Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi: Sonraki Risale

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ[]

اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ[]

1. Mukaddime[]

Ey aziz katiyyen bil ki: İbadet; akaidi ve dinî inancı kökleştiren ve onu bir hal ve bir meleke tarzında sabit kılan bir şeydir. Zira eğer ibadet vicdanî ve aklî emir ve işleri nurlandırmaz ve terbiye etmezse, eser ve tesiratları zaif kalır sönük düşer. Evet çünkü ibadet, emirlere imtisal ve nehiylerden içtinab etmekten ibarettir. İşte hal-i İslâmın vaziyeti, yani İslâm aleminin ve milletlerinin dine karşı tehavün, lakaydlık ve gevşeklik arz eden hal ve durumu bu anlatılan hakikata şâhiddir.

Hem yine bil ki: İbadet iki cihanın saadetine sebebtir.. Ve maaş ile maad denilen dünya ve ahiret hayatının tanzimine de sebeb olmakla beraber, şahsî ve nev'î kemale de sebebtir. Hem abd ile Hâlıkı arasında en yüksek ve en şerefli bir nisbet ve münasebete vesile yine ibadettir.

Amma ibadetin ahiret mezraası olan dünyanın saadetine sebeb olduğu vechi birkaç cihettendir.

Birinci Vecih: İnsan, latif ve âcib bir mizaç ile bütün hayvanattan mümtaz ve müstesna bir şekilde halk edilmiştir. İşte insandaki bu seçkin mizaç; iyiyi seçmeye, en güzeli bulmaya ve pürüzsüz bir zineti aramaya; ve hem insanlığa layık bir maişet içinde yaşamaya ve bir kemal içinde hayat sürmeye fıtrî bir meyli netice vermiştir. Sonra bu meyillerden dolayı o insan, me'kel, melbes ve mesken gibi (yiyecek, giyecek ve içinde oturup yaşayacak) hacetlerini tahsil etmeye ve bir çok sanayi' ile bunları güzelleştirmeye ve düzenlemeye muhtaç bulunmaktadır. Lakin bu insanın, tek başiyle bütün bu hacetlerin tedariki için gücü, iktidarı kafi gelmemektedir. Bunun için, kendi ebna-yı cinsi olan insan cemaatleri içine girmeye ve onlarla beraber yaşamaya muhtaçtır. Tâ ki, kendisi de onların çalışmalarına ortak olup, karşılıklı yardımlaşsın. Sonra da birbiriyle se-mere-i saylerini mübadele etsinler. Fakat vaktaki Sani-i Hakîm beşerin cüz-i ihtiyarisinin zenbereğiyle terakkilerini temin etmek hikmeti iktiza-sıyla; "şeheviyye, gadabiyye ve akliyye" kuvvelerine -hayvanların kuvvelerinde yapılmış olan tahdid misillü- fıtri bir hadd koyarak tahdid etmemiş olduğundan; beşerin içtimaî hayatlarında inhimak ve tecavüzler hasıl olmuştur. Yani insanda kendi nefsine fazla düşkünlük ve başkasının hukukına tecavüzler baş göstermiştir. Sonra insandaki bu kuvvelerin adem-i tahdidleri sırrıyla; inhimak ve tecavüzlere müheyya olmalarından dolayı, insan cemaatleri sa'ylerinin semerelerini mübadelede ve alışveriş muamelelerinde Adalete muhtaç kalmışlardır. Lakin herkesin tek başına adaletin idrâkinde aklı kâfi gelmediğinden; neviler ve cemaatler olarak akl-i umumînin istifade edebileceği bir tarzda adaleti bulmak hususunda bir akl-ı küllîye muhtaç kalmışlardır. İşte bu akl-i küllî ise, ancak bir külli kanun olabilir. Bu küllî kanun da ancak Şeriat-ı Garra olabilir.

Sonra; bu şeriatın te'sir ve cereyanını muhafaza edebilmek için, bir mukanninin ve bir sahib ve mübelliğin ve bir merciin bulunması gerekmektedir. İşte o da ancak Peygamber Aleyhisselam’dır. Sonra Peygamber dahi, zâhir ve batınlarda, akıllar ve tabiatlarda hakimiyyetini idame etmek için; maddeten ve ma'nen, sîreten ve sureten yaradılış ve fıtratça ve ahlâkça bir imtiyaz ve bir üstünlüğe ihtiyacı vardır. Keza o Peygamberin kendisi ile, mülkün mâliki ve âlemin sahibi arasında mevcud olan münasebetin kuvvet ve muhkemliğini gösteren bir delile de ihtiyacı vardır. İşte o delil ise, mu'cizelerdir. Ve sonra emirlere karşı itaatları te'sis etmek ve nehiylerden içtinabı temin eylemek için, zihinlerde Sani'in ve mülk sahibinin azametinin tasavvurunu devam ettirmeye ihtiyaç vardır. İşte bu da ancak akaidin te-cellisiyle olabilir. (Yani akaidin doğruluk ve haklılığına inanmayı icab ettiren iman rükünlerinin ve bunlara bağlı teferruat meselelerinin ayan beyan bilinmesi ve anlaşılmasıdır.)

