Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 17-18: Münafıklar Hakkında Ateş Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi: Sonraki Risale

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلوُنَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اۤذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ[]

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَاۤ اَضَاۤءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَ اِذَاۤ اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَاۤءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ[]

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ey aziz bilmiş ol ki: Şu âyette (iki âyette) dahi "üç vecih"den medar-ı nazar olacak yönleri vardır. Bunlar:

1-Önceki âyet ile nazmı, dizilişi ve irtibatı..

2-Kendi cümleleri arasında intizamlı münasetli dizilişi..

3-Cümle cümle heyetleri arasında olan birbirlerine bakışları.. Bunun meseli, numunesi; saatleri, dakikaları ve saniyeleri sayan millerin arasındaki irtibat ve münasebetleri gibidir.

Amma şu âyet ile (iki âyet) önceki âyet arasında olan nazm vechi ise: Bu âyette yine temsili tekrarlaması ve tasvirdeki izahı itnab edip uzatmış olmasıdır. Bu ise, münâfıkların dehşet ve hayretleri içerisindeki hallerinin iki nev'e ayrıldığının tasvir edilmesine işaret içindir.

İşte birinci temsilin hülasası şöyledir:

Münâfık olan şahıs, vucûd sahrasında kendi kendini, arkadaş ve sohbet-nişinlerinden ayrı düşüp tek başına ve kâinat cemiyetinden tardedilmiş, hakikat güneşinin hüküm ve te’sirindende hariç kalmış görüyor. Onun nazarında herşey ma'dum ve yokdur. Umum mahlukatı da kendine ecnebî ve yabancı görüyor. Bu vaziyette umum mevcudat onun nazarında sâkin ve sâkit, suskun ve cansız bir halde olup; vahşet, ürküntü ve humud da (sönmeklik) onları istila etmiş bir haldedir.

İşte acaba bu korkunç ürküntülü hal ile yaşayan bir münâfık nerede?.. Nur-u iman ile bütün mevcudatı kendine samimi ahbablar suretinde gören ve umum kâinatla musahabet edip arkadaşlık Kur'an bir mü'min'in hal-i şifakârı nerede?!.

İkinci temsilin hülasasası da şudur:

Münâfık olan şahıs zanneder ki; âlem bütün eczasıyla kendisinin üzerine ve aleyhine kötü haberlerle haykırıyor.. Belalarıyla onu tehdit ediyor.. Hadiseleriyle ona sayhalar savuruyor.. Afet ve musibetleri ile de onu her taraftan sarmış vaziyettedir. Öyle ki, adeta bütün neviler kendisine düşmanlık etmek üzere ittifak etmiş gibidirler de; yararlı işler, menfaatli haller kendisine zarar verici düşmanlara inkılab etmiş haldedir. İşte bu halet ise, -sabıkan geçtiği üzere- "istimdad noktası" ile "istinad noktaları”nın yokluğundan, kaybedilmişliğinden neşet etmektedir.. Ve işte acaba münâfıkın şu kapkaranlık hal-i pürmelali nerede?!. Sonra imanın nuruyla bakan bir mü'minin kâinattan işittiği tesbihatlı ve tebşiratlı sadalarının meydana getirmekte olduğu huzur ve saadet hali nerede?!:

Hem yine bu iki âyetimizde (önceki âyetle bu âyette) iki defa temsil üslûbunun tekrarlanmasında, münâfıkların iki tabakaya inkısam ettiklerini ve birinci tabakası: Birinci temsildeki hale münasib düşen aşağı, âmî kısmına.. İkinci tabakası ise: İkinci temsile muvafık olan mütekebbir ve mağrur kısmına îma etmektedir.

Amma sami'e nazaran bu temsilin kendi makamı ile olan münasebeti şudur ki: Kur'anın ilk muhatabları olan saffı-ı evvel insanlar, düz ve geniş sahra ehli olup; sahrayı minder, göğü de çadır bezi gibi yaparak fıstat ve çadır edip hayat süren (yani: Düz sahra ehli çölde yaşayan insanlar, bilhassa eski zamanda medeniyet ve şehirlilikten uzak, nerede olsa konup barınan insanlar hep düz yerde yattıkları için bu tarzda teşbih yapılmıştır.) o insanlar hemen hemen hepsi temsilde gösterilen hali, ya kendileri bizzat yaşayarak, ya da ebna-i cinsinden ayn-ı tarz hayat sürenlerden işitmiş ve duymuş olduklarından; hiss-i umumî bu temsil ile ünsiyet içinde olması noktasından, köklü bir darb-ı mesel gibi mezkûr halden teessür duymalarıdır.

Amma ikinci temsilin birinci temsil ile münasebet ve irtibatı ise açıktır. Zira her ikiside bir çok noktalarda ittihad içinde olmalarıyla beraber bu, onun tekmil ve tamamlayıcısı mesabesinde kalıyor.

Amma temsilin içindekilerine benzetilenin münasebeti ise, beş vecih iledir. O vecihler de şöyledir:

1-Her iki tarafın, yani hem temsilde tasvir edilenlerin hem de ona benzetilenin yüzlerine bütün kurtuluş yollarının kapanmış olmasıyla, şiddetli hayret ve şaşkınlık içerisine düştükleri ve kurtuluşun çare ve sebeplerinin kendilerinden kesilip kaybolmuş olması..

2-Temsilde gösterilen hali yaşayanlarla, temsil ve benzetme ile haline işaret edilen münâfıkın hali, her ikiside pek şiddetli bir korku içine düşmüş olmalarıdır. Hatta bunların her iki tarafı da hayal eder ki; bütün mevcudat kendilerine düşmanlık etmek üzere ittifak etmiş olarak hayatlarının bekasından bir an bile emin olunamaz bir haldedir.

3-Her ikiside dehşetin en şiddetli hali içerisine düşmeleri ile, aklın ihtibalini (oynatmasını) ve fesadını netice vermiş olduğundan, tebellühe yani bunaklık ve oynatmaya kadar gitmişlerdir. İşte bunların hal ve vaziyetleri; kılınç parıltısını gördüğü zaman kendini korumak için (!) gözünü yuman..ya da tüfenk sesini duyduğunda yaralanmaktan uzak kalayım diye kulaklarını tıkayan., veyahutta güneşin batmasını istemiyen adamın, feleğin çarhı devredip dönmesin diye saatinin zenbereğini tutan adamların haline benziyor. Ne kadar ahmaklık değil mi? Evet çünki: Saika, yıldırım ve şimşek, kulakların tıkanmasıyla sıçrayıpta gitmiyor. Yakıcı ve, yandırıcı olan yıldırım da, gözlerin yumulup kapatılmasıyla, acıyıp da hareketini durdurmuyor.. Evet onların bu vaziyetteki hallerinden görünen şey odur ki, artık kendileri için tutunacak birşeyleri kalmamıştır.

4-Güneş, yağmur, ziya ve su nasıl ki çiçeklerin hayat kaynağı, bitkilerin mürebbisidirler. Aynı zaman da, ölmüş şeylerin lâşelerin taaffününe ve kazuratın, posaların da kokuşmasına sebeptirler. İşte onun gibi rahmet ve ni'metlerin dahi kendilerini ona muhtaç bilerek bekleyen ve tam isteyen layık mevki'lerine tesadüf etmezse ve bunların kıymetini takdir edip bilenlere rast gelmezse; zahmet ve azaba inkılab edebiliyorlar.

5- Nasıl ki, cüzlere tatbik etme işi nazara alınmaksızın temsilli istiarenin in'ikadında (yerine oturmasında) asıl olan şey, temsilin kendisi ile ona benzetilenin arasında olan iki mealin tenasüplüğünün bulunmasıdır. Öyle de: Burada da ikisinin eczaları arasında münasebet bulunmaktadır.

Zira âyetin temsilinde كَصَيِّبٍ diye zikredilmiş olan yağmurlu bulut, nasıl nebatatın hayatıdır; onun gibi İslâmiyet dahi, ruhların hayatıdır. Hem temsilde "berk ve ra’d" ise, burada vaad ve vaide işaret ediyor., ve temsilde olan (zulümat) da, burada sana küfrün şüphelerini ve nifâk'ın şeklerini göstermektedir.

Cümleler arasındaki münasebet: Ayet 19[]

Amma cümlelerin arasındaki nazm vechi ise:

Bilmiş olki: Vaktâ ki tenzil, اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ dedi ve bununla şöyle işarette bulundu ki: Münâfıkların hali, öylesi kimselerin haline benziyor ki; vahşetli ve korkunç bir sahrada, karanlık bir gecede, şiddetli yağmur altında yolculuk yapmaya muztar ve mecbur kalmışlardır. Gecenin karanlığı ve yağmurun şiddeti o derecededir ki; damlaları havadan süratle yere inmesiyle, musibetlerin kurşunu gibi isabet etmektedir. Cevv-i hava ise, yağmurun kesretinden dolayı adeta baştanbaşa su ile dolmuş deniz vaziyetindedir.. İşte bu hali işiten dinleyicinin zihni harekete geldi; ve صَيِّبٍ (yani yağmurlu bulut) aslında merğub ve istenilen bir rahmet iken, korkunç bir musibet halini almasının sebebi hakkında izahlayıcı bir beyanın intizarında iken; Kur'an-ı Hakîm o halin dehşetini tasvir etmek için: فِيهِ ظُلُمَاتٌ dedi. Bu ifade ile şöyle işarette bulundu ki; yağmur nasılki bulutun ve kesafetin zulmetine bir zarftır. Onun gibi; yağmurun umumîliği ve çokluğu ve ihatadarlığı hasebiyle de, adeta gecenin kırılmış dağılmış ve yayılmış olan siyah dalgaları içerisinde kara katreler halini aldığı için, buna da bir kap ve bir zarf olmuştur.

