Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Bakınız

D.
Nefs.
RNK/Nefs
Nefis.
نفس.
Nefes.
Nefisler.
Enfas.
انفلس.
Enfus.
Enfüsi.
Afaki
Enfüsi. Afakî


Nefse ders
Nefse bir ders
Bediüzzaman birçok bahsin başında “Ey nefis!”, “Ey nefsim!”, “Ey bedbaht nefsim!” vs. hitabında bulunur.
Ey nefsim! Deme ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder.’ Zira ölüm değişmiyor, hayat başkalaşmıyor, acz-i beşeri ve fakr-ı insânî ziyadeleşiyor.”
Her ehl-i kemal nefisten şikâyetlerde bulunmuştur.
Nefis kusurları kendine almaz, avukat gibi kendini müdafaa eder”, “tezkiye-yi nefs etmemek” gibi birçok hakikat nefsin unutulmaz bahisleridir.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın (nefsinizi ıslâh edin). Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez” (Maide: 105) âyetinde emir buyurulur.
En büyük düşmanın, içinde bulunan nefsindir” (Beyhaki)
Gerçek mücahid, nefsi ile mücadele edendir” (Tirmizî)
Uhud Savaşından dönerken “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” demişti Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm).
Nizâmî ise şöyle seslenmiş:
Kendi nefsine galip gelen, bütün âlemi emri altına alır.”
Laedri ise bu meseleye şu pencereden bakar:
“Haricî hasmı, helâk etmek değildir erlik,
Vur nefs-i ejderini Rüstem isen, budur mertlik
“Adavet kılma kimseye, sana nefsin yeter düşman,
Ki, zira senden ayrılmaz, ömür âhir olunca taaa”
Ve atasözünde şöyle dillendirilir:
“Kendine hükmedemeyen uşak alır”
La Fontaine ise buna başka bir pencereden bakar:
Köleliğin en kötüsü, kendi nefsine köle olmaktır.”
Yunus feryad eder:
Aklı olan korkmak gerek; nefs elinden, hırs elinden
Nefstir seni yola koyan; yolda kalır nefse uyan
Ve Ziya Paşa seslenir:
Avrat gibi mağlûb-u hevâ olma; er ol er,
Nefsin seni râm etmeye, sen nefsini râm et
Ferîdüddîn-i Attâr buna şu sözleri ekler:
Nefsi kulluk vazifesine çağırdı mı, ayak sürür.”
Abdurrahim Karakoç ise şu beyitleri ile seslenir:
Kul odur ki nefsini yular ile güde, / Mal o ki, bekçisini muazzez ede,
Dil o ki, her yerde hakkı konuşa, / Yol o ki, dostoğru Hakka gide.”
Zalimdir, gaddardır, sefihtir ve şeytandan ders alır nefs-i emmâre.
Bu asırda bir sel hâlinde insanları günahların peşinde sürüklemektedir.
Nefsi ıslâh etmeyen başkasını ıslah edemez.
"Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım." Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "beş ikaz"ı benden işit. Birinci ikaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur. İkinci ikaz: Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor;
Ey nefis! Ey zevke mübtela bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab âdeta güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmağa mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı maneviyesi bin derece müreccahtır.. diye bu iki hakikatla hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu, şeytan dahi sustu. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası ***** Nefsimle bir muhavere Ey nefis! Ey zevke mübtela bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab âdeta güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmağa mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı maneviyesi bin derece müreccahtır.. diye bu iki hakikatla hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu, şeytan dahi sustu. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası

NEFS

Çok kıymetli olmak, cimrilik etmek, haset etmek, nazar etmek, kadın âdet görmek, layık görmemek anlamlarındaki "n-f-s" kökünden türeyen nefs (çoğulu, enfüs ve nüfûs) sözlükte ruh, can, akıl, insanın şahsı, bir şeyin varlığı, zatı, içi, hakîkati, beden; ceset, kan, azamet, izzet, kötü söz, bir şeyin cevheri, arzu ve istek demektir.

İnsandaki nefsin mahiyeti hakkında ihtilaf edilmiştir. Nefsin, rûhânî bir cevher ve gözle görülmeyen latîf bir varlık olduğunu, nur ve ziyadan yaratıldığını söyleyenlerin yanında latîf bir cisim, kan ve araz olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bilginlerin çoğunluğuna göre ruh ile nefis ayrı şeylerdir. Ruh ve nefsin aynı şeyler olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Kur'an'da nefs[]

