Yenişehir Wiki
Register
Advertisement


  • Genel Müdürlüğümüzün Tarihçesi

Osmanlı Dönemi

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Gülhâne Hattı Hümâyûnu ile başlayan yönetimsel düzenlemeler kapsamında, halkın sızlanmasına ve pek çok haksızlıklara neden olan “iltizam usulünün” kaldırılması ve vergi adaletinin sağlanması için vergiye esas olacak “emlak” ve “nüfus” un yazılması bir ihtiyaç olarak tespit edilmiştir. Bu nedenle vergi işlerini düzenlemek amacıyla sancak ve kazalara birer “Emval Muhassılı” atanmış ve bunlarla birlikte görev yapmak üzere birer de “Nüfus Katibi” görevlendirilmiştir. Bu görevliler, kendilerine verilen talimata göre nüfus yazımı işine girişmişler ve hiçbir ayırım yapmaksızın herkesin isim ve şöhretini bir deftere kaydetmişlerdir. Bu kayıtlar, hukuki anlamda bugünkü nüfus kütüklerinden oldukça farklı bir niteliğe sahiptirler. Ancak ülke nüfusunun saptanması yönünden önemli bir aşama olarak kabul edilmektedir. Bu çalışma Devlet tarafından nüfus kaydının tutulması gerekliliğini ve zorunluluğunu ortaya koyması açısından önemli bir olgudur. Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğunun güçlü ve zengin olduğu dönemlerdeki “himayeci” tutumunun dini kurallarla birleşmesi sonucunda yepyeni bir vatandaşlık anlayışı geleneksel bir hale dönüşmüş ve “yalnızca Osmanlı ülkesinde yaşıyor olmak” vatandaş olabilmek için yeterli bir koşul olarak görülmüştür. Her ne kadar, ulusal sınırlar içerisinde yaşayanlar arasında müslim ve gayrimüslim biçiminde bir ayrım söz konusu edilmiş ise de bu ayırım, kişinin vatandaşlığından çok statüsü ile ilgili bir husus olmuştur. Böylece bir Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğunda, vatandaş olabilmek için İslam dinine mensup olmanın yeterli koşul olarak görülmesi nedeniyle, bu Türk Devleti topraklarında yaşayan Türkler kendi devletleri içinde Araplarla ve Arnavutlarla eşit sayılmışlar ve imparatorluk nimetlerinden de eşit olarak yararlanmışlardır. Bu köklü anlayış nedeniyle Devletle kişi arasında oluşturulan “vatandaşlık bağı” yalnızca dinsel kurallara dayalı kalmıştır. İmparatorluğun çöküş döneminde ise bu vatandaşlık bağının güçsüzlüğü kendisini göstermiş ve Devlet yüzlerce yıldır koruduğu, beslediği ve yücelttiği tebaası tarafından yıkılmaya, yok edilmeye çalışılmış, dört bir yandan başlayan ihanetlerin ardı arkası kesilmemiştir. Özellikle İmparatorluğun son 50 yılı içerisindeki çöküntüden pay alma sarhoşluğuna kapılan yabancılara, yerli halkın da “yabancılaşarak” katılması nedeniyle Devlet, işin önemini kavramış ve vatandaşlık konusunu “dinsel kurallardan ve geleneksel anlayış tarzından” uzaklaşarak yeniden düzenlemiştir. Bu yeni düzenleme 1869 tarihli Osmanlı Tabiiyet Kararnamesi ile gerçekleştirilmiş olup, bu yasa ile dinsel anlayış bir kenara itilerek vatandaş olma şartı “kan bağına ve toprak esasına” dayandırılmıştır. Bugünkü vatandaşlık uygulamalarının da temel ilkelerini oluşturan “kan bağı ve toprak esası” Devletle birey arasındaki hukuki statüyü kesin ve vazgeçilmez çizgilere ulaştırmış, vatandaşlık bağının oluşmasını ve gelişmesini her Türkün doğal yapısında bulunan milli duygularının sarsılmaz gücüne emanet etmiştir.


