Yenişehir Wiki
Advertisement
Zelzele_Risalesi_-_Deprem;_İlahî_bir_takdir_olarak_sebep_ve_sonuçları._Felaketlerdeki_hikmetler...-2

Zelzele Risalesi - Deprem; İlahî bir takdir olarak sebep ve sonuçları. Felaketlerdeki hikmetler...-2

Bakınız

D


RNK:SÖZLER: 14.Söz
1 Birincisi: Mesela خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ
2 İkincisi: Mesela وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ
3 Üçüncüsü: Melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği mesela, kırk binler başlı, her bir başta kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettikleri
4 Dördüncüsü: Mesela اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
5 Beşincisi:
6 Birinci Temsil: Bağ
7 İkinci Temsil: Gemi
8 Hâtime (Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.)
9 On Dördüncü Söz’ün Zeyli:Zelzele
10 Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selbederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?
11 İkinci Sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor, bu bîçare Müslümanlara iniyor?
12 Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
13 Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
14 Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatalara hususi ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?
15 Altıncı Sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?
16 Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki insanı insaniyetten pişman eder.“Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir." der
17 Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?
Zilzal Suresi

Ş

Zelzele_Risalesi_-_Deprem;_İlahî_bir_takdir_olarak_sebep_ve_sonuçları._Felaketlerdeki_hikmetler...-2

Zelzele Risalesi - Deprem; İlahî bir takdir olarak sebep ve sonuçları. Felaketlerdeki hikmetler...-2

Zilzal Suresi. Zilzal Suresi/1-8.
BSN/Deprem.
On Dördüncü Söz’ün Zeyli
.ZELZELE RİSALESİ Dosya:ZELZELE BRS HATIME.pdf

Zelzele saati azim bir şeydir hacc suresi Kur'an

hacc suresi ilk ayet ey insanlar korkun rabbinizden muhakka zelzele saati azim bir şey inne zelzelete es-saati şey -ün azim

Prof._Dr._Ahmet_Ercan,_Celal_Şengör'ün_"İstanbul_depremi"_öngörüsünü_yorumladı_ve_ekledi...-2

Prof. Dr. Ahmet Ercan, Celal Şengör'ün "İstanbul depremi" öngörüsünü yorumladı ve ekledi...-2

Zelzele kelimesi kaymak, akmak, kökünden geliyor. Hoca akmakla, اعوذ برب الفاق fayları kaymakla, alev topuyla izah ediyor

Yeryüzü_depremleri_ve_Kur'an_ayetleri-2

Yeryüzü depremleri ve Kur'an ayetleri-2

وَالْاَرْضِ ذَاتِ الصَّدْعِۙ 86/17

Sad'ı ekber

Sad'-ı Ekber ya da اكبر صدع في العالم ya da Ekber-i Sad' اكبر صدع ya da Falik-i Ekber ya da Faliq-ı Ekber (فالق اكبر) ya da En büyük fay: Büyük okyanus kıyılarınds bulunan pasifik platosu halka-i nar diye anılan en büyük nar halkası yani cehennem halkası ya da ateş halkasının fay hatları olup en büyük faylardır. Buradaki depremler 8 ve 9 şiddetinde olabilmektedir.

Frank Hoolbeg Hollandalı gökbilimci depremi bilen adamın 6 şubat 2023 depreminden 3 gün önceki öngörüsü

Frank Hoolberg semadaki gök cisimlerinin pozisyonları ile sismik hareketler ve fay hatlarının kayması arasında bir algoritma oluşturmuş ve depremlerin çoğu 2 -3 gün öncesinden söyleyebiliyor. Tabii bilinmeyen bir şey var ki belki fizik hatta belki metafizik bir şey depremin tetiklenmesini durduruyor.

Bakınız

D.
Zelzele
Zelle den günah hata ve kaymak anlamları var


ZELZELE RİSALESİ
Zelzele suresi
Zilzal suresi

Zelzele ayetleri
Fay ayetleri

Sarsıntı
Kıpraşmak
Depreşmek
Deprem
Recfe
رجفة
Tarık (Vuran) Gece ansızın gelip yürek hoplatarak kapıyı vuran demektir .
طارق
Ves-semai vet-tariq
SAKİN OL EY YERYÜZÜ

Fay
Fault suç, hata, kabahat, fay anlamı var
فالق Çatlatan yaran anlamı var. Fay için Arapçada faliq ve sad' kelimeleri kullanılır
قل اعوذ برب الفلق

صدع
Sad' وَالْاَرْضِ ذَاتِ الصَّدْعِۙ
86/17
Sad-ı Ekber
Ekber-üs sad'

Zilzal Suresi/Elmalı Orijinal
زل
زَلازِلُ : البَلايَا
زَلَّ زَلَّةً He committed a slip in speech and the like.
زَلَّةٌ, he made a slip, or mistake, in his speech, or his action. (Msb.)
فَإِنْ زَلَلْتُمْ

Academy of the Arabic Language in Cairo, al-Muʿjam al-Wasīṭ (1998)المعجم الوسيط لمجموعة من المؤلفين Permalink (الرابط المفضل إلى هذا الباب): http://arabiclexicon.hawramani.com/?p=10770#eb7dbb (زل) زللا زل يزل وَقل لحم عَجزه وَفَخذه فَهُوَ أزل وَهِي زلاء (ج) زل
Al-Ṣāḥib bin ʿAbbād, Al-Muḥīṭ fī l-Lugha (d. c. 995 CE)المحيط في اللغة للصاحب بن عباد Permalink (الرابط المفضل إلى هذا الباب): http://arabiclexicon.hawramani.com/?p=10770#6e9350 زل زَل السّهْمُ عني الذرْعِ زَلِيْلاً. وزَلتْ قَدَمُه زَلا. وزَذ في الخُطْبَةِ والمَقَالَةِ زَلةً، وفي الرأيِ زَلَلاً وزَلاً وزُلُولاً وزَلِيْلاً. وزَل عن المَنْزِلَةِ زَلِيْلاً وزُلُوْلاً. وزَلِلْتُ في الطَيْنِ وزَلَلْتُ. وأزْلَلْتُ زَلًةً، ولا يُقال زَلَلْتُ، واتخَذَ زَلةً أي صَنِيْعاً للنَّاسِ. وأزَلًه الشيطانُ عن الحَقَ. والمَزَلةُ المَكانُ الدَّحْض - بكَسْرِ الزاي وفَتْحِها - وفي مِيْزَانِه زَلَلٌ أي نُقْصَانٌ. ودِيْنَارٌ زَال ودَنَانِيْرُ زللٌ. وفيها زُلْزُوْلٌ أي خِفَّة. وزَلَتِ الدرَاهِمُ نَقَصَتْ. وزَل الفَرَسُ زَلِيْلاً إذا أسْرَعَ ومَضى؛ وزُلُوْلاً كذلك. واسْتَزَله السيْلُ فَزل زَلِيْلاً أي اسْتَخَفَه. والزًلْزَلَةُ تَحْرِيْكُ الشيْءِ، والزِّلْزَالُ مِثْلُه.
والزَلازِلُ: البَلايَا. والأزَلُ: الأرْسَحُ، زَل يَزَلُ زَلَلاً. والسمْعُ الأزَلُ: سَبُعٌ بَيْنَ الذِّئْبِ والضَّبُعِ. والأزَلُ: السَّرِيْعُ. والأزْلُ: الأنْعَامُ، وفي الحَدِيثِ: " مَنْ أزِلَّتْ إليه نِعْمَةٌ فَلْيَشْكُرْها ". وهو التًقْدِيْمُ؛ من قَوْلهم: أزَل أمَامَه شَيْئاً أي قَدَمَه. وصَلَعٌ زَلالٌ: بَرّاقٌ يَزِلُّ عنه كُلُّ شَيْءٍ. وذَهَبٌ زُلالٌ: وهو الصّافي الخالِصُ، ومنه: ماءٌ زُلالٌ وزَلْزَل وزَلاَّلٌ: سَرِيعُ المَرِّ في الحَلْق. وزَلْزَلْتُ الماءَ: إذا شَرِبْتَه. والزلِيْلُ: الفالُوْذَجُ. والزَّلِيْلُ: المَكَان يُزَلُّ منه. وزَلِزَ القَوْمُ: عَجِلُوا، وما أزْلَزَهُم. والعَرَبُ تقول: " تَوَقَّرِي يا زَلِزَةُ " وهي القَلِقَةُ.
وجاءَ علن زَلَزِهِ: أي جاءَ علن الطرِيْقِ الذي أخَذَ فيه. والزَّلَزِلُ: المَتَاع والأثَاثُ. وجَمِّعْ زَلِزَكَ: أي جَهَازَكَ. وتَرَكْتهُم في زُلْزُوْلٍ: أي في قِتَالٍ وتَخْلِيْطٍ. والزُلْزُوْلُ: الخَفِيْفُ الظَرِيْفُ. وجاءَ بالإبِلِ يُزَلْزِلُها: أي يَسُوْقُها شَدِيداً. والزوْزَلُ: الأتَانُ.

