 3, 5). Hal�buki, ferdîliğin mebdei budur. Düşünmek, sevgi, nefret, fâil aklın vâkr�ası değil, tesir ettiği mürekkebin (bileşiğin), onun tesiri altında kal�dığı için, vâkıasıdır. Bunun içindir ki, o mürekkep helak olunca, akıl, sevgiden ve anmaktan kesilir. Zira, bu sıfatlar kendisinin değil, helâk olan bedenin sıfatlarıdır. (Hayvanlar - 53)...] Sonra, ferdîliğin menşei, surette değil maddededir. • Mevcudlar, mâhiyetleri icabı birleşiktir. Mâ�hiyet parçalanamaz. Bu, iki sıra, birbirine zıt rivâyetlerden kendi kendine bir ne�vi netice çıkar. Aristo, ebedîliğin bir nevini kabul etmiyor. Bu inkâr edilemez. Fakat, hâfızasız, hissiz, düşünce gücü olmayan ve bu sebepten ferdi de olmayan bir yokolma kabul ediyor. Bu ölmez olan şey, bütün insanlarda birleşik olan mahız akıldır. Ba�zıları, bu aklın insandan bir cüz olmayıp inşanda tecelli eden ve insan helâk olunca, kendine dönen Allah olduğuna kaail oldular. Bu takdirde, nefsin bekâsı demek, Allahın ezelîligi demektir. Lâkin bu söz, çok ileri giden tefsirler cümlesindendir, ve metni çok tecavüz etmiştir. Doğrusu Noûs (akıl) pek âlâ insanca bir güçtür, nefsin bir cüzü ve bir başka nefistir. (Nefsi Nâtıka) dır. Bunun ilâhî âleme bitişik olmasında şüphe yok ise de, bundan do�layı insan tabiatının bir cüzü olmaması lâzım gelmez. Aristo, in�sana, görünce hayata girişmesini ve mümkün olduğu kadar öl�mez olmağa çalışmasını pek âlâ tavsiye etmiştir. Hatta, Aristo, bu (Noûs) bizim herbirimizdir, demeğe kadar gitmiştir. Demek ki, şahsiyetin kaynağı ve çıkış yeri budur. O halde, Aristo'nun şahsî ebedîliği tamamen ve ıtlâk üzere inkârı, münakaşa mevzuu yapılabilir. Nefsin, beden ile beraber helâk olan cüzüleri bulun�duğu, nefsin ebedîliğine kaail olan mezheplerin cümlesince ka�bul edilmiştir. Çünkü, nefislerin üşüyüp ısınmakta devam ede�ceklerini, iştihayı, tiksinmeyi ve sâireyi muhafaza edecekleri�ni kimse iddia etmemiştir. Hatta, nefsin, müçerred akh bile, ha�yal gücü, hisler ve konuşma ile bağlantısı olduğu için, kaybede- ÂHÎRET HAYATI 415 ceği kabul olunabilir. Fakat, bundan, sâf aklın kendi vicdanını (kendine şuurunu) kaybedip itlâk üzere (söylenilen şekilde) Al�lahta yok olması lâzım gelmez. (Fena fillah). Aristo, hiç bir za�man, Fenâ Fillah'tan bahsetmemiştir. Eğer, nefsin başlamasın�dan maksadı ilâhî ebedîlik olsa idi, bunu elbette söylerdi. Hâsılı, yukarıda gördük ki, Eflâtun da, An'sto gibi, bir fâni (yok olacak) nefis, bir de fâni olmayan nefis kabul etmiş ve en büyük hisseyi şahsiyete ayırmış idi. Burası muhakkaktır. Fakat, ölüm denilen o büyük devrimde, ferdin nesi kaldığını söyleyebil�mek her felsefede daima zor olacaktır. EPÎKÜRCÜLER : LÜKRES (LUCRECE) NEFSİN EBEDİLİĞİN E KARŞI DELİLLE R : Eskiler içinde, nefsin ebedîliğini inkâr edenlere en fazla Epikür Mektebinde rast gelinir. Bu hususta, Lükres (Lucr^e) uzun uzun anlatılmış bir delil ortaya atmıştır ki, sonradan, yeni Maddeciler, buna hiç bir şey ilâve etmemişlerdir. Lükres der ki: uNefsin beden ile doğduğu, onun ile büyüyüp yine onun ile öldüğü görülüyor.^) Yaş ile, hüküm kuvvetlenir. Dil, fikir ile birlikte şaşırır. Beden hastalanınca ruh da yollarını karıştırır. Hatta, nefis, kendisi de hastalanıp tabiatın himmetile şifâya kavuşur. Bedenin eseri olan bu ruh, ondan ayrılınca, varlığını nasıl devam ettirebilir? Ruh insa�nın bir cüzü olunca, o da, bedenden ayrıldığı zaman, bozulmaya uğra�yan ve ölen diğer beden uzuvları gibi olacaktır. Bedensiz nefis, hayat vazifelerinden hiç birini yapamaz. Beş hissimiz olmadan duyma nasıl devam edebilir? Beden, yarısından kesilse, nefis de kesilmiş olur. Hal�buki, parçalanabilen bir şeyin ezelîliği iddia edilemez.» Lükres, Ef:itun Felsefesinde birbirini gerektiren kıdem ve bekâ fikirlerinin ikisine de karşı çıkar : «Eğer nefis bozulamaz ise, geçmiş varlıklarımızı niçin hatlı .kıya�mıyoruz? öyle olsa idi, kafesteki kuş gibi, nefsin ayrıca yaşamağa da�vam etmesi icap ederdi. Nefis, Tenasüh akidesinde olduğu gibi, beden�den bedene gitse idi, hayvanların karakterleri birbirine karışırdı. Se�ciyeler ve huylar nasıl değişir? Niçin hakem olduğu zaman histen mah- EPİKÜRCÜLER 417 rum olsun? Çocuk, niçin, zekâ ve uyanıklıkla doğmuyor? Çiftleşme sı�rasında, fâni bedene girmeğe hazır binlerce nefis bulunduğu nasıl ka�bul edilir? Bu çılgınlıktır. İki birbirine zıt cevher ve mâhiyetin biri di�ğerine hizmet etsin. Bu ne büyük bir münasebetsizliktir.» Bu münâkaşadan, Lükres, şu neticeyi alır : «Öîüm bize hiç bir şekilde dokunmaz. Zirâ, nefis^ tabiatı bafcsmından fântdi»'.» Bu karşılıklı gerektirmeye hayret edilir. Çünkü, ürküten, zaten, bu yokolabilmektir. Lükres demek istiyor ki, başka bir hayatm tehditlerinden korkumuz yoktur, korkutulma kuruntularından kendimizi kurtarmamız icap eder. (Peemes de Lucrece) F./27 STOACILAR : Nefsin yokolmaması hakkında, STOA Mezhebi, belirsiz ve kararsızdır. Bu mezhebin, maddî olan tabiî ilimleri, bu inanışa yatkın değil idi. Bununla beraber, bütün bütün karşı da değildi. Son Stoâcılarda, Mektebin din karakteri daha ziyade meydana çıktığı için, gittikçe bu tarafa eğilen bir takım Stoa akideleri gö�rülür. Zenon derdi ki «Nefis bir cisimdir ve ölümden sonra kalır (Diyojen Lanj - Zenon - 84). Bunursia beraber nefis yokolabilir de. Yokolmayan yalnız küllî nefistir ki ferdî nefisler bunun cüzüle�ridir.». Çiçeron'un ifâdesine göre. Stoacılar, nefsin ebedîliğine değil, bekâsına kaail idiler. «Nefis her zaman değil. Kuzgun gibi/ uzun müddet yaşar.». (Tuxulanes 1, 31, 32). Umumiyetle, nefis�ler, âlemin sonuna, Kûllî Kavuşmaya (Embrassement üniversel) kadar kalacak, derlerdi. Bununla beraber, bu husustaki fikirler birbirinden farkh idi : Kleant, bütün nefislerin, Krisip, yalnız temiz nefislerin o şekilde yaşamağa devam edeceklerine kaail idiler. (Diyojen, Laert, Zenon 84). Stoacılardan, nefsin bekâsını inkâr edenin yalnız Panetyos olduğu söylenir. Çiçeron'un dedi�ğine göre, bu, iki sebepten olmuş : Birinci Sebep : Çocukların ana ve babaya benzemeleri, nef�sin doğduğunu ve meydana geldiğini isbat eder. İkinci Sebep : Her tesir altında kalan ve her hastalanabilen, yokolacaktır. Nefisler de âlemlerin ve hastalıkların tesiri altın�da kalabiliyorlar. (Tuxuianes - 1, 72). Roma Stoacılarında ve bilhassa (Senek) de, bekâ (yaşamağa STOACILAR 419 devam) dinî bir karakter ve ifâde alır. Hıristiyanlık dininin da�ha önceki bir benzeri gibi görünür. Bununla beraber, o da şüphe�lenmeden kurtulamamıştır. Losilyon'a mektuplarının birinde (102) Senek, bu inanışı, uyanılmasından can sıkılan hoş bir rüya gibi gösterir. Leh ve aleyhte bocalayan bu tereddütlere rağmen, Senek'te, Hıristiyanlık nutuklarına benzeyen bir çok nutuk bu�lunmaktadır. {...üNefsin değil, bedenin son saati olan o kararlaştırılmış ânı kor�kusuz bekleyiniz. Son gününüz diye baktığınız gün ebedîliğe doğduğu�nuz gündür. Bu halitanın (karışımın) ayrılacağı o gün gelince ben, bulunduğum şu bedeni terkedeceğim ve mabudlara doğru gideceğim...'] (Consolatio admarciam - 1, 2) adlı eserinde. Senek, oğlunu kaybetmiş bir anneye şöyle yazar : «.Senin oğlunun yalnız karaltısı kayboldu. Asıl kendisi ise, onun olmayan şeylerden soyunup ebedîleşti.». Bir de şöyle diyor : nölüm, hayatı başkalaştınr, ortadan kaldırmaz. Bizi nur yapacak olan gün hele bir gelsin. Helâk olmuş gibi görünenler, değişmekten başka bir şey yapmazlar. Gidişini tevekkül ile kuvvetlendir. Sonra dön�mek icap edecek.)^ Eplktet'in zihni çok dalgalıdır. Bazan Senek gibi söylemek ister : «Ey Lâhûtun (ilâhî âlemin) şeyleri, geldiğimiz yere dönelim. Kendimizi bu fânî ilişkilerden kurtaralım». (Epictete - Disserta�tlons - 9, 10). Fakat bundan başka da, Nereye gidiyorsun? Nere�den geliyorsun? Sen ne isen, ayni tabiattaki unsurlarına döne�ceksin. Sende ateşten olan hep ateş, topraktan olan hep toprak olacak, ilâ.» der, v e nefis için ayrıca hiç bir övme yapmaz. Yap�madıktan mâadâ, şöyle der : «Ooo, bu ne! Demek artık ben olma�yacağım ha? Evet, sen yine olacaksın, fakat kâinatın ihtiyacı olan başka bir şey olacaksın.». (3, 25, 93). Ayni kesinsizlik, ayni belirsizlik. Mark Oref (Mar c Aurele) de de var : «Sere seni yüklendin, deryaya çıktın. İşte liman, yükünü boşalt. Eğer bu, başka bir hayat içinde ise, hiç biri Allahsız olmaz. Eğer, bu�rada, artık bir şey olmayacaksa, elem ve lezzetlerin sonu olacaktır. 