Nefs kavramı Kur'ân'da tekil ve çoğul olarak 295 defa geçmiş ve Âdem (a.s.) (Nisâ, 4/1; En'âm, 6/98), anne (Nûr, 24/12), insan (Mâide, 5/45), ehl-i din (Nûr, 24/61), can (Nisa, 4/66), ruh (En'âm, 6/93), beden (Âl-i İmrân, 3/185), bedenle beraber ruh (Bakara, 2/286), Allah'ın zatı (Âl-i İmrân, 3/28), kişi (Bakara, 2/286), kendisi (Fussilet, 41/46), hem cins (Tevbe, 9/128), insanın iç âlemi (Bakara, 2/248), ilâhî tekliflere, emir ve yasaklara, müjde ve uyarıya muhatap olan insanın manevi varlığı (Yûsuf, 12/53; Kıyame, 75/12; Fecr, 89/27) kalp, göğüs (Bakara, 2/77, 109) ve cins (A'râf, 7/118) anlamlarında kullanılmıştır.

Nefs, hem insanın maddî varlığını ve hem de insanda var olan fakat gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu eden manevî varlığını ifade eder: "O Allah ki, sizi bir tek nefisten inşa etti... " (En'âm, 6/98); "Gerçekten nefis kötülüğü emreder" (Yûsuf, 12/53); "Hayır daima kendini kınayan nefse yemin ederim." (Kıyame, 75/2); "Ey huzura eren nefis!" (Fecr, 89/29); "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz..." (Kaf, 50/16) âyetleri ve "İnsanın en büyük düşmanı nefsine (heva ve hevesine) uymasıdır" (Aclûnî, I, 160) hadisinde geçen "nefs" kelimesi bu manayı ifade eder.

Tasavvufta nefs[]

Tasavvufta nefs kavramı, kendisinde irâdî hareket, duygu ve hayat kuvveti bulunan latîf bir cevher şeklinde tanımlanmaktadır. Kötülüğü emreden anlamına geldiği gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmanî, ilâhî ben anlamında da kullanılmıştır. Mutasavvuflar nefsi; nefs-i emmâre, nefs-i levvame, nefs-i kâmile, nefs-i râziye, nefs-i merdıyye, nefs-i mutmainne, nefs-i mülheme, nefs-i zâkiye ve nefs-i sâfiye kısımlarına ayırmışlardır. (İ.K.)

NEFSE ZULÜM[]

"Nefse zulüm"; bir insanın dünya veya âhirette kendisine zarar verecek inanca sahip olması, söz, fiil ve davranışlarda bulunmasıdır. (bk. Zulüm)

"Nefse zulüm" ifadesi Kur'ân'da 29 defa geçmektedir. İnkâr etmek (Nahl, 16/28), iki yüzlülük (nifâk) (Nisâ, 4/64), Allah'a ortak koşmak, günah olan ve nefse zarar veren söz, fiil ve davranışlar (Âl-i İmrân, 3/135; Nisâ, 4/110), ilahî sınırları çiğnemek (Talâk, 65/1), İslâm'ın emir ve yasaklarına uymamak (Tevbe, 9/36) nefse zulümdür.

Kâfir, münâfık ve müşrikler, inkâr, nifak, şirk ve isyan sebebiyle nefislerine zulmettikleri gibi, müminler de Allah ve Peygamberin farz olan emirlerine uymadıkları, yasakları ihlal ettikleri, haram-günah olan söz, fiil ve davranışlarda bulundukları zaman nefislerine zulmetmiş olurlar. Her günahın ve kötülüğün cezasını kişinin kendisi çeker. Namaz kılmayan, oruç tutmayan, yalan söyleyen insan, nefsine zulmetmiş olur.

Fâtır sûresinin 32. âyetinde müminler, üç kısım olarak zikredilmiştir: "Nefsine zulmeden", "muktesid" ve "sâbık". "Nefsine zulmeden"; kötülükleri iyiliklerinden fazla olan, büyük günah işleyip tevbe etmeden ölen, inkâr etmeksizin nimetlere nankörlük eden, helal-haram demeden mal kazanan, ibadetlerini gafletle yapan, Kur'ân'ı okuyup onunla amel etmeyen, amelinde kusuru olan, emir ve yasaklara uymayan kimsedir, şeklinde tanımlanmıştır.

Küçük-büyük, kişinin kendisine veya başkalarına yönelik bütün günah, söz, fiil ve davranışları nefse zulümdür. (İ.K.)

NEFS-İ EMMÂRE[]

Sözlükte "emredici nefis" anlamına gelen nefs-i emmâre, dini bir kavram olarak, kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis demektir. Kur'ân'da Hz. Yusuf'un dilinden şöyle buyrulmaktadır: "Ben nefsimi temize çıkaramam. Kuşkusuz nefis, kötülüğü durmadan emreder..." (Yûsuf, 12/53). Nefs-i emmâre, kötü fiil ve davranışların kaynağıdır. Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o bulunduğu duruma göre çeşitli sıfatlarla nitelenebilmektedir. Şehvete tabi olup, üzerine gazap hakim olduğu zaman sahibine kötülük yapmasını emreder. Kötülüğü şiddetle arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet ederek, ilahi rahmetin gölgesi altına sığınanlar, nefsin arzuladığı haram şeyleri işlemekten kaçınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. (M.C.)

