Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 9-10: Münafıkların Aldatmasıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü: Sonraki Risale

وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِى ْالاَرْضِ قَالُوۤا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ[]

اَلاۤ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لايَشْعُرُونَ[]

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ey aziz bimiş ol ki; şu ayetin (iki ayetin) önceki iki ayetle olan nazm ve dizilişi de şöyledir: Vaktâ ki Hak Teâla (C.C.) münafıkların nifâklarından neşet eden cinayetlerinden ilkini, zikri geçmiş müteselsil neticeleriyle zikreyledi, ki o da, nefislerine olan zulümleriyle, Allanın hukukuna tecavüzleridir. İşte bu ilk cinayetlerini zikrettikten sonra, ikinci cinayetlerinin zikri onu ta'kib eyledi ki bu da, hukuk-u ibada tecavüzleri ve insanların arasına fesadı ve bozgunculuğu ika' etmeleridir.

Ve sonra: وَاِذَا قِيلَ kelamı, kıssa ve hikayenin suret ve şekli itibariyle -üst tarafta geçen Bakara Sûresi sekizinci ayetinde -وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ cümlesindeki مَنْ يَقُولُ ile bağlantılı olduğu gibi; meali itibari ile de, bir önceki ayetin başında gelen يُخَادِعُونَ ile de merbuttur. Kezâlik, öz ma'nası itibariyle de; o ayetin sonunda gelen يَكْذِبُونَ ile de irtibatlıdır.

Hem burada "Hamliye" ([1]) cümlesinden "şartiye"ye geçişindeki üslûbun değişikliğindeki durum, ikisinin ortasında mukadder bulunan bir cümleye bir emare ve bir hafi remiz içindir. Güya der:

لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ (Yani Onların, sırf hak ve hakikat olan bir şeyi yalan ile tekzib etmelerine karşılık, onlara ceza olarak bir elim azap vardır.) Mukadder olan cümlenin meali de şöyledir: "Münafıklar yalan söyledikleri vakit, fitne çıkarırlar. Fitne çıkardıklarında da ifsad ederler.. Onlara nasihat edildiğinde ise, kabul etmezler." İşte bu ma'na ise; gelir, -tahlilinde olduğumuz- ayetin başı olan وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا ya bağlanır..

Cümleler arasındaki münasebet[]

Amma bu ayetteki sarîh, zâhir cümlelerle, zımnî olanlarının arasında olan nazm ve diziliş vechi ise; sana misal getireceğim tarzdaki nazm ve bağlantının aynısıdır, o da şöyledir: Görsen ki, bir adam bir yola düşmüş gidiyor... Amma o yol, onu helâketine götürüyor. Onu bu helâketten kurtarmak için ona şöyle bir nasihatte bulunursun: "Hey arkadaş! Senin bu yolun, yolculuğun seni helaket uçurumunun kenarına götürmektedir. Gel bu yolculuktan vaz geç, bu yoldan da uzaklaş! Eğer o adam senin o nasihatınla vazgeçmezse, bu defa ona zecr ü nehiyden sonra, ölüm haberini vererek vazgeçirmeye çalışırsın. Ayrıca sen bu (şiddetli) nehyini te'yid edip onun zihninde yerleştirip devam ettirmek için, onu ya umumî bir nefretin kendisine celb olacağından söz ederek tam korkutmakla; ya da şefkat-ı cinsiyeyi hatırlatarak (yani evlad, iyal ve akrabalarına karşı olan şefkatini, ya da onların kendisine karşı olan şefkatlarını hatırlatarak) kalbini rikkate çekmek, onu bundan vazgeçirmek için uğraşırsın. (Sonra ilerde de sana bu iki vaziyetin beyan ve izahatı gelecektir.) Eğer o adam, tehlikeyi bile bile göze almakta inatçı ve katı bir cehlin ortasına binmiş gidiyorsa; herhalde senin nasihatlerine karşı susmayacak, belki kendini müdafaaya yeltenecektir. Nasılki de müfsid olanların şe'ni, böyle hep fesadlarını salah görür, müdafa ederler. Çünki ondaki insanlık fıtratı, fesadı, fesad görerek irtikap etmesine engeldir, manidir. İşte o şahıs, sonra kendi haklılığını müdafaa için deliller (!) getirerek, iddialı bir tarzda diyecek: "Benim şu sülûk ettiğim yol haktır, haklılığı da ma'lumdur. Öyle ise, senin bana nasihat etmene hakkın yok, nasihatlarına da ihtiyaç yoktur, bilakis sen kendin doğruyu öğrenmeye muhtaç haldesin. Buna göre, bizim yolumuz en doğru ve ne iyi bir yoldur. Öyle ise sen, en doğru olan bir yola müdahale edip itiraz etme!" diyecektir.