Böylece nüfus kaydının oluşturulması amacıyla yapılan yazım ile vatandaşlık işlemlerinin yeniden düzenlenmesi olgusu Devletin “nüfus hizmetleri” konusunda duyduğu ihtiyacın açık bir göstergesi olmaktadır. Nitekim 1870 tarihli “İdarei Umumiyei Vilayet Nizamnamesi” ile ihtiyaç duyulan yenilikler getirilmiş ve bu arada il idare şube başkanları arasına “emlak” ve nüfus memurları katılmışlardır. Bu Nizamnamenin (Tüzüğün) 31 inci maddesine göre nüfus memurları “il içerisinde emlak ve arazinin ve nüfusa ait kuyudatı düzenlemek ve doğum, ölüm ve yer değiştirmeye ve pasaportlara ilişkin işlemleri” yürütmekle görevlendirilmişlerdir. Bu Tüzüğe göre, liva ve kazalarda emlak ve nüfus memurlarının görevleri ildekilerin bir benzeri olarak tespit edilmiştir. Keza, 1876 tarihli Kanun-u Esasi’ nin 8 inci maddesinde de “Devlet-i Osmaniye tabîiyetinde bulunan efradın cümlesi herhangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.” hükmüne yer verilerek görev bir “Anayasal görev” niteliğine erişmiştir. Esasen Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün tarihsel gelişimi, İçişleri Bakanlığının kuruluş ve gelişmesiyle çok yakından ilgilidir. Bakanlığın teşkilat yapısında, ülkenin gelişen ve değişen ihtiyaçlarına karşılık vermek üzere ortaya çıkan değişiklikler ile nüfus hizmetlerine ilişkin görüş ve düşüncelerdeki değişiklikler de bu Genel Müdürlüğün kuruluş ve görevlerini etkilemiştir. Önce 1836 yılında “Umuru Mülkiye Nezareti” adı altında kurulan ve daha sonra 1838 yılında “Dahiliye Nezareti” olarak adı değiştirilen bu Nezarete bağlı olarak “nüfus hizmetlerini yürütmek üzere” 1884 yılı Ekim ayında “Nüfusu Umumiye Müdüriyeti” kurulmuştur. Bu Genel Müdürlüğe 1889 yılında “Sicilli Nüfus Ahali İdarei Umumiyesi” adı verilmiş ve asıl hizmetinin yanında pasaport kalemi, mürur kalemi, vilayet kalemi, dersaadet kalemi gibi alt kademelere ayrılarak yapılanmıştır. Bu yapı gereğince Osmanlı halkına ilk nüfus tezkeresi dağıtılmaya başlanmıştır. Ancak bu nüfus tezkerelerinin, herhangi bir nüfus kaydına dayanmaması ve tezkereyi taşıyan kişinin herhangi bir nüfus kütüğüne kayıtlı olmaması nedeniyle özel ve resmi işlemlerde pek yararlı olamamıştır. Bu sebeple toplumumuz hiçbir işe yaramayan bu belgelere “kafa kağıdı” adını takmıştır. Devlet de bu belgelerden bir yarar sağlanamayacağını anladığından, hizmete ilişkin kalıcı ve bu işlemlere çözüm getirici bir sistemin arayışına geçilmiştir. Düşünülen sistemin temel unsurunu oluşturacak olan ilk “Genel Nüfus Yazımı” 1905 yılında yapılmıştır. Bu yazımda elde edilen kayıtlardan ilk nüfus kütükleri düzenlenmiştir. Bundan sonraki aşama, nüfus kütüklerinin güncelliklerinin sağlanması ve bu kayıtlara dayanılarak nüfus cüzdanı verilmesi işlemi oluşturmaktadır. Nüfus kütükleri; nüfus esas defteri ve vukuat defteri olmak üzere birbirini bütünleyen iki ayrı unsurdan meydana gelmektedir. Nüfus kütüklerinin tutuluşuna ilişkin ilkeler ise; nüfus kütüklerine yalnızca Türk vatandaşlarının kaydedilmesi, kütüğe kayıt edilirken ikamet edilen yerin esas alınması, kayıt sırasında “Secere” düzenine özen gösterilmesi, kütükte her aileye bir bölüm (hane) ayrılması, nüfus kayıtlarının kişinin kimliğine ilişkin bilgiler yanında mensup oldukları dini, mesleğini, sanatını, okur-yazarlık durumunun ve bedensel özürlerini de kapsaması, kütüklerin yazımında Arap harf