Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğüİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 16: Hidayeti Verip Dalaleti Satın Almaları: Sonraki Risale

وَ اِذَا لَقُوا الَّذِينَ اۤمَنُوا قَالُوۤا اۤمَنّاَ وَ اِذَا خَلَوْا اِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُوۤا اِنَّا مَعَكُمْ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ[]

اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَ يَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ[]

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ey aziz bilmiş ol ki:

Şu âyetin meali, evvelki âyetin veya âyetlerin mealiyle olan nazm ve diziliş vechi ise; münafıkların "Dördüncü cinâyetlerini" ona atfedip irtibatlandırmasıdır. Yani, üstte bahsi geçen, mü'minlere sefillik isnad etmeleri yanında, fesad ve ifsad çıkarmaları cinâyetlerine; istihza ve istihfaf cinâyetlerini de atfeylemesi ve eklemesidir.

Cümleler arasındaki münasebet[]

Amma bu âyetin (iki âyetin) kendi cümleleri arasındaki irtibat, nazm ve diziliş vechi ise, şudur ki: Nasıl elemler, kederler ve üzüntülere karşı iman, bir nokta-ı istinaddır. Aynı zamanda iman; emel, arzu ve beklentiler için de bir nokta-ı istimdaddır. Buna göre, imanın hakikî üç hasiyeti olduğu anlaşılmaktadır.

Birinci Hasiyet: Nokta-i istinaddan neş'et edip gelen izzet-i nefistir. İzzet-i nefsin şe'ni de, tezellüle adem-i tenezzüldür. (Zira, tahkiki bir iman ile Allah'a dayanan bir kimsenin, tezellül gösterme noktasında kimseye minneti kalmaz.)

İkinci Hasiyet: İmandaki şefkattir ki şeni, adem-i tezlil ve tahkirdir. Yani: Başkasını zelil kılmamak, aşağı görüp hakaret etmemektir.

Üçüncü Hasiyet: Hakikatlere karşı hürmetkar davranmak ve kıymetlerini tanıyıp bilmektir. Zira, yüksek değere sahip hakikatdar bir şeyin yanında ve içinde elbette ve herhalde yekta bir cevherin bulunması gerek.. Onun kıymetini tanıyıp bilmekle beraber, o hakikati hafife almamaktır. Çünkü hakikatin kendisi yüce bir değerdir ve öyle olmalıdır.

İşte, imanın şu hasiyetleri gibi; onun zıddı olan nifâkın da, üç hasis karakteri vardır. İşte onlar da şunlardır: 1- Zillet-i nefis.. 2- İfsad etme meyli.. 3- Başkalarını tahkir ile gururlanma...

Ey arkadaş! Bunları iyice anladı isen, şunu da bil ki: Nifâk, katiyyen nefsin zilletini doğurur. Bu da tezellülü (yani ufak bir menfaat, küçük bir korku ile alçalıp zelil olmayı netice verir.) Bu ise, bunların kaynağı olan riyaya saplandırır. Riya ise, müdahene, yağcılık ve yaltaklanmadır.. O ise yalancılıktır.İşte Kur'an-ı Hakîm mezkûr ma'nalara: وَ اِذَا لَقُوا الَّذِينَ اۤمَنُوا قَالُوۤا اۤمَنّاَ kavliyle işaret eylemiştir. Yani münafıklar, mü'minlerle karşılaştıklarında, "Biz de iman etmişiz, ilh.." derler.

Sonra, vaktaki nifâk, kalbi ifsad eyler ve kalbin bozulmasının sebebidir; elbetteki ruhun yetimliğini, yani: Kimsesizlik, sahibsizlik, hâmîsizlik ve mâliksizliğini netice vermektedir. Bundan da elbetteki havf, korku duyma doğacaktır. Korku da içindekini gizletmeye ve onu perdelemeye sürükler, işte bu hakikata da, âyet وَ اِذَا خَلَوْا lafzıyla işaret etmiştir.