Sonra, bu tasavvurun idamesi ve akaidin kökleştirilmesi dahi tekrarlı bir hatırlatıcıya ve tazelenen bir amele ihtiyaç vardır. İşte o tekrarlı hatırlatıcı da ancak ibadettir.

İkinci Vecih: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime döndürüp tevcih etmek içindir.. Ve aynı zamanda inkıyad ve itaatın tesis edilmesine fikirlerin teveccüh eylemesi içindir. İşte bu inkıyad ise, kâinatta tevdi' edilmiş olan intizam-ı ekmele ulaşmağa ve onunla bağlanmağa götürür.. Ve bu intizama tabi' olmak ise, hikmetin sırrını tahkik eylemek içindir. (Yani, kâinat ve mahlukatın yaradılışının sırr-ı hikmetini tahkik etmek demektir.) İşte kâinattaki itkan-ı sanat bu sırr-ı hikmetin şahididir.

Üçüncü Vecih: Şu insan denilen mahlûk; tepesine telgraf aletlerinin pek çok telleri asılmış, başına da hilkat nizamatının kanun uçları sarılmış ve fıtrat kanunları ona uzatılıp takılmış ve kâinattaki İlahî kanun ve namusların şua'ları inikas ederek gelip onda temerküz etmiş bir ağaç gibidir. İşte bu mahiyet ve vaziyette bulunan beşere en evvel lazım olan şey, bu nizamları ve bu namus ve kanunları kendisinde tamamlamak, ikmal eylemek ve bunlara tam bağlanmak ve onlara intisap eylemek ve eteklerine yapışmaya teşebbüs etmektir. Tâ ki umumî cereyana, yani nizam-ı kâinata ahenk içerisinde ayak uydursun da, ayakları kayıpta sürçerek yere yuvarlanıp düşmesin., ve umumî nizam ve kanunların dairesinden kovulmasın., ve ayrı ayrı tabakalar halinde ve bir takım hareketler içerisinde olan bu kanun ve nizamların çark ve dolaplarının sırtından atılıp da, başıboşluğa düşmesin. İşte bu mezkûr ahenk ve nizamı te'min edebilecek şey ve vasıta, ancak İlahî emirlere imtisal ve nehiylerine içtinabdan ibaret olan ibadettir.

Dördüncü Vecih: İlahî emirlere imtisal ve yasakladıklarından içtinab vesilesiyle, insan için içtimaî heyette birçok mertebelere bağlıyan ve onlara götüren hayli nisbetler ve münasebetler hasıl olmaktadır. Öyle ki, adeta bir tek şahıs bir nev gibi olmuş oluyor. Evet, bir çok işler, emirler vardır ki; (bilhassa Şeair-i İslâmiyeye ve mesalih-i umumîyeye temas eden işler emirler) çok çeşit, cihet ve rütbelerin ve kanun ve nizamların; ve bunların içindeki bir çok hukukların dizildiği birer ip gibidirler, işte eğer o emirlere imtisal ve nehylerden içtinab ipi olmazsa; bütün o emirler, işler parçalanır, dağılır ve uçar giderler.

Beşinci Vecih: Müslüman bir insanın diğer bütün Müslümanlarla sabit bir münasebeti ve kuvvetli bir irtibatı vardır. Bu münasebet ve irtibat da, imanı akaid ve İslâmi melekeler sebebiyle, köklü bir uhuvvete ve hakiki bir muhabbete sebeptirler. Lâkin bu akaidin de zuhur ve tesirinin sebebi ve köklü bir meleke haline gelmesinin vesilesi ancak ibadettir.

Amma İbadetin Nefsî ve Şahsî Kemale Sebeb Olduğu Cihetine Gelince;

Bilki: İnsan cirminin küçüklüğü, zaifliği ve acizliğiyle beraber; ve maddî cesedi itibariyle hayvanat cinsinden bir hayvan olduğu halde; pek değerli, çok kıymettar bir ruhu içinde saklıyor., ve tam ve mükemmel bir istidadı ihtiva eyliyor.. ve hasre gelmez meyilleri içinde bulunduruyor.. ve nihâyetsiz emel ve arzuları müştemil bulunmaktadır., ve gayr-ı mahsur efkârları vardır. Ve gayr-ı mahdut kuvveleri tazammun ediyor. Hem bütün bu mezkûr isti'datlarıyla beraber, insan umum alemlerin envaına bir fihriste gibi olduğundan; fıtratı acip bir tarzda yaratılmıştır.

