Yenişehir Wiki
Advertisement

Rum - Urum


1 Rum suresi

İlk ayetlerinde, İranlılarla yapılan savaşta yenilgiye uğrayan Rumların (Bizanslılar) tekrar galip gelecekleri anlatıldığından sureye bu ad verilmiştir. Sure 60 ayettir. 17. ayet hariç, surenin tamamı Mekke'de, İnşikak suresinden sonra inmiştir. Mushaf'taki sıralamada 30., iniş sırasına göre ise 84. suredir Rum suresi, çok önemli bir gayb olayını haber vererek başlar. Bu olay, Bizanslılarla İranlılar arasında meydana gelecek savaşta Bizanslıların galip gelmesi olayıdır. Olay, Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği gibi meydana gelmiş ve böylece haber gerçekleşmiştir. Bu olay, Hz. Muhammed'in getirdiği vahyin doğruluğunu gösteren en açık delillerden ve Kur'an'ın en büyük mucizelerindendir.

2 Surenin temel konuları

Allah'ın müminlere yardım etmesi, İnkârcıların başlarına gelenler ve ahiretteki durumları, Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren deliller, Sadece Allah'a inanıp ibadet etmenin lüzumu, Ahiretin gerçek oluşu, Darlıkta da bollukta da Allah'a bağlanmanın ve hak yolda sebat etmenin gereği.

3 Surenin temel mesajları E

Ehli kitap, Allah katında müşriklerden daha üstündür. Ehli kitap olan Rumların (Bizanslılar) bu yüzden müşrik olan Perslere galip geleceği haber verilmiştir.

Kur'an-ı Kerim'in'in Rumların galip geleceğini haber vermesi, onun mucize bir kitap olduğunun bir delilidir.

Yüce Allah, dilediğine yardım eder ve onun yardım ettikleri de mutlaka galip gelir.

Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayan, ayetlerini inkar edip alaya alan inkarcıları daha dünyada iken cezalandırmıştır. Kişi, çevresine dikkatle bakıp düşünmeli, gezip gördüğü yerlerde geçmiş toplumların başlarına gelenlerden ibret almalıdır.

İnsanları yaratan Allah, onları öldükten sonra da diriltecektir. Kıyamet kopunca suçlular, umutsuzluk içinde susacaklar, onlara şefaat eden de çıkmayacaktır. Onlar azaba uğrayacak, inanıp iyi işler yapanlar ise cennetle ödüllendirecektir.

Gece ve gündüz, daima Allah'ı tespih etmek gerekir. Çünkü her şeyi yaratan, öldürüp dirilten ve canlılara rızık veren Allah övülmeye layık olandır.

Onun eşi ve ortağı yoktur. Onun yarattıklarını ona ortak kılmak akılsızlıktır.

İnsan fıtratına en uygun din, tevhid dinidir. Allah insanı bu özellikte yaratmıştır. Bu yüzden insan fıtratına dönmeli; Allah'a yönelip ondan korkmalı, namazı kılmalı ve ona ortak koşanlardan olmamalıdır.

Başa bir sıkıntı geldiğinde Allah'ı hatırlayıp ona sığınmak, sıkıntı ortadan kalkınca onu unutmak nankörlüktür.

Bu, müşriklerin özelliğidir.


Bir iyilik dokunduğunda sevinmek, bir kötülük dokunduğunda ise üzülüp ümitsizliğe düşmek doğru değildir.

Allah nimeti dilediğine verir. Allah'ın verdiğine razı olmak gerekir.

Mümin, akrabaya, yoksula ve yolcuya yardım etmelidir.

Malın artması için alınan faiz malın bereketini giderir; fakat Allah için zekat ve sadaka vermek, malı kat kat artırır.

İnsanların akılsızca davranışları yüzünden dünyanın düzeni bozulmaktadır. İnsanların başlarına gelen felaketlerin çoğu kendilerinden kaynaklanmaktadır. Yüce Allah, onları başlarına gelen bu felaketlerle uyarmaktadır.

Allah'a ortak koşanların sonu felakettir.

Rüzgarlar, Allah'ın varlığının işaretlerindendir. Allah, rüzgarlarla bulutları hareket ettirir, bulutlardan yağmur çıkarır, yağmurla da toprağı canlandırır. Bu, Yüce Allah'ın ölüleri tekrar nasıl dirilteceğinin de bir misalidir. Ancak kalbi hakikate kapalı olanlar bunu anlayamazlar.

Kıyamet günü suçlular, dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu anlayacaklar ve pişmanlık duyacaklardır.

Fakat bu pişmanlık fayda vermeyecektir.


Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de, insanların hakikati kavrayıp anlamaları için her çeşit misale yer vermiştir. Buna rağmen inanmamakta direnenler için yapılacak bir şey yoktur. Onların inançsızlıkları karşısında sabırlı olunmalı, olumsuz davranışları müminleri üzüntüye, yılgınlığa, gevşekliğe ve telaşa sevk etmemelidir.


Allah'ın hidayet vermediğine hiç kimse hidayet veremez.


Dinde ayrılığa düşüp hakikatin kendisinde olduğunu iddia etmek yanılgıdır.


TUHFE-İ HASEKİYYE - İSMAİL HAKKI BURSEVÎ Kaddesellâhü sırrahu’l azîzin TUHFE-İ HASEKİYYE’SİNDE TÜRK SEVGİSİ[]

İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfesinde Kureyş’in ve Arapça’nın üstülüğüne dâir hadisleri zikretmiştir.

Arapça dışındaki diller için ise “Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın âyetlerindendir.” (Rûm, 30/22) meâlindeki ayeti ele almıştır. Fakat hurma nasıl diğer meyvelere üstünse, Arapça’nın da öyle olduğunu, fazîlet açısından dillerin derecelerinin farklı olduğunu öne sürmüştür. İhlâs sûresinin Allah’ın zât ve sıfatından bahsettiği için Tebbet sûresi üzerine daha faziletli oluşunu örnek göstermiştir. Buradan yaptığı çıkarım ise sonuç olarak şudur: Allah Teâlâ, bütün diller ile konuşur. Zira dil âlimleri, O’nun sıfatlarının çıkıp göründüğü yerdir. İlâhî kelâm sıfatının keyfiyyeti Âdem (aleyhisselâm)’e öğretilmiştir ve ondan da evlâdına geçmiştir.

Türkçe ile ilgili olarak “garâib-i ahbardandır” yani pek güvenilmeyen, acayip haberlerden biri olduğunu söylediği şu olayı anlatmıştır: Âdem aleyhisselâm, cennette yediği yasak meyveden sonra yeryüzüne inmekle emrolununca, melekler hangi dil ile söyledilerse Âdem aleyhisselâm kulak asmamıştır. Sonunda bir melek Türkçe “Kalk!” demiş ve Âdem bunun üzerine yeryüzüne inmek için hazırlanmıştır. Bundan dolayı Türkçe'de fazîletli bir dildir. Onun için Türkler’den kâmil evliyâ gelmiştir.

Bu olay, İsmail Hakkı Bursevî’nin, olayı anlatmaya başlarken dediği gibi garip bir rivayet. Fakat bu olaydan çıkarılan sonuç dikkate şayandır. Çünkü Türkler’den evliya gelmesinin sebebi, Türkçe’nin fazîletine bağlanmıştır.

Tez: sh.24-25

TUHFE-İ HASEKİYYESİ[]

Zîrâ âsârda gelir ki: evlâd-ı Mead ibn-i Adnân kırk adede bâliğ oldukta, [151 a] Hazreti Mûsâ’nın kavmiyle muhârebe eyleyip onları intihâb etmeye başladıkta, Hazreti Mûsâ onlara bedduâ eyledi. Velâkin Allah Teâlâ bedduâya rızâ vermeyip:

“Yâ Mûsâ! Onlara bedduâ etme! Zîrâ Ben onların silsilesinden Nebiyy-i Kerîm-i Beşîr-i Nezîr ihrâc etsem gerektir. Pes ol sahn-ı gülistâna hâr-bâş olma ve zebân-ı dâstân, hangi edvârdan bîrûn edip evrâdını yanılma!”

Ve Rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile Hazreti Îsâ arasında, ne nebiyy-i mütâbi’ ve ne höd rasûl-i müşerri’ gelmiştir. Ve ikisinin meyânında olan fetret dört yüz veyâ altı yüz veyâhut altı yüz senedir. Ve İsmâîl aleyhisselâm ile Adnân arasında âbâ’-i seb’a veyâ tis’a vardır. Ve ba’zıları on beştir demişler ve kırka varınca dahi rivâyet vardır.

Ve Kureyş’in fazâilinde gelir:[]

Kim Kureyş’e ihânet ederse, Allah’a ihânet etmiş olur. Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/183, Hadis: 1586. Ve mutlaka Arab hakkında gelir:

Arab’ı şu üç şey için seviniz: Ben Arabım ve Kur’an Arapça’dır ve cennet ehlinin kelâmı Arapça’dır. Münâvî, I, 225.