(Yani: Münafıklar kendi şeytanlarına gidip, başbaşa kaldıkları zaman derler ki; biz kat'iyyen sizinle beraberiz.)

Hem sonra, madem ki münafıklık, kati'-ur-rahmdır. Yani: Sıla-ı rahmi kesiyor, koparıyor. Bu kat' ve kopukluk ise, şefkati izale eylemektedir. Yani, kalbden şefkati siliyor, gideriyor. Şefkatin zevali durumunda ise, ifsad ve bozgunculuğu netice vermektedir. İfsad ise, fitnedir. Fitne dahi hainliktir. Bu da zaafı netice verir. Zaaf ise, sahibini bir kuvvete ve dayanağa iltica ettirir. İşte âyet bu hakikata اِلَى شَيَاطِينِهِمْ Lafzıyla işaret eylemiştir. (Yani âyet demiyor: بِشَيَاطِينِهِمْ (şeytanlarıyla birlikte olduklarında.) Belki اِلَى شَيَاطِينِهِمْ (Şeytanlarına gidip başbaşa kaldıklarında) diyor. İşte buna göre; âyet, münafıkların istinadgâhları, büyük şeytanlar olan reislerine gidip iltica ettiklerini ifade etmektedir.

Ve sonra, madem ki nifâk, tereddütlü bir cehalettir. İşte bu tereddüd; tabiatın, yani hal ve vaziyetin tezebzübünü netice vermektedir. Yani: Ne ona, ne de buna tam inanmama ve iki şeyin, halin ortasında muallak kalmayı netice veriyor. Bu hal ise, bir sebatsızlıktır, o da mesleksizliktir. O da emniyetsizliktir. (Yani, kendi kendilerine karşı emniyetsizliği doğurur.) Ve bu da, onları reisleri karşısında ahd ve vaadlerini tazelemeye zorlamaktadır. İşte âyet, şu birbirine ekli silsileye قَالُوۤا اِنَّا مَعَكُمْ lafzıyla işaret etmiştir. Yani: Münafıklar, şeytan reisleriyle her buluştuklarında: "Biz sizinle beraberiz" demeye icbar eylemektedir.

Ve sonra münafıklar, şeytan reisleriyle buluştukları her defasında, özr ve mazeret beyan etmeye mecbur kaldıkları için; nefis ve kalblerinin hafifliğinden dolayı, hakikati, gerçeği hafife almaya başladılar..Ve kendileri nifâkla kıymetsizleştikleri için, galî ve pek behadar ve çok değerli hakikatleri ucuza indirdiler.. Ve yüce değerlere, âlî hakikatlere, kendilerinin dûn himmetliklerinden ve zaifliklerinden neş'et eden gurur ile ihanet eylediler. İşte Kur'an dahi bu makamda münafıkların vaziyetini ibraz etmek için: اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ifadesiyle işaret eylemiştir.

Ve bundan sonra da; dinleyici, kelamın akış ve dökülüşünden; acaba mü'minler, münafıkların cinâyetlerine mukabil nasıl cevap verdiklerine intizarda iken, gördü ki; Allah (C.C.) mü'minlere bedel, şerefliliklerine işaret ederek mukabelede bulundu.. Ve o mukabele içinde; münafıkların yaptıkları istihzalarına Allahın onları -yüzlerine çarparak- verdiği ve vereceği ceza karşısında hiç hükmünde olduğuna remzediyor gördü. Aynı zamanda, Cenab-ı Allah onların ahmaklıklarına ve zecr edilip reddedildiklerine îma da bulunduğunu anladı. İşte acaba nasıl ve ne suretle istihzaya alınabilir o kimseler ki, Allah (c.c) onların hâmîsi, koruyucusu ola?!. Evet, Cenab-ı Hak Teala اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ diyerek onlara cevap vermiştir. Yani münafıkların mü'minleri istihzaya almalarına karşılık, Allah da, onları en şiddetli bir ceza ile ikab'a çarptırdı ki, o da Allah'ın onları alaya almasıdır. Yani: Onları dünyada ve ahirettte istihfaf ve istihzaya alır bir surette bir ceza ile; ayrıca da, ardısıra gelip tazelenen bir gazap ve taarruzla mukabelede bulunmak tarzında cezalandırmıştır.