İşte bu mahiyetteki bir insan, ruhunun inbisatına ve içindeki o değerlerin cilalanmasına âmil ve sebeb ancak ibadettir. Hem saadet-i ebediyeye münasib ve layık olacak ve ona yaraşacak bir tarzda istidadlarının inkişafına ve nemalanmasına illet ve medar yine ancak ibadettir.. Ve keza insanın meyi ve arzularının tehzib ve nezahetine (düzenlenme ve temizlenmesine) vesile, yine ancak ibadettir. Ve keza pek çok emellerinin tahakkukuna ve semeredar kılıp susamışlık ve açlığının giderilmesine vesile, yine ancak ibadettir.. Ve keza fikirlerinin tanzimine ve hakikatla bağlanmasına yegane vasıta, yine ancak ibadettir.. Ve keza insanın taşkın kuvvelerinin tahdid ve gemlendirilmesine sebeb, yine ancak ibadettir.. Hem insanın azaları üzerindeki maddî-manevî tabiatın kir ve pasını giderip kalaylattıracak şey, yine ancak ibadettir. İşte o a'zalar iman ve ibadetin nuru ile şeffaflaştırıldığı takdirde, her birisi mahsus bir alemin birer menfezi ve penceresi gibi olurlar. Hem yine ibadet eğer vicdan, akıl ve kalb ve kalıp ile beraber yapılabilirse; beşeri layık olduğu mukadder olan şeref ve kemaline ulaştırmış olur. Hem yine abd ile mabud arasında latif ve âlî bir nisbet ve şerif ve kıymettar bir münasebet ise, ancak yine ibadettir., ve bu münasebet ise, beşerin nihâyetsiz kemal mertebelerinin en üstü ve zirvesidir.

Ve İbadette İhlas

İbadetteki ihlas budur ki: İbadet; sana emr olunduğu için onu yapmandır. Başka bir tabirle: İbadet yapılır, çünki onun yapılmasına emredilmiştir. İbadete dair gelen emirlerin ve ibadetteki bütün fiil ve hareketlerin her birisi birçok hikmetleri müştemil bulunmuş olsa da; ve bu hikmetlerin her birisi o emirleri imtisal etmek için birer illet olmuş olsalar dahi; ancak ibadeti ihlas noktasında ele aldığımızda, ibadetin illeti emrin kendisi olması iktiza eyler. Eğer hikmetler, maslahatlar ibadetin yapılmasında illetler yerine konulsa, o zaman o ibadetler batıl olur. Lâkin eğer hikmet ve maslahatlar tercih edici sebebler makamında kalırlarsa, caiz olabilirler.

2. Mukaddime[]

Ve mukaddimeden sonra:

Vaktâ ki, Kur'anın muhatabları يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا fermanını işittiler; lisân-ı halleri ile şöyle bir istifsarda bulundular: Acaba ibadetin hikmeti nedir? Ve ne içindir? Ve ona imtisal etmenin neden mecburiyeti olsun?. Ve hangi şey ve maksad içindir?!.

İşte bu suallerden "ibadetin hikmeti nedir?" mevzuunu üstte, mukaddimede cevabını işittin. Amma ibadetin asıl illeti hakkındaki suale Kur'an-ı Hakîm Sani'in vücudunu ve tevhidini رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ (yani O, çünki sizi yaratan, pek çok nimetler bahşeden Rabbinizdir. Onun için Ona ibadet, ubudiyet, kulluk yapmanız gerek..) kavliyle isbatını yaparak cevap verdi. Peygamberliğin isbatını da

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا

kavliyle cevaplamıştır.

Şu geçen âyetlerin nükteleri hakkında bir Mukaddime

Ey aziz bilmiş olki: Burhan, yani delil ve hüccet iki çeşittir.

Birisi: "Limmî" dir ki, müessir ile yani müessir canibinden bakarak, eserin üzerine delil getirmektir.

Diğeride: "İnnî" dir ki; eser ile müessire istidlaldir, delil getirmedir. Yani, eserin sahibini, eseri ile tanıtma ve isbatlamadır. Burhan ve delil getirme işinde şüphelerden en salim olanı da budur. Şu "innî" burhan da, müreccah kavle göre; ya mütesavviyut-tarafeyn ile imkaniyyün bil-istidlaldir. Yani vücudî veya ademî olabilmesinin imkanı noktasında her iki tarafın müsaviliği ile imkanlığının isbatını yaparak, Mûcid'inin vücûduna delil getirmedir. Veya da, tahavvul ve teğayyür ile hudusiyyün-bil-istidlaldır. Yani eşyanın değişkenliği, halden hale dönüşümü, zevali, faniliği gibi vaziyetleriyle yine Mucidini isbatlamadır. Yani o mevcudun hadisliğinin delili ile, ihdas edenin varlığını ispat etmektir. Bu her iki burhanın değerlendirmesin de, ya eşyanın zatları itibariyle veya sıfatları itibarı iledir. Ve bu zat ve sıfatın ikiside, ya vücudu i'ta edip vermekle; veya da, mevcudun beka ve devamını idame etmekledir.. Ve bu i'ta ve ibkanın ikiside, ya "delil-i ihtiraî" dir. Ya da "delil-i inâyetî" dir. İşte رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ âyeti şu sayılan bütün bu nevilere işaret etmektedir.

