Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Sekizinci ŞuâSikke-i Tasdik-i GaybiYirmi Sekizinci Lem'a: Sonraki Risale

On Sekizinci Lem'a[]

Risale-i Nur’dan haber veren Birinci Keramet-i Aleviye Risalesi’dir. Hatt-ı Kur’an Lem’alar ve Hatt-ı Kur’an Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmualarında neşredilmiştir.

Birinci Kerâmet-i Aleviye

Cây-ı dikkat: Şu acîb Lem‘anın ehemmiyeti üç noktadan geliyor: Birincisi ve en mühimi: Gizli kalmış, gaybî mühim bir mu‘cize-i Ahmediyeyi(asm) cevâmiü’l-kelim (Hâşiye[1]) nev‘inden iki cümleden ibâret bir hadîs-i şerîf, iki sahîfe kadar hakāik-i târîhiyeyi ve iki devlet-i azîme-i İslâmiyenin hâtimelerini ifade ediyor.

İkincisi: Kerâmât-ı evliyâ hak olduğuna kat‘î bir burhân gösteren Hazret-i Alî radıyallâhü anhın, latin hurûfunun kabûlünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbîkini iki kelime ile göstermesidir. Üçüncüsü: Risâle-i Nûr şâkirdlerine ve nâşirlerine karşı Hazret-i Alî radıyallâhü anhın irşâdkârâne ve teveccühkârâne bakması ve işaret etmesidir.

بِسْـــــــــــــــمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

Hazret-i Gavs-ı A‘zam Şeyh-i Geylânî’nin(ks) sarâhat derecesindeki kerâmet-i gaybiyesini te’yîd ve takviye eden, Hazret-i Esedul-lâhi’l-Gālib Ali İbn-i Ebî Tâlib radıyallâhü anh ve kerremallâhu veche, Kasîde-i Ercûze-i meşhûresinde aynen ihbârât-ı Gavsiyeyi tasdîk edip işaret ediyor. Mecmûatü’l-Ahzâb’ın beş yüz seksen iki sahîfesinden beş yüz doksan yedinci sahîfesine kadar, o Ercûze’dir. O Ercûze’nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî, İsm-i A‘zam'ı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyân etmek, hem o münâsebetle istikbâldeki bir kısım umûr-u gaybiyeye ve te’sîs-i İslâmiyetteki bir kısım mücâhedâtına işaret etmektir.

Evet, Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, üstâdı olan Habîbullâh Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı dersin bir kısmını işârî bir sûrette zikrediyor. Feth-i Hayber’deki hem mu‘cize-i Nebe­viye, hem kerâmet-i Aleviye olan hârika vâkıayı bahsettiği gibi; te’sîs-i İslâmiyete temas eden mühim noktaları da bahsedi­yor, sonra istikbâle bakıyor. Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı dersle bir kısım A‘râbın kendisine karşı isyanlarından hiddet ederek demiş: ف۪ي عِلْمٍ تِسْع۪ينَ حِسَابِ الْفَارِس۪ي * مِنْ بَعْدِقَرْنٍ تَاسِعِ الْمَعَاص۪ي * سَتَظْهَرُالْفُرْسُ عَلَي الْاَعْرَابِ * تَقْتُلُهُمْ كَقَتْلَةِ الدَّوَٓابِّ * تَكُونُ مَبْدأْفِتَنِ عَوَابِسِ * مُظْلِمَةً كَظُلْمَةِ الْخَنَاد۪يسِ Yani, “Dokuz karın sonra ‘Fürs’ yani akvâm-ı şarkiye, A‘râb üzerine hücum edecek. Galebe edip A‘râbı hayvan gibi kesecek. Öyle müdhiş fitneler ve karanlıklı musibetler ki, en karanlıklı gecelerden daha ziyâde karanlık olacak.”

İşte Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bir kerâmet-i bâhiresi ki, ken­dinden beş yüz sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbâsiyesini mahveden ve hadsiz kütüb-ü İslâmiyeyi nehr-i Fırât’a döken ve A‘râbı gayet zâlimâne katleden Hülâgū vâkıa-i meşhûresini haber veriyor. Çünki meşhur olan karın, kırk sene değil, o zamanın ıstılâhınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibârettir. Çünki bir devir altmış senede değişir.