Ayrıca, şu onbeşinci âyetin ahiri olan وَ يَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ cümlesi ise, istihzalarına mukabil, istihza tarzı ve üslûbu ile verilen cezanın bir keşfi, tafsili ve bir tasviridir ki, mealiyle diyor: "Onları, haddi tecavüz eden tuğyanları içinde mütehayyir, sergerdan bir tarzda mehil vererek bıraktı."

Cümle 1: Mü'minlerle karşılaştıklarında "İman ettik" dediler[]

Amma üzerinde olduğumuz şu iki âyetten birincisinin tek tek bütün cümlelerinin heyetlerindeki nazm ve diziliş âhenklerinin yönü ise;

Bil ki وَ اِذَا لَقُوا الَّذِينَ اۤمَنُوا قَالُوۤا اۤمَنّاَ cümlesi (meali: Münafıklar mü'minlerle karşılaştıklarında: "Biz iman etmişiz" dediler, derler) Onların müdahene ve iki yüzlülükleri hakkında sevk-i kelam etmiştir. Evet, âyetin bu cümlesinin başındaki اِذَا kelimesi, münafıkların şu fiilleri; cezm, kararlılık ve bilerek yaptıklarına bir imadır. Yani ki; münafıklar mü'minlerle karşılaşma işini planlı, bilerek azmedip yapmışlardır. Zaten لَقُوا lafzı da, onların belli yollarda, herkesin görebileceği yerlerde mü'minlerle tesadüf edip karşılaşmak için amden hareket ettiklerini îma etmektedir.

Ve اَلْمُؤْمِنِينَ kelimesi yerine الَّذِينَ اۤمَنُوا cümlesi ihtiyar edilmesinde; münafıkların mü'minlerle birlikte iş ve ticaretlere mübaşeret ettiklerine ve her zaman temasları olduğuna işarettir. Hem de onların mü'minlerle olan temas ve bağlantıları iman sıfatı itibariyle olduğuna; (yani, onlar da kendilerini nifâk içinde mü'min göstermeleri) ayrıca, mü'minlerin birçok evsafı içerisinde medar-ı nazar olan yalnız iman sıfatları olduğuna da işaret eyler.

قَالُوۤا lafzı ise, onların iç mahiyetleri hakkında şöyle telvih eder ki; onlar kalblerinin içindekini çıkararak değil, sadece ağızlarıyla telaffuz ediyorlar. Hem onların قَالُوۤا ile ifade edilen sözleri; yalnız riya, yaltaklanma, töhmeti def ve mü'minlerden gelebilecek menfaatleri celbetmeğe ve ayrıca mü'minlerin hususî ve mühim sırlarına ıttıla' peyda etmeye bakan hırslarına da işaret etmektedir.

Hem makamın iktizasına göre, bir te'kid ve takviyeyi icap edip isterken, te'kidsiz tarzda (yani mesela, اِنَّنَا اۤمَنّاَ gibi bir te'kidi getirmeden) sadece, اۤمَنّاَ lafzıyla iktifa edilmesinde, hem bunu fiilî cümle olarak irad etmesinde şöyle bir işaret vermektedir ki; münafıkların kalblerinde teşvik edici bir hal ve tahrik edici bir aşk yoktur ki, sözlerinde şiddet, ciddiyet ve muhkemlik bulunsun. Hem yine te'kidin terkinde, kendi üzerlerindeki töhmeti def etmeyi şiddetle istediklerine de bir îma vardır. Güya lisan-ı halleri mü'minlere derler ki: "Sizin, bizim hakkımızdaki inkârınız ve şüphelenip kabulde tereddüdünüz yerinde bir iş değil; adem, yok menzilesinde bir davranıştır. Zira bizler töhmet altında bulundurulmağa müstehak kimseler değiliz.