NEFS-İ KÂMİLE[]

Sözlükte "olgun nefis" anlamına gelen nefs-i kâmile, tasavvufta, bütün olgunluk özelliklerini elde etmiş, irşâd durumuna geçmiş nefis demektir. Buna nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye ve nefs-i zekiyye de denilir. (M.C.)

NEFS-İ LEVVÂME[]

Sözlükte "kınayıcı nefis" anlamına gelen nefs-i levvâme tasavvufta, kalbin nuru ile bir parça nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefis demektir. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: "Hayır, daima kendini kınayan nefse and içerim." (Kıyame, 75/2). Bu nefis, kıyamet günü dünyada iken yaptığı kötülüklerden ve elindeki imkân ve fırsatları en iyi şekilde değerlendirmediğinden dolayı pişmanlık duyar. Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin farkındadır, gafletten bir nebze sıyrılmıştır. Yeterince olgunlaşmadığı için kötülükleri işlemeye devam eder. Ancak bununla birlikte nefsini hesaba çeker ve yaptığı kötülüklerden tevbe eder. (M.C.)

NEFS-İ MARDİYYE[]

Sözlükte "hoşnut olunan nefis" anlamına gelen nefs-i mardiyye, tasavvufta, bütün benliği ile Hakk'a teslim olan, Allah'ın kendisinden razı olduğu nefis demektir. Bu niteliğe kavuşan nefis, insanları sırf Allah rızası için sever, onların kusurlarını affeder, şefkat ve merhamet sahibidir, nefis muhasebesini en iyi şekilde yapar, cömert, hassas ve ince düşünceli bir yapıya sahiptir. Böyle nefisler için Allah kıyamet günü şöyle buyuracaktır: "Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!" (Fecr, 89/27-30) (M.C.)

NEFS-İ MUTMAİNNE[]

Sözlükte "doyuma, huzura, rahata kavuşmuş nefis"anlamına gelen nefs-i mutmainne dini bir kavram olarak, iman eden, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiçbir şüphe ve tereddütü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefis demektir. Fecr sûresinin son âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir" hitabına mazhar olan bu nefistir (Fecr, 89/27-30). Bu niteliğe kavuşan nefis, cömertlik, doğruluk, alçak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel huy ve sıfatları kazanmıştır. Daima tevekkül, tefviz, teslim, sabır ve rıza halleri içindedir. (M.C.)

NEFS-İ MÜLHEME[]

İlham edilmiş nefis demektir. Bundan maksat, insana iyiliği ve kötülüğü, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilecek yeteneğin verilmiş olması demektir. Kur'ân'da, "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun." (Şems, 91/7) denilmektedir. (M.C.)

NEFS-İ RADİYE[]

Sözlükte "razı olan, hoşnut kalan nefis" anlamına gelen nefs-i radiye, tasavvufta, her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gafil olmama şuuruna eren ve O'ndan razı olan nefis demektir. Bu mertebedeki nefis, kendi iradesinden vazgeçip Hakk'ın iradesine tabi olur. Hiçbir şeyden şikâyetçi olmaz.

Nefs-i radiye, Allah için ibadet, zikir ve tâat ile meşgul olarak dünyaya gönül vermeyen, hayvâni nefsin arzu ve isteklerini terkeden, Allah'ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini bırakan kamil kimsenin ruhudur. Bu makama erişmiş olan kimse, şüpheli şeylerden uzak durur (vera), keşif ve keramet sahibi olur. Allah Teâlâ bu mertebeye erişenlere,

"Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnut olunmuş olarak Rabbine dön!" (Fecr, 89/27-28) diye hitap edecektir. (M.C.)

NEFİS insanda bulunan kalp ve ruh gibi bir cevher. Bunların varlığını ilâhi dinler bildirmektedirler. Bu üç cevher, birbirinin aynı değildir. Herbirinin ayrı ayrı hassaları, özellikleri vardır. Kur’ân-ı kerîm, üçünün de varlığını haber veriyor.

Allahü teâlâ, insanlarda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış ise de, insanların muhtâç oldukları şeylere kavuşmaları, bulduklarını kullanabilmeleri ve korktuklarına karşı savunabilmeleri için, bu kolaylığı ihsân etmiştir. Yalnız, en lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini insanlara da ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini insanlara da ihsân etmiştir. Bu iki nîmetten daha az lüzûmlu olan ihtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmaya mecbur kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtaç oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâç gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtaç olduğu bu çeşitli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu kuvvet, nefis kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadap edilenlerle mücâdele etmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, hep zararlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefis, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yedirir.