Bu sûretle İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın hicretten otuz sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercûze’deki dokuz def‘a altmış, otuza ilâve edilse beş yüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülâgū’nun hücum ve tahrîbât zamanıdır.

Sonra Hazret-i Cebrâîl’in, Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesse­lâm huzûr-u Nebevîde getirip ‘Sekîne’ nâmıyla bir sahîfede yazılı İsm-i A‘zam, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın kucağına düşmüş. Hazret-i Alî radıyallâhü anh diyor: “Ben Cebrâîl’in şahsını yalnız alâimü’s-semâ sûretinde gördüm. Sesini işittim, sahîfeyi aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek, bu İsm-i A‘zam'dan bahis ile bazı hâdisâtı zikirden sonra tahdîs-i ni‘met sûretinde diyor ki:

فَكُلُّ مَعْنًا مِنْ عُلُومٍ فَاخِرَةٍ * مِنْ مَبْدَا اِلدُّنْيَالِيَوْمِ الْاٰخِرَةِ * قَدْ صَارَ كَشْفًا عِنْدَنَا عَيَانًا * وَكُلُّ ذ۪ي شَكٍّ غَدًامُهَانًا Yani, “Evvel-i dünyâdan kıyâmete kadar ulûm-u esrâr-ı mühimme bize şuhûd derecesinde inkişâf etti. Kim ne isterse sorsun. Sözümüze şübhe edenler, zelîl olur.”

Sonra yine İsm-i A‘zam içinde bulunan o altı esmâ-yı hüsnâdan bahsedip, birdenbire aynen Gavs-ı Geylânî’nin (ks) ihbâr-ı gaybîsi gibi Hülâgū asrından bu asrımıza bakıyor ve ikinci bir kerâmet-i gaybiyeyi izhâr ediyor. Ve diyor ki:

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْط۪يرًا * بِتَّ بِهَاالْاَم۪يرُوَالْفَق۪يرًا (Hâşiye[2]) Yani, “On dördüncü asr-ı Muhammedîde bin üç yüz kırk dokuz (m. 1930) ve Rûmîce bin üç yüz kırk yedide (m. 1930) Arabî hurûfunu terk edip, ecnebî ve acemî hurûfuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum fakir zengin, emîr ve işçi, çoluk-çocuk gece dersleriyle o hurûfu cebren öğrenecekler.” Çünki bir nüshada بَاتَ ’dir. بَاتَ ise gece çalışmasıdır. بِتَّ ise, kat‘ı ve cebrî ifade ediyor. اَحْرُفُ عُجْمٍ fıkrasındaki عُجْمٍ ise, o zamanın ıstılâhınca ‘Arab’ın gayrı, Latince ve Frengî hurûf' demektir. Sonra diyor: فَمَنْ اَرَادَاللّٰهُ اَنْ يُع۪ينَهُ * اَتْحَفَهُ بِهٰذِهِ السَّك۪ينَةِ Yani “Kim inâyet-i İlâhiyeye mazhar ise, Hazret-i Cebrâîl’in ta‘bîriyle bu Sekîne-i kudsiye olan İsm-i A‘zam'ı Cenâb-ı Hakk ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır.” Bu sözden dört sahîfe evvel, yine demiş: فَكُلُّ مَنْ لَاحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ * كَانَ لَهُ فِي الْج۪يدِكَاالْقِلَادَةِ Yani “Kim saadete mazhar ise, said ise, şakî değilse, o İsm-i A‘zam onun boynunda mübârek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” Sonra diyor: ثُمَّ اعْلَمُوامَعَاشِرَالْأِخْوَانِ * اَنَّ غُوَاةَ اٰخِرِالزَّمَانِ * هُمْ عُلَمَآءُ زَوَّقُٓوااَفْوَاهَهُمْ ثُمَّ انْثَنُوااوَاتَّبَعُٓوااَهْوَٓائَهُمْ Yani “O bid‘alar ve acemî ve ecnebî hurûfunun intişârı zamanı olan o âhirzamanın fenâ adamları bir kısım ulemâü’s-sû’dur ki, hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid‘alara yardım edenler ve fetvâ verenlerdir.” Sonra bir kısım ulemâü’s-sû’u tokatlamakla beraber birisiyle konuşuyor. Der: فَسْئَلْ لِمَوْلَاكَ الْعَظ۪يمِ الشَّأْنِ * يَامُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ * بِاَنْ يَق۪يكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ * وَشَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَمِحْنَةٍ Yani “O zamana yetişen ve âlimlerden olan insan! Cenâb-ı Hakk’tan o fitnenin şerrinden muhâfaza için sana ders verdiğim İsm-i A‘zamla duâ et.” فَاِنَّمَانَحْنُ عَلَي التَّحْق۪يقِ * غَوْثٌ لِكُلِّ كُرْبَةٍ وَض۪يقٍ Yani “Biz Âl-i Beyt’ten birer Gavs çıkıp, her kürbet ve şiddet zamanında imdâd ediyoruz.” Esedullâhi’I-Gālib Hazret-i Alî İbn-i Ebî Tâlib radıyallâhü anh ve kerra­mallâhü vechenin, ihbârât-ı gaybiyeye âit şu kasîdesinin bir kısmında Risâle-i Nûr şâkirdlerine bilhassa baktığına müteaddid emâreler var. O da Gavs-ı Geylânî gibi Risâle-i Nûr’un makbûliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.