Şayet o muannid ve musırr şahıs, iki yüzlü birisi ise, sözleri de iki lisanlı olacak; bir yanıyla nasihatciyi ilzam etmek için kullanacak.. Öbür yanıyla da mesleğini korumak için diyecek: "Ben muslihim. Yani, zâhirde senin istediğin tarzda ıslahcıyım. Batınen de, kendim itikad ettiğim gibiyim." Sonra, elbetteki bunun gibi kimselerin şe'ni, karakteri icabıdır ki; kendi davasını te'yid ve te'kid etmek için desin: "Salah ve hayır benim daimî sıfatımdır. Yoksa, evvelce fesadçı iken, şimdi salih kesilmiş değilim."

Sonra, bu şahıs kendi mezhebinin yayılmasında, mesleğinin tervicinde ve nasihatcisinin tezyifinde ve ehl-i hakkı ta'rizde zımnen tahkirde bu derece mütemerrid, inadcı ve kötü huylulukta müteassıb bir musırr olduğu anlaşılınca, artık onun için bir tedavî çaresi ve hiçbir ilacın faidesi kalmadı demektir. Son bir çare kalır ki o da şudur: Zehir saçan halinin yayılıpta başkasına sirayet etmemesi yoludur. Bu tedavî ve mualece şekli de, insanları tenbih edip uyarmak ve o şahsın artık salah ve hayır tarafının kalmamış bir müfsid olduğunu insanlara bildirmektir. Zira o şahıs, aklını kullanıpta şuurunu çalıştıramıyor ki; şu apaçık tarzda hissedilen vaziyeti derkedebilsin.

İşte, eğer sen bu misalde serdedilmiş birbirine ekli zincirleme halkaları anladı isen وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ cümlesindeki kayıdlarla bu hakikata tansis veya remzedilmiş mezkûr ma'naları ifade eden cümleleri arasında olan nazm ve bağlantıyı da düşünmüşsündür. Evet, bu ayetin cümleleri arasında îcazlı, fıtrî bir nazm ve diziliş bulunmaktadır. Bu îcazın altından da ateşîn bir i'cazın mevcudiyeti parıldamaktadır.

Cümle 1: Onlara "Yeryüzünde fesad çıkarmayın" denildiğinde[]

Amma bu ayetin tek tek cümlelerinin heyetlerinde olan nazm ve diziliş keyfiyetine gelince şöyledir;

Evet, bilmiş ol ki: وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِى ْالاَرْضِ cümlesinde kat'îliği ifade eden اِذَا da, münkerden nehyetmenin lüzum ve vâcibliğine bir işaret vardır. Hem قِيلَ ile yapılan "Bina-yı mef’ul" siğası da remzeder ki; nehy işi, vazifesi umuma şamil bir farz-ı kifayedir.. ve لَهُمْ deki لَ ise nehyin, kötülükten men' etmenin mutlaka yumuşak nasihat tarzında olmasına, tahakkümvarî olmamasına ve nasihat ise, lütuf ve yumuşaklık içerisinde olup; üstüne fazla varıp da damarına dokundurmama ile olmasının lüzumuna bir ima eder.