Ve sonra hiçbir sami' bulunmaz ki فِيهِ ظُلُمَاتٌ lafzını işitsinde, onun beyan ve izahına muntazır kalmış olmasın. İşte mütekellim sami'in zihninden adeta "ra’d"ın sadasını işitmiş olarak, hemen derakab وَ رَعْدٌ dedi. Yani temsildeki kimsenin ve buna benzetilen münâfıkın hali, daha da çok korkunç olacağına ve şiddetlendirileceğine işaret eylemiş oldu. Yani ki, mevcudatın Emiresi olan sema, bunların helakleri için (Rabbisinin emriyle) azmetmiş de; ra'dıyla üstlerinde müthiş sayhalar atıp haykırmaktadır. Evet münâfıklar dahi; mezkûr dehşetin içine düşmüş ve musibete giriftar olmuş olan temsildeki şahıslar gibidirler. İşte o vaziyette hakikat olarak birbirleriyle yar-dımlaşmakta olan kâinattan, kendilerine zarar dokundurmak üzere ittifak etmişlercesine; adeta mevcudatın sükûnu altında müz’ic bir hareket ve sükûtu tahtında müthiş, heybetdar bir nutuk bir konuşma olarak tahayyül eder. İşte bu şahıs, gök gürültüsünü işittiği zaman tevehhüm eder ki; ra’d kendisini tehdid için konuşuyor, üstünde sayhalar savuruyor. İşte bu vaziyette olan şahsın kapılmış olduğu havf sebebiyle, işitilen bütün ses ve gürülteri kendisinin aleyhindedir zanneder.

Bundan sonra, dinleyici ra’dın ismini işitir işitmez, kendi zihninde onun daimî arkadaşını gözlemeye başlarken, "Berk" (şimşek) hemen parıldamaya başlıyor. Kur'an-ı Hakîm de bu makamda وَ بَرْقٌ diyerek; tenvin-i tenkirî ile şimşeğin garip ve acip bir hadise olduğuna işaret eyledi. Evet hadd-i zatında Berk, acib bir hadise olduğu şüphesizdir, kat'îdir. Çünki onun doğup parıldamasıyla; zulümattan teşekkül etmiş olan bir alem ölürcesine toplattırıp dürülür, ademe atılır. Ve ansızın sönüp ölmesiylede, tekrar zulümattan bir alem dirilerek haşr olur. Güya ki şimşek, bir ateşdir de söndüğü anda dünya dolusu bir duhanı miras bırakır da gider. Demekki mezkûr hale giriftar olan şahıs, şimşeği gördüğünde ona düşen şey, dikkatle nazar eylemesidir. Ülfet ve alışkanlığa bina edilmiş sathî bir nazarla bakmamasıdır.. tâ ki, Kudretin sun'u üstündeki perdeler aralansın, meydana ve zâhire çıkmış olsun.

İşte bunun böylece tasvirinden sonra, sanki sami'in zihni harekete gelerek soruyor: "Peki acaba temsilde gösterilen o pek müdhiş haldeki şahıslar nasıl hareket ediyorlar., ve ne yapıyorlar., ve ne gibi bir şeye teşebbüs ediyorlar.?"

Kur'an-ı Hakîm de bu gibi mukadder zihnî suallere cevaben:

يَجْعَلوُنَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اۤذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ

onlar için hiçbir sığınak, dayanak ve necat mahalli bulunmadığına işaret eyledi. Hatta onların hali, suda boğulmak üzere olan birisinin tutunamayacak şeylere de el atıp tutunması gibi hareket içerisindedir. İşte bu halin dehşetinden dolayı kulaklarını kapamak için parmak uçları yerine, parmaklarının tamamını kulağın içine sokarcasına istimal ediyorlar. Yani adeta o dehşetli hal ellerine şiddetle vuruyor öyle bir acıtıyor ki; o ağrıdan parmaklarını ağızları yerine kulaklarının içine sokmak istiyorlar. Hem şaşkınlıkla budalalaşmalarından ne yapacaklarını şaşırmış olarak; yıldırım isabet etmesin diye kulaklarını tıkıyorlar.

Sonra sami', bunu da dinledikten sonra; zihni meseleyi biraz daha yakından öğrenmek için soruyor ki: "Şu mevcud musibet, müstevlî olan umumî bir musibet midir? Yoksa hâs bir mevkiye aid bir hadise midir? Eğer hâs bir hadise ise, belki bir ümid ışığı beklenebilir?.."

Kur'an-ı Hakîm buna da cevaben وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ diyerek; o musibet (kâfirler için umumî ve muhit olduğunu beyan buyurdu.) Yani şu musibet, onların ni'metleri küfran ve inkârla karşılamalarına mukabil bir cezalarıdır. Bu ceza ile; Allah ü Teala onların cumhûrda, yani umum mevcudatta tevdi' edilmiş olan İlahî kanundan serkeşlik edip şuzûz ettikleri için tutturup cezaya çarptırdı.

Cümleler arasındaki münasebet: Ayet 20[]

Sonra dinleyici makamında olan sami', ra'dın şiddetli savtını işittiğinde kalbine dönüp konuşuyor: "Acaba aydınlatarak yolu göstermekte şu şimşeğin ışığı bunlara bir faide vermiyor mu?.."

Kur'an-ı Hakîm buna cevaben:

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ

diyerek ra’dın, gökgürültüsünün onlara karşı gösterdiği adavet ile işitme, duyma imkanları -müthiş savttan- kalmadığı gibi; şimşekde onlara hasm-ı can olarak vermiş olduğu çok keskin, müdhiş ziyasıyla onların gözlerini kamaştırıp kararttığına işaret eyledi.

Daha sonra, temsildeki adamlara karşı buğz ve düşmanlık etmek üzere kâinatın mevcudatı her taraftan cevaplaşmalarını duyduktan sonra sami'in zihni bu defa şöyle istifsarla çağırıyor: "Peki acaba bunların hali nereye varacak?. Ve ne yapacaklar?. Ve şimdi ne yapıyorlar?. Ve ne ile meşguldurlar?."

İşte buna da cevaben, Kur'an-ı Mu'ciz:

كُلَّمَاۤ اَضَاۤءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَ اِذَاۤ اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا

diyerek, bu haldeki adamlar müşevveş, sergerdan, mütereddid ve mütehayyir bir halde bulunduklarını..ve kurtuluş ve onun yolunu gösteren herhangi bir işareti için en küçük bir fırsatı dahi değerlendirdiklerini ve en ufak ve görünmez en ince bir yolu da gösteren en edna bir görüntüyü dahi gözlediklerini ifade eyledi. Demekki o durum ve halde olan bu adamlar, şimşeğin her parıldayışında ayağa kalkarak yürümek için harekete geçtiklerini, lâkin o hareket; ruhlarının ızdırabından, başı kesilmiş hayvanın hareketi cinsinden olduğunu beyan etti. Buna rağmen, yine onlar şimşeğin her parıldamasında, belki ışığından istifade ederiz diye -faidesizliğini bildikleri halde- bir iki adım atıyorlarsa da; fakat her parıldama arkasından derakab bir zulmetin gelip, onları gaşyedip, müthiş şaşkınlık içerisinde bırakmasıyla, yerlerinde donup kalıyorlar.

İşte istima' makamındaki zat, bunu da böyle dinledikten sonra; bu defa şu gelen suali istifsar yoluyla sormaya hazırlanırken; "yani niçin ölüp gitmiyorlar? Ya da büsbütün körleşip sağırlaşmıyorlar ki, bu ızdırab ve azaptan kurtulsunlar?." diye sormak isterken;

Kur'an cevap verdi;

وَلَوْ شَاۤءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ

Yani onlar, içinde bulundukları ızdırabtan kurtulmaya müstehak değillerdir. Onun için meşiet-i İlahiyye onların öldürülmesine taalluk etmiyor. Eğer taalluk etmiş olsaydı, işitme ve görmelerini alır götürürdü. Fakat semi'in yerinde bırakılmasında ikâbı işitip duymak; ve görmenin bekasında azabı müşahede etmek noktasından; Allahü Tealanın kanunu dairesinden şüzûz eden ve ona karşı serkeşlik edenler için en muvafık iştir, muameledir.

Sonra vaktaki bu kıssa birkaç noktayı ihtiva eylemesiyle ve bu noktaların ayrıntılı bölmelerinde istidrâdî bir tarzda levhalanan kâinattaki Kudret-i İlahiyyeyi ve onun azim tasarrufunu göstermesi, hususiyle dinleyici olan kimsenin, bu noktaların lifleri ve ceplerinde bulunan ra'adın, berkin ve bulutun acaibliklerini tebaî olarak tezekkür eylemesiyle; vicdanı hüşyar olan bu sami'in hakkıdır ki, bütün bunları ilan edip desin:

سُبْحَانَهُ مَا اَعْظَمَ قُدْرَةُ مَنْ هَذِهِ الْكَائِنَاتُ تَجَلِّىَ هَيْبَتِهِ وَ هَذِهِ الْمُصِيبَاتُ تَجَلِّىَ غَضَبِهِ

sonra da

اِنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

diyerek, azamet ve kudretini tasdik edip ikrar etsin.