Birinci Emâre[]

Latin hurûfunun İslâmlar içinde cebren kabûl ettirileceğini teessüfle bahsedip ve ulemâü’s-sû’u tokatladığı yerde, birdenbire birisiyle irşâdkârâne konuşuyor. Ve diyor ki: يَامُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ “Sana verdiğim ders ile hıfz duâsını et!” İşte bu مُدْرِكْ aynen Hazret-i Gavs’ın kasîde-i meşhûresinde مُر۪يد۪ي dediği adamın aynıdır. Çünki ikisi de aynı fitneden bahs edip, umum içinde hususî bir adama iltifât gösteriyorlar. Kasîde-i Gavsiye’de مُر۪يد۪ي ilm-i cifir ve on yedi emâre ile مُلَّا سَع۪يدْ ’dir. Hem اَلْكُرْد۪ي olduğu tahakkuk etmiş. Risâle-i Nûr’un bir vâsıta-i nâşiri olan Üstâdımızın hem ismi, hem lakabı مُر۪يد۪ي lafzında olduğu gibi, aynen Hazret-i Alî radıyallâhü anhın يَامُدْرِكًالِذٰلِكَ الزَّمَانِ (Hâşiye[3]) fıkrasındaki مُدْرِكًا kelimesi, ilm-i cifir ve hesâb-ı ebcedle aynen hem مُلَّا سَع۪يدْ hem اَلْكُرْد۪ي oluyor. Her ikisi de iki yüz altmış beş ediyor. مُدْرِكًا üstündeki tenvîn vakıfta elif’e inkılâb ettiği için اَلْفٌ oluyor. مُدْرِكْ lafzı mim’siz yukarıdan okunmasıyla كُرْدْ olduğu gibi, اَلزَّمَانُ lafzı da بَد۪يعُ الزَّمَانْ’ın bir parçasını okumakla bu emâreyi letâfetlendiriyor. Demek o zamana yetişenlerin arasında Hazret-i Alî radıyallâhü anhın hitâbına mazhar çok efrad içinde Risâle-i Nûr nâşirine hususî bir iltifâtı vardır.

İkinci Emâre[]

Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, hırs ve tama‘ yolunda bid‘alara tâbi‘ olan bir kısım ulemâü’s-sû’u tokatladığı vakit, ulemâ içinde birisiyle merhametkârâne konuşmaya başlıyor. Üstâdımızı bilenlere ma‘lûmdur ki, Ankara rüesâsı onun İstanbul’da İngilizlere karşı mücâhedâtını takdîr ederek onu istediler. Ankara’ya gitti. Van’da Medresetü’z-Zehra nâmındaki kendi dârü’l-fünûnuna yüz elli bin banknot, iki yüz meb‘ûstan yüz altmış üçünün imzasıyla i‘tâsı kararlaştırılan lâyiha-i kānûniye kabûl edilmekle beraber; “Şeyh Sünûsî makamında vilâyât-ı şarkiye vâiz-i umûmîliği, hem Dâru’l-Hikmet’in a‘zâları orada Diyânet Riyâseti’nin a‘zâları olmakla, o da onlar içinde bulunmakla beraber meb‘ûs olmak ve daha ne isterse yapılacak” diye teklîf ettikleri halde, sırf sünnet-i seniyeye muhâlif hareket etmemek için o teklîfleri kabûl etmeyerek, on dokuz sene, belki yirmi iki sene işkenceli esâreti kabûl eden Üstâdımıza, elbette Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın ulemâü’s-sû’a hiddet ettiği zaman, ona karşı hususî iltifâtı olacak ve o ma‘nevî mecliste onu okşayacak. Onun için bu hâl bir emâredir ki, Hazret-i Alî radıyallâhü anh, Hazret-i Gavs-ı Geylânî(ks) gibi umum muhâtabları içinde Risâle-i Nûr’un bir vâsıtası olan Hocamıza işareten iltifât ediyor. نَحْنُ عَلَي التَّحْق۪يقِ غَوْثٌ لِكُلِّ كُرْبَةٍ fıkrasında ‘Gavs’ lafzıyla, Gavs-ı Geylânî’nin mürîdine şefkatle bakmasına, İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın baktığını îmâ ediyor.

Üçüncü Emâre[]

Ulemâ bahsinin evvelki satırında diyor:

فَمَنْ اَرَادَاللّٰهُ اَنْ يُع۪ينَهُ (Hâşiye[4]) اَتْحَفَهُ بِهٰذِهِ السَّك۪ينَةِ (Hâşiye[5]) İsm-i A‘zam bahsinde diyor: فَكُلُّ مَنْ لَاحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ * كَانَ لَهُ فِي الْج۪يدِكَاالْقِلَادَةِ Yani, “Kim inâyete ve saadete mazhar ise, o âhirzamanın fitnelerinden bu altı ismi ver­diğim ders tarzında vird edenler mahfûz kalır.” Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, hurûf-u ecnebîyeyi İslâmlar içinde cebren ka­bûl ettirmek hâdisesi ile ulemâü’s-sû’un bid‘alara yardımlarından teessüfle bahsedip, o iki hâdise ortasında irşâdkârâne bazılarından bahsediyor ki, o Sekîne olan İsm-i A‘zam ile ecnebî hurûfuna karşı mukābele ediyor. Ve hem ulemâü’s-sû’a karşı muhâlefet ediyor. İşte bu zamanda o adamlar, Risâle-i Nûr şâkirdleri ve nâşirleri oldukları şübhesizdir. Çünki onlardır ki, hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza ediyorlar. Ve bid‘akâr bir kısım ulemâlara karşı mukāvemet ediyorlar. Evet, biz Hocamızdan anlamışız ki, on üç sene evvel Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bu kasîdesinin sırrını bilmeden yedi sene evvel bu altı ismi İmâm-ı Gazâlî’den ders alarak kendine vird etmiş. Hem bütün evrâdları tebeddül ve tahavvül ettiği halde, bu Sekîne ta‘bîr edilen altı isme Hazret-i Alî radıyallâhü anhın verdiği ders tarzında mütemâdiyen terk etmeden devam etmiş. Bu tarzda devam edenleri işitmemişiz. Hem hilâf-ı âdet bir tarzda, yirmi sene zarfında yirmi fitne-i azîmeye düştüğü gibi, te’sîrli bir sûrette hayat-ı ictimaiye-i İslâmiyeye karıştığı halde hâri­ka bir mahfûziyet altında olduğunu gözümüzle gördüğümüzden, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın âhirzamandaki hitâb ettiği dostları içinde bilhassa ona rûy-u iltifâtı olduğunu hisse­diyoruz. Hem لَاحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ lafzıyla, yani Said olduğunu ve ulemâ bahsine muttasıl birisinin inâyete mazhar olduğunu ve يَامُدْرِكًالِذٰلِكَ الزَّمَانِ fıkrası, hesâb-ı ebcedle on üçüncü asrı gösterip, o asırda dünyaya gelen ulemâdan Said (Hâşiye[6]) isminde birisine latîfâne bir îmâ, bu emâreyi ziynetlendiriyor.