İnsanlara verilen akıl nîmeti, nefsin iyi ve kötü isteklerini ayırması, aşırılıklarına mâni olması içindir. Akıl bu işleri elinde bir ölçü olmadan ve mutlak doğru netice veren kâideler bulunmadan yapamayacağından ve insanların nefisleri tarafından felâkete sürüklenmemeleri için Allahü teâlâ ayrıca peygamberler ve dinler göndermiştir. İnsanın aklı, nefsin isteklerinin zararlı olduklarını anlayıp, peygamberlere uymak lâzım olduğunu kalbe bildirir. Kalp de bunu dinleyip, peygamberlere uyunca insan saâdete kavuşur. İlâhi dinlerin bildirdiği emir ve yasaklar hem nefis arzularına uymağı sınırlamakta hem de nefsi temizleyip emmârelikten, yâni aşırı ve taşkın olmaktan kurtarmaktadır. Allahü teâlânın peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiği emir ve yasakların tamamına “ilahî dinler” veya “İslâmiyyet” denir. Nefis, şehveti ve gadabı aşırı olarak çalıştırdığı için buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise bu arzuları frenlediği, tahdit ettiği için insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan İslâmiyyete uymak istemez, nefse uymak ister. İnsan bu hâliyle hakikatte dünyâda ve âhirette sonsuz felaketlere sürüklenmektedir. Saâdeti felaketten, doğruyu eğriden ayırabilecek şekilde yaratılan akıllarını kullanıp İslâm dînine uyarsa, nefsi emmârelikten kurtulup “mutmainne” olur. Bu vakit şehveti ve gadabı da faydalı olarak çalıştırır. Böylece yaratılışta karanlık ve pis olan nefis kalbin emri, idâresi altına girip, İslâmiyyete tam uyarak tezkiye bulur, temizlenir, yaratılışındaki pislikten kurtulur ve saâdete kavuşur.

Nefsin Makamları: Nefsin İslâmiyyetin emir ve yasaklarına uyması ile tezkiyesi, temizlenmesi mümkündür. Nefsin tezkiyesi, doğru bir îmâna sâhip olduktan sonra, İslâmiyetin hükümlerini, yâni farzları, haramları, vacib ve sünnetleri öğrenip, bütün işleri öğrenilenlere göre yaptıktan sonra mümkündür. Nefis tezkiyesi ile kalp de, kötü düşüncelerden, tasfiye olur, pislikleri temizlenir. Nefsin, Allahü teâlâya tam teslimiyeti, evliyâlık makâmının en yüksek derecesidir ki, buna “Nefs-i kâmile” denir. Nefis bu makama kavuşmadan önce altı makamdan geçer.

1- Nefs-i emmâre: Buna nefs-i nâtıka da denir. Hep kötülük ve aşağılık ister. Allahü teâlânın gönderdiği dinlere inanmaz, îmân etmez, kâfirdir. Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emir etmek ister. İnsanların nefs-i emmâresi, mevki almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzusu şef olması, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Kendisinin kimseye muhtaç olmasını, başkasının emri altına girmeyi istemez. Nefsin bu arzuları ilah olmak, mâbud olmak, herkesin kendisine tapmasını istemektir. Hattâ nefs-i emmâre o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, her şey yalnız onun emriyle olsun ister. Yûsuf sûresi 53. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki nefs hep günâh işlemeyi (kötülüğü) emredicidir.” buyruldu.

Nefs-i emmâre, kötülükler deposudur. Yaratılışı günahlara meyillidir. Kendini iyi sanarak câhilliği daha çok artmıştır. Hele gençlik çağı nefs-i emmârenin en azgın olduğu zamandır. Kâfirlik, câhillik, kibir (büyüklük taslamak), hırs, kızgınlık, cimrilik, şehevî arzulara düşkünlük, haset (çekememezlik), boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, alay etmek, eziyet ve sıkıntı vermek vb. kötü huylar hep onun sıfatlarındandır. Bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefis benim düşmanımdır.”

Nefs-i emmâreyi, yıpratmak, azgınlığını önlemek için İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktan başka çâre yoktur. Nefsin temizlenmesi, onunla cihad etmekle olur.

2. Nefs-i levvame: Nefis, kötülükleri emretmekten pişmanlık duyup, kendini çok levm eylediğinden (ayıpladığından) ismi “Levvâme= çok ayıplayan” olmuştur. Nitekim Allahü teâlâ Kıyâme sûresi 2. âyetinde meâlen; “Ne kadar tâat etse de, yine bunları az görüp dâima kendini kınayan nefse yemin ederim.” buyurmuştur.