Cümle 1: Veyahut gökten boşanan yağmur gibidir[]

Şimdi âyetin cümle cümle heyetlerinin nazm ve diziliş cihetine geçiyoruz.

İşte bilmiş ol ki: اَوْ كَصَيِّبٍ deki اَوْ harfi, temsildekilerin halini temsil eden şahısların vaziyeti iki kısma ayrıldığına işaret eylediği gibi; iki temsil arasındaki münasebetin tahkiki de olmakla beraber, iki temsilin arasıyla temsildekilere benzetilenin hali arasındaki münasebete de remzetmektedir. Ve aynı zamanda şu müşabehetin de doğru ve sağlam olduğuna ayrıca remz vermektedir. Hem aynı zamanda bu اَوْ terakki بَلْ ini de tazammun ediyor. Çünki buradaki بَلْ ise, daha üst dereceye götürdüğü cihetle, terakki بَلْ i olmuş olur. Zira ikinci temsil, daha çok ürkütücü ve korkutucudur.

Hem كَصَيِّبٍ temsilindekine benzetmesi yapılana halin mutabakatsızlığından dolayı, lüzumlu bir mukadder cümleyi iktiza eyler... Ve bu lazım olan mukadderi izhar eylemedeki sükût ise, îcaz içindir. Lafızda yapılan îcaz da, ma’nâyı itnab edip uzunlaştırmak içindir ki, sami'in hayaline havale edilsin de, tâ itnab edip makamdan istimdad eylemesine mahal hazırlansın içindir.

İşte كَصَيِّبٍ temsilde gösterilen hale ve ona benzetilenin haline mutabakatsızlığı vaziyetiyle, güya diyor ki: "Ya da o gibi kimseler gibidir ki; hâlî bir sahrada ve karanlıklı çok muzlim bir gece içinde yolculuk yaparlarken, "Sayyib" ile musibetlere giriftar oldular." İşte burada, me'nus ve me'luf olan "Matar" kelimesinden saparak geçip, "sayyib" ile ifade etmesinde şöyle bir remz vardır ki; o yağmurun katreleri onlara kasden atılan musibetin kurşun damlaları gibidir ki; koruyucu bir örtü veya çadırları olmadığı için hep onlara isabetle neticelenmiştir. (zira, iki kelimenin -sayyebe ile, esabe kelimelerinin- kökü birdir)

Amma yağmurun yalnız sema cihetinden geldiğinin bedahetiyle beraber, مِنَ السَّمَاۤءِ diye zikreylemesinde şöyle bir imâ vardır ki; yağmuru semaya tahsis etmesiyle umumîleştirmeğe götürmesinde; ve yağmuru sema ile kayıdlı ve bağlı tutmasında ise, mutlaklığa geçirmek içindir. Bu وَمَا مِنْ دَاۤبَّةٍ فِى الاَرْضِ وَلا طَاۤئِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْه âyetindeki takyid ve tahsislerinin nazîri gibidir. İşte buna göre اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ nin bir ma’nâsı; yağmur, bütün sema afakını tutmuş ve her yeri kaplamış bir tabaka halindedir demektir.([1])

İşte bazı müfessirlerin bu âyetteki مِنَ السَّمَاۤءِ lafzından ve birde وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاۤءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ âyetindeki السَّمَاۤءِ kelimesinden delil getirerek; yağmurun sema cirminden gövdesinden nüzul ettiğini iddia etmeleri, hatta bazıları gök altında büyük bir denizin mevcudiyetini tahayyül etmeleri ise; belagatın nazarı, bu gibi iddialara basılmış bir hakikat sikkesini, mührünü görememektedir. Belki olsa olsa, bu gibi âyetlerdeki ma’nâ ise, sadece yağmurun sema cihetinden geldiğini ifadedir. Sema ile tahsis ve takyid meselesi ise az üstte izahını gördüğün ve öğrendiğin tarzdadır. Ayrıca sema hakkında katiyeti ifade eden bir kaidede şöyle denilmiş: [Sema senin üst tarafına gelendir. Bulut dahi hava gibi semadır.]

Makamın Tahkiki Şöyle;

Eğer bu meselede Allah'ın kudret ve gücü cihetine bakacak olursan, bütün yanlar ve cihetler ona nisbeten müsavidirler ve müsavileşirler. Yani, yağmurun nuzûlü hangi cihetten olursa olsun gelebilir.

Amma eğer bunda Hikmet-i İlahiyye cihetine bakarsan; o hikmet eşyada en güzel bir nizamı kurduğu; bu nizam da umumî muvazene ve ahengin muhafazasını istilzam ettiği; bu dahi eşyada en yakın ve en kolay vesileyi tercih ettiği için; yağmur ancak hava küresi içerisinde yayılmış olan sulu buharın tekasüfünden, katıca yığılmasından yapılır denilebilir ki, hava küresinin on çeşit ana cüz'leri ve maddelerinden birisi, havanın derinliklerinde mevcud olan o sulu buhardır.

Ve Bunun Açıklanması

İşte, mezkûr buharın zerreleri, yağmuru vermek için, irade-i İlahiyye canibinden gelen emri aldıklarında; her hepsi hemen bu emre uyarak, taraflardan ve bütün uzak ve derin yer ve bucaklardan çıkıp elele tutuşarak, sıra sıra dizilip gelirler. Sonrada göz yaşları döken bulut olarak yığılıp hizipleşirler. Sonra da, âmirlerinin iradesiyle bazılarının kesafetliliği şiddetleştirilerek sıkılınca; katreler haline gelir gelmez, kavanin-i İlahiyenin mümessilleri ve nizamatının aksettiricileri olan Melaikler gelir, o damlaların ellerinden tutar; birbirlerine sıkıntı vermemeleri ve yekdiğerleri ile çarpışmamaları için o katreleri alır, yere indirirler. Hem cevv-i havadaki muvazenenin muhafazası için; tahallül ile eriyip azalan, yani süzülüp katreleşerek yere inen suların eksilen yerlerini doldurmak üzere, deniz ve toprak buharlanır.. Ve bu buhar yukarılara yükselir gider; cevv-i hava içinde eksilen yerleri doldururlar.

İşte, bazıları göklerde maddeten semavî bir denizi tahayyül etmelerinin meci'i ise; mecaz olan bir şeyi hakikat olarak tasavvur etmeleridir. Zira cevv-i hava yeşili andıran renginin deniz levnini göstermesi ve aynı zamanda cevv-i havanın büyük okyanus denizinin suyundan daha çok büyük bir suyu ihtiva eylemesiyle; deniz teşbihini yapmayı uzak görmemek lazımdır.

Semadan yağmur yağması meselesi[]

Amma وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاۤءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ âyetinin asl-ı hakikatinin tahkikine gelince, bilki: Âyetin kullanmış olduğu istiaresindeki yakılış ve eritici hararetiyle beraber; onun sath-ı zâhirîsi üstünde dondurulmak istenen katı zâhirperestlik cumudiyeti, aslında buz gibi soğuk bir katılık ve kül gibi hissiz bir sönmekliktir. Evet, قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ Yani: Cennetin camdan kap-kaçak, sürahiye ve bardakları gümüştendir diye ifade eden âyeti nasılki garip, bedi' bir istiareyi tazammun ediyor; onun gibi مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ âyeti de; (yani, istiareli zâhir mânasında: "Semadan gelen yağmur, kar ve dolu, semadaki doludan mürekkeb dağlardan indiriyor" olan) bedi' garip ve acib ve melahatlı ve tatlılık ve zevk bahşeden bir istiareyi ihtiva eylemektedir. Evet, nasılki Cennetin kab ve kaçakları, ne camdan ne de gümüştendirler; belki camın şeffafiyetinde ve gümüşün beyazlığındadırlar. Hem cam ile gümüş nevilerinin birbirine muhalefetinden dolayı, camın gümüş olamaması haysiyetiyle, مِنْ diye zikredilmesi, bunun bir istiare olduğuna izafe yaparak işaret vermiştir.

Onun gibi مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ dahi, dinleyiciye nazaran şiirî bir hayal üstüne kurulu iki istiareyi tazammun ediyor. İşte o hayal ise, alem-i ulvînin temessülü ile alem-i süflînin teşekkülü arasındaki müşabehet ve mümaseletin mülahazası üstüne mebnidir. Bu mülahaza dahi arz ile cevv-i hava arasında Kudret-i İlahiyenin elinden -yaratılıp- çıkan suretleri giymedeki müsabakat ve rekabetlerinin tasavvuru üstüne mebni bulunmaktadır. Güyaki arz, kışta kar ve doludan yapılmış beyaz elbiseler giyen dağlarıyla arz-ı endam eylediği; ve baharda ise; enva-ı çiçek sûsen ve ye-şillikleri başına imame tarzında sardığı; yazda da rengarenk bağ ve bostanlarıyla süslenip tebarüz eylediği gibi; yani Arz ve Dünya çeşitli inkılablarıyla nazar-ı hikmette Kudret-i İlahiyenin mu'cizelerini izhar eylediği gibi; cevv-i sema dahi, ona mukabelede bulunarak ve taklidini yaparak, yer ve dünya ile azamet-i İlahiyenin mucizesini göstermekte müsabakaya girişerek; bulut bölükleriyle peçelenip ve gömleğini giyerek ve ayrı ayrı ve kıta kıta olan bulutların parçalarıyla Arz'ın dağ, tepe ve derelerinin şekillerini ibraz eylediği gibi; aynı zamanda yer yüzünün müzeyyen bağ ve bostanlarını da tasvir etmek üzere, çeşitli levn ve renklere bürünerek, şekiller almakta ve bu cevv-i sema bu çeşit tavırlarıyla azamet-i Kudret-i İlahiyenin en parlak ve en kuvvetli delillerini telvih eylemektedir.