Dördüncü Emâre[]

Hazret-i Gavs-ı Geylânî fitne-i âhirzamanda sünnet-i seniyeyi ve esrâr-ı Kur’âniyeyi muhâfazaya ve neşre çalışan bir mürîdine on beş emâre ile iltifât eder ve onunla konuşursa, elbette İslâmiyet’in te’sîsinde ‘Esedullâh’ ünvanını alan ve ulûm-u esrâriyede اَنَامَد۪ينَةُ الْعِلْمِ وَعَلِيٌّ بَابُهَا hadîsine mazhar bulunan; ve kerâmât-ı hârika ile iştihâr eden; ve Vehhâbîlerin ecdadı olan Hâricîleri kılıçtan geçiren; ve Gavs-ı A‘zam’ın ceddi ve üstâdı olan Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, elbette Âl-i Beyt’e bir cihette düşman olan Vehhâbîlerin Haremeyn-i Şerîfeyn’i istîlâsı hengâmında; ve Hâricîlerden daha berbad bir tarzda sünnet-i se­niyeye muhâlefet eden bir kısım ulemâü’s-sû’ ve zalemelerin istîlâsı zamanında Risâle-i Nûr vâsıtasıyla Risâle-i Nûr şâkirdleri bütün kuv­vetleriyle sünnet-i seniyenin muhâfazasına ve Âl-i Beyt’in hürmetine ve meveddetine çalıştıkları ve o müdhiş mehâlike karşı sarsılmadık­ları halde imdâd-ı rûhânîye ve kuvve-i ma‘neviyenin takviyesine pek çok muhtaç oldukları bir zamanda; o ulûm-u evvelîn ve âhirîni bildiğini müftehirâne iddiâ eden Hazret-i Alî radıyallâhü anh, hiç mümkün müdür ki, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî’den geri kalsın? Şecâat-i Haydarânesiyle Risâle-i Nûr şâkirdlerinin imdâdına yetişmesin? Elbette bu sûretle yetişir ve yetişti. Ma‘lûmdur ki, meselâ umum bir cemâat içinde biri hareket etse, biri de dese: “Ey insan! Bana bak.” O ‘insan’ lafz-ı umûmîsinde karîne-i hâl ile, o hareket eden adama hitâbdır. Madem muktezâ-yı hâl ve karîne-i hâl ile Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın umum muhâtabları içinde en ziyâde muhtaç ve en ziyâde Hazret-i Alî radıyallâhü anhın maksadı lehinde hareket eden Risâle-i Nûr şâkirdleridir. Elbette o zât istikbâle bakıp يَٓا اَيُّهَا اْلاِخْوَانُ ta‘bîriyle konuştuğu cemâat içinde en ziyâde müteharrik ve en zi­yâde kuvve-i ma‘neviyenin takviyesine muhtaç olanlara hususiyetle bakar.

Beşinci Emâre[]

Ecnebî hurûfâtını ehl-i İslâmın en mühim hükûmeti resmi bir sûrette kabûl ve neşir ve cebrettiği halde, Risâle-i Nûr şâkirdleri bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi hârika bir sûrette neşir ve ta‘mîm ile muhâfazasına çalıştıkları bir zamanda Hazret-i Alî radıyallâhü anh, tarihiyle ondan haber vermekle gaybî kerâmâtı beyân ettiği yerde، ulemâ içinde birisine iltifât gösteriyor. Elbette bu iltifâtın gerçi çok efradı olabilir. Fakat bu karîne-i hâl gösteriyor ki, Risâle-i Nûr şâkirdleri bir hususiyet kesb etmiş ki, Hazret-i Alî radıyallâhü anh iltifâtıyla Risâle-i Nûr’u alkışlıyor.

Altıncı Emâre[]

Kuvvetlidir, fakat yazamayız.

Yedinci Emâre[]

Zâhirdir, fakat gösteremiyoruz.