420 METÂLİB - MEZÂHİB (303). Cisimler, bir zaman durduktan sonra, değişirler, eriyip giderler veya başka cisimleri eritirler. Bunun gibi, nefisler de hava haline ge�lerek orada biraz dururlar. Sonra parlayıp kâinâtm doğurucu gücü için�de kaybolurlar. (2, 21) Suret ve madde. İşte bizi teşkil edenler bunlar�dır. Bu iki mebdede hiç biri Lâvücudda kaybolup gidemez. Vücûdumun her cüzü, âlemin diğer bir cüzü haline girer.». 4 Sonra, hatırlatıldığı gibi (Kordavu - Revâkiyede (Stoacılar�da Ebedîlik. S. 30), Mark Orel, nefsin ebedîliğini isbat için çok defa kullanılan delili onun aleyhinde kullanmıştır : «ITer şeyi böyle güzel güzel ve insanlara o kadar sevgi ile tan�zim eden ilâhlar, nasıl olur da faziletli insanların öldMkten sonra yine yaşamalarına müsaade ederler? Madem ki iş böyle idi, o halde bunun böyle olması lâzım geldiğini bilirlerdi. Yoksa, başka türlü gerekse idi, onlar da öyle yaparlardı. Bu şekilde bir sual sormak, ilâhlar ile mü�nakaşa etmek olur.yy. Bundan başka Stoacıların (Revâkiye) ahlâk kaideleri, nef�sin ebedîliğine dâir ahlâkî delili de reddetmelerine sebep oluyor�du. Çünkü, Hayır yalnız faziletten. Şer de yalnız reziletten iba�rettir, diye kabul edilince, bundan şu lâzım gelir : Hayır saadetin aynidir. Hakîm (hikmet sahibi) zarurî olarak mesud ve fazilet�ten başka bir karşılığa muhtaç değildir. Rezilliğin de kendinden başka cezası yoktur. Kant'm dediği gibi, bu Mezhepte, saadet ile fazilet arasındaki nisbet tahlilî bir hükümdür, yani birbirini ta�zammun eder. Onun için, buna, metafizik bir tesir ile, şimdikin�den farklı bir hayat eklemek faidesizdir. Bu suretle, Stoacılar, faziletin itlâk üzere (mutlak şekilde) çıkardan tecrid edilmesi (soyulması) mebdeinden, Ahiret Hayatının lüzumsuzluğu netice�sini çıkarıyorlardı. Bahis mevzuu olan yokolmamak, onlar için, ahlâkî (manevî) bir yokolmamak değil, tabiî (cismâni) bir yok�olmamaktır. İSKEMDERÎYE MEKTEBİ (YENİ EFLÂTUNCULAR = İŞRÂKİYE) : Yeni Eflâtuncuların, nefsin ebedîliği için. Mesleklerinde pek büyük yer ayırmış olduklarını söylemek lüzumsuzdur. Plo�ten (Plotin), Eflâtunun bütün delillerini kendi hesabına almış ve Tenâsuh (Ruh göçümü) akidesini de kabul etmişti. Her nefis, hayatta nereye lâyık ise oraya gider. Cisimden kurtulmasını bil�meyen, yine insan cisminde olarak döner. Hatta, hayvan olmuş olanların bazıları yine hayvan cisimlerine düşerler, bazıları, ya�nı sâlih- (fazilete uygun şekilde hareket eden) 1er, yeni beden�lerini kendilerinin seçmesini başarırlar. Diğerleri de, göklerin üstüne kadar yükselerek yıldız haline gelir ve oradan kâinatın manzarasını seyrederler. Temiz ruhlu olanlar, Allaha hulüle ka�dar giderler. Cezalandırma bir nevi kısastır. Fena efendiler, ağalar, beyler esir, zenginler fakir olarak doğarlar. Kaatil, öl�dürülmesi mukadder kimse olur. Annesini öldüren evlâd, evlâ�dı tarafından öldürülecek bir anne olur. Acaba, nasıl oluyor da, bütün kötülüklerden temizlenmiş olan nefis, günaha düşebiliyor? Ploten buna şöyle cevap veri r : «Günahı işleyen nefis değil, bir nefis ve bir bedeni hâiz olması bakımından, insandır. O halde gü�nahkâr olan bu şekilde oluşmuş olandır. Ceza da ancak ona ve�rilir.» HIRİSTİYANLIK : Hıristiyanlık dini, nefsin ebediliği inanışına normalin üs�tünde bir hız verdi. Geçmiş dinlerde bu, karışık bir hurafeden ve feylezoflara göre de belirsiz bir ümid veya şüpheli bir müta�lâadan ibaret görüldüğü halde, Hıristiyanlıkta, değişmez, olgun ve muntazam ve şehidlere yol açan cesaretli bir kanaat halini al�dı. Hıristiyanların en büyük ve tek işi selâmet meselesi idi. Artık maksad, yalnız yokolmamak değil, ebedî olmaktır. Esasında ah�lâki olan bu akide, bundan böyle, mücerred (soyut) ve metafi�zik mebdelere değil, ehliyet ve ehliyetsizlik mebdeine dayanır. Mükâfatı ne kadar güzel ise, cezaları da o nisbette müthiştir. Cennet veya cehennem ebedîliğe kadar mükâfatlandırır veya cezalandırır. Bunlar, bu şekilde, geri gönderileceklerdir ve Hı�ristiyan olan nefisler, yerlerini bu suretle alacaklardır. Her şey şeklini değiştirir. Hatta et bile bu ruhanî âleme katılır. Sonun�da, her nefis, diriltilecek ve ortaya çıkarılacak olan bedenini yi�ne elde edecektir. Katolik Kilisesi, insan kalbini derinden tanı�dığı ve akideyi, insan kalbine en yatkın bir hale sokmak için, daima tatlandırmaya çalıştığı bilindiğinden, ne tamamen iyi, ne de tamamen kötü olanlar için, cennet ile cehennem arasında, or�ta bir yer daha kabul eder ki, bu da tasfiye yeri (purgatoire), ya�ni (Araf veya Berzah) dır. Çok daha sonraları, inadcı ve cür'et�li olan Protestanlık, bunu «Îlâhî adaleti hafife almaktır» diye reddetmiştir. Bu iki mezhep, yani Katoliklik ve Protestanlık, di- HIRİSTİYANLIK 423 ğer mühim bir noktada daha birbirinden ayrılmışlardır. Katolik�ler, herkesi Allahın rahmetinden nasipli yapmakla beraber, iş�lenen amellerin kıymetine kaail oluyorlardı. Protestanlar ve bil�hassa Kalvenistler, amelleri imâna bağlı tuttular ve bir nevi Eze�li Takdiri kabul edip, makbul olanla olmayanı seçmeği tama�mile Allahın ihtiyarına bıraktılar. Fakat, biz dinî inanışlar tari�hi yapacak değiliz. Mevzuumuzu aydınlatmak için, esas nokta�lara bu kadar işaret etmek kâfidir. DEKART (DESCARTES) : Bahis mevzuu yaptığımız Âhîret meselesi hakkında. Dekart, sarih bir şey söylememiştir. Mektuplarının birinde, bir az şaka ile karışık denebilecek şekilde, şöyle der : «Nefislerimizin son hallerine gelince, bu hususta ben bay Diğbi'ye bağlıyım.» Halbu�ki (Meditations = Vâridât) adlı eserini «Allaha ve nefislerin ölmezliğine dair sânihât (çok düşünmeden akla doğanlar)» diye adlandırmakla, bu meseleden bahsetmeği vadetmiş oluyordu. Bu hal. maddeci olmayanlar için, sırf bir intiba noksanı gibi görüne�cektir. Fakat, pek bellidir ki, Dekart. nefsin ruhânîliğini, şimdi ye kadar yapılmamış olan gâyet ciddi bir tarzda, isbat edince, bununla onun ölmezliğini de isbat etmiş olacağını, hatta bazı ilâ�hiyâtcılar gözünde, daha çok isbatcı görüneceğini düşünüyordu. Zira, Arnold'un ona karşı yaptığı tenkidlerden biri de, nefsi ruh�tan ibaret sayan Eflâtuncuların hatalarına doğru meyil göster�mesi idi. Kendi talebelerinden biri olan Rejiyöz. insanın kendi�liğinden var olmadığını, yani ondaki iki cevherin her birinin ayrı ve tam olup, birleşmelerinin, asılda değil arazda (sıfatta) olduğunu redde kalkışmış olunca, Dekart, bunun nefsin ebedîliği akidesine, «Nefis bedenin kemâlidir» diyen Meşâiye (Aristocu�lar) Mezhebinden fazla elverişli olduğu halde, aleyhinde bulu�nulması, tedbirsizliktir, diye, talebesini şiddetle ayıpladı. Son�ra Dekart. insan nefsinin ölmezliğine karşı o zaman yöneltil�mekte olan kuvvetli itirazlardan birini karşılamak istiyordu ki. bu da hayvanların nefsi hakkında, ileri sürülen iddialardır. Çün�kü, nefis ruhânî ise, hayvan nefsinin de insan nefsi gibi ölmez olması lâzım gelir. Dekart, bu itirazlardan, hayvanların nefsini inkâr ve onların bütün fiillerinin insiyâki (otomatik) olduğunu DEKART 425 İddia etmekle kurtulur. Görülüyor ki, Dekart, Ahiret Hayatı hak�kında, tam mânâsı ile, bir mezhep kurmamış olmakla beraber, bu inanışın felsefî ve metafizik bir esas ile doğrulamakta, son devir feylezoflarının her biri kadar ve belki de onlardan fazla, hisse sâhibi olmuştur. LAYBNİÇ (LEİBNÎTZ) : TATAVVUR MEZHEBİ : (TAVIR DEĞİŞTİRME = METAMORPHOSE) Ahiret Hayatı hakkında, Dekart'ın kurmadığı kendi mezhe�bini, onyedinci asrın iki feylezofu olan Laybniç ile îspinozadan her biri, bir bakıştan kurmak istedi. Biri, her şeyin üstünde fer�dîlik mebdei ile diğeri de cevher birliği ile meşgul oldu. Birisi en âlimce faraziyesini, ferdin yokolmazhğı üzerine, diğeri de, en kuvvetli tasavvurunu, ferdî olmayanın yokolmazhğı üzerine da�yatıp yükseltti. Laybniç'e göre, her canlı cismin tedbirli bir kemâli (intel�legie deminante) vardır ki, hayvanda nefistir. Fakat, bu canh cismin uzuvlarından her biri de, nebatî veya hayvani gelişip büyüyen diğer canhiarla doludur. Bunların her birinin de bir kemâli, yani işleri çeviren bir evhadı (monadı) vardır. (Mona�dologie - 70). Bu suretle, Laybniç'e göre, her hayvan hayvanlar�dan mürekkeptir. Nefis de, bedende mevcud, olan hâkim