Hem yine اۤمَنّاَ lafzındaki te'kidsizlikte şöyle bir remiz de vardır ki; münafıkların اۤمَنّاَ larında eğer te'kid bulunmuş olsa idi bile, yine de mü'minlerin yanında kendilerini revaçlandırmayacaktı. Keza, adem-i te'kidde şöyle bir lemh, yani ince ve hafif bir işaret bulunuyor ki; münafıkların yalanları üzerindeki şu ince ve zaif perde, şiddetli bir sarsıntı geçirirse, hemen yırtılacak ve parçalanacaktır.

Keza, cümlenin fiilîliği de şöyle bir işaret veriyor ki; münafıkların imanda sebat ve devamı da'va etmeleri mümkün değildir. Belki onların şu tasannu'lu, yapmacık imanlarındaki garaz ve maksadları, sadece mü'minlerin dünyevî bazı menfaatlerinde müşterek olmak; ve zâhirde iman etmiş görünerek, mü'minlerin içlerine hulul edip esrarlarına muttali olmaktır.

Cümle 2: Şeytanlarıyla halvetlerinde dediler "Sizinle beraberiz"[]

Amma وَ اِذَا خَلَوْا اِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُوۤا اِنَّا مَعَكُمْ cümlesindeki وَ اِذَا nın toparlayıcısı olan و "vav"ı ise, îma ediyor ki; şu kelam, münafıkların mesleksizliklerini beyan sadedinde sevk-i kelam ederken; evvelki cümledeki ile, bunda olan iki şartiye cümlesinin اِذَا ları ile; onların mufassal ve açık tezebzüblerinin, yani ne orada ne de burada olmaya tereddütlerinin beyanı içinde siyaklandırılmıştır. Hem bu اِذَا daki cezmiyet, yani kararlılık vaziyeti ise: Münafıklar, fesad ve ifsadın hükmüyle -mutmain olmadıkları halde- bir tarafa sığınmayı zarurî bir iş gördüklerine remzeder.

Ve خَلَوْا lafzı da; onlar hiyanetin hükmü ile, hep korku hissettikleri gibi; bu korkunun da hükmüyle, gizlenme ve istitara bürünme kılığına girmektedir.

Hem خَلَوْا اِلَى شَيَاطِينِهِمْ cümlesinde مَعَ yerine اِلَى getirilmesi, -ki خَلَوْا in münasibi مَعَ iken- işaret eder ki; münafıklar acz ve za'fın hükmüyle bir tarafa sığınmayı çare görüyorlar. Ve aynı zamanda خَلَوْا lafzı, münafıkların fitne ve fesad hükmü ile de, mü'minlerin esrarını alıp kâfirlere sızdırma ve ulaştırma işini yapıyor ve görüyorlar diye işaret vermektedir.

Ve اِلَى شَيَاطِينِهِمْ deki شَيَاطِينِ lafzı da, münafıkların reisleri şeytanlar gibi gizlenerek, bunlara vesvese verme işini yürüttüklerine; ve bu şeytan reisler şeytanlar kadar zarar verdiklerine; ve aynı zamanda bunlar şeytanın mezhebi üzerinde olup, şerden başka bir şey düşünmediklerine işaret vermektedir diye haber verir.