ve sayıları ile tarihlerinin yazımında hicri-kameri ve Şemsi Takvim esasının kullanılması, misafir nüfus durumunda bulunanların, misafir defterine kaydedilmekle birlikte yerli kayıtlı oldukları yer nüfus idarelerine bildirilmesi, nüfus kayıtlarının yalnızca mahkeme kararı üzerine düzeltilebilmesi veya değiştirilebilmesi, doğum, ölüm ve yer değiştirme işlemleri için muhtarlarca verilecek belgelerin, evlenme ve boşanma işlemleri için imam, papaz veya haham tarafından verilecek belgelerin kullanılması, bütün işlemlerin amir ve savcı tarafından denetlenmesi biçiminde tespit edilmiştir. Bu ilkelerin uygulanması sürerken, Dahiliye Nezareti merkez örgütünün 1914 tarihli Tüzükle yeniden düzenlenmesi üzerine nüfus hizmetlerini yürütmekle görevli olan Genel Müdürlüğe “Nüfus Müdüriyeti” adı verilmiş ve görevleri de “Devletin nüfus işlemlerini ve Bakanlığın bununla ilgili yazışmalarını idare ve icra etmek ve nüfus istatistiklerini düzenlemek ve nüfus yazımı yapmak” olarak belirlenmiştir. Yine nüfus hizmetlerinin ve nüfus idarelerinin köklü bir biçimde düzenlenmesi aynı yıl içinde gerçekleştirilmiştir. 1914 tarihli “Nüfus Kanunu” ile 02/04/1915 tarihli “Sicilli Nüfus İdarelerinin Teşkilatı İle Memurların Vezaifini Mübeyyin Nizamname” ile nüfus idarelerinin kuruluş ve görevleri toplu bir biçimde ele alınarak düzenlenmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyet Dönemi

Osmanlı İmparatorluğu döneminde uygulanan sistem Cumhuriyet dönemine kadar herhangi bir değişiklik görmeden süregelmiştir. Ancak Cumhuriyet döneminde ve özellikle de Atatürk devrimleri karşısında etkilenmiş ve mükemmel bir olgunluğa erişmiştir. Şöyle ki; 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununun (Anayasanın) kabulü ile vatandaşlık hakkı bir esasa bağlanmıştır. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 88 inci maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sınni rüşde vüsulunde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibinde Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.” “Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir” denilmektedir. 1925 yılında takvim başlanıcında olarak “Miladi takvim” esas alınması benimsenmiştir. Böylece 01/01/1926 tarihinden itibaren 1300’lü tarihler 1900’lü olarak yazılmaya başlanmıştır. 1926 yılında Türk Kanunu Medenisinin yürürlüğe konulması ile evlenme ve boşanma işlemlerinde ve bu olayların bildiriminde kullanılan ilmühaber esası kaldırılmış, bunların yerini evlenme bildirimi ve mahkemelerce verilen boşanma kararları almıştır. 1927 yılında 1041 sayılı Şeraiti Muayyenei Haiz Olmayan Osmanlı Tebaasının Türk Vatandaşlığından Iskatı Hakkında Kanun ile bazı şahısları kapsayacak şekilde vatandaşlık işlemleri bir kez daha düzenlenmiştir. Hemen bunun ardından da 1928 yılında 1312 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu yürürlüğe konulmuştur. 1928 yılında Latin alfabesinin kabulü ile kütüklerin yazımında Arap harfleri ve sayıları terkedilmiştir. 1930 yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile Köy Kanunu nedeniyle işlemlerde değişiklikler yapılmıştır. 