monad�dır. Nefis bedene lâzım olduğu gibi beden de nefise lâzım ise de, nefsin her zaman ayni maddeye yakınhğı zarurî değildir. Nefis, bedenini, ancak azar azar ve yavaş yavaş değiştirir. Tamamile müfârik (ayrılmış) bir nefis, hiç bir zaman yoktur. Hatta bu bağlantıyı ve hal değiştirmeyi ölüm bile bozamaz. Bu mezhep, ruhların tenâsuhu (metapsychose = göçme, sıçrama) mezhebi değil, Tatavvur (Tavır değiştirme = Metamorphose) Mezhebi�dir. (Monadologie 72). Bunun (bazı yerlerde, ipek böceğinin ke�lebek olması gibi, nesil derecesine yaklaştığı) görülebilir. (Mo�nadologie 74). Bunda, hiç bir zaman, tam nesil de yoktur. Nef- TATAVVUR MEZHEBİ 427 sin ayrılması mânâsına, tam ölüm de yoktur. Tenasül (üreme) dediğimiz şey, bir takım gelişmelerden ve çoğalmalardan ibaret olduğu gibi, ölüm dediğimiz de bir takım gizlenmelerden ve azal�malardan ibarettir. Demek ki, Laybniç, Mürsel (spontanee) nesli kabul etmiyor ve kurtların, haşerelerin bozulup kokmaktan doğduklarına kaail olmuyor da, her hayvanın bir tohumdan ve mayadan geldiğine ve onda vaktile geçmiş bir teşekkülü hâiz bu�lunduğuna kaail oluyor. (Monadologie 74). Hem de ortada mut�lak nesil bulunmadığı gibi, hakiki mânâsile yokolma ve ölüm de bulunmuyor. (76). Laybniç der ki, bu umdenin (ilkenin) faidesi şudur : «İki halin, yani hayatın ve ölümün farkı, zaidden (artı�dan) nâkisa (eksiye), daha kâmilden az kâmile veya aksine geç�mekten ibaret olduğundan bu, onların geçmiş ve gelecek halle�rini de, o günkü halleri kadar, izah edilebilir hale getirir. Çünkü, bir halden, sonsuz derecede farklı diğer bir hale sıçramak tabiî olamaz. (Essais avant - propos). Görülüyor ki bu meslek. Eflâ�tun Mezhebinde olduğu gibi, nefislerin bekâsı (ölümden sonra yaşamağa devamları) kadar varlık kıdemlerini (önceleri belli olmayacak kadar eskiliklerini) tazammun ediyor. Hassas (çok hisseden) nefis, eşyanın, ta ilk oluşlarından beri, vardır. (Teodl�se - ThĞodicee - 397). Lâkin, bu nefsin, en yüksek derecesi olan akıl derecesine kadar yükselmesi, bu nefise sâhip olması lâzım gelen insanın tasavvur edildiği ve uzvi cisim, insan cisminin te�şekkülünü icap ettirdiği zaman vukua gelmişti. (Ayni eser). Laybniç, Allahın fevkalade fiilini inkâr etmez. «Bununla bera�ber, der, insan üremesinde, benden önce bir hârikanın gelhıiş ol�masından çok hoşlanacaktım. Bu da şu tasavvurla izah oluna�bilir : Bu, bir çok nefis ve hayvan içinde, ancak, günün birinde insan olması mukadder olan nefislerdir ki, günün birinde ken�dilerinde zuhur edecek olan aklı ihtiva eder.» Bu kıdemden, ar�tık bekâyı çıkarmak kolaydır. Bekanın tarzına gelince, Laybniç, bunun diğer yıldızların birinde mi, yoksa bizim bu âlemimizden büsbütün başka bir âlemde mi, hâsılı nasıl olacağını açıklama�mıştır. însan nefisi öyle bir Evhad (Monad) dır ki, diğer Evhad�1ar gibi yalnız kâinatın aynası değil, ulûhiyetin de bir hayâli�dir. (Prtncipes de la nature et grâces - 14). Bunun için, Allah ile 428 METÂLİB - MEZÂHİB bir nevi topluluğa girip Allah ülkesinin azasından, yani- bütün hükümdarların en büyüğü ve yükseği olan kusursuz bir hüküm�dar tarafından teşkil edilen ve idare olunan bir devletin erkâ�nından bulunur. (Ayni eser - 15). Laybniç, dinin dediği gibi, en büyük saadet Allahı bilmek, yani onu görmekle gerçekleşir (Vi�sion beatifique) demiştir. aFakat, bu Allahı biliş ve görüş hiç bir zaman tam olmayacaktır. Çünkü, Allah, sonsuz olduğundan, tamamile bilinemez. Onun için, bi�zim mesud olmamız, artık arzu edilecek hiç bir şey kalmayacak kadar, ruhumuzu doyurabilecek tam bir sevinç halinde tahakkuk etmeyecek ve edemeyecektir. Lezzetler ve kemâller yeniden yeniye devamlı bir ilerlemeden ibaret olacaktır.)^ Görülüyor ki. Laybniç, ölmezlik meselesine büsbütün yeni bir unsur getiriyor ki, o da ilerleme mebdeidir. Ona göre, bu âlemden, esasında, farkı olmayan öteki âleme dahi, kendisinin, meşhur olan : «Hal geleceğe gebedir, geçmişten gelecek okunabilir.» düstu�runu tatbik ediyor. Aslında, Laybniç, kâinatın her tarafında ve bunun için her Monadda sonsuzun bulunduğuna ve fakat, kâinâ�tın sonu olduğu için. inkişâfına sonsuz bir zamanın lâzım geldiği�ne kaaildir. İSPİNOZA (SPİNOZA) : BİRBİRİNE UYGUN GELEN MÂNÂLAR MÂN V E ALLAH SEVGİSİ ŞAHSÎ OLMAYAN EBEDÎLİK. İspinoza'ya göre, nefis, bedenin mânâsıdır. (2, 18), ve bede�nin fiilî varlığını ifade ettiğinden, başka zamanda belli olması mümkün bir müddeti yoktur. O halde, nefise, ancak bedenin müddeti kadar bir müddet isnad edebiliriz. (2, 18). Nefisin bir şey hayal etmesi, hatırlaması da, ancak beden varlığının deva�mı şartına bağhdır. (5, 21). Şimdi, bu iki kaziyeden (Önerme) nefsin de vücudun beden ile birlikte kesilmesi lâzım geliyor gibi�dir. Fakat, bunlar başka bir mahal ile mülâhaza edilirse, bu ne�ticenin başka türlü olması gerekir. Her ne kadar, nefis, bedenin mânâsı olarak, ona bağlı ise de, Allahta da bir mânâ vardır ki, filan veya filan bedenin künhünü ezelî bir karakter altında ifa�de eder. (5, 22). Bu ise, nefsin künhü ile ilgilidir. (2, 23). Nefsin künhü ile ilgili olan ve Allah katında ezelî karakter olarak bili�nen bu şey, ezelî olmak mecburiyetindedir. (5, 23). Biz ezelî olduğumuzu hissederiz. İspİnoza'nın ölmezlikten değil czelîlikten bahsettiği unutulmamalıdır. Biz. yalnız ölümden sonra değil, ha�yatta iken bile ezelîyiz. Çünkü, nefsin ezelî bir kısmı vardır. Bu da, akılda gerçekleşen kısmıdır. Burhanlar hep budur. Bu mez�hep, Aristo Mezhebine çok benzer. İspinoza da, Aristo gibi, hafı�zayı, hissedebilmeyi, duygular ve şehvetler ile ilgili her şeyi, yokolmaya terkedip, akhn bekasını ele alıyor. Hem de yalnız Allahın ilmine uygun bir ilme mâlik olduğu için değil, filan ve�ya filan bedenin künhüne uygun bir ilmi hâiz olduğu için, aklın 430 METÂLİB - MEZÂHİB bekasını kabul ve iddia ediyor. Bedenin mânâsı olan nefis, her zaman, bu mânânın mânası olan vicdan ile beraber bulunduğu için de, §u netice alınabilir ki; İspinoza, ilmin mahız (arı) akıl�da bekâsını kabul etmektedir. Bu bekâ (var olmaya devam et�me) yalnız şahsî olmayan küllî (üniversel) mânâlara mahsus ol�mayıp, şu veya bu insan bedeninin mânâsı, yani, ilmî sureti hak�kında da geçerli oluyor. İspinozanın maksadı, eğer bu ise, bu az hoşa gidecek bir ölmezlik olur. Zira, pek nazarî, zihnî bir şey gi�bi görünüyor. Ne var ki, İspinoza'ya göre, akıl sevgiden ayrıla�maz (5, 32) ve (Sevgi, ilâhî ve aklî sevgi ezeli (5, 33), hatta, bir nefis ne kadar hak mânâlara mâlik ise, onun ölümden korkusu o nisbette az (5, 47). «Beden, ne kadar mükemmel ve ne kadar çok vazifesi varsa, nefis de o derece mükemmel ve o kadar büyük ezelîlik hissesini hâiz, yani daha fazla idrâke ve daha fazla fiillere sahip ve bu suretle, gerek kendisine ve gerek Allaha ve eşyaya dair yüksek derecede bir ilme mâlik bulunduğu» düşünülür, v e mezhebin bü�tün bu teferruatı hesaba katılırsa, itiraz olunur ki, İspinoza mez�hebindeki ölmezlik «Didârı Görme» denilen şeyden pek uzaklaş�mış değildir. Bütün bu mezheplerde karanhk nokta olarak kalan hâfıza müstesna olmak üzere, bu Mezhep, hacmi kaybetmeyen bir Ölmezlik Mezhebidir. Laybniç'te ferdîlik hâkim olduğu gibi bunda şahsiyetin bulunmaması hâkimdir. Bunlar, Ölmezlik id�diasının iki tavrıdırlar. (Bu mesele hakkında Aleksi Bertran'in «Panteizmde ölmezlik» adlı tezine bakınız.). ONSEKİZİNCİ ASIR FELSEFESİ : ŞARL BONE (CHARLES BONNET) : SON DOĞUŞ MEZHEBİ JAN JAK RUSO (JEAN JACQUES ROUSSEAU) KANT (EMMANUEL KANT ) ZARÛRÎ MÜSELLEME (ZARÛRETİN KABÛL ETTÎRDÎĞÎ) Onsekizinci asır Felsefesi, Epikürcülerden Lükres'in itiraz�larını, hiç bir ilâve yapmadan, tekrar etmekten başka bir şey yapmamış olan Maddiye (Materyalizm) mezhebi istisna edilir�se, ta Kant'a gelinceye kadar, Ahiret Hayatı meselesi tarihine konulabilecek, ancak iki mühim isim gösterebiliyor : 1 — ŞarI Bone (Charles Bonnet) ve 2 — Jan Jak Ruso (Jean Jacques Rousseau). Bunlardan il�ki Tatavvur (Tavır değiştirme MMamorphose) Mezhebini, ta�biî tarihe dayanarak, geliştirip derinleştirerek (Son Doğuş) de�miş olduğundan, Laybniç'in talebesi, diğeri de, ilâhî adalete da�yanan Nefsin Ölmezliği ahlâkî delilini tam bir belâgat ve par�laklıkla geliştirdiğinden, inançsız bir toplumda, ruhânîlik ve ilâhîlik akidesinin