لاَ تُفْسِدُوا kelamı ise, mantıktaki "kıyas-ı istisnaî" suretinin bir fezlekesi ve bir hülasasıdır. Kıyas-ı istasnaî'nin buraya tatbik ve tarifi ise şöyledir: Bir şeyin ve bir sözün içinde neticesinin kendisi ve ya onun nakz edicisi bilfiil zikredilmiş olmasıdır. Tatbiki de şöyledir: "Ey filanlar! Yapmakta olduğunuz işi, fiili yapmayın, etmeyin! Aksi halde ondan here ü mercler çıkacak, dolayısıyla itaat ipi çözülüp kopacak. Adaletin ahenk ve nizamı müşevveş olacak; ondan da ittifak rabıtası sarsılacak.. Ve netice olarak bundan da fesad ve bozgunculuklar doğacaktır. O halde gelin de bunları yapmayın ki; fesad ve ifsad çıkarmış olmayasınız!"

Ve فِى ْالاَرْضِ lafzı ise, nehyi te'yid ve te'kid için olup, zecri de devamlı tutmağa bakmaktadır. Zira nasihatcının nehyi, ancak muvakkat ve belirli bir zaman içinde olabildiğinden; nasihat edilenin zihninde onun vicdanını daimî tarzda tevkil etmek lazım geliyor ki, bunun altında daima onu kötülükten nehy ve zecreylesin. Bu da iki yol, iki tarz ile olabilir:

1-Şefkat-i cinsiye damarını tahrik etmekle..

2-Ya da, nefret-i umumîyeden kaçınma ırkını tehyic etmekle mümkündür.

İşte فِى ْالاَرْضِ kelamı, bu mezkûr iki ırkı, iki tarzıyla îkaz ediyor, hareketlendiriyor. Evet, فِى ْالاَرْضِ lafzı onlara seslenerek der ki: "Sizin şu fesadınız bütün nev-i beşere sıçrıyor ve sirayet ediyor.. Acaba sizin hangi kininiz ve öfkenizdir ki; içinde ma'sumlar, günahsızlar, fakirler ve hiç tanımadığınız bîgünah kimseler bulunan bütün bu insanlara sizi düşman ettirmiş?. Bütün bunlara siz hiç acımıyor musunuz?. Ne için şu kendi hemcinsinize merhamet etmiyorsunuz?. Şayet kendinize gelmeyip, şaşkınlık içinde kalırsanız ve fıtrî olan şefkat-i cinsiyenizden haberdar olmazsanız bile; hiç olmazsa, sizin bu hareketinizin umumî bir nefreti size manen celbettiğini mülahaza etmelisiniz.!..

[s41] Eğer desen: Şunların umum ile ne gibi bir garazları, bir meseleleri olabilir? Hem fesadları nasıl külle ve herkese incirar edebiliyor?..

Sana cevaben denilir ki: Bir adam siyah camlı bir gözlükle eşyaya baktığında, nasıl herşeyi kara ve çirkin görür. Öyle de: Basireti nifâkla perdelenen ve kalbi küfr ile fesada uğrayan bir kimse dahi, her şeyi kabih ve çirkin görüyor.. Onun kalbinde de, bütün insanlara karşı, belki bütün kâinata zıdd olarak bir inad, bir kin hasıl oluyor. Hem sonra, nasıl ki bir saatın bir dolabının bir çarkının bir dişi kırılsa, saatin bütün aletleri ve mihanikiyeti de küllî- cüzî bir tarzda onunla müteessir olur. Kezalik: Bir şahsın nifâkıyla da; beşerin adaletle, İslâmiyetle ve itaatla intizama girmiş olan heyet-i içtimaiyesinin nizamı da müteesir olmaktadır. Evet, çok maalesef ki, nifâkın müteselsil olan zehirleri alemde zuhura çıkmasıyla, şu mevcud sefaleti netice vermiştir.