Elhâsıl[]

Hazret-i Alî kerremallâhü veche, ecnebî hurûfuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid‘alara tarafdârlık eden bir kısım ulemâü’s sû’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşâdkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hazret-i Cibrîl’in ta‘bîriyle, Sekîne ismi verilen ve İsm-i A‘zam sandukçası olan esmâ-yı sitteye devam edeni irşâd ediyor, taltîf ediyor. İşte o esmâ-yı sittenin devamından tereşşuh eden ve o esmânın lemeâtı olan Risâle-i Nûr; ve o Risâle-i Nûr kendi şâkirdleri ile lâakal yüzer kalemle yüzer parça Risâle-i Nûr’un eczâlarıyla ve intişâr eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı hurûf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibâa ve îmânlarının takviyesine; ve Hazret-i Alî radıyallâhü anhın hiddet ettiği iki cereyâna karşı tamamıyla mukāvemet ettiklerin­den, elbette Hazret-i Alî radıyallâhü anhın يَٓا اَيُّهَا اْلاِخْوَانُ ta‘bîr ettiği ihvânları içinde hususî bir sûrette onlara bakıyor.

Evet, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bu zâhir kerâmât-ı gaybiyesi Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın irşâdıyla olduğu için, başka şekilde bir mu‘cize-i Peygamberiye olduğu münâsebetiyle; aynı kerâmet-i Gavsiye ve işârât-ı hârika-i Aleviye gibi beşinci asırla on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp ma‘nâsı anlaşılma­yan bir mu‘cize-i gaybiye-i Nebeviyeyi beyân etmeye münâsebet geldi. Şöyle ki: Hadîs-i sahîhte vardır ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّت۪ي فَلَهُمْ يَوْمٌ وَاِلَّا فَنِصْفُ يَوْمٍ -ev kemâ kāl- Bu hadîs-i şerîfe her nasılsa, “Kıyâmete işaret ediyor” sûretinde ma‘nâ verilmiş, mu‘cize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylânî’nin, hem Hazret-i Alî radıyallâhü anhın irşâd-ı Nebevî ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerâmetkârâne bahisleri gösteriyor ki, bu hadîs-i şerîf onların bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki, bu iki asra bakıyorlar. Evet, hadîste يَوْمٌ ta‘bîri, اِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّاتَعُدُّونَ âyetinin delâletiyle bin seneden ibârettir. Hilâfet-i İslâmiyeye ve hükûmet-i Arabiyeye, hadîs mûcibince tam istikametle gitmediği için, tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsûr senede (Hâşiye[7]) Hülâgū hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra يَاْتِ اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları, hadîs-i şerîfteki istikameti yerine getirmeye çalıştıklarından, hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilâfet-i İslâmiyeye ve şer‘-i şerîf üzerinde giden hükûmetin idâmesine vâsıta oldular. Hadîsin ikinci ciheti ki,فَلَهُمْ يَوْمٌ de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul’un fethinden takrîben yirmi sene evvel, yine hilâfet-i İslâmiyeye zemin ihzâr edildi. Ve tam umum âlem-i İslâm’ın merkez-i hükûmeti olacak bir vaz‘iyet almaya başladı. Ve müjde ve senâ-yı Peygamberîye mazhar olan Fâtih’in vâsıtasıyla İstanbul’un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbâsîler nereden bırakmışlar ise oradan başlayarak Osmanlılar bil’istihkāk âlem-i İslâm’ın başına geçtiler. Yine hadîs-i şerîfin hükmüyle, “Eğer istikametle gitse, hilâfet bin seneden ibâret olan bir gün devam edecek. Yoksa yarım gün devam edecek.” İşte aynen Abbâsîler gibi Osmanlılar da yarım gün devam etti. Yani beş yüz sene devam etti. Bu mu‘cize-i Nebeviye pek parlak bir sûrette tezâhür etti.

İşte hilâfet-i Arabiye tam istikamete mazhar olmadığından, yalnız yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Osmanlı Devleti dahi, tek başıyla âhirlerinde ecnebîlerin ve münâ­fıkların müdâhaleleri yüzünden tam istikameti muhâfaza edemediği için, o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihâdından tam istikamete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.