yenileştiricisidir. Fakat, biz, burada, gerçek�ten yeni buluşlar olan mezhepler ile meşgul olmağa mecbur bu�lunduğumuzdan, hemen Kant Felsefesine geçiyoruz. Bilindiği gibi, Kant'a göre, akıl bize, gerek ruhun tabiatı ve gerek Allahın varlığı hakkında, sağlam hiç bir şey bildirmez. Bu bakımdan, nefsin bekası hakkında ileri sürülmekte ve biri, nef- 432 METÂLİB - MEZÂHİB sin Ölmezliğine, diğeri de Allahm hakikiliğine dayatılmış olan delillerin ikisi de zayıftır. O halde, ölmezlik, metafizik bakımın�dan, bir kuruntudur. Ahlâk ilmi görüşü ile daha bahtiyar olabi�lirmiyiz? Şimdi bu mesele kalır. Kant der ki : Fazilet yüksek Hayırdır (Bien supreme - Ame�li aklın tenkidi - Barni tercemesi. S. 309). Fakat, Kant, faziletin tam ve kâmil Hayır olmasını kabul etmez. «Çünkü, der, o sıfatı alması için, saadetle birlikte bulunması lâzımdır». Saadeti Hayı r ile birleştiren hükmün, bir tahlilî hüküm değil, terkibi bir hü�küm olduğunu, yani fazilet ve saadetin birbirini doğrulamayan ve birbirine katılarak, birbirinin içine girmeden, bir ilk hükümde zorunlu olarak birleşen, başka başka iki mefhum (kavram) ol�duklarını gösterir. Kant, bu mebde ile, her iki mefhumu mütesâ�dik (birbirini doğrulayan) sayan ve kendileri birbirlerine zıt olan Epikürcü ve Stoacı (Revâkiye) mezhepleri reddeder. Epi�kür, fazilet saadete dönüşür Zenon'da, saadet fazilete dönüşür, diyerek bunların birbirlerini teyid ettiklerini sanırlardı. Onun için, bunları birbirinden farklı saymak gerekir. Fazilet, yüksek Hayır'dır. Bu şarttır. Saadet ise, bu şarta bağhdır. İkisi birle�şerek En Yüksek Hayırı vücuda getirirler. En yüksek Kayırın tam mâhiyeti bu olunca. Kant, bunu, ne kadar mümkün ise o kadar, gerçekleştirmenin ahlâk kanunu ge�reği olduğunu tasdik eder. Vazife mânâsını, sırf iyi niyete ve, neticelerini hiç düşünmeden, derhal kanun hükmünün tatbikine dönüştüren Kant'ın, şimdi, en yüksek Hayırı yani, fazilet ile saa�detin ahengini, fiile çıkarmanın, insan için vecibe olduğuna kaa�il olması, hayret edilmeğe değer. Bununla beraber, bir çok saf�hadan husule gelen netice şudur : uÂlemde en yüksek (âlâ) Hayırın gerçekleşmesi, ahlâk kanununun gereği olan bir irâdenin vazgeçilmez ilgisine hağhdır. (Amelî akıl, 329) En yüksek Hayırı tahakkuk ettirmeğe çalışmak, bizim için bir vazife olunca bu hayırın imkânına kaail olmak, yalnız bir hak değil, bir za�rurettir (S. 334). En yüksek Hayır tasavvuruna, Ahlâk Kanunu saygı göstermek, bizim için, zarurî olarak, hedef olur. Onun için de, bunun objektif tahakkukunu farzetmek, davranışımıza tesir eder. (S. 345, 346). Biz, tasavvurlarımızı, en yüksek Hayırın amelî tasavvuru va- SON DOĞUŞ MfeZHEBİ 433 sttasma bağlayarak, kendimizi sınırlandtnrız. (S. 347). İlk önce, bir ilk araz, yani amelî bakımdan mümkün diye yönelinmiş bir irâdenin ilgilendiği şey lâzımdır ki, bu da en yüksek Hayırdır. (S. 348). En yük�sek Hayınn objektif tahakkuku, tecrübe ile isbat olunamaz. Lâkin pra�tik akıl, bize bu hedefin takibini emreder. O halde, bunun imkânını ka�bul etmek lâzım gelir.y) (Hükmün tenkidi - Barni tercemesi - S. 113). (Elimizden gelenin yalnız iyi niyetten ibaret bulunduğunu aslî kaîde olarak koymuş olduğu halde) en yüksek Hayınn fiile çıkarılmasını irâdeye yükleyen bu biricik mezhebin izah şekil�lerinden birisi, en yüksek Hayınn böylece imkânına sürekli bir esas bulunması lüzumudur. Sarıldığımız bu en yüksek Hayınn, fiile çıkarılması, kendi eserimiz olamayacağı için, Kant, bun�dan, en yüksek Hayırı mümkün kılan birinin varlığını, yani Alla�hın varlığını çıkarır. Burada şuna işaret etmek lâzım gelecek ki. Kant, fazilet ve saadetten çıkarılmış olan ahlâkî delili, herkesçe bilinen şekilde, nefsin ölmezliğini isbatta kullanmayıp, Alla hm varlığını isbatta kullanmıştır. Bu ise, delilin kuvvetini kırmak gibi olur. Çünkü, herkesçe bilinen istidlâlde, âdil ve kerim bir Allahın varlığı, diğer taraftan, bunu doğrulayacak olanın zaru�rîliği ve dünyadaki doğrulayıcıların yetersizliği ele alındığından, bundan, ölmezlik kolaylıkla çıkarılır. Halbuki, Allahın varlığın�da iş böyle değildir. Çünkü, faziletin mükâfata mazhar olmasının haklı görülmesinden dolayı, bir mükâfat verenin varlığı icap et�mez. Kant'ın, delilini kuvvetlendirmek için. «En yüksek Hayın gerçekleştirmek bizim için bir vazifedir, o halde bunun mümkün olması gerekir» demesi güzeldir. Ne var ki bu da, kendisinin iyi niyet mebdeile çürümüş oluyor. Bununla beraber, Allahın varhğına dair delil ne olursa ol�sun, biz asıl mevzuumuz olan Nefsin Ölmezliği delilini görelim. Bu delil şöyledir; Ahlâkta kemâl veya kudsîleşmek, vazife ka�nununun gereğidir. Halbuki, işbu dünya hayatında, bu hissedilen âlemde, ahlâkî kemâl, umumiyetle, her mahlûk için bile imkan sızdır. O halde bu, ancak sonsuz bir ilerleme ile elde edilebilir. (Burada Laybnîç'in fikrini buluyoruz). Bu ilerlemeler ise, ancak ebedî olarak var olan bir varhğın, bir şahsiyetin farzedilmesile F./28 434 METÂLİB - MEZÂHİB mümkün olur. Bu suretle Kant, nefsin ebedîliği delilini, kudsî�liğe erişmek için, sonsuz bir zamanın lüzumunda buluyor. (Kud�sîlik ise, vecîbe olduğu halde, bugünkü hayat şartları içinde, im�kânsızdır.). Bu delili, en yüksek Hayır mefhumu (fazilet ve saa�det) üzerine dayatmak zarureti bulunduğu takdirde, (Kant'ın de�lil dosyası denilebilecek olan) kudsîlik hakkının, büsbütün baş�ka bir tasavvur olan, saadet hakkı ile karıştırılmadan, vazife ka�nunundan, netice olarak, çıkarılması istenir. En yüksek Hayırı tahakkuk ettirmek vecibesine gelince, bizim için böyle bir şey yoktur. Biz, ancak Hayıra meftûn (tutkun, vurgun) oluruz. Onu gerçekleştirmek, bize değil, yaratana âiddir. (0. (1) Islâmda Ehli Sünnetin (Kuldan kisp Allahtan halk) düsturu, dönüp dolaşıp Kanfta da tesirini yapmış oluyor. FRANSIZ FELSEFESİNDE ÂHİRE T HAYATI : RÜHÂNÎLİK MEKTEB İ İNSANLIK MEKTEBİ : Fransız Ruhânîlik Mektebinin, felsefî tasavvurlarında, Ahi�ret Hayatı meselesinde büyük bir hissesi yoktur. Bununla bera�ber, bu hususta, Viktor Kuzen'in Fedon delili zikredilebilir ki, bunda Viktor Kuzen, Efİâtun'un fikirlerini, ferdî ölmezlikten zi�yade, şahsî olmayan ölmezlik mânâsında geliştirmiştir. P\ıkat, çok daha sonra, (Hak, İyilik, Güzellik) adlı kitabında, Ruso nun delilleri ile, şahsî ölmezliği müdafaa etti. En meşhur talebesi olan Teodor Jofmva (Theodor Geoffroy) ise, bu hususta, Kant�in deliline benzeyen yeni bir delil meydana koymak şerefini ka�zandı, ve bunu, emellerimizin sonu gelmemesi ile, ölümün bizde kuvve olarak mevcud bulunan bütün şeyleri kısaca kesip atıver�mesinin zulüm (haksızhk) olacağı esasına dayadı. Bu delili hay�vanlara ve bilhassa öküzlere tatbik ederek, bunlar dahi, kendi-^ lerinde gömülü olan huylan tatmin için, başka bir hayat ilân et�meğe hak kazanacaklar, diye alaya almaya teşebbüs edenler bulundu. Lâkin unutuluyordu ki, hayvanlarda sonsuzluk tasav�vuru ve duygusu yoktur. Delilin özü ise budur. Bu sonsuzluk ve ileri hareket tasavvuru, asrımızın mükemmelleşebilme (perfec�tibilite) inanışlarına tamamile uygun idi. Ayni fikir, asrımızın, Ahiret Hayatı meselesile en ziyade uğ�raşan, diğer bir mektebinde, yani (İnsanlık) Mektebinde de, ay - nen ve fakat daha geniş ölçüde, görülür. Bu Mektep, Laybniç'in hatırasından, farkına varmadan az çok ilham alarak. Tenasüh akidesini yeniledi. Yeni Ansiklopedinin yazarları olan Piyer Lo�ru (Pierra Leroux) ve Jan Renyo (Jean Regnault) nun akideleri bu oldu. Fakat, bunu ayni tarzda anlamıyorlardı. Piyer Löru; 436 METÂLİB - MEZÂHİB (İnsanlık) adındaki kitabında, insanda tenâsuha kaail oluyor. Bu insanlar, durmadan, tekrar tekrar doğan ayni insanlardır. Bu ise, ferdî ve fakat şahsi olmayan bir yaşamaya devamdır. Ferd, mutlak cevherde boğulmuyor, diğer ferdî bir cisme girerek hâ�fızayı ve şahsiyeti kaybediyor. Jan Renyo ise, hem böyle şuur�suz ve hâfızasız ölmezliği kabul etmiyor, hem de şahsiyet ve me�suliyeti muhafaza etmek için, ehliyet ve ehliyetsizlik mebdei�nin gereği olan bütün ahlâkî şartlarla, tenâsuhun, yıldızdan yıl�dıza olduğuna zâhip oluyor (olduğunu sanıyor.). Bu Mezhep, dün�ya ve semaya yayılmış ve bu bakımdan, daha ziyade dikkati çekmiş bir mezheptir.Jan Renyo, Orijen (Origene) Mezhebini yenilemiş ve onun gibi, ebedî zahmetleri ortadan kaldırmakla kalmayıp. Hayır