Al-Khalīl b. Aḥmad al-Farāhīdī, Kitāb al-ʿAin (d. 786 CE)كتاب العين للخليل بن أحمد الفراهيدي Permalink (الرابط المفضل إلى هذا الباب): http://arabiclexicon.hawramani.com/?p=10770#5af2e5 باب الزاي واللام ز ل، ل ز مستعملان زل: زَلَّ السَّهْمُ عن الدِّرع زليلاً، والإنسانُ عن الصَّخرة يَزِلُّ زليلاً. فإِذا زلّت قَدَمُهُ قيل: زلّ زلاًّ وزُلولاً، وإذا زلّ في مقالٍ أو نحوه قيل: زلّ زلّة وزللا، قال سليمان بن يزيد العدوي: وإذا رأيت ولا مَحالةَ زلَّةً ... فعلى صديقك فضلَ حِلْمِك فارْددِ
واتّخذ فلانٌ زلّةً للنّاس، أي: صنيعاً. وأزلّة الشَّيْطانُ عن الحقّ، إذا أضلّه. [والزَّليل: مشيٌ خفيفٌ، زلّ يَزِلّ زليلاً، قال :
وعاديةٍ سَوْمَ الجَرادِ وَزَعتها ... فَكَلَّفْتها سِيداً أزلَّ مُصَدَّراً
لم يَعْنِ بالأزلّ الأَرْسح، ولا هو من صفة الفَرَس ولكنّه أراد: يزلّ زليلاً خفيفا] . والمُزِلَّةُ: المكانُ الدَّحضُ. والمَزَلَّةُ: الزَّلَلُ في الدَّحْض. والزّلّةُ، عراقيّة: اسمٌ لما يُحمَلُ من المائدة لقريب أو صديق، وإنّما اشتُقّ ذلك من الصّنيع إلى النّاس. والإزْلالُ: الإنعامُ، من أَزْلَلْت إليه نِعْمة، أي: أَسْدَيت، واصطُنِعَتْ عنده. والأزل: الأرسح، وقد زلّ زَلَلاً، فهو أَزَلُّ، [وهي زلاءُّ] . والأَزَلُّ: الصغير المؤخر، الضخم المقدم. والسِّمْعُ الأَزَلُّ: سَبُعٌ بين الذئب والضبع. والزَّلْزَلة: تحريكُ الشَّيء [والزِّلزال أيضاً] . والزَّلزالُ : كلمة مُشتقّة، جُعِلَت اسماً للزَّلزلة. والزَّلازل: البلايا.
لز: اللَّزُّ: لزومُ الشَّيء بالشّيء. ولِزازُ الباب: نِجافُها، وهي خَشَبَةٌ يُلَزُّ بها الباب. ورجلٌ مِلَزٌّ في خصوماتِهِ وأمورِهِ. وإنّه لَلِزازٌ خَصِمٌ، أي: شديد الخصومة، قال :
لِزازُ خَصْمٍ مَعِكٍ مُمَرَّنِ ورجلٌ مُلَزَّزُ الخَلْق، أي: مجتمع [الخلق] . ولزّه، أي: طعنه.
Arabic-English Lexicon by Edward William Lane (d. 1876)المعجم العربي الإنجليزي لإدوارد وليام لين Permalink (الرابط المفضل إلى هذا الباب): http://arabiclexicon.hawramani.com/?p=10770#fcc27f زل 1 زَلَلْتَ, [third Pers\. زَلَّ,] aor. ـِ (S, K;) and زَلِلْتَ, [third Pers\. likewise زَلَّ,] aor. ـَ (Fr, S, K;) inf. n. زَلِيلٌ, (Lh, S, K,) which is of the former verb, (S,) and زَلٌّ, (Lh, K,) also of the former verb, (Msb,) and زُلُولٌ and زِلِّيلَى [or, accord. to the S, this is a simple subst.,] and زِلِّيلَآءُ (Lh, K) and مَزِلَّةٌ, (K,) [all app. of the former verb,] and زَلَلٌ, (Fr, S, K,) which is of the latter verb; (Fr, S;) Thou slippedst (K) in mud, or in speech, (S, K,) or in judgment, or opinion, or in religion: (TA:) or you say, زَلَّ عَنْ مَكَانِهِ, aor. ـِ inf. n. زَلٌّ [&c. as above]; and زَلَّ, aor. ـَ inf. n. زَلَلٌ; the former verb of the class of ضَرَبَ; and the latter, of the class of تَعِبَ; meaning he, or it, moved away, or aside, [or slipped,] from his, or its, place: and زَلَّ فِى مَنْطِقِهِ, or فِعْلِهِ, aor. ـِ like يَضْرِبُ, inf. n. زَلَّةٌ, he made a slip, or mistake, in his speech, or his action. (Msb.) فَإِنْ زَلَلْتُمْ, in the Kur ii. 205, means But if ye turn away, or aside, from entering thereinto fully: (Jel:) this is the common reading: but some read زَلِلْتُمْ. (TA.) And you say, زَلَّ زَلَّةً He committed a slip in speech and the like. (TA.) Accord. to IAth, زَلِيلٌ signifies The passing of a body from one place to another: and B2: hence it is metaphorically used in like manner in relation to a benefit: one says, زَلَّتْ مِنْهُ إِلَى فُلَانٍ نِعْمَةٌ, inf. n. زَلِيلٌ, meaning (tropical:) A benefit passed, or was transferred, from him, (i. e. a benefactor,) to such a one. (TA.) B3: زَلَّ, inf. n. زَلِيلٌ and زُلُولٌ, also signifies He (a man) passed along quickly: (ISh, K:) and زَلَّ, inf. n. زَلِيلٌ, he ran: and زَلِيلٌ, a light, or an agile, walking or pacing: (TA:) [and زَلَلٌ, mentioned above as an inf. n., seems to have the same, or a similar, signification:] a rájiz says, (S,) namely, Aboo-Mohammad El-Hadhlemee, (TA,) or Aboo-Mohammad ElFak'asee, (O,) إِنَّ لَهَا فِى العَامِ ذِى الفُتُوقِ وَزَلَلِ النِّيَّةِ وَالتَّصْفِيقِ
رِعْيَةَ مَوْلًى نَاصِحٍ شَفِيقِ (S in the present art., * and in art. صفق, * and art. فتق, but in this last with رَبٍّ in the place of مَوْلًى, and TA,) [i. e. Verily they have, in the year of little rain, (thus الفتوق, as here used, is expl. in the S in art. فتق,) and in the passing along lightly to the place which is the object of the journey, and in the being removed from a tract which they have depastured to a place in which is pasture, (thus التصفيق, as here used, is expl. in the S in art. صفق,) the tending of a master honest in his conduct, or desirous of their good, benevolent, or compassionate]: he is speaking of his camels: (S in art. فتق:) he means that they pass along lightly [so I render تَزِلُّ] from place to place in search of herbage: and النيّة means the place to which they purpose journeying. (S.) B4: [Hence,] زَلَّ عُمُرُهُ (assumed tropical:) His life went, or passed, [or glided,] away. (K, TA.) B5: زَلَّتِ الدَّرَاهِمُ, (S, Msb, * K,) aor. ـِ (S, Msb,) inf. n. زُلُولٌ, (S, K,) or زَلِيلٌ, (Msb,) The dirhems, or pieces of money, poured out, or forth: (K:) or were, or became, deficient in weight. (S, Msb, * K.) B6: زَلَّ, inf. n. زَلَلٌ, (K,) said of a man, (TA,) [and app. of a wolf, (see أَزَلُّ,)] He was, or became, light [of flesh] in the hips, or haunches: (K:) or زَلَلٌ signifies a woman's having little flesh in the posteriors and thighs. (S.) A2: زَلَّ, aor. ـِ accord. to analogy, as an intrans. v., from أَزْلَلْتُ إِلَيْهِ meaning “ I gave to him ” of food &c., should signify He took, or received: and hence the saying of the lawyers, وَيَزِلُّ إِنْ عَلِمَ الرِّضَى And he shall take, or receive, or the food [if he have knowledge of permission, or consent]. (Msb.) A3: زُلَّ i. q. دُقِّقَ [app. as meaning He, or it, was made, or rendered, thin, or slender]. (IAar, TA.) 2 زَلَّّ see the next paragraph, near its end.4 ازلّهُ, (K,) inf. n. إِزْلَالٌ, (TA,) He, or it, made him, or caused him, to slip in mud, (K, TA,) or in speech, or in judgment, or opinion, or in religion; (TA;) and ↓ استزلّهُ signifies the same. (S, * MA, K, * PS. [But respecting this latter, see what follows.]) It is said in the Kur [ii. 34], فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا [And the Devil made them, or caused them, both, to slip, or fall, from it, namely, Paradise (الجَنَّة)]; and one reading is أَزَالَمُهَا, i. e. removed them: or, as some say, it means caused them to commit a slip, or wrong action, in consequence of it [referring to the tree]: or, accord. to Th, caused them to slip in judgment. (TA.) And in the same, iii. 149, ↓ اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ The Devil made them, or caused them, to slip: (Jel:) or, as some say, sought to make them commit a slip, or wrong action. (TA.) B2: One says also, أَزَلَّ فُلَانًا إِلَى القَوْمِ He sent forward such a one to the people, or party. (TA.) B3: And أَزَلَّهُ عَنْ رَأْيِهِ He made him to turn from his opinion. (MA.) B4: And as زَلِيلٌ signifies the “ passing ” of a body from one place to another, one says, speaking metaphorically, (IAth, TA,) أَزَلَّ إِلَيْهِ نِعْمَةً (tropical:) He did to him a benefit: (S, IAth, K:) whence, (TA,) it is said in a trad., مَنْ أُزِلَّتْ إِلَيْهِ نِعْمَةٌ فَلْيَشْكُرْهَا (assumed tropical:) He to whom a benefit is done [let him be grateful for it]. (A'Obeyd, S, * Mgh, Msb.) And أَزْلَلْتُ لَهُ زُلَّةً (assumed tropical:) I did to him a benefit: one should not say زللت [thus written, app. for ↓ زَلَّلْتُ: but see مُزَلِّلٌ]. (TA.) And أَزْلَلْتُ إِلَيْهِ [alone] (assumed tropical:) I gave to him: or I did to him a benefit. (Msb.) And أَزْلَلْتُ