Amma قَالُوۤا اِنَّا مَعَكُمْ de: Münafıkların, şeytan olan reisleriyle yalnız kaldıklarında; iman ve İslâmiyetten uzak olduklarına dair o reislere ahd ü vaad ile tebrie-i zimmette bulunduklarına, (Yani: Kendilerini reisleri yanında temyize çıkardıklarına) ve habis olan arkadaşlarına karşı da sık sık ahd ü vaadlerini tazelendirdiklerine, hem mesleklerinde sabit-kadem olduklarına işaret eden ve bu mezkûr ma'nalara sevkedip götüren şu cümleye bak ki; âyetin başındaki وَ اِذَا لَقُوا الَّذِينَ اۤمَنُوا قَالُوۤا اۤمَنّاَ cümlesinde قَالُوۤا اۤمَنّاَ yi örtülü tarzda te'kidsiz bırakması.. Amma burada ise; münekkersiz, yani saklı, örtülü değil, apaçık te'kid etmiş olması mezkûr ma'naları ile birlikte; orada, yani mü'minlerle karşılaştıklarında tekidsiz olarak sadece قَالُوۤا اۤمَنّاَ sözünü söyleyenlerin kalblerinde herhangi tahrik edici bir iştiyakın bulunmadığına; amma burada, şeytan reisleriyle buluştuklarında ise, te'kidli olarak قَالُوۤا اِنَّا مَعَكُمْ (Biz kat'î ve şeksiz sizinleyiz dediler) olan sözlerinde şevk ve iştiyakın bulunduğuna işaret ve delalet etmektedir.

Hem burada bu cümlenin ismîliği, orada ise o cümlenin fiilîliği vaziyeti de; çünki burada şeytan reisleriyle buluşduklarında, maksud olan şey, sübût ve devam olduğu; orada ise hudûs, yani imanı ihdas etmek olduğu içindir. Yani imanları olmadığı halde, imanlı olduklarını söyleyip bildirmek içindir.

Cümle 3: Şüphesiz bizler alay edicileriz[]

Amma اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ cümlesinin makabli olan cümle ile atfedilmediğini de bilesin. Zira belagat fenninde mevsûleler, yani bitiştirici edatlar; ya son derece ittisal ve bitişiklik arasında, ya da inkita' ve kopukluk mabeyninde tavassutla iş yaparlar. Bununla beraber, bu cümle; bir cihette üstteki cümlenin bedeli, bir yandan da onu te'kid edicisidir. İşte bu iki vaziyet ise, ittisalin kemalindendir. Amma başka bir cihette de, mukadder bir sualin cevabıdır.. Ve bu da cevabın haberliliği, sualin de inşaîliği hasebiyle inkita'ın kemali olmuş olur. Amma bundaki te'kid vechi ise, -ki bedellik vaziyetini de yaklaştırıyor.- budur ki, meal ve fiilî hal itibariyle, hakka ve onun ehline ihanet etmek, dolayısıyla batılı ve onun ehlini ta'zim eylemek çıkar ki, اِنَّا مَعَكُمْ (kesinlikle biz sizinleyiz)in meali olur.

Amma mukadder suâle verilmiş cevaplılığın vechi de şöyledirki: Onların şeytanları (münafıkların reisleri) kendilerine derler ki: "Eğer siz bizimle beraber iseniz ve bizim mesleğimizde iseniz: Şu mü'minler tarzındaki hareketiniz ve onlar gibi görünmenizin hali nedir? Bu vaziyette ya mü'minlerin mezhebindesiniz, ya da mezhepsizsiniz!" Buna karşı münafıklar, kendi şeytan olan reislerine özür beyan ederek: اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ deyip, kendilerinin İslâmın herhangi bir şeyine dahil olmadıklarını tasrih eyleyip cevap verdiler. Ayrıca اِنَّمَا nın hasrıyla de; kendilerinin bilinen bir mezhepsizlik içersinde mütezebzib, mütereddid bir halde bulunmadıklarına işaret eylemişlerdir.

Ve مُسْتَهْزِؤُنَ nin ismiye cümlesiyle getirilmiş olması, münafıkların şe'ni ve baş sıfatı istihza olduğunu; o ise, onların fiil ve sözleri ciddî, hakikatli bir şey olmadığını göstermektedir.