1934 yılında tescil edilmeyen birleşmelerle ve bunlardan meydana gelen çocukların nüfus kütüklerine cezasız ve kolaylıkla nesebi sahih olarak tescilini sağlamak amacıyla geçici süreli kanun çıkarılmıştır. Halk arasında Af Kanunu denen bu uygulama günümüze 1945 yılında 4727 sayılı Af Kanunu, 1950 yılında 5524 sayılı Af Kanunu, 1956 yılında 6652 sayılı Af Kanunu, 1961 yılında 225 sayılı Af Kanunu, 1965 yılında 554 sayılı Af Kanunu, 1966 yılında 780 sayılı Af Kanunu, 15/05/1974 tarihinde 1083 sayılı Af Kanunu, 28/06/1974 tarihinde 1826 sayılı Af Kanunu, 1981 yılında 2526 sayılı Af Kanunu, 1991 yılında 3716 sayılı Kanunla süregelmiştir. 1934 yılında her aile ve kişi soyadı almış, unvanlar ve lakaplar kaldırılmıştır. 1945 yılında bazı ay adlarında değişiklik yapılmıştır. Görüldüğü üzere bu değişiklikler yeni bir sistem getirmemekle birlikte, köklü sistemi desteklemiş, sadeleştirmiş, kolaylaştırmış ve güncelleştirmiştir. Cumhuriyet döneminin toplumsal yaşamımızda batılılaşma süreci içine girmesine ve yeni yaşam tarzı benimsemesine neden olan Türk Medeni Kanunu, Soyadı Kanunu, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, Köy Kanunu, Vatandaşlık Kanunu, İskan Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Kemal Öz Adlı Cumhurreisimize Verilen Soyadı Hakkında Kanun, Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun Ve Bunların Uygulanmasını Gösterir Tüzük ve yönetmelikler nüfus hizmetlerinde geniş ölçüde değişim meydana getirmiştir. Keza 1950 yılında İsviçre’nin Bern şehrinde kurulan Milletlerarası Kişi Halleri Komisyonuna 1953 yılında üye olan ülkemizin, bu komisyonla ilgili Türk Milli Seksiyonunun sekreterya işlerini de Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü yürütmektedir. Bununla ilgili olarak, kişilerin durumuna, aile ve uyrukluk haklarına, üye devletler arasında ortaya çıkan kişi hallerine ilişkin sorunlara çözüm getirmek amacıyla çalışmalar yapan ve çeşitli konularda sözleşmeler hazırlayan bu komisyonun “en çok öneri getiren” üye olarak Türkiye önemli bir konumdadır. Nitekim bu komisyonca hazırlanan 31 ayrı uluslararası sözleşmenin 6 tanesi hariç tümü imzalanmış ve bunların hepsi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmış bulunmaktadır. 27 mayıs 1960 İnkılabından sonra Kurucu Meclis tarafından hazırlanan 1961 Anayasasının “Siyasi haklar ve ödevler” başlıklı 54 üncü maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın ve Türk ananın çocuğu Türk’tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu Kanunla düzenlenir. Vatandaşlık, Kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak Kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz” denilmektedir. İlerleyen tarih içinde nüfus cüzdanları değerli kağıt niteliğine kavuşturulmuş ve 1963 yılında 210 sayılı Değerli Kağıtlar Kanunu kapsamına alınmıştır. Halen yürürlükte bulunan 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu 1964 yılında, 1961 Anayasasının hakim olduğu görüş doğrultusunda hazırlanmıştır. 1965 yılında Türk Medeni Kanununun Velayet, Vesayet ve Miras Hükümlerinin Uygulanmasına Dair Tüzük yürürlüğe konulmuştur. 1960’lı yılların sonunda Almanya’nın duyduğu insan gücü ihtiyacını Türkiye’den karşılaması nedeniyle yurt dışına büyük ölçüde göç başlamıştır. Sanayi kentlerimizden, nitelikli ve niteliksiz işçilerin yurt dışına gitmesi sonucunda, bunların boşalttığı yerler için bu defa da yurt içindeki göç bazı düzenlemelere ihtiyaç göstermiştir. Bu nedenle 1913 yılından beri yürürlükte bulunan Sicilli Nüfus Kanununun yerini alacak Nüfus Kanununun hazırlıkları yapılmıştır.

Advertisement