إِلَيْهِ مِنَ الطَّعَامِ وَغَيْرِهِ (assumed tropical:) I gave to him of the food and other things. (IKtt, TA.) And أَزَلَّ إِلَيْهِ مِنْ حَقِّهِ شَيْئًا (assumed tropical:) He gave to him somewhat of his due. (S, K.) And أَزَلَّ عَنْهُ نِعْمَةً (assumed tropical:) He drew forth from him a benefit. (TA.) 10 إِسْتَزْلَ3َ see 4, in two places. R. Q. 1 زَلْزَلَهُ, (S, * Msb, K, &c.,) inf. n. زَلْزَلَةٌ and زِلْزَالٌ and زَلْزَالٌ and زُلْزَالٌ, (K,) or the first of these is an inf. n. [by universal consent], (S,) and so is the second, but the third is a simple subst., (Zj, S, Msb,) though this and the fourth [which is the least known] have the authority of certain readings of passages of the Kur, namely, xcix. 1 for both of these, and xxxiii. 11 for the latter of them, (TA,) He put it, or him, into a state of motion, commotion, or agitation: (Msb, K, TA:) or into a state of convulsion, or violent motion. (Zj, TA.) You say, زَلْزَلَ اللّٰهُ الأَرْضَ [i. e. God made the earth to quake: or to quake violently:] (S:) [or] put the earth into a state of convulsion, or violent motion. (Zj, TA) And جَآءَ بِالإِبِلِ يُزَلْزِلُهَا He came with, or brought, the camels, driving them with roughness, violence, or vehemence. (TA.) Some say that زَلْزَلَةٌ is from الزَّلَلُ فِى الرَّأْىِ [i. e. “ the making a slip in judgment, or opinion ”]: so when one says, زُلْزِلَ القَوْمُ the meaning is, The people, or party, were turned away from the right course, and fear was cast into their hearts. (TA.) It is said in a trad., اَللّٰهُمَّ اهْزِمِ الأَحْزَابَ وَزَلْزِلْهُمْ i. e. [O God, rout, defeat, or put to flight, the combined forces, and] make their state of affairs to be unsound, or unsettled. (TA.) Accord. to IAmb, أَصَابَتِ القَوْمَ زَلْزَلَةٌ means An affrighting befell the people, or party; from the saying in the Kur [ii. 210], وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ i. e. And they were affrighted [so that the Apostle said]: (L, TA:) or were vehemently agitated. (Ksh, Bd.) B2: مَا زَلْزَلْتُ قَطُّ مَآءً أَبْرَدَ مِنْ مَآءِ الثغوبِ [or الثَّغَبِ, as it is written in the explanation of this saying, the latter being app. the right reading], said by Aboo-Shembel, means I have not put into my throat, or fauces, ever, water slipping into it cooler than the water of the ثَغَب [or pool left by a torrent in the shade of a mountain]. (Az, TA.) R. Q. 2 تَزَلْزَلَ It was, or became, in a state of motion, commotion, agitation, convulsion, or violent motion. (Msb, TA.) You say, تَزَلْزَلَتِ الأَرْضُ (S, Msb, TA) The earth [quaked: or quaked violently:] was, or became, in a state of motion, commotion, &c.: (Msb:) the verb in this phrase [and in others] is quasi-pass. of R. Q. 1. (S, TA.) And تَزَلْزَلَتْ نَفْسُهُ His soul reciprocated in his chest at death. (TA.) زُلٌّ Slippery: (S:) a place in which one slips; (K;) and ↓ زَلَلٌ signifies the same; (S, K;) and ↓ زَلُولٌ [likewise, i. e.] a place in which the foot slips. (TA.) You say مَقَامٌ زُلٌّ and ↓ زَلَلٌ, and مَقَامَةٌ زُلٌّ and ↓ زَلَلٌ, [A standing-place] in which one slips. (K.) And زُحْلُوقَةٌ زُلٌّ and ↓ زَلَلٌ A slippery [sloping slide or rolling-place &c.]. (S.) [See also مَزِلَّةٌ.]

زَلَّةٌ A slip (S, Msb, * K) in mud, or in speech; a subst. from 1 meaning as expl. in the first sentence of this art.; (S, K:) as also ↓ زِلِّيلَى: (S: [but this latter is mentioned by Lh and in the K as an inf. n.:]) a slip, or lapse; (K:) a fault, a wrong action, a mistake, or an error; (Msb, K;) or a sin, or crime; (K, * TA;) a fall into sin or crime. (Msb in art. عثر.) One says, زَلَّ الرَّجُلُ زَلَّةً قَبِيحَةً The man [made a foul slip; or] fell into the commission of a disapproved, or hateful, or foul, act; or committed an exorbitant, an abominable, or a foul, mistake: whence the trad., نَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنْ زَلَّةِ العَالِمِ [We seek protection by God from the slip of the learned man]: and the well-known saying, زَلَّةٌ العَالِمِ زَلَّةُ العَالَمِ [The slip of the learned man is the slip of the world at large]. (TA.) B2: A benefit, or good action; (Mgh, * K;) as also ↓ زُلَّةٌ: (K:) a gift. (Msb.) B3: A feast, or repast, that is prepared for guests. (Lth, O, Msb.) One says, اِتَّخَذَ فُلَانٌ زَلَّةً [Such a one made, or prepared, a feast for guests]. (Lth, O, Msb.) Hence, (Lth, TA,) it is also a name for Food that is carried from the table of one's friend or relation: a word of the dial. of El-'Irák: (Lth, Msb, K:) or in this sense it is a vulgar word, (K, TA,) used by the common people of El-'Irák (TA.) And i. q. عُرْسٌ [as meaning A marriage-feast]. (ISh, Az, Msb, K.) So in the saying, كُنَّا فِى زَلَّةِ فُلَانٍ [We were at the marriage-feast of such a one]. (ISh, Az, Msb, TA.) زُلَّةٌ: see زَلَّةٌ.