İşte mezkûr tarzdaki görünüş; müşabehet ve hayalî tevehhüme bina edilen Arab üslûbu, bulutları hususen yaz aylarındaki vaziyetlerini dağlara, gemilere, bostanlara ve derelere veya da, deve kafilelerine benzetmeyi hoş bulmuş, istihsan eylemiştir. Nitekim Arabın hutbe ve nutukları içerisinde bu üslûbu kesretle görüp işitebilirsin. İşte bulutun bu vaziyetiyle; nazar-ı belagatta tahayyül edilebilir ki; yazdaki bulut parçaları, cevv-i hava içinde gezici ve yüzücüdürler. Ra'ad dahi sanki onların ço-banı ve sürücüsüdür de, bahr-i muhit-i havaî içinde berk asasını bulutların başları üstünde her salladıkça, bulut parçaları da deprenip hareketlenirler ve sonun da da, Haşre ([2]) tesadüf etmiş (yani, kıyamet hadisesine rastlamış) dağları andıran şekiller gösterirler. Ya da, denizin üstünde fırtınaların elleriyle oynayan gemilerin vaziyetini; veyahutta, tâ diplerden hareketlenip gelen zelzelelerin deprettirdiği bağ ve bostanların heyetini; veya da, yol kesici eşkiyaların hücumundan kaçışmakta olan bir kafilenin halini gösterirler. Amma bütün bu istiareli teşbihlerle beraber, asıl olan şey; bulutlar Halıkları emriyle yollarına devam ederek akıp gitmeleridir, ki güya o buharın zerrelerinden herbirisi, ilk önce kendi mekanında sâkin ve sâkit bir tarzda görünmezlerken ve Haliklarının emrini henüz beklemede hazır dururlarken; birden gökgürültüsü olan "Ra’d" o zerreler ordusunun neferatına bir çeşit Borazan aletiyle: "Haydin içtima' ve ittihada" diye seslenir seslenmez; bir bakarsın o zerreler yer ve yuvalarından süratle fırlayıp "içtima'!" diye çağıran âmirlerine doğru koşup giderler. Ve birden bulut olarak haşrolup, canlanıp tabur nizamı kıyamında bekler, dururlar. Sonrada, verilen vazifeyi ifayı müteakib, "istirahat!" emri alır almaz, birden bütün o içtima'a gelmiş olan zerreler, her birisi geldiği yere ve yuvasına doğru uçuşup gittiklerini görürsün.

İşte, şu hayalî münasebete binaen, ve bulut ile dağın arasında mevcud komşuluk münasebetine tebean; (çünki dağ, rutubeti cezbetmesi haysiyetiyle, bulut da onun üstünde ve onun miktarı ve cirmi kadar tezahür ve teşekkül etmekte ve dağın libasını giymektedir.) Hem bulut, kar ve dolu beyazlığı naziriyle renklenmesine ve rutubet ve burudetiyle keyfiyetlenmesine binaen ve ikisi arasındaki kardeşlik vaziyetlerine nazaran; Kur'anın çok yerlerinde bu ikisi yekdiğerlerinin suret ve elbiselerini mübadele ettiklerini; ve keza Tenzil'in birçok menzillerinde bunların birbirleriyle musafaha ettiklerini görürsün. Nasıl ki de, âlem kitabından Arz sahifesinin birçok satırları içerisinde bu ikisinin (dağ ve bulut'un) birbirleriyle yaptığı muhavere ve muanakaları göz ile müşahade edilmektedir.

Evet, bulut ile dağın karşılıklı konuşma ve sarılmalarından olarak; bazen görürsün ki bulut, dağın tepesine konmuş, dağ dahi sanki bulut gemilerinin üstüne dikilmiş kazık direkleridir. Ya da dağın tepesinde bulutlar ile müşaverede bulunmak için, beraber bir meclis kurmuşlardır., veya da dağ, bir yuvadır da, onun kuşu olan bulut, yuvaya doğru kanat çırpıp gelmektedir. İşte nazar-ı belagatta dağ ve bulutun şu meşhud mücaveretleri hükmüyle, bulut ile dağ birbirlerinin yerine geçmeye ve levazımlarını birbirine ariyeten vermeye her zaman hazır vaziyette bulunmalarından -bir teşbih olduğu unutulsa bile- dağın yukarısındaki buluta: "Dağ" diye tabir edilmiş ve edilebilir.

İşte şu izahı ve geçen münasebetleri iyice işitti isen; وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاۤءِ ma’nâsı için "semanın canibi muraddır" diye fehmedersin. Amma مِنْ جِبَالٍ ma’nâsını ise, "dağlar gibi olan bulutlardandır" diye anlarsın, مِنْ بَرَدٍ ise; "dolunun renginde rutubetinde ve burudetinde olan buluttandır" diye kanaat getirirsin.

Ey arkadaş! Belâgat'ın istihsan ederek kabul ettiği şu geçen te'vilin vücudu ortada iken, ne zorun var ki; iki dakika zarfında buluttan sağılıp yere ulaşan yağmuru, "beş yüz senelik mesafeden geliyor" diye olan yersiz, asılsız inanışa dayanıyor ve dayandırıyorsa, ki böylesi bir inanış ve itikad, herşeyin san'atını itkan üzere yapan hikmet-i İlahiyyeye zıdd ve muhalif iken!..

Cümle 2: Onda karanlıklar vardır[]

Amma âyetimizde فِيهِ ظُلُمَاتٌ cümlesinin heyetlerine gelince (ki bu cümle tehvile sevk edip korkutma işine bakmaktadır.) Bilmiş ol ki: فِيهِ nin takdimi şöyle işaret verir ki; musibete giriftar olmuş şahs-ı medhûş'un hayali ile o dehşetli hali istihzar eden sami'in hayali şöyle tahayyül ve tevehhüm ederler ki; adeta bir çok gecelerin karanlıkları bütünüyle o gecenin içine boşaltılmıştır da, kat kat karanlıklara boğulmuştur.

Amma صَيِّبٍ lafzı bir mazruf olduğu halde, zarfiyyet ile gösterilmesinde şöyle bir remzi verir ki; o musibetten dehşet alan şahıs zannederki; feza-yı alem baştanbaşa yağmur ile dolmuş bir havuzdur. Gece ise, yağmurun eczaları arasında kırılmış bölünmüş ve dağılmış bir mazruftur.([3])

Amma ظُلُمَاتٌ nün cem'i ise, bulutun simsiyah karanlığından ve kesafet ve katılığı ve tabakalaşmasından; ve yağmurun aniden pek süratli gelip yaklaşmasından ve katrelerinin yığın yığın tekasüfünden ve gecenin katmerli karanlığından gelen çeşitli karanlıklara imâ etmek içindir. Lâkin ظُلُمَاتٌ nün tenkiri ise, istinkar içindir. Yani: Görünmiyen ve bilinmiyen bazı eşya ile beraber, muhatabın da cehline işaret içindir, ki buda ظُلُمَاتٌ deki cem'i tekid ediyor.

Cümle 3: Ve gök gürültüsü ve şimşek[]

Amma وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ cümlesine gelince, bilesin ki: Burada temsil yolu ile getirilmiş olan halden maksad ve gaye, münâfıkların hayretli, dehşetli hallerini tasvir etmek içindir. Aynı zamanda temsildeki musibete uğramış mütehayyir şahsın bütün dikkat ve tamam-ı nazarını toplayıp en küçük hadiseye dahi dikdiğini göstermektir. İşte bu dikkat-ı nazar ve im'anından Ra’dın ve Berkin içindeki acib inkılabları ve garib olan tahavvüllerdeki hadiseleri düşünüp tefekkür etmek gerek. Zira öylesi bir musibete giriftar olmuş olanlar, bir bakarlar ki; bir zulumettir kâinatı istila eyledi. Ve tıpkı bir adem gibi mevcudatı birden yuttu, yok eyledi. İşte bu halde onların hayretleri yetimane bir gam ve kedere ve meyyitane bir sükûta inkılab eyler. Çünki onlar o vaziyetlerinde vucud ve varlığın en zâhir delillerini görmemektedirler, ki oda yücelerdeki alemlerin konuşmaları ve sesleridir. Sonra aniden hicabın keşfiyle, yani şimşeğin defaten parıldayarak mevcudatı zuhura çıkarıp gözlere göstermesiyle; nazarları dehşete kapılmış bir mütehayyir haifin (şaşkınlık içinde korku hissedenin) nazarına inkılab eder. Evet nasılki onlar (temsildekiler); gayr-ı mütenahî bir fezada hiçbir tarafta zaiflik ve yufkalığı olmayan ve kendileri için hiçbir ümid kapısını, ya da bir deliğini bırakmayacak tarzda olan hasra gelmez bir zülümatı birden gördüklerinden; buna onlar nevmid, ümidsizlik nazarıyla bakarlarken, birden ve ansızın fezadan zülümatın boşanıp yok olduğunu ve derakab onun yerini bir nurun, bir ziyanın doldurduğunu görürler de; az önceki mutlak yeis ve ümidsizlikleri birden bir ümide inkılab eder.