Cümle 4: Allah onlarla alay ediyor[]

Amma اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ (Yani: Allah-ü Teala da onlarla istihza eylemektedir) cümlesine gelince; bu da geçmiş cümlelerle bitiştirilmemiş, tam bir fasıla ile ayrı tutulmuştur. Şâyet bu cümle sabık cümlelerle atfı yapılmış olsaydı, ya اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ile bağlantılı olmuş olurdu, ki o durumda اِنَّا مَعَكُمْ ün bir te'kidi olması iktiza etmiş olurdu..

Veyahud قَالُوۤا ya ma'tuf olurdu ki; bu dahi, münafıkların kendi şeytan reisleri ile buluştukları bir halvet vakti ile kayıtlı olmasını lazım kılardı. Halbuki ise, Allah'ın onlarla olan istihzası devamlıdır.. Veyahutta bu cümle اِذَا خَلَوْا e atf olurdu ki, mütezebzib olan sıfatlarının bir tetimmesi olmaklığını iktiza eylerdi.. Ya da اِذَا لَقُوا ile sılası olacaktı ki, bu da üstteki iki cümlenin ifade ettkleri iki garazdan birisi olmasını istilzam ey-lerdi. Oysa; birinci garaz ve maksad, amelin ya işin; ikincisi de, cezanın (vasfı ne ise) karşılığı, beyanı içindirler. O halde ise, levazım batıl olduğundan, vasl da sahih olmaz.. Ve netice olarak: Bir mukadder sualin cevabı olan müstenifeden gayrı bir şey kalmış olmaz. Sonra, bu istinafta da ayrı bir îma ve bir remiz vardır ki; münafıkların şenaat ve cinâyetleri öyle bir dereceye varmıştır ki; onu gören her bir dinleyicinin ruhu şöyle bir suali sormaya mecbur bırakmaktadır ki: "Ameli, işi böyle olanın cezası nasıl olacak?."

Daha sonra, münafıkların mü'minleri istihzaya alan hakaret-âmiz sözlerini dinleyen sami'in zihni, mü'minlerin de bunlara karşı mukabelelerini işitip almak beklerken, âyetin iftitahı, açılışı "Allah" lafzıyla olmuş olmasında; mü'minleri teşrif etmeye, şereflerini muhafaza altına alarak ilan etmeye ve onlara Allah'ın terahhum ve şefkatini yâr ve yardımcı kılmaya işaret vardır.. Ve böylece mü'minlere bedel, Allah (c.c) onlara mukabele etmiş oluyor. Ayrıca bunda, münafıkları o kabih, çirkin fiillerinden zecredip uzaklaştırmak istediğine de bir ima vardır. Evet, istinadgâhları Allam-ül Guyub olanlar, elbetteki istihzaya alınmaz ve alınmamalı!

Hem yine اَللهُ يَسْتَهْزِئُ de, münafıkların alay ve istihzalarının takarrür etmesine ehemmiyet verilmediğine ve nazar-ı itibara alınmadıgına da îma vardır. Zira münafıkların istihzaları, kendilerine verilmiş ve verilecek olan cezalarına nisbetle hiç hükmündedir.

Sonra, Allah ü Tealanın münafıklarla olan "şiddetli azaplar verme" ta'bir ve ifadesini istihza üslûbu ile alması -zâhiren onun şe'n-i uluhiyetine muvafık görülmemekle beraber- istihza ile tabir etmiş olmasında; sohbette bir müşakelet olduğuna işarettir. Hem dahi istihza ile cezalandırma vaziyeti îma ediyor ki; bu şiddetli ceza ([1]) onların istihzalarının cezasıdır, neticesidir, gereği ve lazımıdır. Bununla berber, burada asıl murad, istihzalarına karşı istihzanın lazımıdır. Yani, onları istihza ile tahkirdir.. Ve keza onların faydasız, (mü'minlere de zararsız) istihzaları, Allah-ü Tealanın aynı tarz ve aynı üslupla istihzalarını kendilerine celbetmekle, onlara pek zararlı düştüğüne remzetmek içindir. Bunun örneği: Tıpkı birisinin, seni istihzaya aldığını zan ettiği vakitte, bir de görürsün ki, istihza eden deli gibi birisidir. O vakit sen de istersin ki, bir şetim ile de olsa, seninle konuşuversin, tâ ki ona gülüp eğlenesin. Demekki, onun seninle olan istihzası senin onunla olan istihzan gibidir.