Ve ba’zı rivâyâtta gelir ki:

Sual olunursa ki:[]

Lisân-ı Acem, lisân-ı ehl-i cehennemdir. [1] Pes nice lugat ehl-i cennet olur?” Cevâb budur ki:

Acem, Arab’ın muka [151 b] dilidir ki, lisân-ı Arab’dan gayrıya lisân-ı Acem derler.

Velâkin lugat-ı Fârisiyye, lisân-ı Acem’den mahsûs lugattır ki, lugat-ı ehl-i cennete mülhıktır.

Zîrâ ba’zı kabâil-i Arab, Bâ’ ve Cîm ve Zây ve Kaf’ı Fârisiyye ile tekellüm etmişlerdir.

Bu yüzden hurûf-i teheccî otuz iki olmuştur ki aded-i isnândır.

Ve lisân-ı Fârisî bi-husûsa lisân-ı ehl-i cennet olmaya Acem erenlerinin takrîr ve tahrîri dahi delâlet eder.

Zîrâ ehlullâh, lisân-ı medhûl ile tekellüm eylemezler.

Ve bundan mefhûm olur ki, [Dillerinizin farklı olması] (Rûm, 30/22) mûcibince, elsine-i nâsın ihtilâfı âyât-ı ilâhiyyedendir.

Velâkin birbirine nisbetle fazlde tefâvütleri vardır ki, Lisân-ı Arabî, cemî’-i elsineden a’lâdır.

Nitekim hurma cümle fevâkihten efdaldir.

Ve bir nesnenin mercûhiyyeti Hak Teâlâ’nın onunla adem-i tekellümünü muktezî değildir.

Nitekim sûre-i Tebbet ve Ihlâs, ikisi dahi kelâm-ı ilâhîdir. Fe-emmâ İhlâs’ın Tebbet üzere fazl-i râcihi vardır. Zîrâ zât ve sıfat Hakk’a dâirdir.

Ve bundan zâhir olur ki, Allah Teâlâ cemî’-i lugât ile tekellüm eder. Zîrâ ehl-i lugât O’nun mezâhir-i sıfatıdır ve kelâm-ı sıfat-ı ilâhiyyedir kim keyfiyyetini Âdem aleyhis selâm ta’lîm olunmuştur ve ondan evlâdına intikâl [152 a] etmiştir.

Ve garâib-i ahbardandır ki,[]

Âdem, ekl-i dâneden sonra arza hubût ile me’mûr olıcak, melâike lisânından her ne türlü lisân ki tekellüm vâki’ olduysa, Âdem, asgâ etmedi. Tâ ki bir melek gelip lisân-ı Türkî üzere ona “Kalk”! dedi. Âdem dahi kalkıp arza hebûte müteheyyi’ oldu. Pes lisân-ı Türkî’nin dahi fazîleti zâhir oldu. Onun için Türk’ten dahi kümmel-i evliyâ gelmiştir.


Ve denilmiştir ki:[]

Ya’ni diyâr-ı Rûm’a, enbiyâ ayak basmamıştır, belki diyâr-ı Arab’a ve Fürs’e vaz’-ı kadem etmiştir. Velâkin bundan Rûm’a tenezzül gelmez.

Zîrâ ibtidâ bütün dünyâya Âdem ayak basmıştır. Ve her mevzi’ki şehristân olmuştur; Âdem’in vaz-ı kademi eseridir ve her ne yer ki menhûstur, oraya şeytân basmıştır.

Onun için bıka’ın dahi birbiri üzerine rüchânı vardır.

Meselâ Mekke ile sâir bilâd berâber değildir. Zîrâ Mekke cevâhir ve sâirler hacer ve meder gibidir. Lâkin fazl-ı Medîne ve Kuds, fazl-ı Mekke’ye tâbi’dir.

Ve kezâlik, mesâcid ve cevâmi’, sâir büyût-i sükkândan efdaldir. Fe-emmâ mescid ile kenîse ve tekye ile meyhânenin meyânında müfâdala yoktur.

Zîrâ mescid ve tekye arâzi-i tayyibeden; kenîse ve meyhâne, arâzi-i habîsedendir. Nitekim [152 b]

Gınâ ve fakrın hangisi efdaldir?” denilmez. Zîrâ gınâ, sıfat-ı zâtiyye-i ilâhiyye; ve fakr sıfat-ı zâtiyye-i abdiyyedir.

Mevâli’ ile abd arasında münâsebet olmadığı gibi sıfatları arasında münâsebet yoktur.


Kaynak: Mehmet TABAKOĞLU, İsmail Hakkı Bursevî’nin Tuhfe-i Hasekiyye’sinin İkinci Bölümü (Metin Ve Tahlil), T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, (Yüksek Lisans Tezi), , 2008, İstanbul

Advertisement