Ey aziz kardeş! Katiyyen bil ki: Ra’d ve berk hadiseleri âlem-i gayb cihetinden gelen iki zâhir ve açık âyet ve alamettirler. Bu iki alametde bulut alemi üzerine müekkel ve o alemin kanunlarını tanzim eden melaikenin ellerindedir. Hem sonra hikmet-i İlahiyye sebepleri müsebeblere -bu dünyada- bağlamış olduğundan, hava içerisinde dağınık bulunan su buharından bulutlar teşekküle başladıklarında; bu bulutlardan bir kısmı menfi elektiriğin, bir kısmıda müsbet elektiriğin hâmili, yüklüsü olarak bulunurlar. Bu iki ayrı bulut gurubu birbirine yaklaştıklarında, aralarında ansızın müsademe vücuda gelir. Bu müsademeden de "Berk" şimşek meydana gelir. Sonra bulutlar yerlerinden kopup emir olunan yerlere doğru defaten hücuma geçtiklerinde, boşalan yerlerinin boş kalmaması için başka yerin bulut gurubunun gelip orayı doldurmalarının da tabakalar dalgalanmaya başlar. Ve bu temevvücden ra’dın sadası tevellüd eyler. Amma katiyyen bilesin ki; şu hikmetfeşan halatın cereyanı ancak bir kanun ve nizamın taht-ı hükmünde ve o kanun ve nizam ise, ra’d ve berke müekkel melekin elindedir ki, bu kanunları O temsil eyler.

Amma Berk ve Ra’da صَيِّبٍ nin zarfiyeti, yani âyet Ra’d ve Berki صَيِّبٍ nin içinde göstermesinin (halbuki bunlara zarf olan buluttur) hikmeti ise; dehşete kapılmış şahsın ve onun dehşetiyle medhûş sami'in "sayyib"in kendisini ihata eylediği gibi, sair şeyleri de kaplamış olduğunu gördüğü veya öyle sandığı içindir.

Amma ظُلُمَاتٌ nü cem' sigasıyla verdiği halde, Ra’d ve Berki müfred olarak zikretmesinde şöyle bir işaret vardır ki; dehşetin menşei ve kaynağı musibete duçar olmuş şahsın kendi tahayyülüdür. Yani: O musibetzede şahıs, semanın ra’dı konuşturarak çıkardığı konuşmasını ve zâhirî korkunç tehdidini ve şimşeğin parıldaması neticesinde karanlık perdesinin keşfi ile aydınlatmasını dehşet olarak tahayyül etmesidir. Oysaki, bu ikisi yani Ra’d ve Berk masdarî birer ma’nâ olup kelam ve yed-i beyza değillerdir. (Yani kendi zatlarında müstakil ve hür olup bu sada ve büyük gürültü kendilerinin değildir. Belki gafil olan kimseleri ikaz etmek için birer mâna kaynağıdırlar.) Hem dahi Berk ve Ra’dın her birisinin fertleri çoğalmış olsalarda, nev' olarak birer vâhiddirler. Onun için Ra’d ve Berk'i müfred olarak vermiş olması aynı isabettir.

Amma وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ deki tenvin ise, sıfatlarının bedelidir. Yani mesela: رَعْدٌ قَاصِفٌ وَبَرْقٌ خَاطِفٌ gibi sıfatlarıyla beraber zikredilmeleri yerine ve onlara bedel tenvin-i tenkirî ile vermiştir. Bundan başka, bu tenvin ile, ra’d ve berkdeki acayipliklerden dolayı, dikkatle teemmüle, derin düşünmeye sevketmesi sebebiyle; bunlarla herhangi bir ülfetin hasıl olmadığına delalet etmek içindir.

Hem yine bu tenvinde şöyle bir îmâ da vardırki; münâfıkların hakkı işitmek ve dinlemekten kulaklarının tıkanmış olması ve gözlerinin ibretle bakıp azamet ve Kudret-i İlahiyenin delillerini toplamaktan kapalı bulunmuş olması ile; berk ve ra’dın ne olduğunu bilmiyor ve tanımıyorlar. İşte bundan dolayı ra’d ve berk, nekire ile ifade edilmiştir.

Cümle 4: Yıldırımdan dolayı ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar[]

Amma يَجْعَلوُنَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اۤذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ cümlesi hey'atındaki keyfiyete gelince, bilmiş ol ki: Bu cümle, mukadder bir sualin cevabı olduğu gibi; aynı zamanda güzel bir istinaftır. Zira ki sami', vakta şu hissî olan temsilli kıssaya yöneldi, birden musibetin hal keyfiyeti ne olduğu hakkında malumat edinmek için, üstündeki perdenin kalkmasını şiddetle arzu etti. Sonra da, tasvir tasviri tekmil etmesinden ve onunla olan ihtiyaç işi bitmesinden sonra, sami'in meyelan ve arzusunun mecrası, musibete uğramışın halini keşfetmeye eğildi. İşte bu makamda sanki sualci soruyor: "Acaba şimdi musibete giriftar olmuş şahsın hali nasıldır? Ve kurtuluş için ne gibi bir vesileye teşebbüs ediyor!?"

İşte, Kur'an bu istifhama şöyle cevap verdi: يَجْعَلوُنَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اۤذَانِهِمْ diyerek, onlar için kurtuluşun çaresi yoktur. Belki onlar, suda bo-ğulmak üzere olan birisinin kurtulmak için, tutunamayacak şeylere bile yapışması nev'inden; onlar da semavattan atılan mancınıklardan korunmak için kulaklarını tıkıyorlar. Oysa, onların yaptığı bu iş, muhal bir sebep, bir vesile olduğundan; elbette işe yarayan bir sebep değildir., ve yapılacak bir şeyde kalmamıştır.

Amma يَدْخُلوُنَ ye bedel, يَجْعَلوُنَ lafzıyla verilmesinde şöyle bir îma vardır ki; onlar kurtuluş için sebebleri araştırırken; rastlayıp buldukları sebebler, aslında bir sebep olmayıp, yalnız kendilerince bir sebeb zannedilmiştir.

Hem يَجْعَلوُنَ nin hali istihzar eden mudari'lik sureti ise, bir remizdir ki; dinleyici olan şahıs, hayreti tahrik ve tehyic eden bu gibi makamlarda kendi hayal mekanizmasiyle vakıanın zamanını ve hadisenin mekânını kendi yanında hazır ediyor. Hem sonra mudarilik vaziyetinde teceddüdlü bir devamlılık da vardır., ve bu devamlılıkta da, bulutun ard-arddaki taktakasının devam ettiğine bir îma vardır.

Amma اَنَامِلَهُمْ yerine اَصَابِعَهُمْ getirmesinde, hayretin öylesi şiddetlisine işarettir ki; parmak uçları ile kulaklarını tıkamak yerine, parmaklarının tamamını kulaklarına sokarcasına isti'mal etmişlerdir.

Amma فِۤى اۤذَانِهِمْ de ise, ra’dın sadasından şiddetli korkuya kapıldıklarına bir îma vardır. Öyle ki, eğer ra’dın gürültüsü kulaklarının penceresi olan deliğinden girerse, ağızlarının kapısından ruhları fırlayıp uçacağını tahayyül ettirilmektedir. Ayrıca bunda şöyle latif bir remiz de vardır ki; münâfıklar vakta, kulaklarını hakkın sesine ve (irşâdkâr) nasihatın nidasına ve davetine açmadılar, o cihetten ra'dın na'releriyle ikaba uğra-tıldılar. Demek ki, burada hakkın davet nidasına karşı kulaklarını tıkadıkları için orada, temsilde ra'dın na'relerinin haykırışlarının şiddetinden kulaklarını tamamen kapamışlardır. Bunların halinin misâli: Birisi ağzından kötü bir söz çıkardığında; ağzının üstüne yumruk indirilir ki; nedamet yemini ağzının içine girsin, hacalet yesarı da ([4]) gözünün üzerine kapatılsın.

Ve amma مِنَ الصَّوَاعِقِ ise, ra’d ile berk'in kendisine zarar dokundurmak üzere ittihad ettiklerine işarettir. Çünki saika (yıldırım), şiddetli bir savt olup, beraberinde yandırıcı ateş dahi bulunur ki, isabet eylediği şeyi veya şahsı devirir, yıkar ve yakar.

Amma حَذَرَ الْمَوْتِ kelamı ise, onların ma'ruz kaldıkları bela öylesi bir beladır ki; adeta, etlerini kemiğe kadar kesip, koparıp attığı gibi; ahval ve evda'larını da, tâ hayata ve ruha dayanıncaya dek kesip biçmiştir diye işaret eder. İşte bu vaziyette onları alâkadar eden en başta gelen şeyin, tek ölüm gamı, kaygısı ve hayat hıfzı olduğunu bildirmektedir.