Nefs-i levvâme sâhipleri, kötülükleri ayıplamak tâat ve ibâdetlere heves etmek, tefekkür hâlinde bulunmak, hayret ve taaccüpleri çok olmakla berâber, insanlara îtirâzları, kahır ve sıkıntı göstermeleri, onlara minnet etmeleri, gizli riyâya düşmeleri, makam ve şehvet sevgisi gibi kötü huylarla sıfatlanırlar. Fakat bu nefis, bildirilen sıfatları ile hakkı hak, bâtılı bâtıl görür ve bilir ki, bu sıfatlarla huzursuzdur. Ne yapsın ki kurtulmaya gücü yoktur. İslâmiyete sevgisi ve hakîkî İslâm âlimlerine bağlılık isteği dâimî ve kararlıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât, sadaka vermek gibi sâlih amelleri vardır. Fakat kendisini henüz ucub (ibâdetlerini beğenmek) ve gizli riyâdan (gösterişten) kurtaramamıştır.

3. Nefs-i mülhime: Doğrudan doğruya Allahü teâlânın ilhâmına kavuşan nefistir. Şeytan ona musallat olamaz. Onun vesvesesine kulak vermez. Rabbiyle bağlılığı öyle artmıştır ki, melek bile aracı değildir. Nefsin bu makâmı, hakîkî îmâna kavuşma anlarının başlangıcıdır. Allahü teâlâdan başkası ile bağlılığı kalmamıştır. Ruhlar âlemine yükselmiştir. İlim, cömertlik, tevâzu, sabır, tahammül, özürü kabûl, başkaları hakkında hep hüsn-i zan etmek ve onların eziyetlerine katlanmak gibi sıfatlara sâhip olmuştur.

4. Nefs-i mutmainne: İslâmiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmayan ve Resûlullah efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmaktan zevk, lezzet alan nefistir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de Fecr sûresi yirmi yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen bu nefse; “Ey mutmainne olan nefis!” kelâmıyla hitâp etmektedir. Böyle olan kimsenin her sözü ve hareketi Kur’ân-ı kerîm’e uygun, Peygamberimizin hadîs-i şerîflerine mutâbıktır. Cömertlik, yumuşaklık, güler yüzlülük, sabır, tevekkül, rızâ, doğruluk, teslimiyet, şükür, huzur ve tâzim gibi bütün güzel sıfatlar kendisinde mevcuttur. Allahü teâlânın her işinden râzıdır. Allahü teâlâ da ondan râzı olmuştur. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenlerdendir.

5. Nefs-i râdiyye: Allahü teâlâdan râzı olan nefistir. Her hâlinde rızâ ile sıfatlanmıştır. Allahü teâlâ bu nefse; Kur’ân-ı kerîmde Fecr sûresi yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbine, sen O’ndan râzı ol ve O senden râzı olarak dön!” kelâmıyla hitâp etmektedir. Beşerî sıfatlardan temizlenmiş olarak kemâle gelmiştir. Bu nefsin hâli ancak zevk ile tadarak anlaşılır. Tam bir teslimiyet ve rızâ üzeredir. Allah’tan başka her şeyi unutmuştur. Her türlü haramlardan ve şüphelilerden verâ, ibâdetlerinde ihlâs, muhabbet ve huzur içindedir. Birçok kerâmetlere kavuşmuştur. Bu halleri sebebiyle âlemde meydana gelen her şeyi îtirâzsız, gönül hoşluğu ile kabûl edip, hazzalır. Hiçbir kötülüğü, kendinden gidermek için uğraşmaz, didinmez. Kendi hâline bırakmıştır. Bu halde iken bile insanlara nasîhatla emir ve nehiy (yasak) edebilir. Bu hal onu Allah’ın kullarını (irşattan alıkoymayıp işine devâm eder. Sözünü duyan ondan istifâde eder.

Nefsi bu makâma kavuşan kimse, Hakk’ın huzûru ile edep deryâsına dalar. Duâsı aslâ redd olmaz. Fakat edep ve hayâsı çok olduğundan bir şey istemez. Çâresiz kalsa, duâ eder ve duâsı kabul olur. Bu kimse, Allahü teâlânın katında aziz ve mükerremdir. İnsanlardan ileri gelenler ve avam arasında da muhteremdir. İnsanlar ona niçin tâzim ve saygı gösterdiklerini bilemezler bile. Onun ise, bu saygı ve tâzime rağmen, insanlara aslâ meyli olmaz. O hep Allahü teâlâ ile meşgûldür.