Şimdi burada onun hülasası zikredilecektir. Ayrıca biz bunları başka bir kitapta ([1]) tafsilen izah etmişizdir.

Delil-i inâyet nasıldır?

Evet, Sani-i Vahidin ispatına dair olan "delil-ül inayet”i üstteki âyet göz önünde telvih edip canlandırıyor. Hülasası ise: Kâinatta mündemiç olan "nizam"dır. Evet "nizam" bir iptir, bir hayttır; maslahatlar ve hikmetler ona bağlı, takılı ve onunla asılıdırlar. İşte eşyanın menfaatlarını sayan ve dile getiren ve hikmetlerini yadeden Kur'an-ı Hakîm'in umum âyetleri hep bu "inâyet delili" ni dokuyan nessac ve burhanın tecellisine ayinedirler. Zira, maslahatlar ve hikmetlerin ancak onunla mer'î bulunduğu nizam, elbette bir nazzamın vücudunu ispat ettiği gibi; aynı zamanda Sani-i Hakimin kasd ve hikmetine de delalet etmekte ve ortalıkta varlığı tevehhüm edilen kör tesadüfün ve körleşmiş ittifakın vehmini de nefy edip tard etmektedir.

Ey arkadaş! Eğer senin nazarın şu fusûs-ü hikemle bezenmiş olan âlî nizamı ihata edemiyorsa; ve istikra-i tamme denilen tam ve derin bir araştırmaya da muktedir değilse; kendi nev'in olan insanların telahuk-u efkarlarından hasıl olmuş ve insan nevinin fikir ve düşüncesi hükmüne gelmiş ve onun hiss ve duyguları halini almış fenlerin, ilimlerin casusları vasıtasıyla bak! Tâ ki, akılların apaçık nasibedar olacağı olan nizamı ayan-beyan müşahede edesin. Hem tâ bilesin ki; kâinatın nevileri hakkında teşekkül etmiş olan fenlerden her biri külliyet-i kaidesiyle bir ittisak ve intizamın keşşafı olarak, o nizam ve ittisaktan daha mükemmelini aklın görmediğini ve ondan daha âlîsini kabul etmediğini görebilesin.

Evet kâinatın her bir nev'i için bir fen teşekkül etmiş, ya da teşekkül etmeye kabildir. Fenn ise, kaidenin külliyetinden ibarettir. Kaidenin külliyeti de, nizamının güzelliğine delalet eder. Zira bir şeyde nizam ve intizam yoksa, onda kaidenin külliyeti cereyan edemez. (Yani, mesela, pirenin midesini, tanzim eden kaideli nizam, tâ Güneşin Sistemine kadar aynı tarzda cereyan etmesiyle, kaidenin külliyetli olduğunu gösterir.)

Evet, görmez misin ki: "Her âlim, beyaz imame sahibidir." sözünü ettiğimizde; ulema nev'inde -eğer intizam varsa- o nevideki kaidenin külliyetini doğrular. Buna göre; kâinata ait her bir fenn, kaidelerinin külliyeti sebebiyle; tam bir istikra ile kâmil ve şâmil bir nizamı netice veriyor. Aynı zamanda her bir fenn, mevcudat silsilelerinin halkalarında salkımlar gibi asılı bulunan maslahatlar ve semerelere işaret eden ve inkılabat-ı ahvalin maatifinde, yani eğri-büğrülükleri ve ayrıntılı bölmelerinde gizlenmiş olan hikmetler ve faidelere telvih eden en nurlu birer burhandırlar..ve fenlerde olan bu hal ise, Saniin kasd ve hikmetine şehadet eden bayrakları alıp mevcudatın en yüksek kulelerine dikip dalgalandırıyorlar. Böylece, her bir fenn evhamın şeytanlarını tard edip kovmada birer necm-i sakib gibidirler.

Eğer bu mevzu'da daha başka deliller istiyorsan; umumundan sarf-ı nazar, sadece şu gelen misâle bak! İşte: Vasıtasız gözle görülmeyen mikroskopik bir hayvanın küçücük sureti, İlahî, dakik ve bedi' bir makineyi müştemil bulunmaktadır.