Cümle 5: Allah kafirleri kuşatmıştır[]

Ve amma وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ cümlesi heyetlerine gelince bilki: Cümlenin başındaki "vav" harfi önceki cümleyle bir münasebetin varlığını iktiza eder. Bu münasebet ise, bu cümle ile önceki cümlenin meallerine hal ve vaziyeti tevafuk edenin arasında olan münasebettir. Adeta bu "vav", temsildekilerin ve bunlara hali uyan münâfıkların üstünde şu gelen ma’nâyı okuyor gibidir: "Onlar öyle bir kavm ve millettir ki; imaretten şehir hayatı ve medeniyetten ve insan cemaatı ve cemiyetinden kaçtılar, firar ettiler. Hem gecenin bir sübat, bir istirahat vakti olduğu kanununa karşı isyan ettiler. Ve samimî hayırhah nasihatçıların nasihatini da dinleyip de uymadılar. Gittiler; kurtuluş ve necatı, sahraya çıkmaktadır sandılar. Hem de çöle, sahraya geceleyin çıktılar. Lâkin pek büyük hüsrana uğradılar ki, Allah'ın belaları onları ihata edip sarmış oldu."

Amma وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ deki اللهُ Lafzı, onların en son ümidleri de kesildiğine remz etmektedir. Zira musibete giriftar olmuş bir kimsenin evvel ve âhir ümidi, ancak rahmet-i İlahiyeye ilticadadır. Fakat bunlar kendi ihtiyarlarıyla seçmiş oldukları hareketlerinden dolayı Allah'ın kahr ü gazabına uğramaya müstehak olarak bu ümidleri sönmüş ve kesilmiş oldu.

Amma مُحِيطٌ lafzı ise şöyle bir imada bulunuyorki; şu her tarafı ihata edip kaplamış olan musibetler Allahü Tealanın asar-ı gazabıdır. Evet nasılki onların bu vaziyetlerinde gök, bulut, yağmur ve gece altı cihetten onlara karşı hücuma geçmiş., öyle de: Allahın gazab ve beliyeleri de kendilerini her taraftan sarmış, ablukaya almıştır.

Keza مُحِيطٌ lafzı, îma ediyor ki; Allahü Tealanın ilmi ve kudreti bütün kâinatı ihata eylediği gibi; onun emri de kâinatın umun zerrelerine şâmildir. Yani umum zerreler onun tasarrufundadır. işte مُحِيطٌ lafzı adeta onların üstünde: (Semavat ve arzın hududundan çıkamazsınız ve çıkamayacaksınız!) âyetinin mealini tilavet ediyor, ve فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَم وَجْهُ اللَّهِ Yani: "Hangi cihete yönelirseniz yönelin, her yanda ve her yönde Allahın ilim ve kudretinin tasarruf yüzleriyle karşılaşacaksınız!" âyetin mealini okumaktadır.

Amma بِالْكَافِرِينَ nin başındaki ب nın taalluku ise, remz eder ki; onların firar edip kaçtıkları şeyin; dönüp dolaşıp devrettiler, amma yine gelip onun içine düştüler., ve dolayısıyla atılan bela oklarına hedef olmuş oldular.

Amma بِالْكَافِرِينَ ile tabiri, münâfıkların hali şu âyetteki temsilin ayinesiden açıkça gösterilip göründüğüne işarettir. Yani tâki, dinleyicinin zihni temsilin ayrıntıları içerisinde tevağğul ile içine batıp maksadı unutmasın. Hem remizdir ki; teşbih ile halleri ibraz edilen kimsenin temsildekinin haline benzerliği o dereceye ulaşmış ve aralarındaki mesafe o kadar daralmıştır ki; nerede ise, benzetilen ile benziyen ikisi beraber ve yanyana görünmekte olup, hakikat ile hayal birbirine katılmış ve girmişlerdir.

Hem yine بِالْكَافِرِينَ ile yapılan ta'bir; kalblerinin karanlık vaziyetine şöyle ima eder ki; vicdanları kendilerini işlemiş oldukları kusur ve cinâyetlerinden dolayı muazzeb etmektedir. Zira insan cinâyetinin cezasını gördüğü zaman vicdanı istirahat eder.

Cümle 6: Şimşek neredeyse gözlerini kapıp alacak[]

Amma يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ cümlesi heyetlerine gelince; önce onun istinafı, (mukadder olan suale cevabı) şu işareti veriyor ki, dinleyici diyor: "Onlar, zulmeti hafifletici olan şimşekten, acaba kendilerinden karanlığın belasını defedip giderme hususunda hiçbir faide, menfaat elde edemiyorlar mı?"

Cevaben denilmektedir ki: Onlar bundan faide görmek şöyle dursun, tam aksine zararından korkuyorlar.

Ve يَكَادُ kelimesi ise, meşhur hassası itibarıyla, ( يَكَادُ nün ma’nâsı olan "nerede ise şöyle böyle olacak!" olduğuna göre;) basar'ın görme hassesinin sebeb-i zevali ortada olup, nerede ise zeval bulmak üzere iken; herhangi bir engelden dolayı, her nasılsa tamamen zeval bulmamıştır diye işaret vermektedir.

-Güzel ve Latif bir Teşbihtir.(1[5])-

Amma يَخْطَفُ kelimesi ise, kullanıldığı yer ve mevzu' itibariyle: "Gûl kaptı veya ukab kuşu kaptı" gibi mânalarıyla, içinde zihne ışıklanan latif bir belagat var olduğu gibi; gözün şua'ı eşyanın suretlerini almağa giderken, ama henüz ulaşıpta alamadan, arkadan gelen şimşek ulaşıp geçip ve gözün şuaını kesip ve onun kapağına sille vurup ışığını kapıp götürmüş diye işaret eyler. Yani güya ki; gözün nuru eşyanın suretlerini derleyip toplamak üzere, yuvasından çıkıp süratle giderken; gece gözünün şuaı olan şimşek, süratle geldi ona ulaştı; gözün şua'ları, toplamış olduğu suretleri henüz getirip mahzenine ulaştıramadan şimşeğin şuâ'ı geliyor onları göz şuamın elinden kapıp götürüyor demektir.

Amma اَبْصَارَهُمْ kelamı ise; gözler kalblerin ayinesi olduğuna binaen, münâfıkların kat'î ve şeksiz olan Kur'anî burhanlara karşı, körleşmiş olan gözlerinin görmeye bağlı işlerine veya gördükleri işin ameline remzen bakar ve baktırır. Az üstte de bu ma’nâya dair tafsilat verilmiştir.

Cümle 7: Ne zaman ışık verse yürürler...[]

Ve amma كُلَّمَاۤ اَضَاۤءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَ اِذَاۤ اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا cümlesi heyet ve vaziyetine gelince; evvela bu cümlenin istinafı (müstakil mukadderliği) şöyle işaret ediyor ki: Dinleyici sami', vakta musibetin çeşitlik ve değişkenliğini gördü; münâfıkların iki halet içerisindeki ahval ve şe’nleriden sual eyledi. (Yani âyetin bu cümlesinde: "Her ne vakit şimşek çok parlak ışığıyla onları aydınlatsa; ziya içinde yürümeye başlarlar. Fakat çok az sonra, şimşeğin nuru çekilerek üzerlerine karanlığın çökmesiyle, yerlerinde donarcasına durup kalırlar olan temsilindeki iki halet demektir.) âyet ise, şu cevabı, suali içinde olan bir ifade ile sami'a cevab verdi.

Amma cümle-i âyette olan ziyalandırma, aydınlatma işinde كُلَّمَاۤ ifadesini, karartmada ve karanlığı getirtmede ise, اِذَا yi isti'mal etmesindeki hikmet ise; temsil ile halleri gösterilenlerin ziyaya karşı çok şiddetli hırs gösterdiklerine ve en edna bir ziyanın, ışığın kırıntısına karşı bile fırsat kolladıklarına işarettir, ayrıca كُلَّمَاۤ lafzı, müstakim bir istisnaî ([6]) kıyası tazammun ettiğine de bakmaktadır.

Amma, ecliyet ve menfaat "lam"ı ile, (yani عَلَيْهِمْ değil, لَهُمْ ün "lamı ile) اَضَاۤءَ لَهُمْ ü ifade etmesindeki hikmet ise; musibete giriftar olmuş olan şahs-ı medhuş, kendi hacet ve istekleri içerisinde müstağrak olup başka bir şeyi düşünemediğine remz etmek içindir., o derece müstağrak ki, Kudret-i İlahiyyenin eli binler küllî hikmetlere bakan ve pek çok maslahatlara medar olan -alemde- neşrettirdiği ziyayı güya yalnız kendisine (şahs-ı medhuş'a) hâs ve sadece kendisi için yaratılmış da münhasıran kendisi için dünyaya salmıştır sanar.

Amma çok tez ve son derece süratli yürümeyi iktiza eden fırsatı değerlendirme haletinin mevcudiyetiyle beraber, مَشَوْا kelimesini, yani sadece (yürüdüler) ifadesini kulanmasının sebebi ise, musibet onları yerlerinde oturtmuş olduğundan, en çabuk seyir ve yürüyüşleri de ancak normal ve aheste bir hareketten gayri olamadığına işaret etmek içindir.

Amma فِيهِ ise, onların hareket mesafeleri zamanın levni olan şimşeğin aniden parlayıp sönen ziyası olduğuna işaret eyler. Adeta bu ziya, onlara mekânı dahi hudutlandırmaktadır. (Yani aniden parlayıp sönen şimşeğin ziyası ne kadar zaman alıyorsa, hareketlerinin mesafesi de o kadar olduğu gibi, mekanları da o nisbettedir.)