Suâl: “Rüyâ-yı sâdıka vâsıtasıyla veya hakîkî keşif cihetiyle, Hazret-i Alî kerremallâhu veche ve Gavs-ı A‘zam radıyallâhü anhümâ gibi zevât-ı kudsiye, cüz’î işlere dâir âmî adamlarla da temas edebilirler. Ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki, bunların bir işâret-i gaybiyelerini gayet ehemmiyetle binler keşif ve binler rüyâ-yı sâdıka kadar tutuyorsunuz ve ehemmiyet veriyorsunuz?”

Elcevab: Sekiz yüz sene ve bin üç yüz sene mesâfede, verâset-i nübüvvet makamında âlem-i İslâm’ın istikbâli nokta-i nazarında küllî bir nazara o uzun mesâfede görünen hâdisâtın, elbette çok ehemmiyeti olacak ve dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki, o uzun mesâfede ve o küllî nazarda, âlem-i İslâm’ın menfaati nokta-i nazarında uzaktan görünsün ve ona dikkat edilsin. Ve vücûda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüyâ-yı sâdıka ve keşif ise, cüz’î ve hususîdir. Vücûda geldikten sonra, yakından bakmaktır. Elbetteböyle keşif cihetinde, rûhânî temessül i‘tibâriyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir.

Âdî adamlar da onların rûhânî misâlleriyle görüşebilirler. Ve gayet ehemmiyetsiz şeyler de medâr-ı nazar olabilir. Fakat bir aynadaki misâlî güneşle münâsebetdâr olmak ve soh­bet etmek nerede? Hakîkî semâdaki güneşle münâsebetdâr olmak nerede? Aynadaki güneşi herkes eline alabilir. İltifâtına mazhar olabilir. Konuşabilse, belki konuşturabilir. Fakat semâdaki güneşin iltifâtını celb eden ve kendisiyle konuşturan kimse, kamere çıkmalı, makamı kamerde olmalı veya kamer gibi bir vazîfe görmeli. Yoksa o sultân-ı semâvi olan güneşin haşmetli nazarı altında hiç görünmeyecek derecede gizlenecektir.

Risâle-i Nûr şâkirdleri nâmına

Kürt Bekir (rh), Âsım (rh), Mustafa (rh), Keçeci Mustafa (rh), Ali (rh), Süleyman (rh), Rüşdü (rh), Abdullâh (rh), Husrev (rh), Re’fet (rh), Süleyman (rh), Sabrî (rh), Hulûsî (rh), Babacan Mehmed Ali (rh), Mes‘ud (rh), Hüseyin (rh), Gālib (rh), Hâfız Ali (rh), Küçük Lütfü (rh), Zekâî (rh), Abdülbâkî (rh), Şamlı Hâfız Tevfîk (rh), Ya‘kub Cemâl (rh), vesâire...