A2: Also A straitened state of the breath [unless النَّفَسِ be a mistranscription for النَّفْس the soul, which I think not improbable]. (K.) زِلَّةٌ Stones: or smooth stones: (K:) pl. زِلَلٌ. (TA.) زَلَلٌ an inf. n. of 1, [q. v,] (Fr, S, Msb, K,) in two [or three] senses. (K.) A2: See also زُلٌّ, in four places.

A3: Also A deficiency: so in the saying, فِى مِيزَانِهِ زَلَلٌ [In its weight is a deficiency]. (Lh, K.) زُلَالٌ A certain animal, of small, white body; which, when it dies, is put into water, and renders it cool, or cold: (TA:) [Golius describes it as a worm that is bred in snow; of which Aristotle speaks in his Hist. Animalium, l. ↓. 19; and he adds, on the authority of Dmr, that it is of the length of a finger, generally marked with yellow spots; and swelling in water such as is termed ماء الزلال.] B2: Hence, [it is said to be] applied to water, as meaning Cool, or cold: (TA:) or, so applied, sweet: (S:) or sweet, clear, or limpid, pure, easy in its descent, that slips into the throat; as also ↓ زُلَازِلٌ: (TA:) or quick in its descent and passage in the throat, (K, * TA,) cool, or cold, sweet, clear, or limpid, easy in its descent; as also ↓ زَلِيلٌ and ↓ زَلُولٌ and ↓ زُلَازِلٌ. (K.) B3: And Clear, as applied to anything. (TA.) زَلُولٌ: see زُلٌّ: B2: and see also زُلَالٌ.
زَلِيلٌ: see زُلَالٌ. B2: Also [The kind of sweet food called] فَالُوذ [q. v.]. (Sgh, K.) زِلِّيَّةٌ, an arabicized word from the Pers\. زِيلُو, (K in art. زلى, in the CK زَيْلُو, [“ a sort of woollen blanket,”] A carpet; syn. بِسَاطٌ: (K in the present art.:) a certain sort of بُسُط [or carpets, said by Golius to be generally woollen and villous, but by Freytag to be woollen but not villous]: (Msb:) [in Johnson's Pers\. Arab. and Engl. Dict. expl. as meaning a coverlet of woollen, without a pile, neither striped nor painted:] pl. زَلَالِىٌّ. (S, Msb, K.) زِلِّيلَى: see زَلَّةٌ.

زَلْزِلٌ (S, K) and زَلْزَلٌ, and MF adds ↓ زُلَزِلٌ, (TA,) Household-goods; or utensils and furniture of a house or tent; (S, K;) as also زَلَزٌ. (Sh, TA.) زُلْزُلٌ Light, or agile; (TA;) as also ↓ أَزَلُّ: (IAar, TA:) the former applied as an epithet to a boy, or young man. (TA.) [See also زُلْزُولٌ.] B2: And A skilful player on the drum. (Fr, K.) زُلَزِلٌ: see زَلْزِلٌ.

زَلْزَلَةٌ: see what next follows.

زَلْزَالٌ [Motion, commotion, agitation, convulsion, or violent motion; and particularly an earthquake, or a violent earthquake;] a subst. from R. Q. 1: (Zj, S, Msb:) or an inf. n. of R. Q. 1, as also زِلْزَالٌ and زُلْزَالٌ and ↓ زَلْزَلَةٌ [which last is often used as a simple subst., as such having for its pl. زَلَازِلُ, and is expl. in Jel xxii. 1 as signifying a violent earthquake]. (K.) زُلْزُولٌ Light, or active, (K, TA,) in spirit and body; (TA;) acute, sharp, or quick, in intellect; clever, or ingenious. (K, TA.) [See also زَلْزُلٌ.]

A2: Lightness, or activity. (K.) B2: Conflict, or fight, and evil condition. (Sh, K.) One says, تَرَكْتُ القَوْمَ فِى زُلْزُولٍ وَعُلْعُولٍ (As, Sh) i. e. [I left the people, or party.] in conflict, or fight, and evil condition. (Sh, TA.) زَلَازِلُ [a pl. of which the sing. is not mentioned,] Difficulties; (S, TA;) and terrors, or causes of fear. (TA.) [See also زَلْزَالٌ.]

زُلَازِلٌ: see زَُلَالٌ, in two places.

زَالٌّ Deficient in weight; applied to a dirhem, (S, Msb, K, TA,) and to a deenár: (TA:) pl. زَوَالٌّ, (Msb,) or زُلَّلٌ. (TA.) One says, مِنْ دَنَانِيرِكَ زِلَّلٌ وَمِنْهَا وُزَّنٌ [Of thy deenárs are such as are deficient in weight, and of them are such as are of full weight]. (TA.) أَزَلُّ Quick, or swift. (IAar, K.) B2: See also زُلْزُلٌ. B3: Also Light [of flesh] in the hips, or haunches: (AA, S, K:) and having little flesh in the posteriors and thighs; or having small buttocks sticking together; syn. أَرْسَحُ; (M, TA;) in the copies of the K, erroneously, أَشَجُّ: (TA:) or it signifies one who is more than أَرْسَح; (K, * TA;) whose waist-wrapper will not retain its hold: (TA:) fem. زَلَّآءُ, (S, K,) applied to a woman; i. q. رَسْحَآءُ: (S:) or having no buttock: pl. زُلٌّ. (TA.) السِّمْعُ الأَزَلُّ means The wolf that has little flesh in the rump and thighs, (الذِّئْبُ الأَرْسَحُ, S, in the K ذِئْبٌ أَرْسَحُ,) begotten between the wolf and the she-hyena; (S, K; [the words والخِفَّةُ والقِتالُ والشَّرُّ here immediately following in the CK should be erased; their proper place being in the second of the lines below in that edition, where they are again inserted; as observed by Freytag;]) and this epithet (الازلّ) is inseparable: (S:) or, accord. to IAth, الأَزَلُّ primarily signifies the small in the buttock: and as an epithet applied to the wolf, the light, or active; and it is said to be from زَلَّ signifying “ he ran. ” (TA.) It is said in a prov., هُوَ أَسْمَعُ مِنَ السِّمْعِ الأَزَلِّ [He is more quick of hearing than the سمع that is lean in the rump and thighs; or than the light, or active, سمع]. (S, TA.) B4: قَوْسٌ زَلَّآءُ A bow from which the arrow slips, by reason of the rapidity with which it goes forth. (K.) إِزِلْزِلْ [said by Freytag to be written in the CK زِلْزِلْ, but in my copy of that edition it is اِزِلْزِلْ,] is a word uttered on the occasion of the زَلْزَلَة, (so in copies of the K,) or on the occasions of زَلَازِل: (so in the TA:) [app. an ejaculation expressive of alarm, or of distress: the Turkish translator of the K thinks that it is originally أَزُلْزِلَ, contracted and altered in the vowels for the purpose of alleviating the utterance on account of the straitness of the time:] but IJ says that a word of four radical letters does not receive an augmentative like this as an initial; and holds it to be, as to the letter and the meaning, from الأَزْلُ [i. e. “ straitness, distress,” &c.], and of the measure فِعِلْعِلْ. (TA.) مَزَلَّةٌ: see the next paragraph. [Its primary signification is probably A cause of slipping: compare مَبْخَلَةٌ and مَجْبَنَةٌ &c.]