ve Şerrin en sonunda uyuşacaklarına ve Kayı�rın üstün geleceğine dahi kaail olmuştur. Lamenne (Lamennais) de, «Bir felsefe karalamas!» adh eserinde, Tekâmül Mezhebini, Ahiret Hayatına tatbik suretile kabul etmiştir. Nihâyet, Sensi�moniyen Mektebinde (Peranfanten = Pere Enfantin) lâkabile şöhret yapmış olan Bartelemi Prosper (Barthelemy Prosper) de, «Ebedî Hayat» adlı eserinde, İspinoza Mezhebine benzeyen bir mezhep ortaya atar. Şunu da söyleyelim ki, Ogüst Kont Mekte�bi de, Ahiretin varlığını, şan. şöhret ve büyük adamlara kulluk ile izaha çalışır. HULÂSA : Ahiret Hayatı bahsi tarihi, üç devre ayrılabilecek gibidir. İlk devre, bu akidenin karışık safhasıdır. Ahlâkî unsurun gö�rünmeğe başladığı Eflâtun Mektebi istisna edilirse, feylezofla�rın çoğunun aradığı bekâ, (var olmaya devam), hakikaten ahlâ�kı ve mânevi bir bekâdan ziyâde, tabiî (cismânî) bir bekâ idi. Aristo, cismânî bekâdan ileri gider. Fakat, ahlâkî (manevî) be�kaya az yer verir. Ikfncî devre, Hıristiyanlık devridir. Bu devir, Ahiret Hayatı inanışının, münakaşa edilemez mutlak ve tam bir akide halinde belirip yerleşerek yayılması devresidir. Bu inanış, hakikî ruha�nîliğin (ruha inanışın) ölçüsüdür. En küçük bir şüphe ve tered�düt dinsizlik ve maddecilik alâmeti olur. Üçüncü devrede ise felsefe, bu tehlikeli zeminde ancak ihti�yat ile ilerleyebildi. Bununla beraber, bir Ahiret Hayatı imkânı�nın izah tarzında, yeni bir çığıra girdi. Maddeciler, ruhun âlet�lere ihtiyacı olduğu için, fikir ile bekasının imkânsızhğma mut�lak şekilde kaail oluyorlar. Ruhânîler ise (Spiritüalistler) iki izah arasında, ikisi ile de ilgilidirler ki, birisi Kant'm diğeri Laybniç'in izahıdır. Kant'm izahı, şu faraziyeden yürümektir : Alem, hâdiselerden ve bu sebeple insan hayaline bağlı bir göste�rişten ibaret olmakla, bunun kanunları, asıllanndaki eşyaya tat�bik edilemez. Fenomenler âleminde, nefis, ne olursa olsun. Nu�menler âleminde değişmez kalması mümkündür. Diğer faraziye olan Laybniç faraziyesi (varsayımı) da, Tatavvur (tavır değiş�tirme) tasavvuru yardımı ile ölümü reddedip, yokolmamayı ta�biat kanunlarına göre izah etmektir. Bu şekilde, Ahiret Hayatı 496 METÂLİB - MEZÂHİB clünj^adaki hayatın, başka şartlar altında, bir devamı demek olur. Bu iki faraziyeden ikincisi, yani Laybniç faraziyesi, son devirler büyüklerinin seçtikleri faraziye olmuştur. Birinci dedi Mimi'/, Kant'm varsayımı, din ile kolayca bağdaşmakta ve tasav vufa da uygun düşmektedir. Lâkin, yokolmazlığı kabul edenler arasında da, diğer bir anlaşmazlık vardır. Bu anlaşmazlık, son devir feylezoflarr arasında, önceleri, belirsiz bir halde idi. F<ı kat, son yıllarda açık bir şekle girdi. Bu da, Laybniç'in (Ferdî yokolmazhk) faraziyesi ile îspinoza'mn (Şahsî olmayan yokol mazlık) faraziyesi arasındaki anlaşmazlıktır. Bu hususta, iki ta raf da bir az ileri gitmektedir. Zira, bir taraftan, ferdin, bütün sefaletlerile, değişmez kalması, en az büsbütün kaba bir tenâ�suha (ruhun bir cisimden bir cisime geçmesi) veya hayli kaba olan bir ruhânîlige düşmesi istenemez. Diğer taraftan, şahsi�yetsizlik tasavvuru, yokolmamak ile hiç ilgisi kalmayacak ve nefsin ebedîliğini, bahsimiz konusu olmayan. Allahın ebedîliliği ile karıştıracak bir noktaya götürülemez. Bu anlaşmazhğı biz durduracak değiliz. Fakat, meselenin hcilli iddiasında bulunma�dan, diyeceğiz ki, bizim «ahlâk» mevzuunda yaptığımız gibi, ferd ile şahıs birbirinden ayrı tutulduğu takdirde, meselenin halline yaklaşılacaktır. Bu mütalâanın neticesi de şu olacaktır : uFerd kendisinde toplanır. Şahsiyet ise, tersine, kendinden çık�mak ister. Her ne kadar şahsiyetin kökü ferdîMkte ise de, şahsiyet da�ima ondan kurtuhiıağı arzu eder. Ferdîliğin ideali bencilliktir. Hepsi Bene dönüşür. Şahsîliğin de ideali (Ben) dir. Fakat, bu Ben, her şey ilo birleştirilmek suretile bir mahmûdiyet (öğülmege değerlik) dir. Şah�siyet, bir nevî, şahsî olmayan vicdandu". Bu, bir şahıs olduğumu hisse�debildiğim değer değil, hakkı idrâk eder, iyiliği sever ve bunlardan bi�rini isterken idrâk ettiğim, sevdiğim, dilediğim değerdir. Bu, diğer in�sanlarda bol olmayarak bulunur. Bu, hayvan hassaslığı, hayatî vazife�ler değildir. İnsanlarda bulunan ilâhî bir şerare (kıvılcım) dır. Senin, benim olmayan bir şeye ruhların ve nefislerin müşterek nuruna, haki�kate, adalete, hürriyete, hâsılı şahsî olmayan her şeye (Ben, kendim) diye katılan kudrettir. İşte, her insanda ölmez olan bu lâhûtî vicdan�dır; şu, bu ârıza ile kırılmaz. Bunu, kendisi ile yoketmeğe kalkışmak HULÂSA 439 da boş bir hayal olur. Bu nevi yokolmama sırf zihnî bir şey do değildir. Zira, akıl gibi kalpde de, mutlak olan ve yok olmayan bir şey vardır. (Ahlâkın son kısmına bakınız), (i). ( t) Islâram kesin hükümlerine göre, Âhîret Hayat!, ölümü değil, büyük Kivâmeti takip eder. Ölüm küllî yokolma değildir. Ondan sonra bir kabir âlemi, ölülerin ruhlannm kıyamete kadar bulunacakları yerde (Berzah) geçirecekleri hayat vardır. Büyük -Kı- , yamet ise, kesin hükümlerin görünüşüne göre. küllî helaktir. Aliiret günü, bu külli helakten sonra vukua gelecek yeni bir yaratılış, bir ölümıitn sonra dirilmedir. Bunun için, Islâmda ebedîlik ümidi vc Ahiret Hayatı, ruhun ebediliğine değil, Allalını ebe�di oluşuna dayanır. (Küllü nefsin zâikatüînıcvti .süı«n3c ile,-.n;! türı-;:ün). Ruhun i-.ckası denilince, biz, bundan iki mânâ anlarız. 1 — Bedenin ölümünden sonra, ruhun bir müddet dah.! kalabilmesi ve fakat büyük Kıyamette onun da helâk olması, 2 — Ruhun, ebedi olarak ve yokoiınadan bekasıdır. Her iki bekanın mâiiâsı. hüviyet .şuurunun bekâsı demektir. Birinci mânâda ruhun bekası, İslâm âlimierince vc bilhassa Ehli Sünnetçe ittifakla kabul edilmiş gibi ise de, ikinci mânâda ruhun bekâsı, feylezoflar. mutasavvıflar ve bazı Muhakkikin mezheplerincc kabul edilmiştir. Müfe�kellimînin çoğu ve bilhassa eskiler, bu fikirde değildir. Demek ki, Ruhun Bekâsı Na�zariyesi, tslânıda, Ahiret Hayatından ziyade, ölümden sonra ruhların yaşayacağı Ber�zah Hayatı şartlarından gibidir. Is-'âmda âlemin mebdei (Halk) nazariyesile halledil�diği gibi Ahiret veya Muad meselesi de yine (Halk) nazariyesüe halledilmektedir. (Şerhi Mekâsid) adlı eserde, Ahiret Hayatı .hakkındaki Islâmî nazariyeler üç mez�hepte hülâsa edilmi,ştir: 1 — İnsanın yok oluştan sonra tekrar varlığa dönüşü. 2 — Bedendeki asli eüzülerin, birbirinden ayrıldıktan sonra tekr.sr bir.ı-'aya gel�mesi. ölümden sonra hayata dönüşü, yani ruhların, bedenden ayrıldıktan sonra, tek�rar bedenlere dönüşü. (Bu mezhepte «külli fena = yok olma» olmaMp ruh vc bede�nin aslî maddeleri ebedî addedilmiş olurlar) 3 — Ruhların bedendeki karanlıklardan vc kullandıkları âletlerden alâkalarmı keserek, eski yalnızlıklarına dönmeleri. (Feylezoflar ve Mutasavvıflar mezhebidir). İşbu üç mezhebin tafsilâtına dâir bazı şeyler yazmıştım. IV-Iütekellimînde, bilgi bahsî ve madde ve ruh nazariyelerde ilgili olan bu tafsilâtı, biraz uzunca olduğu " için. buraya koymak imkânı hâsıl olamadı. Bu tercemenin rağbete ma/har olduğunu inşaallah görürsem, bu kısımlarda kısa geçilmiş bazı meseleleri daha ziyade izah eyleyen, İlmünnefis (Psikoloji) Ahlâk ve jVIantık kısımlarının, tercemeleri ile bir�likte, neşretmeğe belki imkân bulurum. Tevfîk Allahtan. - Mütercim. - Kl^ l ADI . AR I Ft H R tST t KİŞ İ ADLAR I FİHRİST İ __ A — Aîıaelardus : 153 Âdem (A.S.) : 237 Agrippa : 26 Albert Ic Grand : 153, 205, 278, 279, 303 Alcxanderc, Hales'li : 279 Amınonios Saccas : 149 Amory : 300, 303 Ampedokles: Bkz. Empedokles. Anaksagoras: 5, 6, 7, 136, 137, 185, 186, 234, 235, 236, 266 Anaksimandros : 80, 184 Anaksimenes : 134 Anüokhos : 24, 25, 26 Aristoteles : 6, 8, 9, 12, 13, 14, 15, 26, 62, 76, 79, 80, 83, 84, 89, 91, 98, 135, 136, 138, 140, 141, 151, 153, 184, 185, 191, 192, 193, 194, 196, 200, 201, 206, 233, 234, 239, 242, 247, 248, 249, 250, 251, 253, 259, 266, 277, 290, 293, 298, 300, 301, 326, 412, 413, 414, 415, 429. Aristophaııe : 230 Arius : 26 Arkesilaos : 20, 21, 26, 27. Aşîl : 401 _ B — Bacon, Francis : 40, 99, 165 î7ahaeddin Âmûlî : 265 Bain, AIexandre : 324 Barthelcmy Prosper : 436 Batlamios : 27, 273 Bentham, Aleksi : 430 Bcrkeley : 54, 55, 116 Bcmard dö Clmrtre : 153 Bonnet : 370, 431 Bonavanturc, Saint : 286, 290 Bossuet : 291, 318, 391, 400 Boııtroııx : 115, 162 Bouchard : 20 Bnmo : 40, 98 Büchncr : 127, 128, 380 Bm-ckhavdt: 145 __ C — . Caluıos (Galien) : 145, 199, 200, 201, 206 Câlûd ; 265 Caro : 397, 410 Charles, I. 207 Charles, II. 293 Charron, Pierre : 37, 39 Cezkil : 265 Cicero (Çiçeron) : 15, 25, 26, 81, 184, 197, 234, 254, 256, 418 Clarke: 319 Claııdianus Mamretus : 152 Cleanthe : 254, 255, 258, 418 444 FİHRİST Collary: 197, 255 Comte, Augııste: 146, 383, 384, 385, 386, 436 Cousin, Victor: 153, 209, 234, 389, 390, 435 — D — Danyal (A.S.) : 265 Davît Hume: 24, 56, 60, 61, 62, 68, 73, 116, 121, 156, 166, 170, 176, 343 Davit, Dinnanlı : 300, 303 Dâvûd (A.