İşte zatında ve sıfatında mümkün olan o mahluk, hakikî bir illet olmaksızın kendi başına elbette var olmuş değildir. Zira hem zatında, hem sıfat ve ahvalinde imkanlıdır. Mümkünlük hadisesi ise, terazinin iki kefesi gibi mütesaviy-üt tarafeyndir. Yani; ademi ve vucüdu itibarıyla her iki tarafı aynı seviyede eşittir. Şâyet o mahluk kendi kendine illetsiz, mûcidsiz bir tereccühü bulmuş, vücuda çıkmışsa; o takdirde bu farazî iş ancak ademin cevfinde olabilir. Yani vucud sahasında öyle olması imkansızdır. Olsa olsa, ademistan diyarında farazî bir hayal olabilir. İş buhalde bütün ukalanın ittifakıyla; o canlı makinenin vücuda gelebilmesi için, mutlaka ve hiçbir çaresi yok, tercih edici bir illeti olması zarurîdir. O müreccih illet ise, katiyen muhaldirki, tabiî sebeblerden olmuş olsun. Zira o makine-i dakika içinde bulunan ince nizam, nihâyet bir ilmi ve son derece kemalde bulunan bir şuuru iktiza eyler ki; kendilerini onunla aldattıkları tabiî sebeblerin içinde öylesi bir ilim ve şuurun varlığını tasavvur etmek her halde ve elbette imkansızdır, hem de muhalatın en çıkılmaz kısmıdır. Bununla beraber; "Esbab-ı Tabîiye" dedikleri şey; basit, kalil ve câmid bir nesne olup, herhangi bir mecraları taayyün etmiş değil., hareket yönleri ve yolları da hududlandırılıp tayin edilmiş değildir. Hal böyle olduğu halde, binler imkanât yolları içinde mütereddid olarak, o imkanat yollarından her hangi birisinin önceliği, evleviyeti de yoktur. O halde o şaşkın sebeb, nasıl ve nerede muayyen bir kanalda hareket edebilecek? Ve belli bir mecra içerisinde inhirafsız ve gâyet muntazam bir tarzda yürüyebilecek?. Ve nasıl hududları tayin edilmiş bir hatt-ı hareket içinde müstakimane hareket edebilecektir?!. Hem bu haliyle beraber, o sebeb nasıl olurda, o binler imkanattan yalnız birisinin yön ve yollarını keşf edecek de, onu tercih edip onda yürüyecek; tâki hikmetlerinin dekaikinde akılların şaşkına döndüğü şu acib, muntazam makine tevellüd etmiş olsun, hiç mümkünmüdür?. Hayır asla!., belki olsa olsa, senin kendini ikna' etmen ve o mevcudun mezkûr sebeblerden doğabilmesi hususunda mutmain olabilmen için; ancak her bir zerreye Eflatun'un ([2]) şuurunu ve Calinos'un ([3]) hikmetini vermenle beraber, o bütün zerrelerin aralarında umumî bir istihbaratın ve muhaberenin varlığını itikad etmenle ancak mümkün olabilir. Oysaki, bu öyle bir safsatadır ki, Sofestaîler dahi bundan utanıyor. Halbuki sebeb denilen şeylerin üssül-esası cüz-ü lâyetecezza veya cevahir-i ferde denilen esir zerratının veya atomlarının her bir zerresinde hem cazibe, hem dâfia kuvvelerinin beraberce bulunmasıdır. Bu ise; zâhir sebeblere göre düşünülse, iki zıdd kutbun içtimai gibi bir şey olur ki, o da muhaldir.

Evet cazibe ve dâfia ve benzeri gibi kanunlar (yanlış ve hata olarak), "Tabiat" diye isimlendirilen Adatullah ve fıtrî şeriatının kanunlarına ancak verilebilen birer isimdirler. Amma bu kanunlar kaidelikten tabiîliğe intikal etmemek ve zihnîlikten hariciliğe çıkmamak; ve itibarîlikten hakikîliğe değişmemek; ve aletlikten müessiriyete terakki etmemek şartıyla makbul olabilir.

İşte üstte kısaca izahı yapılan misâlin içindekini eğer anladı isen; ve misâlin küçüklüğü ile beraber, içindeki azametli meseleyi ve darlığıyla birlikte, ma’nâca genişliğini görebildi isen; başını kaldır, kâinat içinde nazarını gezdir bak: "Delil-i İnâyet" in vuzuh ve zuhurunu kâinatın genişliği derecesinde göreceksin. Evet, Kur'an'ın eşyadaki ni'metlik cihetini sayan ve faidelerini hatırlatan bütün âyetleri bu delilin mazâhir ve ayineleridirler. Demekki, Kur'an-ı Hakîm tefekküre her emrettiğinde umuma hitap içerisinde, şu "Delil-ül İnâyet" istidlaliyetinin tarikine işaret etmiş ve etmektedir, işte فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ferman ettiği gibi; "tekrar be-tekrar İlahî sanat-ı muntazama olan kâinata bak, hiçbir tarafında bir yarık, bir intizamsızlık, bir abesiyet görebilecek misin!" âyeti gibi bir çok âyetler bu delili enzara göstermektedirler. Sonra tefsiri yapılmakta olan şu âyetin; "İnâyet Delili'ne îma eden bu gelen:

اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ

âyetin burası da onu şerh eylemektir.