مَزِلَّةٌ and ↓ مَزَلَّةٌ, (S, Msb, K,) the former the more chaste, (Msb,) the latter mentioned by AA, (TA,) A slippery place; (S, Msb, K, TA;) such as a smooth rock, and the like; and such the صِرَاط is said to be. (TA.) [See also زُلٌّ.]
A2: The former is also an inf. n. of 1 [q. v.]. (K.) مُزَلِّلٌ One who bestows many benefits (K, TA) and gifts. (TA.) Expand
Al-Rāghib al-Isfahānī, al-Mufradāt fī Gharīb al-Qurʾān (d. c. 1109 CE)المفردات في غريب القرآن للراغب الأصفهاني Permalink (الرابط المفضل إلى هذا الباب): http://arabiclexicon.hawramani.com/?p=10770#dc1316 زل الزَّلَّةُ في الأصل: استرسال الرّجل من غير قصد، يقال: زَلَّتْ رِجْل تَزِلُّ، والْمَزِلَّةُ: المكان الزّلق، وقيل للذّنب من غير قصد: زَلَّةٌ، تشبيها بزلّة الرّجل. قال تعالى: فَإِنْ زَلَلْتُمْ
2/209 ، فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطانُ 2/36 ، واسْتَزَلَّهُ: إذا تحرّى زلّته، وقوله:
إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطانُ
[آل عمران/ 155] ، أي: استجرّهم الشّيطان حتى زلّوا، فإنّ الخطيئة الصّغيرة إذا ترخّص الإنسان فيها تصير مسهّلة لسبيل الشّيطان على نفسه. وقوله عليه السلام:
«من أُزِلَّتْ إليه نعمةٌ فليشكرها» أي: من أوصل إليه نعمة بلا قصد من مسديها، تنبيها أنه إذا كان الشّكر في ذلك لازما فكيف فيما يكون عن قصده. والتَّزَلْزُلُ: الاضطراب، وتكرير حروف لفظه تنبيه على تكرير معنى الزّلل فيه، قال: إِذا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزالَها
[الزلزلة/ 1] ، وقال: إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ
الحج/ وَزُلْزِلُوا زِلْزالًا شَدِيداً
[الأحزاب/ 11] ، أي: زعزعوا من الرّعب

Zilzal.
Zilzâl.
Zilzal Suresi.
Zilzal Suresi/Özbekçe
Zilzal Suresi/1-8.
Zilzal Süresi/VİDEO
Zilzal Suresi-KSGK
Zilzal Suresi/Azerice,
Zilzal Suresi/Albanian
Musibet
Musibetler

İlahi ikazlar.
بعض ما عوقب به الكافرون ﵟ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَﱍ ﵞ سورة الأعراف فجاء الكافرين ما استعجلوه من العذاب، حيث أخذتهم الزلزلة الشديدة، فأصبحوا صرعى ملتصقة وجوههم ورُكَبُهم بالأرض، لم ينج منهم أحد من الهلاك. المزيد ﵟ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَﱚ ﵞ سورة الأعراف فأخذتهم الزلزلة الشديدة، فأصبحوا هَلْكى في ديارهم، منكبّين على ركبهم ووجوههم، ميتين هامدين في دارهم. المزيد ﵟ فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَﰤ ﵞ سورة العنكبوت فكذبه قومه، فأصابتهم الزلزلة، فأصبحوا في دارهم ساقطين على وجوههم قد لصقت وجوههم بالتراب، لا حَرَاكَ بهم. المزيد حال الأرض عند القيامة ﵟ يَوْمَ تَرْجُفُ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ وَكَانَتِ الْجِبَالُ كَثِيبًا مَهِيلًاﰍ ﵞ سورة المزمل ذلك العذاب حاصل للمكذبين يوم تضطرب الأرض والجبال، وكانت الجبال رملًا سائلًا متناثرًا من شدّة هوله. المزيد ﵟ يَوْمَ تَرْجُفُ الرَّاجِفَةُﰅتَتْبَعُهَا الرَّادِفَةُ ﰆ قُلُوبٌ يَوْمَئِذٍ وَاجِفَةٌ ﰇ ﵞ سورة النازعات يوم تهتزّ الأرض عند النفخة الأولى. المزيد
BSN/Deprem.
On Dördüncü Söz’ün Zeyli

İsmail_Biçer_-_Zilzal_Suresi

İsmail Biçer - Zilzal Suresi

Wikipedia-logo-tr
Vikipedi'den On Dördüncü Söz’ün Zeyli ile ilgili bir şeyler var
Bakınız

D.


99. Zilzal Suresi ya da Zelzele suresi.

Sakin ol yeryüzü
زلزال سوره‌سی ya da زَلزَله سوره‌سی

Zalzala surasi Ozbekçe

Al-Zalzalah Wikipedia
Al-Zalzalah (Arabic: الزلزلة, al-zalzalah, meaning: "The Quake")
سُورَةُ الزَّلْزَلَةِ
سورة الزلزلة

Zilzal Süresi/VİDEO Zilzal/AUDİO M İsmail kariler
Zilzal Suresi/Azerice
Zilzal/TEFSİRLER
Dosya:99-Zilzal.pdf
Zilzal Suresi/Elmalı Orijinal
[1]
Zilzal Suresi-KSGK
Zilzal Suresi/1-8
Zelzele Suresi/Elmalı

Ayetler: 99/1.99/2. 99/3 .99/4. 99/5. 99/6. 99/7. 99/8. HDKD
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا ۞ وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَا ۞ وَ قَالَ الْاِنْسَانُ مَالَهَا ۞ يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا ۞ بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَاالخ Şu sure kat’iyen ifade ediyor ki:
Küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazen de titriyor.
----

سورة_الزلزلة_لمدة_ساعة_تُسمع_بنية_الشفاء_من_العين_والحسد_والسحر_والمس_وللتحصين_بصوت_الشيخ_عبد_الباسط-2

سورة الزلزلة لمدة ساعة تُسمع بنية الشفاء من العين والحسد والسحر والمس وللتحصين بصوت الشيخ عبد الباسط-2

Tr. Zilzal suresi
Ota.Sure-i Zilzal
ing. Surah Zilzal
Arp.سورة زلزال
Deprem suresi -
زل -Zelle - Zelzele
Zelzele suresi - Zilzal Suresi - Sure-i zilzal - Zilzal
Cuma gecesi yapılacak ibadetler/Zilzal suresini okumak

سورة_الزلزلة_-_من_روائع_الشيخ_مصطفى_إسماعيل_-_Surat_Al-Zalzalah_-_Mustafa_Ismail-2

سورة الزلزلة - من روائع الشيخ مصطفى إسماعيل - Surat Al-Zalzalah - Mustafa Ismail-2

Zilzal_Suresi_l_Kur'an_İklimi_l_Mustafa_İsmail-2

Zilzal Suresi l Kur'an İklimi l Mustafa İsmail-2

Zilzal_suresi

Zilzal suresi

Surah_Az_Zalzalah_(سورة_الزلزلة)-_Heart_Melting_Recitation_with_English_Translation_-_Ismail_Annuri-2

Surah Az Zalzalah (سورة الزلزلة)- Heart Melting Recitation with English Translation - Ismail Annuri-2

Zelzele_Risalesi_-_Deprem;_İlahî_bir_takdir_olarak_sebep_ve_sonuçları._Felaketlerdeki_hikmetler...-2

Zelzele Risalesi - Deprem; İlahî bir takdir olarak sebep ve sonuçları. Felaketlerdeki hikmetler...-2

-zELzELE-2

-zELzELE-2

Bakınız

D.
Deprem
Deprem/Ladini yaklaşım
Deprem/Etimoloji ve deprem algısının tarihçesi yazısı
Deprem/Güzel yazılar


SSGEOS
Frank Hoogerbeets

Deprem ve din
Deprem şehidi
Deprem suresi
Zelzele suresi
Zilzal Suresi
Deprem teopolitiği
Deprem risalesi
Tarık Suresi/Azerice

Deprem ve dil
Deprem/Sözlükler
Türki dillerde deprem
Azari:Zalzala
Kırgız:cer titiro, zilzala
Başkurt: yer titrav
kazak: Jer silkünüv , zilzala
Özbek:Zilzila
Tatar:Cir titrav - Cer silkünü
Türkmen: yer titreme
Uygur:Yer tavrişi
Rusça:zemletr'aseriyye

Depreşmek
Deprem suresi

Deprem/Demir

Hatay depremi
Etymology
From Proto-Turkic *tepren, coined during the language reform to replace the Arabic-derived zelzele. Compare Ottoman Turkish دپره‌مك‎ (depremek).