Ş.) : 265 Dehlevî: 145 Dcmokritos : 5, 6, 7, 80, 83, 84, 92, 103, 104, 136, 185, 186, 298. Dcııys Lareopagite : 292, 300, 301 Descartcs. Rene : 35. 39, 40, 41, 73, 101, 103, 104, 105, 109, 156, 158, 160, 161, 162, 165, 195, 207, 208, 209, 210, 211, 212, 215, 219, 223, 224, 289. 307, 308, 309, 310, 311, 312, 313, 314, 316, 317, 318, 321, 323, 324, 326, 335. 336, 337, 338, 339, 340, 347, 348, 349, 351, 363, 368, 389, 390, 391, 397, 399, 400, 424, 425 Diderot: 319, 397 Diogenes, Laerce : 17, 92, 184, 418 Diogeııes, Apolonyalı : 145 _ E — Ebherî : 400 Echart (Ekkar) : 293, 300 Eflâtun (Platon) : 10, 11, 12, 14, 62, 85, 86, 88, 89, 91, 98, 138, 153, 187, 188, 189, 192, 202, 236, 238, 239, 240, 241, 242, 243, 245, 246, 247, 253, 259, 263, 264, 265, 266, 267, 279, 301, 302, 395, 407, 409, 411, 435 Empedokles : 5, 6, 82, 84, 185, 186 Empricus, Sextus : 6, 15, 27, 30, 31 Enesidemos : 27, 28, 29, 30 Epictetos : 254, 419 Epiciırus : 16, 17, 18, 92, 170, 298, 380, 432 Erdeşir: 265 Ermiya (A.S.) : 265 Eş'ari, İmam : 355 Eııkleides : 57 Enler, Leonlıard : 223 Eyyüp (A.S.) : 265 __ F — Farâbî: 293 Fenelon: 253, 256, 344 Feuerbach : 127 METÂLİB - MEZÂHİB 445 Fichle: 124, 125, 126, 127, 175, 176, 224, 373, 374, 375, 377, 389 Filon: 146, 147 Fouillee : 241, 243, 409 __ G _ Galileo : 40, 98 Gassendi: 98, 99, 100, 281, 315 Gaunilon : 278, 281, 284 Gazâlî : 295 Gelenbevî: 400 Georgias : 8 Gregoire, Disse'li : 151, 152 Guillaume de Canches : 153 Guillaume d'Occam : 38, 206, 289 Guillaume de Vernier : 153 ~ H — Hamilton : 168, 381, 382, 391 Harun : 264 Hartley: 118 Hartmann : 379 Hegel : 124, 125, 126, 127, 175, 176, 177, 324, 328, 330, 331, 353, 376, 377, 378, 379, 380, 400. Ilelvetius : 170 Herableitos : 6, 7, 81, 134, 136, 145, 184, 195, 252, 401 Hesiodos : 230, 231 Hızır (A.S.) : 265 Hippokrates: 195 Hobbes : 118, 162, 165 Holbach : 119, 170, 319, 370, 380 Homeros : 134, 230, 231, 401 Hugo, Saint, Viclor'lı : 289, 291 ™ t — İbni Ebi Usaybiyâ : 5 İbni Rüşd : 155, 295, 300, 301 İbni Sinâ : 81, 89, 145, 200, 293 İbrahim (A.S.) : 237 İsâ (A.S.) : 231, 345, 346 İskender, Atrodiash : 155 İşaya (A.S.) : 265 Jean Scot Erigene : 293, 300, 301, 302, 303 Jerson (Garson) : 285, 291, 303 Jouffroy, Theodor : 435 Jourdain : 40 Jules Girard : 231, 232, 401, 406 Jules Simon : 397 — K Kant, Emmanuel : 30, 62, 63, 67, 69, 70, 72, 73, 75, 121, 122, 123, 125, 172, 175, 224, 318, 321, 322, 323, 325, 327, 328, 329, 330, 331, 370, 371, 372, 373, 379, 381, 389, 391, 398, 399, 420, 432, 434, 435, 437 Karneades : 19, 20, 21, 24, 25, 27 Kîeantes : 418 Kopernikus : 40, 98, 99 Krisippos : 20, 418 Kritias : 235 Ksenofanes : 5, 6, 9, 233, 234, 236, 407 — L — Lange : 85, 99, 118, 129, 206 Lamennais : 394, 395, 396, 436 Regis, Leroy : 158 446 FİHRÎST Leibniz : 15, 50, 51, 73, 112, 114, 115, 116, 161, 217, 219, 220, 221, 253, 275, 316, 317, 321, 324, 344, 346, 356, 357, 359, 360, 361, 362, 363, 364, 366, 368, 370, 371, 377, 389, 394, 426, 427, 428, 430, 433, 435, 437 Leon Olle Laprune : 111 Leıicippe : 83 Locke : 56, 165, 166, 167, 168, 170 Lucrece, Titııs : 84, 93, 99, 143, 198, 416 — M — • ' ^ Maine de Biran : 179, 180, 389, 393 Malebranche : 41, 109, 110, 111, 212, 215, 299, 318, 340, 341, 342, 343, 344, 345, 400 Mansel : 382 Marcel Ficin : 154 Marcus Aıırelius: 254, 257, 419, 420 Matundi, Mansur : 343 Mecûc : 265 Melanchthon : 206, 207 Mettrîe, Julien : 118, 170 Moleschotte : 127 Montaignc : 37, 39, 73 Montesquieu : 256 Mııhammed (S.A.V.) : 345 Mııhiddin Arabî: 295, 393 Mûsâ (A.S.) : 147, 264 — N - - Newton : 118 Nicolas, d'Aııtricvıria: 98 Nicolas, Lachelier : 76 Nicole : 40 O — Origenes : 436 Orfeus (Orphe) : 232 Ömer (R.A.) : 148 _ -p _ Panaetios : 418 Parmenides : 6, 7, 82, 135, 184 Paraksagoras (Hekim) : 196 Pascal : 155, 337, 381 Paul Janet : 79, 128, 380, 385, 397 Pierre, Bayi : 356, 360, 361 Pierre Leroux : 435 Pilotin (Plotinos) : 33, 34, 96, 149, 202, 203, 257, 259, 421 Pindare: 401 Plutarkos : 196 Pomponatius, Pctrus : 155 Potamon : 26 Priestley : 118 Protagoras :7, 17, 81, 232, 235, 401 Pyrrhon: İS, 19, 20, 27, 29, 75 — R - - Ravaisson : 90, 180, 384, 393 Reid Thomas : 179 Renaiı : 155, 397 Reymond : 153, 171 Reynaiıd, Jean : 435, 436 Ritter: 80, 154 Eousseau, Jean-Jacques : 370, 371, 431, 435 ™ S — ' Saint Anselme : 37, 154, 278, 280, 281, 283, 284, 291, 316, 322 METÂLÎB - MEZÂHÎB 447 Saint Augustin : 35, 152, 204, 263, 264, 265, 266, 267, 268, 269, 274, 277, 279, 292 Saint Jean : 400 Saint Lambert : 17 Saint Paul : 35, 148, 292 Saint Thomas : 37, 154, 205, 278, 279, 284, 290, 292, 293, 295, 297, 298, 299, 307, 400 Saint Victor : 289 Saisset, Emile : 29, 285, 286, 352, 389, 390, 393, 394 Samuel (A.S.) : 265 Secretan : 397 Seneca (Senek) : 418, 419 Seyyid Şerif : 65 Schelling: 124, 125, 126, 175, 176, 224, 375, 376, 377, 379, 380, 396, 399, 400' Sehopenhauer: 379 Socrates : 9, 10, 11, 12, 185, 186, 235, 236, 238, 242, 245, 266, 407, 408 Spencer, Herbert : 72, 73, 74, 76, 386, 387, 399 Spinoza: 47, 48, 49, 105, 109, 111, 158, 159, 161, 215, 216, 217, 316, 318, 347, 348, 349, 350, 351, 352, 353, 354, 355, 371, 377, 378, 399, 400, 429, 430, 438 Spösippe (Sposippos) : 249 Stuart, John Mili : 61, 169, 324 Süleyman (Hz.) : 146, 265 __ T ~ Talûd : 265 Tertullian : 151 Thales : 80, 233 Thrasimakos : 235 Time, Timaios. Locrecli : 86, 138, 188, 189. Timon : 20 Üzeyir (A.S.) : 265 — V — Vacherot : 397 Vogl, Kari ; 171 Vüİlaire: 399 Yecüc : 265 Yunûs (A.S.) : 265 Yusûf (A.S.) : 264 Yıifjâ (A.S.) : 264, 265 __ Z — Zeller, Eduard : 24, 86, 97, 135, 139, 188 Zenon : 20, 26, 418, 432 FELSEFÎ TERİMLER . SÖZLÜĞÜ F./29 FELSEF Î TERİMLE R SÖZLÜĞ Ü Akademi: (Os. Encûmen-i Dâniş, Fr. Academie, Al. Akade�mie, İng. Academy) Platon'un okulu. Algı: (Os. İdrâk, Fr., İng. Percep�tion, Al. Wahrnehmung) Nesnelerin bilinçteki yan�sısı. Algıcılık : (Os. İdrâkiyye, Fr. Per�ceptionnisme, Al. Percep�tionnismus, İng. Percep�tionism.) Nesnelerin oldukları gibi algılandıklannı ileri sü�ren öğretilerin genel adı. Ampirizm: (Os. İhtibariyye, Fr. Empirisme, Al. Empiris�mus, İng. Empiricism.) Bilginin ancak deneyle elde edilebileceğini savu�nan öğretilerin genel adı. Anıklık : (Os. Isti'dâd, Fr. Aptitu�de, Al. Eigung, îng. Abi�lity) Doğal yetenek, Kabiliyet. Anlık : (Os. Müdrike, Fr. Enten�dement, Al. Verstand, İng. Understanding) Anlama gücü Aposteriori: (Os. Bâdî, Fr., Al., İng. Aposteriori) Deneye dayanan, sonsal Apriori: (Os. Kablî, Fr., AL, İng. Apriori) Deneyden önce olan, ön�sel. Atom : (Os. Cüz'ü ferd, Fr. Ato�me, AL, İng. Atom) Maddenin bölünemeyen en küçük parçası. Atomculuk : (Os. Cüz'ü ferdîyye, Fr. Atomisme, AL Atomis�tik, İng. Atomism) Maddelerin bölünmez parça - lardan meydana geldiğini ileri süren öğreti. Ayniyet: (Os. Ayniyyet, Fr. Iden�tite, AL Identiaet, tng. Identity) Bir şeyin kendisiyle aynı olması ve kendisinden başka bir şey olamaması. Not: Os : Osmanlıca, Fr : Fransızca, Al : Almanca, İng : İngilizce anlamına kullanılmıştır. 