Ve Delil-ül İhtiraî

Amma الَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ âyetinin işaret eylediği "delil-i ihtiraî" ise şudur: Cenab-ı Hak Teala her bir ferde ve her bir neve hâs bir vücud i’ta eylemiştir. O hâs vücud, o şeyin mahsus eserlerinin menşei ve layık olabileceği kemalatın menbaıdır. Evet hiçbir nev' yoktur ki; imkaniyetinden ve teselsülün butlanından dolayı ezele kadar teselsül edip gitsin. Hem alemdeki şu daimî teğayyur ise, bazısının hudûsünü bilmüşahede göz önünde isbat ettiği gibi; diğer bazılarının ise, aklî zaruret ile hâdisliğini isbat etmektedir. Sonra, hayvanat ve nebatat fenleriyle sabit olmuş olan iki yüz binden fazla olan nevilerin varlığı; ve her bir nev'in bir Ademi ve ilk pederlerinin olduğu zarureti ortaya çıkmıştır. Öyle ise, hudûs ve imkân sırrıyla o envaların ilk Adem ve evvel pederlerinin bizzarûre Kudret-i İlahiyyenin elinden vasıtasız bir tarzda çıkmış oldukları isbat edilmiş olur. O halde silsiledeki tenasülde tevehhüm edilebilen şeyler, yani maddî bir takım sebebler ve saireler bunda, yani ilk yaradılış keyfiyetinde tevehhüm edilmez ve edilmemelidir. Ayrıca enva'ların birbirinden inşikakları, yani bazıları diğer bazılarından yarılıp ayrılarak bölünmesi tevehhümü de batıldır. Zira mütevassıt olan nev', yani birbirinden ayrı ve müstakil olan iki nev'in arasında tavassut etmiş, girmiş bir nev', tenasül yoluyla -ekseriyetle- teselsül edemez. Öyle ise, araya girmiş mütevassıt olan şahıs bir silsilenin başı olamaz. (Mesela at ile inek veya at ile eşek nev'inin arasına giren, yani ikisinden döllenen katır cinsinin nesillenmediği gibi...) İşte madem mebde' ve asıl itibariyle bu iş böyle olmuş ve böyledir, elbette bit-tarikil-evla silsilenin eczaları da öyle olacaktır.

Evet acaba nasıl tasavvur olunabilir ki; şuursuz, ihtiyarsız, basit ve camid olan esbab-ı tabiiye; fehimlerin içinde hayret ve şaşkınlığa daldığı o silsilelerin icadına ve her birisi mu'cizat-ı kudret'in birer acib sanatı bulunan silsilelere bağlı olan ferdlerin ihtira'ına kabiliyeti olsun?!. Evet silsileleriyle beraber bütün o ferdler hudûs ve imkaniyetleri lisânıyla Hâlıklarının (c.c.) vucûb-u vücûduna kat'î şehadetle şahidlik yapmaktadırlar. Amenna!

Sual-46[]

[s46] Eğer desen: Meydandaki şu kat'î şehadetle beraber, bazı insanlar maddenin ve hareketinin ezeliyeti gibi dalaletlere nasıl inanabiliyorlar?

Cevaben sana denilir: Tebaî ve sathî nazar bazen muhali mümkün görür.nasılki, Bayram hilaline bakan ihtiyar adamın kirpiğinin ve kaşının eğilmiş beyaz bir kılını ay olarak görmesi ve hilal telakki etmesi gibi... Evet insan âlî bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete sahib olduğu için, daima hakkın, hakikatin arkasında dolaşıyor. Fakat bazen ihtiyarsız, davetsiz ve taharrisiz olarak eline batıl ve dalal da düşebiliyor. Belki de sathî ve tebaî olan nazarı ile baktığı için, çaresiz olarak onu öyle kabul ediyor. Zira öylesi kimseler, vaktaki hikmetlerin ve maslahatların ipi ve zinciri olan kâinat nizamından tegafül eylediği ve hareket ve maddenin ezeliyetle taban tabana olan zıddiyetinden teâmî (hayret içinde görmezlik) ettiği için, onun tebaî olan nazarı yanında, şu nakş-ı bedii ve bu acip sanatı kör tesadüfe veya şaşı ittifaka isnadını muhtemel görebiliyor.

Evet, allame Hüseyin-i Cisrî (R.H.) nin dediği gibi

"Âsar-ı medeniyyetle müştemil müzeyyen bir saraya giren adamın, kasrın banî ve sahibini içinde göremediği vakit, önce onun sahipsiz olduğunu itikad eder. Fakat sonra kalkar, o sarayın zinetini ve esasatını ittifaka (rastgeleye) tesadüfe ve tabiatın intihab modeline isnad etmeye muzdar kalır."

Ve keza, ancak tam bir ihtiyarın ve şâmil bir ilmin ve kâmil bir kudret'in üstünde, yani bunlara dayanarak durabilen; ve ancak bunların emri altında olmakla yürüyebilen âlemin nizamından ve bu nizamın halka ve düğümlerine asılı ve takılı bulunan bütün hikmetlerin, maslahatların ve faidelerin şehadetlerinden teâmî ve tegafül ettikleri için; onların tebaî nazarlarında şu camid, donuk sebeplere tesir-i hakikînin verilebileceğine ihtimalli görünmektedir.