  1. Mu‘cizât-ı Ahmediye’ye (asm) dâir olan On Dokuzuncu Mektub’un cüz’-ü evvelinde zikredilen hadsiz ihbârât-ı gaybiye-i Ahmediye (asm) nev‘inden seksen mu‘cize-i gaybiye-i Ahmediye, (asm) bununla seksen bir olur.
  2. Hazret-i Alî radıyallâhü anhın şu kerâmeti pek zâhirdir. Çünki hurûf-u ecnebiyenin İslâm içinde cebren kabûl ettirildiği zamanı,سُطِّرَتْ تَسْط۪يرًا cümlesiyle tam tamına aynı tarihi gösteriyor. Cifirle ve hesâb-ı ebcedle fıkranın ma‘nâsını takviye ediyor. Şöyle ki: İki (س) yüz yirmi, iki (ط) on sekiz, iki (ت) sekiz yüz, iki (ر) dört yüz, bir (ي) on, bir (الف) bir, bin üç yüz kırk dokuzdur. Şimdi Arabî bin üç yüz elli üçtür (m. 1934). Bu hurûfun cebren kabûlü ve Ramazan gecelerinde çoluk-çocuk ve kadınlara okutturulması dört sene evveldir.
  3. يَا مُدْرِكًا tenvîn nûn sayılmak şartıyla; üç yüz yirmi beş olup, نُورْس۪ي bir fark ile üç yüz yirmi altı ediyor. O fazla elif, bine işaret ettiği için üç yüz yirmi beş (m. 1909) kalıp; hem مُدْرِكًا ’e tam tevâfuk ediyor, hem fitnelerin başlangıcının, hem o Nûrsî’nin mücâhedesinin başlangıcının tarihini gösteriyor.
  4. Bu satırda Gavs’ın تَع۪يشُ سَع۪يدًا fıkrasındaki سَع۪يدًا lafzını, يُع۪ينَهُ dahi aynen, اَلسَّك۪ينَةِ yine aynen gösteriyorlar. Her birisi سَع۪يدًا oluyor. Demek Gavs gibi, bu fıkra Said ile konuşuyor. (ه) harfi beştir, dördü (د)’dır, biri (د)üstündeki tenvîn vakıfta elife mukābildir.
  5. Cây-ı dikkattir ki, bu iki satır ma‘nâ i‘tibâriyle doğrudan doğruya Risâle-i Nûr nâşirine baktığı gibi, cifir ve ebced hesabıyla yine bakıyor. Çünki اَتْحَفَهُ بِهٰذِهِ السَّك۪ينَةِ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz elli bir (m. 1935) tarihini gösteriyor ki, Risâle-i Nûr’un gālibâne intişâr ve tekemmül tarihidir. İkinci satır فَكُلُّ مَنْ لَاحَتْ لَهُ السَّعَادَةُ}} * كَانَ لَهُ فِي الْج۪يدِكَاالْقِلَادَةِ yine cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz yirmi dokuz (m. 1914) ediyor ki, Risâle-i Nûr nâşirinin hakîkî mebde’-i mücâhedesi tarihidir. Yalnız bu اَلسَّعَادَةُ ve اَلْقِلَادَةُ’deki iki (ت) vakfa rast geldikleri için kaideten (ه) sayılırlar. Elhâsıl: Bu iki satır üç cihet ile Risâle-i Nûr nâşirine bakıyor. Birincisi: İsm-i A‘zam'ı tazammun eden altı ismin ona hediye edildiği ve onunla muhâfaza edildiği, aynen vâki‘ olmuş ve olmaktadır. İkincisi: يُع۪ينَهُ cifirce اَلسَّك۪ينَةُ ; سَع۪يدُ cifirce yine سَع۪يدُ ; اَلسَّعَادَةُ ma‘nâ ve lafızca yine سَع۪يدُ oluyor. Üçüncüsü: Evvelki satır Risâle-i Nûr’la mücâhedenin bugününü, ikinci satır mücâhedenin mebdeini tam tamına tarihiyle gösteriyor. İşte bu iki satır Risâle-i Nûr nâşirinin yirmi senelik mücâhedâtının biri mebdeini, diğeri müntehâsını göstermesi, elbette tesâdüfî olamaz. Belki mücâhedenin makbûliyetine bir işâret-i gaybiyedir. Ve Hazret-i İmâm-ı Alî’nin(ra) bir sikke-i tasdîkidir. Süleyman Rüşdü, Husrev
  6. يَاسَع۪يدُ مُدْرِكًالِذٰلِكَ الزَّمَانِ tenvîn nûn sayılmamak şartıyla, bin üç yüz yirmi beş (m. 1909) tarihi olan hürriyetin ikinci ve üçüncü senelerinde hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüsle o hilâfetin kırılmasından fitnelerin kapısı açıldığının zamanıdır. Hazret-i Alî radıyallâhü anh o zamana dehşetli bakıyor.
  7. Hadîsin hükmüyle, hükûmet-i Arabiye beş yüz sene yaşayacak. Halbuki beş yüzden bir mikdar geçer. Bunun sırrı şudur ki: Yezîd, Velîd, Haccâc-ı Zâlim gibi zalemenin ve Ebû Müslim-i Horâsânî’nin tahakkümü ve Emevîlerin inkırâzından sonra Abbâsîlerin tam takarruruna kadar olan zaman hükûmet-i Arabiyenin fetret zamanı sayıldığından, bu fetret zamanı tayyedilmekle tam beş yüz kalır.
Advertisement