Amma وَ اِذَاۤ daki و (vav) ise; tesirini şiddetlendirmek için, ziyanın parlayıp sönmesi ile musibetin yenilendiğine işarettir. Fakat كُلَّمَاۤ nın aksine olarak اِذَا daki (ma’nâ itibariyle) ihmal, mehil verme, fırsat tanıma ve cüzîlik ise, onların musibetten şiddetli nefretleri yüzünden adeta şaşkınlaşıp körleşerek fırsat anını kollama içerisinde dalmış ve batmışken, birden bire bir zulmet onları yakalayıverdiğine işaret eder.

Amma اَظْلَمَ fiilini berk'e, (şimşeğe) isnad eylemesinde ise; ve her tarafı gündüz gibi aydınlatan ziyanın akabinde gelen karanlığın daha çok şiddetli olduğuna işaretle beraber îma eder ki: Musibete uğramış olan şahsın hayali, vaktaki şimşeğin karanlığı tard edip kovduğunu, fakat sonra tekrar yerine zulmetin dolduğunu gördüğünde şu sönüp giden ziya' kendi yerine miras olarak simsiyah bir duhanı bırakarak gitti tahayyül eyler.

Amma zarara telvih edip göz önüne koyan وَ اِذَاۤ اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ deki عَلَيْهِمْ ün zikri de işaret veriyor ki; o karartma, zulmetlendirme bir tesadüf işi değil, belki işledikleri amellerinin bir cezasıdır. Hem remz ediyor ki; musibetin dehşetine kapılmış olan o şahıs, fezayı ve her tarafı doldurmuş ve kaplamış olan o karanlığı, bütün eşya arasından sanki hususiyle şu küçük zelil insanı kasdederek hedef seçmişte, hassaten ona zarar iras etmek için hucüma geçmiştir tahayyül etmektedir.

Ve amma âyet, سَكَنُوا yerine قَامُوا demesi işarettir ki; onlar o musibet yüzünden kurtulma çarelerine karşı şiddetli bir surette teşebbüse geçmek istemelerinden dolayı, rukua eğilmişlerin hali gibi tekavvus etmiş, belleri bükülmüştür. Nitekim işine ciddî yapışan kimselerin şe'ni de öyle eğilmedir.

Cümle 8: Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi[]

Amma وَلَوْ شَاۤءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ cümlesi heyetlerinin keyfiyetine gelince bil ki; cümlenin başındaki "vav", iki cümleyi bir birine bitiştirme bağlatma edatı olan vav-ı atıf olması sırrıyla, telvih ediyor ki; kudret-i ilahiyenin eli zâhiri sebeblerin perdesi altında tasarruf içinde iş görmekte; onun hikmetinin nazarı da bütün illet ve asıl hakikî sebebleri en üstten doğru mürakebe etmektedir.

Amma لَوْ harfi ise, gayr-i müstakim bir istisnaî kıyası tazammun etmektedir. Yani ki: Meşiet-i ilahiyenin adem-i taalluku farz edildiği takdirde; temsildekilerin kulak ve gözlerinin zehabsızlığına, yani bu iki büyük ni'metin kendilerinden alınıp selb edilmemesine illet olmuş olur. Nasılki menfî yönüyle düşünüldüğünde, kulak ve gözlerinin gitmemişliği meşiet-i ilahiye bunların kendilerinden selb edilip giderilmelerine taalluk etmediğine dair ilmen bilinen bir delildir. Hem bu لَوْ remz etmektedir ki; bu makamda sebeb artık kendi son haddine veya had sınırına ulaşmış, dayanmıştır.

Amma شَاۤءَ kelimesi ise işaret veriyor ki; sebeb ile müsebbebi birbirine bağlıyan ancak meşiet ve İrade-i İlahiyedir. Öyle ise, hakikî tesir sahibi Kudret-i ilahiyedir. Sebebler ancak izzet ve azamet-i ilahiyenin birer perdesidirler. Yani tâ ki, bu perdedarlık vaziyetiyle aklın zâhir nazarında Kudret-i Rabbaniyenin eli hasis işler ve emirlerle mübaşeret ettiği görül-mesin.

Amma lafza-i celal olan اللهُ ile tasrih eylemesinde ise; (yani âyet cümlesi başı: "Ve eğer Allah meşietiyle istese idi" ifadesiyle olduğu için, sarahaten ferman buyurmuş demektir.) İnsanları sebeplere fazla mübtelalıklarından ve içlerine batıp dalmalarından zecr edip ayırmak istediğine ve zihinleri umum sebeplerin arkasındaki yed-i kudreti görmeye davet ettiğine işarettir.

Ve amma شَاۤءَ nin müttarid kaideye göre bir mef’ulunun ([7]) bulunması icap ederken hazf edilmiş olması ise; bu kelimenin sair arkadaşlarının gösterdikleri karine ile meşiet ve İrade-i İlahiyye ahval-i kâinatla müteesir olmadığı gibi, sıfat-ı İlahiyye içinde eşyanın tesirinin hiç ve asla mevzu olmadığına da ima etmek içindir denilse caizdir. (Yani nasıl ki beşerin iradesi eşyanın yumuşaklık ve sertliği veya küçüklük ve büyüklüğü gibi halleriyle müteessir olduğu tarzda ve bunun gibi değildir.)

Amma لَذَهَبَ kelimesi işaret vermektedir ki; sebepler müsebebatın üzerine musallat kılınmış da istila etmiş değillerdir. Tâ ki, şâyet sebepler aradan ref olup kalktıklarında müsebbebler de ademin cevfinde kalmış olsunlar da, tesadüfün eli onlarla oynuyor olsun., ve sonra sebepler gelip ittifak denilen rast gelelerle birleşip, o müsebbebleri karmakarışıklarla tar u mar edip dağıtsın, hayır!.. Belki sebeblerin arkasında yed-i kudret (her an ve zaman) hazır bulunmaktadır ki, o kudret eşyayı vücud sahasına çıkarır çıkarmaz, derekab Hikmet-i İlahiyyenin eli, muvazene ve intizam kanunu ile onları alır, başka yerlere sevk edip, başıboş bırakmaz ihmal etmez.

Evet, nasılki sıcaklık, suyun bünyesini tahrib ettiği vakit, imtizaclığı dağılır, buharlaşmaya başlar. Buhar ise, havada mündemiç bulunan bir nizam ile yukarı çıkar, muayyen bir mecra içinde yükselerek gider. Yani onun Sani'-i Hakîmi onu belli bir yere sevk ederek iskân ettirir.

Yine ذَهَبَ de şöyle bir remiz daha vardır ki; havass-ı hamse-i zâhire denilen beş zâhirî duygular tabiattan doğup gelme bir şey olmadıkları gibi; sem' ve basarın duyma ve görme hisleri de, şu maddi olan göz çukurlarının kendiliğinden gelen bir lazımı ve onların zarurî bir icab ve îcadı da değillerdir. Belki ancak o duygular, Hakim-i Zülkemal olan Allahü Tealanın hedaya ve atayasıdırlar. Göz çukurları ve boşlukları ve bunların zâhirî sebebleri ise, ancak adî bir takım şartlardır.

Amma بِسَمْعِهِمْ de, hemze yerine muteaddî ve sirâyetkâr olan ب "ba" ile ifade edilmesi (yani, mesela hemze ile َلاَذْهَبَ سَمْعَهُمْ demeyip, بِسَمْعِهِمْ demesi) imadır ki; Kudret-i İlahiyenin eli eşyayı sebeblerin ipine takıpta teslim ederek başıboş bırakmış değildir. Belki eşyanın dizginlerini Hakîm isminin tecelisi olan bir nizamın eline vaz' etmiş ve etmektedir.

Amma (sem')in yapısını ifrad ile, (basar)ınkini اَبْصَارِ diye cem' sigasıyla getirmesinde şöyle bir işaret vardır ki; kulak ile işitilen şeyler tek-tektir, ferd-ferddir. Amma göz ile görülenler taaddüt ediyor. Zira bin kişi de olsa, her birisi yalnız bir şeyi işitebilir, anlayarak birkaç şeyi beraber işitemez. Amma göz ile görünen şeyler ise, bir göz aynı anda bir çoklarını beraber görebilmektedir. Fakat kulak ancak sıra ile birer sesi işitir ve anlayabilir.

Cümle 9: Allah herşeye kâdirdir[]

Amma اِنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ cümlesi heyetleri ise, bilki: Bu cümle temsildekinde ve temsil ile benzetilende dehşetin tahkiki için bir fezlekedir. Nasılki münâfıkların ahval ve vaziyetlerinin en cüz'î ayrıntılarına kadar gösterme ve tanıtma hususunda; temsilde musibete uğramışların en ince ahvallerinin detaylarını da ihmal etmiş değildir. Onun gibi; bu cümle Kudret-i İlahiyyenin de her bir zerrede mutasarrıf olduğuna işaret eylemek içindir.