452 METÂLİB - MEZÂHİB —- B — Batınî: (Os. Derunî, Fr. Esoteri�que, Al. Esoterisch, îng. Esoteric) İçerde olan, içrek Belit: (Os. Mütearife, Fr. Axiome, AL, İng. Axiom) Kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öte�ki önermelerin temeli ve öndayanağı olan temel önerme. Ben : (Os. Ene, Fr. Moi, Al. Selbst İng. Self) Bireyin öznel bütünlüğü. Bencillik: (Os. Hodkâmlık, Fr. Egoisme, Al. Egoismus, tng. Egoism) İnsanın bütün çevresini kendi yararma uydurma isteği, bencillik Biçimsel: (Os. Sûrî, Fr. Formel, AL, İng. Formal) Dışsal görünüş, Platon'- da; genel olanı, değişmez olanı ve kendinden var olanı gösterir. Bilgi Kuramı: (Os. Mephası ma�rifet, Fr. Epistemologie, Al. Gnoseologie, İng. Epi�temology) Bilenle bilinen arasında�ki ilişkileri inceleyen bi�lim dalı. Bilinemezcilik: (Os. Lâedriyye, Fr. Agnosticisme, AL Ag�nosticismus, İng. Agnos�ticism) Nesnelerin kendilerinin hiçbir zaman bilineme�yeceğini ileri süren anla�yış�Bircilik: (Os. Vahdetiyye, Fr. Monisme, AL Monismus, îng. Monism) Her alandaki çoklukları birliğe indirgeyen öğreti�lere verilen ad. Birlik : (Os. Vahdet, Fr., İng. Uni�on, AL Vereinigung) Yalnızlık, teklik, birlik. Teolojiye göre, Allah (C.C.)'ın adıdır. Boşluk: (Os. Halâ', Fr. Vide, AL Das Leere, İng. Void) Uzay, boşluk. Büyük Evren : (Os. Âlem-i Küb�râ, Fr. Macrocosme) İnsan anlamındaki küçük evren karşılığı olarak ev�ren. — C — Can ve Tin : (Os. Nefis - Ruh, Fr. Âme - Esprit, AL Seele - Geist, İng. Soul-Spirit) Madde karşıtı olan cevher. Genel olarak (ruh) deyi�miyle dile getirilir. Canlı Özdekçilik: (Os. Heyulâ-yi hasrvaniyye, Fr. Hylozo�isme, AL Hylozoismus, İng. Hylozoism) Maddeyi kendiliğinden canlı sayan öğreti. SÖZLÜK 453 , - ç - Çokçuluk: (Os. Kesretiyye, Fr. Pluralisme, Al. Pluralis�mus İng. Pluralism) Evrenin, birbirine indir�genemeyen birçok şey�lerden meydana geldiği�ni ileri süren öğretilerin genel adı. — D — Deizm : (Os. İlâhiye, Fr. Deisme. Al. Deismus, İng. Deism) Allah (C.C.) 'a inanmak - la birlikte belli bir dinin doğrnalanm ve ilkelerini benimseyen, Allah (C.C.) 'm evreni yarattıktan sonra onu, kendi kanun�larına göre işlemek üze�re kendi başına bıraktı�ğını öne süren öğreti. Deneyüstü : (Os. Mütealî, Fr. İng. Transcendental) Deneyle elde edilemeyen (Allah (C.C.) Bir'dir ve birliktir.) denildiğinde, deneyüstü bir tarif ya - pılmış olur. Determinizm : (Os. İcabiyye, Fr. Determinisme, Al. Deter�minismus, İng. Determi�nism) Gerekircilik, Doğa bilim�lerinde, evrende bütün , olup bitenlerin neden�sellik bağlantısı içinde belirlendiğini öne süren görüş Doğa : (Os. Tabiat, Fr., İng. Na�ture, Al. Natur.) Bilincin dışında, kendi�liğinden varolan şeylerin bütünü. Dogmatizm: (Os. Nassijrye, Fr. Dogmatisme, Al. Dogma�tismus, İng. Dogmatism) Din ya da yetkelerce ile�ri sürülen düşünce ve il�keleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştir�meksizin bilgi sayan an�layış. Doluluk : (Os. Melâ, Fr. Plein) Doğal cisimlerle kapalı uzay. Dört Öğe : (Os. Anâsır-ı erbaa, Fr. Les quatres el6ments) Dört unsur. Ateş, hava, su, toprak. Diiyumculuk : (Os. İhsasiyye, Fr. Sensualisme, Al. Sensua�lismus, İng. Sensualism) Bilginin duyumlanmız - la elde edilebileceğini ile�ri süren öğretilerin ge�nel adı. Eleştiricilik : (Os. Tenkidiyye Mez�hebi, Fr. Criticisme, Al. Kriticismus, İng. Criti�cism) Alman düşünürü Emma�nuel Kant'm öğretisi Elindelik: (Os. İrade-i cüz'iyye, Fr. Libre arbitre) Allah (C.C.)'m kurduğu düzende insana bırakıl�dığı ileri sürülen seçme yeteneği. 454 METÂLİB - MEZÂHİB Enüstün İyi: (Os. Hayr-i âlâ, Fr. Souverain bien) Salt iyi. Felsefenin ülkü�sel kavramlarından biri�dir. Epikurosçuluk: (Os. Epiküriyye, Fr. Epicurisme) Epikuros'un maddesel mutluluk öğretisi. Erek : (Os. Gâye, Fr. Fin, Al. En�de, İng. End) Son. Eş'arîlik : İslâm Felsefesinde akla ve her türlü şüpheye, öz�gür düşünceye karşı ko�yan koyu bir îmân öğre�tisi. Evren : (Os. Kâinat, Fr. Univers) Tüm varlık. Evrendoğum: (Os. Kiyaniyyat, Fr. Cosmogonie, Al. Kos�mogonie, îng. Cosmo�gony) Evrenin oluşunu açıkla�yan kuram. Evrcnselcilik: (Os. Külliyye, Fr. Universalisme) Bireyciliğe karşı genelci�liği savunan öğretilerin adı. Evi-ensizcilik : (Os. Nefy-i âlem Mezhebi, Fr. Acosmisme) Evreni var sayan öğreti�lerin evreni yok sayan öğ�retilere verdiği ad. Evrimcilik: (Os. Tekâmüliye, Fr. Evolutionnisme) Bütün varlıkların bir, ya da birkaç varlığın de�ğişme ya da gelişmesin�den ve birbirlerinin ardı sıra meydana geldikleri�ni ileri süren öğretilerin genel adı. — F — Felsefe : (Os. Hikmet, Fr., Al. Phi�losophie, İng. Philosophy) Gerçeğin düşünce yoluy�le araştırılması Fenomen : (Os. Hâdise, Fr. Phe�nomene. Al. Phaenomen, İng. Phaenomenon) Olay, görünüş. — G — Galenizm : (Fr. Galenisme) Hekimlik Felsefesi. Gasendizm: (Fr. Gassendisme) Gassendi Atomculuğu Gerçek: (Os. Şe'ni. Fr. Râel, Al., İng. Real) Somut ve nesnel olan. Gezimcilik: (Os. Meşşaîyye, Fr. Peripatetisme, Al. Peripa�tetismus, İng. Peripate�tism) Aristoculuk. Gizemcilik: (Os. Tasavvuf, Fr. Mysticisme, Al. Mysticis�mus, İng. Mysticism) Varlıkla insan arasında ilişki kurulabileceği te�meline dayanan dinsel inanç. Gürecilik: (Os. Kuvvaniyye. Fr. Dynamisme, Al. Dyna�mismus, İng. Dynamism) Maddenin kendiliğinden hareketli bulunduğunu ileri süren öğretilerin ge�nel adı. SÖZLÜK 455 , — H — Hoşlantı: (Os. Haz. Fr. Plaisit, Al. Vergnügen, İng. Plea�sure) Hoşlanılan duygulanım Hücre: (Os. Hücre, Fr. Cellule) Bitki ve hayvanlarda en küçük anatomi birimi. Işıkçılık : (Os. Irkakıyye, Fr. lUu�minisme. îng. Illumi�nism) Bireysel sezgiyle Allah (C.C.) 'a âid gerçekliği kavramaya dayanan din�sel gizemsel öğretilerin genel adı. İbni Büşdcülük : (Fr. Averroisme) İslâm düşünürü İbni Rüşd'ün Aristotelescili - ği. İçrekçilik: (Os. Bâtmij^e, Fr. Esoterisme) İçrekçi (derunî) öğreti�lerin genel adı. İlâhiyât: (Os. İlâhiyyât, Fr. The�ologie, İng. Theology) Doğaüstü etkenlere inan�mayı temel alan öğreti (Teoloji) İlk : (Os. Mebde, Fr. Archee, Al., İng. Archaeus) Her şeyin başı, kökü, kaynağı. İlk Neden : (Os. Sebeb-i evvel, Fr. Cause premiĞre) Başka bir nedenden mey�dana gelmemiş olan ne�den. İlk Töz : (Os. Cevher-i ulâ, Fr. Substance premiere) Metafizikçilerce varsa�yılan nesnelerin yapıl�dığı ilk ruhsal öz. İmîem : (Os. Medlul, Al. Bedeun�tung, Fr., İng. Significa�tion) İnsanın varlıklara ver�diği ya da bu varlıklar�da bulduğu anlam, înan: (Os. îmân, Fr. Foi, Al. Pflicht, İng. Faith) Deneysel olarak gerçek�leşmemiş, pratikle doğ�rulanmamış olanı be�nimseme. İnanma, inanç İnanç : (Os. İtikad, Fr. Croyan�ce, İng. Belief) Bir sanı veya bir kanıya dayanarak benimseme. (İnanç, bilginin bittiği yerde başlar ve bilgi dışı alam kapsar.) İnsanlık Dini: (Os. Dîn-i Beşeriy�yet, Fr. Religion de l'hu�manite) Auguste Comte'un tek�lif ettiği dîn. İradecilik: (Os. İrâdiyye, Fr. Volontarisme, İng. Vo�luntarism.) Varlığın bir irade ürünü olduğunu savunan öğre�tilerin genel adı. İslâm Atomculuğu : Ebû Hâşim'- in öğretisi. Bu öğretiye göre, evren�deki bütün nesneler küp şeklinde küçük atomlar�dan meydana gelmiştir. 456 METÂLİB - MEZÂHİB İyi: (Os. Hayır, Fr. Bon, Al. Gut, İng. Good) Ahlaksal güzel ve doğru. İyimserlik: (Os. Nikbinlik, Fr. Optimisme, îng. Opti�mism) Genel olarak her düşün�ce ve eylemi iyi yanın�dan almak eğilimi. — K — Kaba Evrimcilik : (Os. Âdi tekâ�mülcülük, Fr. Evoluti�onisme) Herbert Spencer'in ev�rimcilik öğretisi. Kamutanncılık: (Os. Vahdet-i Vücûd Mezhebi, İFr. PanthĞisme, İng. Panthe�ism) Doğayla Allah (C.C.)'ı özdeş kılan öğretilerin genel adı. Kavranıhr : (Os. Kabil-i idrâk, Fr. İng. Conceivable) Bilinebilir. Kayracılık: (Os. İnâyet-i Rabba�niyye Mesleği, Fr. Provi�dentialisme) Evrendeki bütün olayla�rı Allah (C.C.)'m irâde ve bağışıyla açıklamaya çalışan öğretilerin genel adı. Kendi için : (Os. Lizatihi, Fr. Po�ur soi, İng. For (self) Kendine dönebilen. Kendiliğinde: (Os. Tav'î, Fr. Spontane, İng. Sponta�neous) Hiçbir etkiye bağlı ol�maksızın kendi kendine gerçekleşen. Kendinde şey : (Os. Bizâtihi şey, Fr. Chose en soi, İng. Thing in itself) İnsan bilgisinden bağım�sız olan. Kesin : (Os. Kati, Fr. Categorique, İng. Categorical) Şüphe ve duraksamaya yer bırakmayan. Kör inanç : (Os. Taassub, Fr. Fa�natisme) Herhangi bir düşünceye başkaca bir gerçeği gör�memecesine bağlılık. Küçük Evren : (Os. Âlem-i sugra, Fr. Microcosme, İng. Microcosm) Metafizikte, insan anla�mında kullanılırdı. — M — Maturidîlik: Ebû Mansur Matu�ndi'nin kurduğu mez�heb. Mekanikçilik: (Os. Mihanikiyye, Fr. Mecanisme, İng. Mec�hanism) Bütün olay ve olguları mekanik nedenlerle açık�lama anlayışı. Meşâiyye: İslâm Felsefesinde Aristotelesçi akım. Metafizik: (Os. Mâbâdüttabiîy�ye, Fr. Metaphysique, İng. Metaphysics) Varlığın son temelleri, özü ve anlamı üzerine öğretiler. Fizikötesi. SÖZLÜK 