Cümle 2: Dediler "Şüphesiz bizler ıslah edicileriz"[]

Amma قَالُوۤا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ cümlesine gelince; ondaki قَالُوۤا yerine, zâhiri siyakın gereği olan لاَ يَقْبَلوُنَ النَّصِيحَةَ Yani onlar nasihati kabul etmiyorlar cümlesi gelmemesinin sırrı; münafıklar kendi mesleklerini inad içinde müdafa ettikleri gibi; o pis mesleğe başkalarını da da'vet ettiklerine işarettir.

اِنَّمَا da ise, iki çeşit hasiyet vardır:

Birincisi: اِنَّمَا nın medhûlu (yani, "ancak bizler"in dahil edilmişliğimiz), ya hakikaten, ya da iddiâen ma'lum olması lazımdır. Buna göre, اِنَّمَا da şöyle bir remiz olmalıdır ki; münafıklar, kendilerine nasihat eden ve kendilerinin cehl-i mürekkebleri karşısında, nasihatlarında sebatı izhar eyleyen mü' minleri tezyif ederler mânası vardır.

İkincisi: اِنَّمَا daki hasrdır. (Yani "biz ancak ıslah edicileriz" münhasırlığı) o hasırda da şöyle bir işaret vardır ki; münafıkların salahlarına,(!) ıslahcılıklarına ayrı bir fesad maddesi karıştırıpta bozmuyor. Zira, başkaları gibi değillerdir. (Yani salah diye söyledikleri münafıklıkları şaibesiz bir nifâktır. Onun aksi olan bir şey, içine karışmıyor, karıştırmıyor. Çünkü münafıklar ve münafıklık başkalara ve başkasına benzememektedir.)

Hem bu işarette, mü'minlere de bir ta'rizin, (gizli bir ihtarın) varlığına da bir remiz vardır ki, mü'minler hâlis ve sırf lillah için yaptıkları hizmet ve amellerinde, münafıkların aksine olarak, haricî ve arızî bazı fesad ve ifsadların ve o iyi olan amellerini bir derece bozabilen, kudûretlendirebilen bazı iş ve hallerin müdahele etme imkânı olabileceği de kârdır, dikkat buyurula!..

Hem نُصْلِحُ yerine, ismî cümle ile olan مُصْلِحُونَ cümlesinde şöyle bir işaret vardır ki; münafıkların "Salah bizim sabit ve daimî sıfatımızdır. Bizim şu içinde bulunduğumuz hal dahi, daima istishab ile beraber olduğumuz ıslahın tâ kendisidir." Lâkin münafıklar, sonra bu sözlerinde de nifâk yapıyorlar. Çünki izhar eyledikleri durumun hilafına olarak, kalblerinde bunun aksini saklamaktadırlar. Demek anlaşılıyor ki onlar, batınen olan fesadlarını salah diye iddia ediyorlar. Fakat zâhir halde, riyakârlık yaparak; amelleri, mü'minlerin salah ve menfaatleri için olduğunu söylerler.

Cümle 3: Dikkat edin.. Onlar müfsidlerdir. Ve farkında değildirler[]

Amma اَلاۤ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لايَشْعُرُونَ cümlesine gelince, bil ki: Üst tarafta gösterildiği üzere, münafıklar vaktaki sabık cümlenin (Yani: قَالُوۤا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ cümlesinin) maatifinde, özel bölmelerinde; mesleklerinin revaçlandırılması.. ve salahın kendilerinde sabit ol-duğunun da'vası.. ve salah kendilerinin daimî, müstemirr bir sıfatları olduğunun iddiası.. Ve salahın münhasıran kendilerinde olduğunun iddiası.. Ve aynı zamanda, salahlarının şaibesiz olup, herhangi bir fesad maddesinin içine karışmadığına dair sözleri., ve bu da'va ettikleri hükmün zâhir ve ma'lûm olduğunun izharı., ve mü'minlere karşı olan örtülü tenkid ve ta'rizlerinin açığa vuran belirtileri.. Ve mü'minler tarafından yapılan nasihatlarının, taraflarından yapılan techilleri gibi ma'naları derceylediler... Kur'an-ı Hakîm dahi onları, bir çok ahkâmı tazammun eyliyen bu cümle ile (yani اَلاۤ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ cümlesiyle):

1-Salah değil, fesadlarını ispat ederek..