Pronunciation
IPA(key): /deˈp.ɾæm/
Hyphenation: dep‧rem
Noun: deprem earthquake
Derived terms
depremzede
RTE/Deprem
زل
Zele
Zelzele

Zelzele suresi
Zilzal Suresi
Sure-i zilzal<
Zilzal
Cuma gecesi yapılacak ibadetler/Zilzal suresini okumak
Depremin maddi sebepleri
Depremin manevî sebepleri • [[]]•

Deprem risalesi
Zelzele risalesi
Siper-i zelzele risalesi

Musibet. MusibetMusibet-i ammeUmumi musibetKamusal musibetGenel musibet
Deprem haftası
Deprem Bölgeleri Haritası
Deprem Dairesi Başkanlığı
Deprem Danışma Kurulu
Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik

Bediüzzaman ve Deprem
1On Dördüncü Söz’ün Zeyli:
1.1Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selbederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?
1.2İkinci Sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor, bu bîçare Müslümanlara iniyor?
1.3Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
1.4Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?
1.5Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatalara hususi ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?
2Altıncı Sual: [[Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?]]
2.1Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: [[Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki insanı insaniyetten pişman eder.“Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir]]." der
2.2Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?
On Dördüncü Söz’ün Zeyl
3.1*Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir
Hususî, şahsı itibarıyla hıyanet eden, hususî tokat yer. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz ihanet eden, ilişen, o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesile olur.

Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir

Bakınız


D . RNK: SÖZLER WORDS: كلمات. Bizde varlık bir kelime olarak kabul edilir.
{{Alıntı|konum=sağ|{{HDKD}}|10px|30px}}<div lang="ar" dir="rtl" style="font-size:1.5em;padding:0.25em;">Büyük punto ile ayet yazımı </div> Risale şablonları
SÖZLER
Sözler/Arapça
Sözler/Azerice
Sözler/English [3] The Words

RNK/English
RNK/Azerice
RNK/Arapça -اللكامت
RNK/Sözler

RNK/VİDEO
SÖZLER/VİDEO[4]
BİRİNCİ SÖZ الكلمة الاولى Birinci Söz/Arapça . Birinci Söz/Azerice .THE FIRST WORD . THE FIRST WORD/English&Turkish for students Birinci Söz Besmele hakkında

İkinci Söz
Üçüncü Söz (ibadet)
Dördüncü Söz (namaz namazsız)
Beşinci Söz
Altıncı Söz
Yedinci Söz
Sekizinci Söz
Dokuzuncu Söz
Onuncu Söz
On Birinci Söz
On İkinci Söz
On Üçüncü Söz
On Dördüncü Söz gafil kafaya tokmak ve Zelzele
On Beşinci Söz
On Altıncı Söz
On Yedinci Söz
On Sekizinci Söz
On Dokuzuncu Söz
Yirminci Söz
Yirmi Birinci Söz “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”
Yirmi İkinci Söz
Yirmi Üçüncü Söz
Yirmi Dördüncü Söz

Yirmi Beşinci Söz [5]

Yirmi Altıncı Söz
Yirmi Yedinci Söz
Yirmi Sekizinci Söz
Yirmi Dokuzuncu Söz
Otuzuncu Söz
Otuz Birinci Söz
Otuz İkinci Söz
Otuz Üçüncü Söz
Lemeât
Konferans
Sözler (Fihrist)