457 , Monad : (Os. Evhad, İng., Fr. Al. Monade) Ruhsal atom. Bölünmez birlik. Monadçılık: (Os. Evhadiyye, Fr. Monadisme, İng. Mona - dism) Alman düşünürü Leib�niz'in bölünmez güç öğ�retisi. Mûtezile: (Os. Mûtezile, Fr. Mo�tazalites) İslâm akılcılığı. Dinî meseleleri çözmek için akıl yoluna başvuranla�rm mensub olduğu mez�heb. — N — Neden : (Os. İllet, Fr., İng. Cau�se) Herhangi bir olguyu meydana getiren sebeb. Nedensel: (Os. İllî, Fr., İng., Al. Causal) Sebeble ilgili Nedenselcilik: (Os. İllîyye, Fr. Causalisme) Nedenselliğe dayanan öğ�retilerin genel adı. Nedensellik: (Os. İlliyyet, Fr. Causalite, İng. Causa�lity) Nedeni sonuca bağlayan bağ. Neden tanrıcılık : (Os. İlâhiyye, Fr. Deisme, İng. Deism) Allah' (C.C.) 1 sadece bir ilk neden olarak ileri sü�ren ve O'na başkaca hiç�bir nitelik ve güç tanı�mayan akılcı din öğreti�si. Nesnel Gerçek : (Os. Âfâki haki�kat, Fr. Realite objecti�ve) İnsan bilincinden ve bil�gisinden bağımsız ger�çek. Numen: (Os. Bizatihi şey, Fr. Noumâne, İng. Noume�non) Ancak akılla kavranabi�len. - O, ö - Oluş: (Os. Tekevvün, Fr. Gene�se, İng. Genesis) Bir varlığın gelişme sü�reci. Önerme : (Os. Kaziyye, Fr., Al., İng. Proposition) Doğru ya da yanlış ola�bilen her yargıyı anlatan söz. Öz : (Os. Künh, Fr., İng. Essen�ce) Görünen'in altındaki ken�dilik. Özdek : (Os. Madde, Fr. Matiere, İng. Matter) Bilinçten bağımsız ola�rak var olan her şey. Özdeksizcilik: (Os. Lâmaddiyye, Fr. Immaterialisme, İng. Immaterialism) Maddenin var olmadığını savunan Berkley'in öğ�retisi. Özgecilik: (Os. Digergâmlık, Fr. Altruisme, İng. Altruism) Hiç bir çıkar düşüncesi�ne dayanmayan duygu. 458 METÂLİB - MEZÂHİB Özgüç: (Os. Zât'ülkuvvet, Fr. Autodynamisme) Varlığın kendisinden ge�len güç Özne : (Os. Nefis, Fr. Sujet, Al., Subjekt, îng. Subject) Bilen varlık. Öznel Gerçek : (Os. Enfusî vâkıâ, Fr. Realite subjective) Düşüncede var olan ger�çek. — P — Pironculuk: (Os. Pironiyye, Fr. Pyrrhonisme, îng. Pyrr - honism) Piron'un öğretisi Platonculuk: (Os. Eflâtûniyye, Fr. Platonisme, îng. Pla�tonism) Platon' (Eflâtûn) un öğ�retisi. — R — Rastlantı: (Os. Tesâdüf, Fr. Ha�sard, İng. Chance) Açıklanamayan, bekle�nilmeyen ve önceden kes�tirilemeyen bir olayın ortaya çıkışı. Rönesans Felsefesi: İnsanı ara�yan ve dış dünyajn in�sanla olan ilişkileriyle değerlendiren felsefe. Ruhgöçü : (Os. Tenasüh, Fr. Me�tempsychose, îng. Me�tempsychosis) Ölen varlıklardan ayrı�lan ruhlann başka var�lıklara göçtüğü ve yaşa�makta devam ettiği inş,n�cı. — S — Saltık : (Os. Mutlak, Fr. Absolu, İng. Absolute) Hiç bir ilişkiyi gerektir�meksizin kendiliğinden var olan. Saltık Hakikat: (Os. Mutlak ha�kikat, Fr. V6rit6 abso�lue) Değişmez hakikat. Skolastik : (Os. Medrese Felsefe�si, Fr. Scolastique, İng. Scholastic) Orta Çağın Hıristiyan Felsefesi. Sonsal: (Os. Bâdı, Fr., Al., îng. A posteriori) Deneye dayanan. Sonsuz: (Os. Namütenahi, Fr. Infini, îng. Infinite) Ölçüsü ve sının olma - yan. Stoacılık: (Os. Revâkıyye, Fr. Stoicisme, îng. Stcoi�cism) Antik Çağ Yunan Felse�fesinin Kamutanncı ve maddeci doğa öğreticisi. Sudûr ve Urûç : Herşeyin Allah'- (C.C.) dan oluştuğunu ve yine Allah' (C.C.) a döneceğini dile getiren Doğu Tasavvufu'nun iki kavramı. SÖZLÜK 459 , _ _ Ş _ Şüphe: (Os. Şüphe, Fr. Doute, İng. Doubt) Herhangi bir şeyin ger - çek sayılmasını asıntıda bırakmak. Şüphecilik : (Os. Hisbâniyye, Fr. Sceptisisme, İng. Scepti�cism) Gerçek sanılanlardan kuşkulanmayı savunan öğretilerin genel adı. — T — Tanncihk: (Os. İlâhiyye, Fr. Theisme, İng. Theism) Evreni yaratan ve yöne�ten bir Allah' (C.C.) ın varlığını savunan öğreti. Tann tanımazhk : (Os. Dehriyye, Fr. Atheisme, İng. Athe�ism) Allah' (C.C.) 1 yok sayan öğretilerin genel adı. Teodise : (Os. İlm-i ilâhî, Fr. The�odicee) Allah' (C.C.) ın savunul�ması anlamında Leibniz'- in ileri sürdüğü deyim. Tinselcilik : (Os. Ruhiyye, Fr. Spi�ritualisme, İng. Spiritua�lism) Evrenin ruhsal bir teme�le dayandığını ileri süren öğretilerin genel adı. Tözcülük: (Os. Cevheriyye, Fr. Substantialisme) Bir ya da bir çok cevhe�rin varlığını öne süren öğretilerin genel adı. Trinite : (Os. Teslis, Fr. Trinitee) Hıristiyanlığın Baba , oğul ve Ruhülkudüs üç�lemesi. Tümden gelim : (Os. Tâlîl, Fr., AL, İng. Deduction) Genelden özele varan dü�şünme yöntemi. Tümel: (Os. Küllî, Fr. Üniversel, İng. Universal) Bütüne ait olan. Tüme varım : (Os. İstikra, Fr., Al., İng. Induction) Özelden genele varan dü�şünme yöntemi. _ U — Us: (Os. Akıl, Fr. Raison, İng. Reason) Düşünme yetisi. Usçuluk : (Os. Akliyye, Fr. Rati�onalisme, İng. Rationa�lism) İnanca karşı aklı çıka�ran ve her türlü doğaüs�tü verileri tanımayan öğretilerin genel adı. Uygunculuk : (Os. Tevîlcilik, Fr. Concordisme) Dinsel verileri bilimsel verilere uydurarak yo�rumlama yöntemi. — V — Varsayım : (Os. Faraziye, Fr., Al. Hypothese, İng. Hypothe�sis) Pratikle doğrulanması gereken kuramsal öner�me. 460 METÂLİB - MEZÂHİB — Y — Yadsımanın Yadsınması: (Os. İnkânn inkârı, Fr. N6ga�tion de la negation) Doğa, toplum ve düşünce bütünlüğünün gelişme yasası. Yeni Platonculuk : (Os. Nev Ef�lâtûniyye, Fr. Neo - Pla�tonisme) Gizemciliğe dönüştürü - len Platonculuk. — Z — Zaman : (Os. Zaman, Fr. Temps, Al. Zeit, İng. Time) Felsefe kavramı olarak; oluş, gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi. Zaruret, Fr. İng. Neces - Zorunluluk : (Os. Necessite, sity) Olduğundan başka ola�mama durumu. Sözlüğün hazırlanmasında faydalanılan eserler : 1 — Prof. Dr. Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü. 2 — Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü. 3 — Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi. 4 — Kâmûs-u Felsefe, Rıza Tevfik. MÜTERCİMİN TERCÜME-İ HÂLİ Bu eserin mütercimi Elmalılı HAMDİ YAZIR, 1294 yılmda Antal�ya'nm Elmalı kazasmda doğmuştur. Babası, aslen Burdur'un Gölhisar kazası Yazır köyü halkından NUMAN Efendi, Annesi, Elmalılı ulemâ�sından MEHMED Efendinin kızı FATMA Hanımdır. İlkokulu ve Rüştiyeyi Elmalı'da bitiren Hamdi Efendi 1310 yılında dayısı Hoca MUSTAFA (Sanlar) ile birlikte İstanbul'a gelmiş ve o dev�rin ulemâsından Kayserili MAHMUD HAMDİ Efendiden ders almıştır. Daha sonra İstanbul'daki diğer tanınmış Hocaların da derslerine de�vam ettikten sonra 1324 yılında BAYEZİD DERSİÂM'ı olarak «İcazet» almıştır. Aynı sene yapılan seçimlerde Antalya Mebusu olmuş ve 1293 tarihli Kanûn-ı Esâsî'nin tâdilinde mühim rol oynamıştır. 1327 yılında Mülkiye Mektebinde «Ahkâm-ı Evkâf» ve «Arazi» ders�lerini okutmuş, diğer taraftan Mekteb-i Kuzât'ta da «Fıkıh» dersleri vermiştir. Daha sonra Dâr-ül-hikmet-U İslâmiyye üyeliğine ve bir süre son�ra da Başkanlığına tâyin edilmiştir. Birinci Dünya Harbinden sonra EVKÂF NAZIRLîĞInda bulunmuş ve bu sırada Ayan Azası olmuştur. Cumhuriyetin ilânı sırasında Mütehassisin Medresesinde «Mantık» Mü�derrisi idi. Medreseler lâğvedilince, evinde inzivâya çekilmiş ilmî tetkik ve tetebbûlarma devam etmiştir. Bu tetebbû yıllarında Mısırlı Prens AB�BAS HALİM Faşa'nın teşvikiyle İSLÂM HUKUKU KÂMUSU hazırla�maya başlamış fakat, bu eserini yanda bırakarak HAK DÎNİ - KUR'ÂN DİLİ adındaki 9 ciltlik Türkçe Tefsiri hazırlamaya başlamış ve bu ese�rini oniki yılda tamamlamıştır. İlk baskısı 1936 yılında Diyânet İşleri Reisliğince basılan bu eseri hâlen Eser Yayınevi okurlarına sunmak�tadır. Aynı senelerde, Fransızcadan tercümeye başladığı Felsefe Kitabmı tamamlamış, bu esere hâşiyeler ve bir dîbâce ekleyerek METÂLİB ve MEZÂHİB adıyla neşretmiştir. ' Hâfız, mûsikîşinâs ve aynı zamanda usta bir Hattat olan Elmalılı HAMDİ YAZIR 27 Mayıs 1942 günü İstanbul Erenköyünde Allah'ın Rahmetine kavuşmuştur. 462 METÂLİB - MEZÂHİB

Mütercimin eserleri:

Basılmış olanlar: 1) Hak Dini - Kur'ân Dili (Kur'ân-ı Kerîm'in 9 ciltlik Türkçe Tefsiri) 2) İrşâd'ül Ahkâf Fi Ahkâm'il Evkaf (Mülkiye Mektebinde verdiği derslerin notları) 3) Metâlib ve Mezâhib (Paul Janet ile Gabriel Seailles tarafından yazılan Felsefe Tarihinin hâşiyeli tercümesi) 4) Sırât-ı Müstakim, SebîFül Reşad ve Beyân'ül Hak isimli mec�mualardaki ilmî makaleleri. Basılmamış olanlar : 1 — Usûl-i Fıkıh. 2 — Sûrî Mantık. 3 — İslâm Hukuku Kâmusu (Tamamlanmamış) 4 — Dîvan (Bir kısmı eksik) 5 — Sefer Bahsini ihtiva eden küçük bir kitap.

Advertisement