6. Nefs-i mardiyye: Allahü teâlâ tarafından râzı olunmuş nefistir. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmıştır. İnsanlık sıfatlarının hemen hepsini terk etmiş ve en güzel ahlâk ile süslenmiştir. Hatâları affetmek, ayıpları örtmek, kimse hakkında sû-i zann etmemek, kötü düşünmemek ve hüsn-i zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek gibi sıfatlarla sıfatlanmıştır. İnsanları, tabiatlarının zulmetlerinden karanlıklarından, pisliklerinden, ruhlarının nûrlarına çıkarmak için onlara meyil ve muhabbet ederler. Bu meyil ve muhabbet Allah içindir. Bu, insanlara olan merhamettendir. Nefs-i emmâredeki sevgi ve meyil gibi değildir. Böyle olmak nefs-i mardiyyeye mahsus olup, halk ileHâlık’ın (yaratıcının) sevgisini birleştirebiliyor. Bu şaşılacak bir hal olup, ancak bu makâma kavuşanlara nasîb olur. Onun için bu makamda olan kâmil insan, görünüşte diğer insanlardan ayrılmaz, ama kalbi kibrit-i ahmer gibi olup, misli, benzeri bulunmayacak kadar azdır. Bunlar, seçilmişlerin seçilmişidir. Nur menbaı, esrar mâdeni, seçilmişlerin önderidir ve hâli ilm-i ilâhî dâiresidir. Kalbi, Allahü teâlâdan başkasından kurtulmuştur. Bu makamın sâhibi, Allahü teâlânın ve insanların yanında beğenilmiştir. Kendisi, Allahü teâlânın râzı olduğu her şeyden râzıdır. Değeri çok yüksektir. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği mârifetlerden, hikmetlerden, insanların anlayacağı şekilde söyler ve onlara faydalı olmaya çalışır.

7. Nefs-i kâmile (kâmil insan): Evliyâlık makâmının en yüksek derecesidir. Bütün kemâlâta, olgunluklara, yüksekliklere kavuştuğu için nefse “kâmile” ismi verilmiştir. Diğer nefislerde bulunan bütün güzel huylar ve sıfatlar, bu nefsin de sıfatlarıdır. Bu makâmın sâhibi olan kimse, bütün maksat ve arzularına kavuşmuştur. Bir tek murâdı vardır. O da, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır. Her hareketi tâat ve ibâdet olup, hep sevâp olan işlerdir. Sözleri tatlı olup, ilim ve hikmet doludur. Yüzünü gören, huzûra kavuşur. Bunu görenin kalbine Allahü teâlânın zikri ve fikri gelir. Allahü teâlânın emir ve yasakları ona çok kolay gelir.

Nefsin bu makâmına kavuşan kimse, tam bir velî, olgun bir mürşid (rehber) dir. Her an ibâdetle meşgûldür. Bedenin her uzvu ile ibâdettedir. Dili, eli, ayağı, gözü vs. haramlardan uzak olup, kalbi bir an Allah’tan gâfil değildir. Hep istiğfâr eder. Rızâsı ve sevinci, halkın Allahü teâlâya bağlanmasındadır. Kızması ve üzülmesi, onların Hak’tan gaflet ve yüz çevirmelerindedir. Hakkı, doğruyu isteyenlere rağbet ve muhabbeti, öz evlâdına olandan çoktur. Herkese emr-i mârûf ve nehy-i münker, yâni nasîhat edip, yumuşak ve alçak gönüllülükle söyler. Muhabbet ehlini sever. Sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Bununla berâber, kalbinde kimseye kötülük beslemez. Allah için olan işleri yapar. Ayıplayanların ayıplamasından çekinmezler, korkmazlar. Her işinde adâlet üzeredir.

Hevây-ı nefs[]

Kalp hastalıklarının, yâni kötü huyların birisi de nefsin hevâsına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmaktır. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur’ân-ı kerîm’de haber verilmiştir. Çünkü nefis dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, O’na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan küfre veya bid’at sâhibi olmaya yâhut fıska yâni haram işlemeye başlar.

Ebû Bekr Tâmistânî diyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefis, Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah Tüsterî diyor ki: “İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktadır.”

Resûlullah efendimiz uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda buyurdu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.”

Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır.” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymağa mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur.

Hadîs-i şerîfte: “Aklın alâmeti, nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.” buyruldu. Nefse uyup da, tövbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Sebebine yapışmadan bir şey beklemeğe “temenni” denir. Sebebine yapıştıktan sonra beklemeğe “recâ” denir. Temenni, insanı tembelliğe götürür. Recâ ise, çalışmağa sebep olur. Nefsin sevdiği, istediği şeylere “hevâ” denir. Nefis, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir.

Nefsinden sakın dâim, ona güvenme aslâ.