Şimdi ey arkadaş! Cenab-ı Sani-i Hakimin san'atının inceliklerinden kat-ı nazar; eserlerin en zâhiri ki, "tabiat" diye isimlendirdikleri olan "irtisam"dır. Yani: Kendi kendine nakışlanma, resimlenmedir. Şimdi sen gel, şu ülfet perdesinin yırtılarak ortadan kalkması şartiyle; acaba sen kendini nasıl ikna' edebilir ve senin aklın nasıl kabul edebilir ki; mesela ayinenin yüzündeki hasiyet, gök perdesinin açılmasında ve o ayinenin cam parçacığında semanın yıldızlarıyla beraber irtifaının ve nakışlarının suretini celbetmede müessir bir sebep olsun! Hem senin aklın nasıl ikna olabilir ki; hakikatta vehmî bir emir olan umumî cazibe kuvveti (çekim), Küre-i Arzın ve sair yıldızların muhkem ve pek sağlam bir intizam ile, adeta mancınık ipi gibi, o kürelerin durdurulmalarında ve tahrik ve tedvirlerinde te'sir sahibi bir illet, bir hakikî sebep olmuş olsun !..

Elhasıl: İnsanoğlu batıl ve muhal bir emre, bir işe sathî ve tebaî bir nazarla baktığında ve sonra onun hakikî müessir olan illetini görüp bulamadığı vakit, kendi yanında o batıl ve muhal şeyin sahih olabileceğine ihtimal verebiliyor. Lâkin eğer ona kasden ve bizzat bakarsa ve ona müşteri olarak aslını araştırırsa; "Hikemîyat" denilen felsefî sözlerle avundukları mes'elelerden hiçbir şeyi kabul etmesi mümkün olmayacaktır. Belki ancak şu şartla kabul edebilir ki; zerrelerin herbirisinde bütün hükemanın akıllarını ve umum siyasetçilerin hikmetlerini farz eden bir ahmaklığı alır da budalalaşırsa, mümkün olabilir.

Sual-47[]

[s47] Eğer desen: Nedir şu tabiat, namuslar ve bu kuvvetler ki onlarla vızıltı çıkarıp, bunlarla tesellî bulup kendilerini avutuyorlar?!.

Cevaben sana denilir ki: Evet, Tabiat denilen şey, ancak bir mistardır. Masdar değil.. Bir matbaadır, tabi' değil (tab' eden değil), Kanunlardır, kuvvet değil. Belki de tabiat bir şeriat-ı fıtriye-i İlahiye olup, alem-i şehadet cesedinin azaları arasında bir nizamı ika' eylemiştir. Evet, nasılki İslâm Şeriatı, beşerin ihtiyarî olan fiillerini tanzim eden kaidelerinin zübdesi ve hülasasıdır. Öyle de: Devletin nizamı da, siyasî düsturlar ve kanunlarının mecmu'undan ibarettir. Buna göre, İslâm Şeriatı ve Devlet nizamı nasıl ki yalnız itibarî ve makul iki emirdirler. Onun gibi: Tabiat dahi itibarî bir emr olup hilkat ve mahlukat içinde cereyan etmekte olan ve "Adetûllah" ile tesmiye edilen kâinat nizamının hülasa ve özüne verilmiş bir isimdir. Hal böyle iken, Tabiatı haricî ve bağımsız ve kendi başına bir varlığa sahib tevehhüm eylemek; medeniyet görmemiş şöyle vahşi bir adamın haline benzer ki; bir fırka askerin gâyet intizam içindeki hareketlerini gördüğü zaman bu askerlerin aralarını birbirine bağlamış haricî bir emrin, bir şeyin (ipin veya zincirin) maddî varlığını itikad etmesi gibidir. İşte bunun gibi, kimin vicdanı o vahşî adam gibi vahşî ise, tabiatı da istimrar ve devamlılık sebebiyle, haricî bir tesir sahibi (yani kendi başına müstakil) bir mevcud tahayyül edebilir.

Elhasıl: Tabiat denilen şey, Allah'ın sanatı ve kâinat nizamı olan fıtrî şeriatıdır. Bu şeriatın namus ve kanunları da, o şeriat-ı fıtriyenin meseleleridir.. Ve bunların kuvvetleri de, o meselelerin hükümleridir.

Tevhid Bahsi[]

Şimdi Tevhid'in Delilleri

Evet, âyette اُعْبُدُوا ile işaret eylediği tevhidin delili; Tefsir-i İbn-i Abbasa (R.A.) göre وَحِّدُوا demektir. Yani: Allahı birleyiniz! Hüküm, kuvvet, kudret, Rububiyet, tedbir, tedvir ve idare, emir ve irade gibi herşeyi yalnız ve yalnız ona veriniz, ondan biliniz!..

Evet, malum ola ki; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan tevhide ait ne kadar delail varsa, hepsini almış, zikretmiştir.