2-Kendilerinin müfsidlerin gerçek halleriyle müttehid ve muttasıf bulunduklarını izhar ederek..

3-Ve onların iş ve halleri yalnız fesad ve bozgunculuk üzerinde olduğunu i'lan ederek..

4-Ve fesad ve ifsad hükmünün onlar hakkında sabit olduğunu bildirerek..

5-Ve insanları onların kötülük ve şenaatlerine karşı uyararak..

6-Ve onların câmid cisimlermiş gibi, hissizlik ve duyarsızlıklarını ispat edip cehaletlerini göstererek cevaplandırdı.

Eğer istiyorsan; ayetteki قَالوُا lerinden tereşşüh eden iddialarına ve mesleklerine dair olan da'valarını revaçlandırmak istemelerine karşı Kur'anın mü'minleri tenbih etmek üzere, اَلاۤ ile yaptığı îkaz, münafıkları nasıl tezyif eylediğine bak!

Hem اَلاۤ اِنَّهُمْ de tahkik için getirilen اِنَّ ye bak ki, اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ deki اِنَّمَا ile, ma'lumiyetini iddia ettikleri da'valarını nasıl reddettiğini gör! Evet, bu اِنَّ güya der ki: Onların hakikatta ve batında halleri katiyetle fesad ve ifsad olduğundan, zâhirde dahi salah ve yapımcılık da'valarında hiçbir ciddîlik olmadığı gibi, kendilerine de bir faidesi yoktur.

Keza, هُمْ deki hasra, ("yalnız onlar" münhasırlığı) ve الْمُفْسِدُونَ ile ta'rifleri yapılan hallerine de bak ki; nasıl اِنَّ ve نَحْنُ deki zımnî ta'rizlerine (ya'ni bir çeşit istihzalı tenkidlerine) karşı, Kur'an nasıl mukabele edip cevap veriyor.. Ve müfsidlerin gerçek karkaterleri kendilerinin öz zatlarında görünmesiyle, fesad ve ifsad adeta bizzat kendi zatlarıdır diyerek; nasıl اِنَّ dan müstefad olan münhasırlığı müdafaa etmele-rine karşı, karşılık veriyor.

Ve keza, وَلَكِنْ لايَشْعُرُونَ cümlesine atf-ı nazar eyle ki; münafıklar, ıslahcılıklarının ma'lumluluğunu müdafaa ederek, mü'min olan nasihatçılarına karşı ettikleri tezyif ve zımnî hakaretlerine karşı, Kur'an nasıl bu cümle ile cevap veriyor: "Onlar nasihata layık değillerdir" diyerek şuursuzluklarını ilan ediyor.. Ve daha buna kıyasen düşün!

Önceki Risale: Bakara 9-10: Münafıkların Aldatmasıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü: Sonraki Risale

  1. Prof. Dr. Musa Kâzım Yılmaz Bey, kendisine istirhamla harekelettirdiğim Arabî "İşarât-ül İ'caz"ın burasına kendi kalemiyle "Hamliye" ve "Şartiye"yi şöyle îzah etmiş yazmıştır: "Hamliye ve Şartiye, mantıkda cümle çeşitlerinin isimleridir. "Hamliye", mahmul ve mahmulün-aleyhten meydana gelir. "Şartiye" ise, bilinen şart cümlesini ifade eder. İkinci cümle her zaman birinci cümlenin cevabıdır. Ve şartiye cümleleri şart edatıyla başlar, وَاِذَا قِيلَ de olduğu gibi... Şartın birinci cümlesi "Mukaddeme", ikincisi "Talî*' adını alır. -Mütercim-
Advertisement