Sözler/Sorular; Bediüzzaman Said Nursi neden en önemli kitabına "Sözler" adını vermiştir?
Fihrist Âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarından “Sözler mecmuası”nın mücmel bir fihristesidir.
BİRİNCİ SÖZ: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in çok esrar-ı mühimmesinden bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve “Bismillah” ne kadar kıymettar bir şeair-i İslâmiye olduğunu gösteriyor. ON DÖRDÜNCÜ LEM’ANIN İKİNCİ MAKAMI: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ Kur’an’ın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nurani olmakla beraber saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyz ve bereket veren bir menba-ı envar olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan Birinci Söz’e bakar. Âdeta Risale-i Nur eczaları, bir daire hükmünde olup müntehası, iptidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hatt-ı mübareğiyle ittihat ediyor. Ve bu makamda altı sır yerine, otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır fakat gayet büyük hakaiki tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.
İKİNCİ SÖZ: اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ mealinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul bir temsil ile tefsir eder.
ÜÇÜNCÜ SÖZ: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetinin mealinde ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatini, mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor.
DÖRDÜNCÜ SÖZ: اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا âyetinin mealinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunanı teslime mecbur ediyor.
BEŞİNCİ SÖZ: اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذٖينَ اتَّقَوْا وَالَّذٖينَ هُمْ مُحْسِنُونَ âyetinin mealinde ve takva ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin ve vazife-i ubudiyet ve takvanın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna ediyor.
ALTINCI SÖZ: اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ âyetinin mealinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasaret içinde hasaret kazandıklarını, gayet mukni bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.
YEDİNCİ SÖZ: يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ ۞ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ âyetinin mealinde ve “İman-ı Billah ve’l-yevmi’l-âhir” ve hayat-ı dünyeviye hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt ve ecel, ne kadar müthiş; ve acz ve fakr, ne kadar elîm olduğunu ve ehl-i hidayet hakkında hayat-ı dünyeviyenin içyüzü, ne kadar güzel; ve kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet bulunduğunu gayet kat’î bir tarz ile ispat eder. Saadet-i dâreyne giden yolu gösterir.
SEKİZİNCİ SÖZ: اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ve اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu ispat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulümattan kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latîf ve güzel bir muvazene ile fâsık olan bedbaht adamın müthiş vaziyetini, salih olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.
DOKUZUNCU SÖZ: فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حٖينَ تُمْسُونَ وَحٖينَ تُصْبِحُونَ ۞ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحٖينَ تُظْهِرُونَ âyetinin mealinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir etmekle beraber, malûm olan beş vakit namazın o vakitlere hikmet-i tahsisini o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu cazibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir surette beyan eder.
ONUNCU SÖZ: فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyetinin mealinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini, on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kātıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.
ON BİRİNCİ SÖZ: وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ۞ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا ۞ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا ۞ وَ السَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَا ۞ وَ الْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا ۞ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا ۞ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوٰيهَا ۞ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatini Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvi ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve rububiyet-i İlahiyenin enva-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette ispat ediyor ki Sure-i Ve’ş-şems’in mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor.
ON İKİNCİ SÖZ: وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا ۞ وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ âyetlerinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatini, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin muvazenesi suretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur’an’ın bir mu’cizesini ve i’cazını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir surette ispat eder, körlere de gösterir. Bu Söz, On Birinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.
ON ÜÇÜNCÜ SÖZ: İki makamdır. Birinci Makam: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ âyetiyle وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ âyetinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin kudsiyeti ve vüs’ati ve şiirden istiğnası hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yüksek mu’cizane hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile muvazene ediyor. Hikmet-i Kur’aniyedeki kesret ve vüs’ati ve felsefenin fakr ve iflasını muhtasar beyan etmekle beraber, Kur’an’ın şiirden istiğnasının ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur’aniyenin yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i’caz-ı Kur’aniyeyi beyan eder. İkinci Makam: Gençliği, dalalet ve sefahet uçurumuna düşmekten kurtaran ve imanda, bu dünyada dahi hakiki bir cennet lezzeti ve dalalette ise cehennemî bir azap ve sıkıntı bulunduğunu misallerle izah ve ispat eden bir derstir. İKİNCİ MAKAMIN HÂŞİYESİ: Mahpuslara teselli hakkında dört mektuptur. İKİNCİ MAKAMIN ZEYLİ: Leyle-i Kadirde ihtar edilen bir mesele-i mühimmedir. MEYVE RİSALESİNDEN ALTINCI MESELE: HÜVE NÜKTESİ:
ON DÖRDÜNCÜ SÖZ: Dar akıllara sığışmayan yüksek ve geniş bir kısım hakaik-i Kur’aniyeyi göze görünen emsal ve nazireleriyle fehme takrib ediyor. Mesela خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ ۞ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ ۞ وَ السَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ ۞ اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir ile akla kabul ettirir ve kalbi ikna eder bir tarzda beyan ediyor. Âhirinde, nefs-i emmareye müessir bir sille-i ikaz var. Nefse esir olan, onu okusa ve kabul etse esaretten kurtulur. ON DÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN HÂTİMESİ:Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. ON DÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN ZEYLİ: Zelzele hakkında ehemmiyetli altı suale cevaptır.
ON BEŞİNCİ SÖZ: وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetinin mealinde ve melaike ile şeytanların mübarezeleri hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, yedi basamak namıyla yedi muhkem hüccet ve metin bir mukaddime ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semasından evham-ı şeytaniyeyi recmedip tard eder. ON BEŞİNCİ SÖZ’ÜN ZEYLİ: Kur’an’ın kelâmullah ve Hazret-i Muhammed (asm) Allah’ın Resulü olduğunu mukni delillerle ispat eden, münazara tarzında yazılmış beliğ bir risaledir.
ON ALTINCI SÖZ: اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetlerinin mealindeki çok âyâtın ifade ettiği: “Ehadiyet-i zatiyesi ile külliyet-i ef’al ve vahdet-i şahsiyesiyle muînsiz umumiyet-i rububiyet ve ferdaniyetiyle şeriksiz şümul-ü tasarrufat ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması ve bir tek zat-ı ehadî olmakla her şeyi bizzat elinde tutmak” olan hakaik-i âliye-i Kur’aniyenin dört şuâ namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaiki müstakim akıllara ve selim kalplere teslim ettiriyor.
ON YEDİNCİ SÖZ: اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ زٖينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ۞ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعٖيدًا جُرُزًا ۞ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ âyetlerinin meallerinde: Lezzet-i hayat içinde elem-i mevt ve sürur-u visal içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar’a karşı Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir suretle gösterip tefsir ediyor. Ve ehl-i iman için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat bir misafirhane ve birkaç günlük bir teşhirgâh ve kısa bir müddet için işleyecek bir tezgâh ve ahz u i’ta için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah ve âhiret tarafına insan seyahatini sevdirir ve dehşetini izale eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda “Siyah Dutun Meyvesi” namıyla kıymettar ve cazibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var. KALBE FARİSÎ OLARAK TAHATTUR EDEN BİR MÜNÂCAT: EHL-İ GAFLET DÜNYASININ HAKİKATİNİ TASVİR EDEN BİRİNCİ LEVHA: EHL-İ HİDAYET VE HUZURUN HAKİKAT-İ DÜNYALARINA İŞARET EDEN İKİNCİ LEVHA: BARLA YAYLASI, ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİ: YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME:
ON SEKİZİNCİ SÖZ: Bu söz, iki makamdır. İkinci makamı yazılmamış. Birinci makamı üç noktadır. Birincisi: لَا تَحْسَبَنَّ الَّذٖينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا âyetinin fahre meftun, şöhrete müptela, medhe düşkün, hodbin nefs-i emmarenin kafasına sille-i te’dibi vuran bir sırrını, İkincisi: اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ nun, çirkin ve bahsi hilaf-ı edep görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını, Üçüncüsü: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinin risalet-i Ahmediyeye (asm) dair ince fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını tefsir eder.
ON DOKUZUNCU SÖZ: يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ۞ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ âyetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim hakikatleri olan risalet-i Ahmediyeyi (asm) on dört reşha namıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve ispat ediyor. Ve en muannid bir hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi (asm) izhar ediyor.
YİRMİNCİ SÖZ: İki makamdır. Birinci Makamı: Sure-i Bakara’nın başında Hazret-i Âdem’e meleklerin secdesi ve bir bakaranın zebhi ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyete karşı şeytanın gayet müthiş üç şüphesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden perişan edip vazgeçiriyor. Çünkü onlar, tenkit ve itirazlarıyla lemaat-ı i’caziyenin kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem’a-i i’caziye göründü. İkinci Makamı: Mu’cizat-ı enbiya aleyhimüsselâm yüzünde parlayan bir mu’cize-i Kur’aniyeyi göstermekle beraber, mu’cizat-ı enbiyaya dair âyât-ı Kur’aniyenin ne kadar manidar ve hikmet-medar olduklarını gösterir. Ve Kur’an’da kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.
YİRMİ BİRİNCİ SÖZ: İki makamdır. Birinci Makamı: Namazın o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faydasını gösterir ki en tembel ve en fâsık adama dahi namaza karşı bir iştiyak verir ve gayrete getirir. İkinci Makamı: Şeytanın çok istimal ettiği mühim desiselerini iptal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.
YİRMİ İKİNCİ SÖZ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ۞ اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ mealinde ve tevhid-i hakiki hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini iki makam ile tefsir eder. Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile on iki basamak hükmünde on iki bürhan ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette ispat eder ki en mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla ispat eder. İkinci Makamı ise: Hakikat-i tevhidi ve tevhid-i hakikiyi, on iki lem’a namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında on iki bürhan-ı bâhire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi ispat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde ispat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki hiçbir şüphe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcibü’l-vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı ispat ediyor.
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ: لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ ۞ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ ۞ اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âyetlerinin mealindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insaniyeye medar hakikatlerini beş nokta ile ve beş nükte içinde herkese taalluk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidadat-ı insaniye ile vezaif-i insaniyeyi, gayet makul ve makbul bir surette beyan eder. Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ: اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatini beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor. Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir. Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı on iki kaide ile reddeder. Evhamın esaslarını keser. Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder. Beşinci Dal اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz’ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun. YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ: قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِهٖ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهٖيرًا âyetinin hakikatini teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikati olan i’caz-ı Kur’anîyi tefsir eder. Üç şuâ içinde kırk vücuh-u i’caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki Kur’an, kelâmullah olduğunu gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi öylece gösterir ve ispat eder. Nısf-ı evvel çendan süratli telif edilmiş fakat istirahat-i kalp ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i’caz-ı Kur’an’ı ona gösterir ve ispat eder. Bu söz şimdiye kadar i’caz-ı Kur’an’a karşı çok muannidleri serfürû ettirerek secdeye getirmiş.
YİRMİ ALTINCI SÖZ: وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞ وَ كُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓى اِمَامٍ مُبٖينٍ mealindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve “İman-ı bi’l-kader hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ”nın ispatına medar mühim bir hakikatini dört mebhas ile öyle bir surette tefsir eder ki havassın fikirleri yetişmediği esrar-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrib edip anlattırıyor. Hâtimesinde, en kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkın esasını dört hatve namıyla tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor. Ve hâtimenin hâtimesinde mesail-i müteferrikadan altı mesele var ki birisi Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’caziyesini açıyor.
YİRMİ YEDİNCİ SÖZ: وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَ اِلٰٓى اُولِى الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذٖينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَلٖيلًا âyetinin mealindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatini tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezahibin sırrını güzel beyan eder. “Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz.” diyenlerin ne kadar yanlış hata ettiklerini ispat eder. Bu sözün zeylinde sahabe-i güzinin evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’î bir tarzda ispat etmekle beraber, sahabelerin nev-i beşer içinde enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat’î bir surette ispat eder.
YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZ: وَبَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذٖى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَ اُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا وَ لَهُمْ فٖيهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ âyetinin cennete ve saadet-i ebediyeye dair hakikatini teyid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatini iki makamla tefsir eder. Birinci Makam: “Beş Sual ve Cevap” namıyla cennetin lezaiz-i cismaniyesine ve huriler hakkında medar-ı tenkit olmuş meseleleri öyle güzel bir surette beyan eder ki herkesi ikna eder. İkinci Makam: Arabiyyü’l-ibare olarak on iki lâsiyyema kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat’î ve hiçbir cihette sarsılmaz, haşre dair, cennet ve cehennemin hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bâhirdir ki o bürhan, Onuncu Söz’ün menşei ve esası ve hülâsasıdır.
YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ: قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى ۞ وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ مَلٰٓئِكَتِهٖ ۞ وَ مَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ۞ مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatini tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel ispat eder ki cesedin vücudu gibi ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi ispat eder. Ve haşir ve kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette ispat eder ki hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki “Remizli Nüktenin Sırrı” namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. (Hâşiye[1])
OTUZUNCU SÖZ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyetlerinin enaniyet-i insaniye ve tahavvülat-ı zerrat hakkındaki hakikate dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksat ile beyan eder. Birinci Maksat, enaniyet-i insaniyenin muamma-yı acibesini hallederek silsile-i diyanet ile silsile-i felsefenin menşelerini gayet parlak bir tarzda gösterir. İkinci Maksat, tahavvülat-ı zerratın tılsımını keşfediyor. Zerratın harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki o umum zerreler, Sultan-ı Ezelî’nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve mutî ve musahhar memurları olduğunu kat’î delillerle ispat eder. Yirmi Dokuzuncu Söz nasıl ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i a’zamın tecellisini göstermekle; tahavvülat-ı zerratın hikmetini gayet kat’î ve parlak bir surette gösterdiği gibi zîhayat cisimlerini, o zerratın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mektep hükmünde gösterir, ispat eder.
OTUZBİRİNCİ SÖZ: سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰٓى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَى الَّذٖى ۞ وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى âyetlerinin hakikatini teyid eden âyâtın en mühim bir hakikati olan mi’rac-ı Ahmediyeyi (asm) ve o mi’rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi (asm) ve o kemalât içinde risalet-i Ahmediyeyi (asm) ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder ve kat’î delillerle ispat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse karşısında hayran olup, akıldan uzak mesele-i mi’racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi’racın âhirlerinde beş yüz meyveden beş meyvesini o kadar güzel tasvir eder ki zerre miktar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur. ZEYL: Şakk-ı kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını beş nokta ile gayet kat’î bir surette reddedip, inşikak-ı kamerin vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma ile şakk-ı kamerin vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette ispat eder. Şakk-ı kamer mu’cize-i Ahmediyesini güneş gibi gösterir.
OTUZ İKİNCİ SÖZ: Üç mevkıftır. Birinci Mevkıf: لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin mealindeki yüzer âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatini öyle bir surette ispat eder ki şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tard eder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latîf ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gayet latîf birkaç mesele var ki hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir. İkinci Mevkıf: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ۞ اَللّٰهُ الصَّمَدُ in hakikatine dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat’î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf’tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur’aniyenin vahdaniyete dair mu’cizane ispatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zatiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-i muazzama-i Kur’aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile ispat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder. Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zat-ı Akdes-i İlahiye’den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir fert ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, her şeyde bakar ve işitir sem’ ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sürat-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tagayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder. Bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair Arabiyyü’l-ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrip ve tamir etmek sırrını beyan eder. Üçüncü Mevkıf: وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ ۞ وَ اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini gayet mühim bir muvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müthiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”
OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ: سَنُرٖيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى الْاٰفَاقِ وَفٖٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَهٖيدٌ Otuz üç âyetin birer hakikatlerini tefsir eden otuz üç penceredir. Otuz üç risale olmaya lâyık iken gayet müsta’cel bir zamanda yazıldığı için bir veya yarım sahifelik pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun eden mahiyetinde olduğunu gösterir. Fakat maatteessüf baştaki pencereler gayet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vâzıh düşmüştür.
LEMAAT: Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.
KONFERANS:
FİHRİST: [1] Hâşiye: Yirmi Dokuzuncu Söz’ün göz ile görünen bir kerameti var. Ezcümle, on altı sahifesinde ihtiyarsız, tasannusuz her sahifenin satırlarının başlarında on altı elif gelmesidir. Bu tevafuku görmek isteyenler, el yazma nüshasına müracaat etsinler.