Yetmiş şeytandan daha fazla düşmandır sana

beyti tam yerinde söylenmiştir.

Nefsin, insanı haramlara ve mekruhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvânî arzularıdır. Hayvânî arzular ise, hep dünyâdaki ihtiyaçlardır. İnsan bu arzuların peşinde olduğu müddetçe, âhiret ihtiyaçlarını hazırlamakta geri kalır. Çok mühim bir şey de, nefis, mübahlarla doymaz. Mübahları kullanmayı arttırdıkça, isteklerini arttırır. Yine de doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Bundan başka, mubahları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep mîdesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur.

Nefis muhâsebesi[]

İslâm dîninde çok büyük önemi olan ve her Müslümanın her zaman ve hiç değilse günde birkaç kere yapması istenen nefis muhâsebesi, bir Müslümanın yaptığı işlerin İslâmiyete göre iyilerini kötülerinden, doğrularını yanlışlarından, güzellerini çirkinlerinden ayırması, kötülüklerine pişmân olup, tövbe etmesi ve bir daha yapmamaya karar verip azmetmesi, iyiliklerine de şükredip devâm üzere ve daha fazlasını yapmaya karar vermesidir.

Bu işin nasıl yapılacağını İmâm-ı Gazâlî hazretleri özetle şöyle bildirmektedir:

“Aklı olanlar, din büyükleri, bu dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefsiyle alış-verişte bulunduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennet’tir. Ziyânı da Cehennem’dir. Yâni kârı, ebedî saâdet, ziyânı da, sonsuz felâkettir. Bunlar nefislerini, ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile, önce şartnâme yapılır, sözleşilir. Sonra işlerine, sözünde durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesaplaşılıp, hiyânet yapmışsa mahkemeye verilir. Bunlar da nefisleriyle, bir ortak gibi, sıra ile şu işleri yaparlar: Şirket kurmak, onu murâkabe edip, gözetmek; muhâsebe, yâni hesaplaşmak; muâkâbet, yâni cezâlandırmak; mücâhede, yâni onunla uğraşmak ve muâtebet, yâni onu azarlamaktır.

Birinci iş, şirket kurmaktır. Ticâret ortağı insanın para kazanmakta ortağı olduğu gibi, bâzan da, hıyânet yapınca düşmanı olur. Halbuki, dünyâda kazanılan şeyler, geçicidir. Aklı olan buna kıymet vermez. Aklı olan kimse, hergün sabah namazından sonra, hatırına hiçbir şey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki:

“Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrar ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. Ömür bitince, ticâret sona erer. Ahirete yarıyan ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır ve âhiret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünyâ günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçemez. Bugün, bu nîmet elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamanın sızlamanın faydası yoktur. Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsâde etmeleri için, yalvardığını, sızlandığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi o günde bulunduğunu farz et. O halde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saâdete kavuşmamaktan, daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini gözlerini ve yedi âzânı haramdan koru!

Cehennemin yedi kapısı ve 7 uzuv[]

Cehennemin yedi kapısı var demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzuvları haramdan korumaz isen ve bugün ibâdet yapmaz isen, seni cezâlandırırlar! Nefis âsî, emirleri yapmak istemez ise de, nasîhat dinler ve riyâzet yapmak, istediklerini vermemek, ona tesir eder. İşte nefis muhâsebesi böyle olur.”

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Akıllı kimse ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.” Bir kere de buyurdu ki; “Yapacağın her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu izin verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işten kaç!” İşte her gün nefis ile böyle konuşmalı, hiçbir zaman onun oyuncağı hâline gelmemelidir.

İkinci iş, murâkabedir. Yâni nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır. Ondan gâfil olursan, kendi şehvetlerine ve tembelliğine döner. Allahü teâlânın, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar, birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin, işleri ve düşünceleri edepli olur. Zâten buna inanmayan kâfirdir. İnanıp da muhâlefet etmek ise, büyük cesârettir.

Üçüncü iş, amellerden sonra yapılacak muhâsebedir. Hergün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günahlardır. İnsan ortağına aldanmamak için, onunla hesaplaştığı gibi, nefse karşı daha uyanık davranmak lâzımdır. Çünkü nefis, çok hîleci ve yalancıdır. Kendi arzularını, sana iyi, faydalı gösterir. Her mubahı bile sormalı, “Bunu niçin yaptın?” demelidir.

Fakat insanlar kendilerini hesâba çekmiyorlar. Eğer her günah işledikte, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer omuzlarımızdaki kâtib melekler, her günahı yazmak için bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi.