Sonra يَسْتَهْزِئُ de bir mudari' vardır. Bunun sabıkında, önceki âyette ise, مُسْتَهْزِؤُنَ dir, ism-i fail ile gelmiştir. Bu ise şuna işarettir ki: Allahu Teala'nın şiddetli cezaları ve tahkiratı hep üzerlerinde tazelenmektedir ki, elem ve acıyı iyi hissetsinler ve onunla tam müteessir olsunlar. Çünkü, aynı tarz ve yeknesak üzere devam eden bir şeyin gittikçe te'siri azalır, belki de bazen yok olur. Bu ma'nayı ifade için denilmiştir ki: "Hissettirmenin, duyurmanın şartı ihtilaftır. Yani, bir biri, ardı sıra değişip taze-lenmedir."

Cümle 5: Onlara mühlet verir de azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar[]

Amma وَ يَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ den çıkan ma'na şöyle takdir edilebilir ki: Münafıklar dalaletin esbabına tevessül eylediler ve ona yöneldiler ve onu taleb ettiler. Cenab-ı Allah da onu onlara verdi. Buna göre, يَمُدُّ lafzında İ'tizalin görüşünü reddettiğine remiz vardır. Ayrıca, يَمُدُّ nın tazammun eylediği "istimdat" ma'nası ise, Cebriye'nin de reddine bir îmadır. Yani onlar su-i ihtiyarlarıyla dalalet yolunu ihtiyar eylediler. Aynı zamanda o yolda mühleti, uzatmayı da istediler. Cenab-ı Hakîm-i Mutlak da onlara mühlet verdi ve dizginlerini serbest bıraktı.

Keza فِى طُغْيَانِهِمْ de ise, onların tuğyan ve isyanları هُمْ e izafe edilmesinde şöyle bir ma'na çıkıyor ki; onlara onda, yani o işi ve fiili işlemekte bir ihtiyarları, seçenekleri vardır. Bu ise, şuna remzeder ki: "Biz onu ister istemez mecburî olarak yaptık, işledik" olan özürlerini reddetmek içindir. Hem طُغْيَانِهِمْ deki "tuğyan" kelimesinde şöyle bir işaret de bulunmaktadır ki, der: "Onların zararları sirâyetkârdır, mütecavizdir. Seyl gibi gelir, mehasini garkeyler, boğar., ve kemalatın esasını da hedmeyler, yıkar. İş bu vaziyette seylin sürükleyip getirdiği çörçöpün kara yığınından gayrı orta yerde bir şey kalmamış gibi olur.

Ve يَعْمَهُونَ ise; "mütehayyir, sergerdan ve mütereddid kalmış olurlar." ma'nasını ifade etmektedir. Aynı zamanda, münafıkların bir mesleğinin olmadığına ve muayyen bir kasd ve hedeflerinin de bulunmadığına bir işarettir.

Önceki Risale: Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğüİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 16: Hidayeti Verip Dalaleti Satın Almaları: Sonraki Risale

  1. Evet, istihza ile ceza şiddetlidir. Zira sen birisini yere yatırmış ellerini ve ayaklarını bağlamış kamçılıyorsun. Kamçılarken de kahkahalar atıp, mezhebin nasıldır diye istihzaya alsan; işte o zaman o adam için en şiddetli bir ceza olmuş olur.-Mütercim-
Advertisement