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَا ۞ وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَا ۞ وَ قَالَ الْاِنْسَانُ مَالَهَا ۞ يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا ۞ بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَاالخ

Şu sure kat’iyen ifade ediyor ki: Küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazen de titriyor.

Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı yedi cüz’î suale karşı, yine manevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.

Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selbederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?[]

Yine manevî cevap: Şöyle denildi ki ramazan-ı şerifin teravih vaktinde kemal-i neşe ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskârane şarkıları ve bazen kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyet’in her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

İkinci Sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semavî tokat başlarına gelmiyor, bu bîçare Müslümanlara iniyor?[]

Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tacil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, mahkeme-i kübra-yı haşre tehir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir. (Hâşiye[2])

Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet, bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?[]

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Dördüncü Sual: Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffaretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adaletullah nasıl müsaade eder?[]

Yine manevî canibden el cevap: Bu mesele sırr-ı kadere taalluk ettiği için Risale-i Kader’e havale edip yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً

Yani “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar .”

Şu âyetin sırrı şudur ki:

Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki hakikatler perdeli kalıp tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki:

O musibetteki gazap ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.

Beşinci Sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatalara hususi ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü kudretine nasıl muvafık düşer?[]

Elcevap: Kadîr-i Zülcelal, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için insana karşı hiddete gelmiş o unsur, o vazifeden men’edilse o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir. Ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle; o hayırlar adedince şerler yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin gibi gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler.

Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için koca bir unsura, küllî vazifesi içinde “Onları terbiye et!” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Sual: [[Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işaa edip âdeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hâdise nazarıyla bakarlar. Bu hâdisenin manevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?]][]

Elcevap: Dalaletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envaın bir tek nev’i olan, mesela, sinek taifesinden hadsiz efradından bir tek ferdin yüzer azasından bir tek uzvu olan kanadının kasd ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi –cüz’î olsun küllî olsun– irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlahî haricinde olmaz.

Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin muktezasıyla zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazen de bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî inkılabat dahi olsa yine emir ve hikmet-i İlahî ile olur, başka olamaz.

Mesela, bir adam bir tüfek ile birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zayi etmek, ne derece belâhet ve divaneliktir.

Aynen öyle de Kadîr-i Zülcelal’in musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için “Ateşlendir!” diye olan emr-i Rabbanîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatin en eşneidir.

Altıncı Sualin Tetimmesi ve Hâşiyesi: [[Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki insanı insaniyetten pişman eder.“Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir]]." der[]

Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için o derece garib bir temerrüd ve acib bir hamakat gösteriyorlar ki insanı insaniyetten pişman eder.
Mesela, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı arz ve semavat dahi değil hususi bir rububiyet belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabb’i ve Hâkim’i haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat Sultanı’nı tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumî gibi umumî ve dehşetli âfatı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilayeti cevvinde ve havasında semayı kızartmış, yangın suretini vermiş.” diye manasız hezeyanlar ediyorlar.
Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış.” diye Sâni’inin o çamdaki gösterdiği bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebepleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazen gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.
İşte gel!
Belâhet ve hamakatin nihayetsiz derecelerine bak ki yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar, malûm bir şey gibi: “Bu budur.” der. Mesela “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.”
Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i neviyenin unvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yâd edilen fıtrî kanunların birisine, hususi ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü âsi bir divane olur.
Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi bir tırnak kadar bir odun parçasından çok mu’cizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa bir adam o odun parçasını gösterip dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” o ustanın hârika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse ne derece bir hamakattir. Aynen öyle de…

Yedinci Sual: Bu hâdise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?[]

Elcevap: Bu hâdise hem şiddetli kışta hem karanlıklı gecede hem dehşetli soğukta hem ramazanın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle bu hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

Bîçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:

Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek için tacil edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlup olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle en evvel oraları tokatladı ihtimali var.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

[1] Hâşiye: İzmir’in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.

[2] Hâşiye: Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp bunlara hiddet ediyor.

Bakınız[]

*Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir[]

----


Şablon:14.Söz

Advertisement