Amma cümlenin başındaki tahkik اِنَّ si ise, üst tarafta izahı yapılmış bu hükmün (yani Cenab-ı Kadîr-i Küllü Şey'in kudreti herşeye hâkim ve kadîr olduğu hükmünün) hakaik-ı rasihadan olduğuna işaret edilmiş olmakla beraber; meselenin azamet, genişlik ve inceliğine; ve aynı zamanda beşerin acz, zaaf ve kusuruna da remz etmektedir, ki zira beşerde bunların en yakinî şeylerinde bile tereddüdü netice veren evham ve vesveseleri doğmaktadır.

Amma lafza-i celal olan اللهَ ile tasrih eylemesi, hükmün deliline bir îmadır. Zira uluhiyetin lâzımı, tam ve şamil bir kudrettir., ya da, tam ve şamil olan bir kudret, uluhiyetin lazımıdır. (Onun için âyet, muhakkak ve mutlaka Cenab-ı Allanın kudreti her şeye şamildir diye ferman buyurmuş.)

Amma عَلَى ise, ima ediyor ki; eşyayı ademden vücûda çıkaran Kudret-i İlahiyye elbette o eşya ve mevcudatı başı boş sahipsiz bırakmaz ve bırakmamaktadır. Belki Hikmet-i İlahiye daimî olarak onları murakabe altında tutup terbiye eylemektedir diye işaret eder.

Ve كُلِّ ise işarettir ki; zâhirî olan esbabın eserleri gibi görünen emirler işler ve hasıl-ı bilmasdardan sudur eden ihtiyari fiiler dahi - icad ve halk etme noktasından - Allahü tealanın kudretiyledir.

Amma شَىْءٍ ise مَشِيءٍ ma’nâsındadır. Yani herşey, meişetin taalluk eylediği şeylerdir demektir. Buda işarettirki; eşya vücuda geldikten sonra Sani-i Hakîmden müstağnî ve bağımsız kalamazlar. Belki her ân bekaları, yani vücudda kalabilmeleri için, Sani-i Kadir-i Zülcelalin onlardaki tasarruf ve te'şirine muhtaç bulunmaktadırlar. Beka ve vücudda kalabilmek ise, vücudun tekrarlanma ve tazelenmesindedir. Yani, yeniden yeniye rızk ve gıda ile vucud zerrelerinin tekrarlı tazelenmesiyledir.

Amma قَادِرٌ bedeline قَدِيرٌ lafzını getirmesi ise, remz etmektedir ki; Kudret-i İlahiyye eşyanın yalnız makdûrâtı denilen mevcud hal ve keyfiyetleri mikdarınca değil, belki siğa-ı mübalağa ile bunların hadd ve gayelerinden taşmaktadır. Hem o kudret zatiye olup, içinde tegayyur yoktur. Hem zatın lazime-i zaruriyesi olup, onun zıddı olan acz herhangi bir fürce bulup da müdahele etmesinin imkansızlığı ile, o kudrete ziyadelik veya noksanlık terettüb eyleyemez. Ya da o kudret ziyadelik ve noksanlığı kabul etmez. Yani, zatî olmayan kudret cinslerinde zıdlarının müdahaleleriyle şiddet veya eksiklik terettüb ettiği gibi değildir. Hem قَدِيرٌ lafzı telvih ediyor ki; kudret bir cins gibidir., ve "sarf" ilmi mizanı olan فَعَلَ terazisi gibidir ki; Rezzak, Gaffar, Muhyi, Mumit ve saire gibi olan bütün evsaf-ı fiiliyyeye câmi'dir.. ve hakeza üst taraflardan tâ buraya kadar işitip dinlediğin bütün tahkik ve muvazenelerde tam bir tefekkür ile düşün ve teemül eyle!

Önceki Risale: Bakara 17-18: Münafıklar Hakkında Ateş Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi: Sonraki Risale

  1. Mütercimin ufak bir tavzihi: Şu gelen tavzihimizden sonra, az üstteki yağmur hadisesinin bir derece açıklaması yapılmış olmakla beraber; mukaddimelik bir tavzihi de şöyle olabilir: Yağmurun sema canibinden geldiği bedihî olup, herkesçe malum., malumu ilam etmek ise, Kur'anın belagatına muvafık düşmez ve olmaz. Öyle ise, bir başka mâna kasdedilmiş olmalıdır ki, o da Hazreti Müellifin emrettiği gibi: "Umumileştirme ile mutlaklaştırma"dır. Bunun mânası da şöyle olabilir: Sema denince, onun yalnız gövdesi, yani atmosfer tabakasından sonra başlıyan esir zerrelerinin denizi olan bir sema murad değildir, belki cevv-i havaya da ve atmosfer tabakasının alt kısmı olan cevv-i havanın her yerine de; ve Küre-i Arzın yuvarlaklığı vaziyetine göre onun her yanına ve her tarafına da sema denilir ve semadır. İşte yağmur ise, Küre-i Arzın her tarafını sarmış -hava küresi dahil-semanın her tarafında yağmur suyunun asıl maddesi olan müvellid-ül ma' ve müvellid-ül humuza (hidrojen ve oksijen) maddesinin umumî ve mutlak olarak daima ve her yerde mevcud bulunduğunu ifade etmektir. Nasılki, kitabın metninde mevzu içinde misâl için bilmünasebe getirilmiş olan وَمَا مِنْ دَاۤبَّةٍ فِى الاَرْضِ وَلا طَاۤئِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْه âyetinin meali: "Yerde hiçbir dabbe (ayaklarıyla yerde yürüyen hayvanlar) ve iki kanadıyla havada uçan hiçbir kuş yoktur ki...ilh" ifadesiyle yeryüzünde kanadsız ve ayaklarıyla yürüyen ne kadar hayvanlar varsa; ve iki kanadıyla uçan ne kadar kuşlar varsa hepisi... diyerek; yerde ve gökte, (yani havada) bütün hayvanat çeşitlerine tamim edip şumullendirmek içindir. Yoksa herkes bilirki, kanadı olmayan hayvanlar elbette yerde olur, kanadlı olan her türlü kuşlar da havada uçarlar. -Mütercim-
  2. Kur'an-ı Kerimin birkaç yerinde kıyamet hadisesi anlatılıken; dağların hallaç edilmiş, çekilmiş pamuk gibi olup, havada uçuşacağını ferman buyuruyor. -Mütercim-
  3. Ufak bir izah: Üstteki son paragraf şöyle açıklanabilir: Ayet اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاۤءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ tabiriyle; "yahutta semadan gelen bir sayyib gibi olup içinde karanlıklar.bulunmaktadır" der. Sayyib kelimesi, yağmur demek olduğuna göre, zahirde olan hal, kendisi yani sayyib, gece karanlığı içindedir. Lakin ayet karanlığı yağmurun içinde göstermiş. İşte zarfiyet, mazrufiyet böyledir. -Mütercim-
  4. Arab üslûbunda iyi ve güzel işler de kullanılan ele "yemin", kötü haller de istimal edilen ele de "yesar" diye kullanılır.-Mütercim-
  5. Asıl ve ilk matbu' ve Hz. Müellifin eliyle tashihli bir İşarat-ül İ'caz nüshası kenarının burasında böyle yazılı. -Mütercim-
  6. Kıyas-ı istisnaî ve كُلَّمَاۤ lafzına tatbiki: Risale-i Nur'un bazı yerlerinde mantıkî bir ıstılah olan bu kıyasın tarif ve tatbiki yapıldığı malum. Mesela: Onbirinci Lem'a'nın birinci nüktesinde olduğu gibi... Seyyid Şerif-i Cürcanî'nin "Tarifat" adlı eserinde yapılmış tarifin hülasası ise şöyle: "Kıyas-ı istisnaî: Neticenin, ya da nakîzinin bilfiil içinde mezkûr olan kaziyedir." diyor ve misâller de veriyor. Risale-i Nur'un Lem'alar kitabının "Onbirinci Lem'a"sında bu kıyas şöyle izah edilmiş, aynen alıyoruz: (Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misâli olarak denilir: "Güneş çıktı..öyle ise netice veriyor ki şimdi gündüzdür. Menfî netice için deniliyor: "gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki Güneş çıkmamış..ilh) Şimdi burada كُلَّمَاۤ içinde mevcudiyetinden söz edilip, misâli verilmemiş izahı da yapılmamış olan "müstakim kıyas-ı istisnaî", şöyle izah ile tatbiki yapılabilir: Âyet, “كُلَّمَاۤ yani şimşeğin her çakışında, karanlıktakiler ziya gelir gelmez, hemen kalkıp o ziya içinde yürümeye başlıyor." diyor. Buna göre; "şimşek çaktı öyle ise netice veriyorki; şimdi aydınlanma başlamıştır. Şimşek yok, öyle ise netice veriyorki, dünya şimdi karanlıktadır. Bu kıyasın hale tatbiki ise, şöyle olabilir: "Vicdan-ı beşer içindeki "hidâyet çekirdeğine imanın ve hidâyetin nuru teceli etti. Öyle ise, netice veriyor ki; kalb ve ruh alemi aydınlanmıştır. Amma iman ve hidâyet güneşi, vicdandaki hidâyet çekirdeği ufkundan -ziyasının su-i istimali engelinden tecelli edemedi. Öyle ise netice veriyor ki; şahsın hususî alemi kapkaranlıktır." -Mütercim-
  7. "Şâe"nin mefulune bir misâl: وَلَوْ شَاۤءَ اللهُ اَنْ لاَ يَذْهَبَ بِسَمْعِهِمْ gibi mudari'li bir meful hazf edilmiştir gibi...-Mütercim-
Advertisement