Dördüncü iş, nefse cezâ yapmaktır. Nefsi ile hesap yapıp, kusurlarını görüp, cezâ verilmez ise, cesâret bulur, şımarır. Kendisiyle başa çıkılamaz. Şüpheli şey yemiş ise aç bırakılmalı, yabancı kadınlara bakmış ise, mübahlara baktırmamalı. Her âzâya böyle cezâ vermelidir. Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh diyor ki: İbn’l-Kezitî, bir gece cünüb oldu. Gusül etmeye kalkarken nefsi tembellik etti ve hava soğuk, hasta olursun, sabret yarın hamama git, dedi. Entari ile gusül etmeye yemin eyledi. Öyle yaptı ve “Allahü teâlânın emrinde gevşeklik yapan nefsin cezâsı budur.” dedi.

Beşinci iş, mücâhededir. Bâzı büyükler nefisleri kabahat yapınca cezâ olarak çok ibâdet ederlerdi. Abdullah ibni Ömer radıyallahü anh bir namazda, cemaate yetişmeseydi bir gece uyumazdı. Hazret-i Ömer bir cemâati kaçırdığı için, iki yüz bin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka verdi. Abdullah bin Ömer radıyallahü anh bir akşam namazını geciktirmişti. Hava kararıp iki yıldız görünmüştü. Bu kadar geciktirdiği için, iki köle âzâd eyledi. Böyle yapanlar çoktur. Nefsine ibâdetleri seve seve yaptıramayan kimseye en iyi ilâç sâlih bir zâtın yanında bulunmaktır. Onun, ibâdetleri zevkle yaptığını görerek, kendi de alışır. Birisi diyor ki, ibâdet yapmak için, nefsimde tembellik gördüğüm zaman, Muhammed bin Vâsi ile sohbet ediyorum, onunla birlikte bulunmakla nefsimin bir hafta içinde, ibâdetleri seve seve yaptığını görüyorum. Din bilgisi, aklı ve ihlâsı olan bir Allah adamını bulamayanlar, daha evvel yaşamış, sâlih insanların hayâtını okumalıdır.

Altıncı iş, nefsi tekdir etmek, azarlamaktır. Nefis yaratılışta iyi şeylerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur. Ve hep tembellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere nefislerimizi, bu huyundan vazgeçirmeyi, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bâzan okşamamız, bâzan zorlamamız ve bâzan da sözle işle idâre etmemiz lâzımdır. Çünkü nefis öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlayacağı güçlüklere sabreder. Nefsin; saâdete kavuşmasına mâni olan en büyük perdesi, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saâdetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabul eder. Bunun içindir ki Allahü teâlâ Zâriyât sûresi 55. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlara nasîhat et! Nasîhat müminlere elbette fayda verir.” buyurdu. Nasîhat ve tenbih, ona tesir eder. İnsan önce kendi nefsine nasîhat edip onu azarlamalıdır. Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalmamalıdır. Ona denir ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana, ahmak, diyenlere kızıyorsun. Halbuki senden daha ahmak kim var bak! Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin şu kâtile benzer ki, polislerin kendisini aradıklarını ve yakalayınca îdâm edeceklerini bildiği halde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu?

Ey nefsim! Ecel yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem’den biri seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil. Çünkü ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu? O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın. O’nun azabını hafif mi görüyorsun, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamayacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek sanıyorsan, Kur’ân-ı kerîm’e ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslimât) inanmamış ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde; “Günah işleyen, cezâsını çekecektir.” buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâda, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O halde, yazıkla olsun sana ey nefsim!

Belki inandığını fakat sıkıntıya gelemeyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım geldiğini, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmağa, kovulmağa nasıl dayanacaksın! O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıklardan kurtulmak için, bir Yahûdî doktorun sözü ile bütün şehvetlerinden vazgeçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanan ve ilim öğrenmek için uzun zaman lâzım olduğunu bilmeyen talebeye benzer. Bunun gibi pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâdele etmek lâzımdır. Ömür boşuna geçince, bir anda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmış ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl, ayrılık ateşi, ne kadar seversen o kadar çok olur. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de onlar da, toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı? Halbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O halde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azap kaldı bil!

Bunlarla ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır.

(Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi.

Göz.

Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri.

Ruh, hayat, asıl.

Maya.

Hamiyet. (Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)


Nefs Gülme hususunda ifrata gitmek.

Çok fazla gülmek.


Nefs: Üfürmek, üflemek.

[]

[]

Ico libri Anlamlar

[1] Öz varlık, kişilik

Nuvola apps bookcase Köken

[1] Nuvola apps bookcase Köken

fr:nefis ku:nefis

Crystal Clear app Community Help Atasözleri

[1] Helva şirin, nefis kafir

Nuvola Turkish flag Türk Dilleri


|} | width=1% | |bgcolor="#FFFFE0" valign=top width=48%|

|}

|}

Advertisement