Hem لَوْ كَانَ فِيهِمَاۤ اَلِهَةٌ اِلا اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyeti tazammun eylemiş olduğu "Burhan-ut-Temanu" ise, istiklaliyetin Ulûhiyet için zatî, lazım ve zarurî bir hassa olduğuna kâfi bir delil ve parlak bir şem'dandır. Ayrıca, yine bu âyette tevhidin latif bir deliline daha remz vardır, o da şöyledir: Nev-i beşer ve cins-i hayvanın yaşamaları için; semerât, hububat ve meyveleri dokumada, doğurmada yer ile gök arasında bir yardımlaşmanın ve karşılıklı bir münasebetin varlığı iledir. Hem alemdeki eserlerin (yani mevcudat nevilerinin cinsleri) birbirine benzeyişleri.. Ve etraflarındaki eşyanın birbirleriyle olan muânakaları.. Ve yekdiğerlerinin ellerinden tutarak birbirlerinin intizamını tekmil etmeleri.. Ve cânib ve cihetlerinin birbirleriyle cevaplaşmaları.. Ve birbirlerinin hacet ve isteklerine "lebbeyk!" demeleri.. Ve her hepsinin bir tek noktaya gözlerini dikip bakmaları.. Ve yine hepsinin intizam içindeki hareketleri de, tek ve muayyen bir nizamın mihveri üzerinde olması telvih ediyor, belki tasrih ediyor ki; vâhid olan ve birlik içinde bulunan şu makinenin sani'i vâhiddir, tekdir.. Ve bütün bunlar beraberce herşeyin ve herkesin başı üstünde şu gelen beyti okumaktadırlar:

وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اۤيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ

Yani: Herşeyde, Allah'ın vucûb-u vücûduna bakan, ispat eden, gösteren bir delil, bir âyet vardır ki; o Allahın vahid ve yekta olduğuna delalet etmektedir.

Sonra bunu da bil ki: Sani-i Hakim nasılki Vacib-ül Vucûd ve Vahid-i Ehaddir; onun gibi bütün kemalî olan vasıflarla da muttasıftır. Evet, masnu'da olan ve adeta coşarcasına kendini gösteren ne kadar feyz-i kemal varsa, ancak Sani'in tecelli-i kemalinin gölgesinden muktebesdir. Öyle ise, umum kâinatta ne kadar hüsün, kemal ve cemal varsa, elbette ve her halde hepsinden gayr-ı mütenahî derecelerle yüksek olan bir cemal, kemal ve bir hüsün Sanilerinde bulunması zarurîdir. Evet, ihsan ise, Muhsin olan zat'ın servetinin bir fer'i, bir şubesidir ve ona delildir.

Keza, icad dahi Mûcid'in vücuduna; îcab, Mucîbin vâcibliğine; tahsin, güzelleştirenin varlığına-amma şanına layık ve muvafık bir tarzda-delalet ederler.

Hem dahi bil ki: Sani-i Kadir bütün noksan sıfatlardan münezzehdir, müberradır. Çünki noksanlıklar, maddî olan şeylerin mahiyetlerinin istidadsızlığından neşet ederler. Allah u Teala Celle Celalühü ise, maddiyattan mücerreddir, uzaktır. (Zaten maddiyattan olan bir şey ilah olamaz.)

Hem yine bilmiş ol ki: Cenab-ı Hak Teala ve Tekaddes kâinatın mahiyetlerinin imkanlığından neşet eden bütün levazım ve evsaftan da mukaddesdir. Çünki o, Vacib-ül Vücûddur, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ sırrıyla ona benzeyen hiçbir şey yoktur. Kendisi de hiçbir şeye benzememektedir. İşte bu iki hakikate kat'î işaret eden şu gelen âyettir.

فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا

Amma وَ اللَّهُ الْغَنِىُّ وَ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ âyeti ile işaret edilen "delil-i imkanî" ise, kâinat zerratının her bir zerresi; gerek zatî şahsı itibariyle, gerekse tek tek sıfatları itibarıyla; ve gerekse birer birer ahvali itibariyle; veya da ayrı ayrı vecihlerinin cihetleri itibariyle her hepsinin zatında, sıfatlarında, hallerinde ve vücûdunda gayr-ı mütenahî imkânât yolları arasında mütereddid, mutehayyir olduklarını görmekte iken sen; fakat birden bakıyorsun ki O zerreler bütün o imkânat yollan içerisinden silkinerek kalkıyor, muayyen bir yola düşüyor ve mahsus bir sıfat giyiyor ve muntazam bir şekille şekilleniyor; ve sağlam ve savab bir kanuna binip ona tevfik-i hareket ediyor; ve muayyen ve belli bir maksada teveccüh ediyor. Sonunda da öyle bir hikmet ve maslahatı intaç ediyor ki; o şeyin o belli ve muayyen tarzından başka bir yolla olabilmesi asla mümkün değildir. İşte acaba şu zerrenin bu hal ve vaziyeti, kendi lisân-ı mahsusu ile saniinin kasd ve hikmetini ilan edip bağırmıyor mu? Ve tasrih edip ilan etmiyor mu? Evet, her bir zerre tek başıyla Saniin infirad içinde birliğine delil olduğu gibi; iç içe terkip edilip terakkî içinde yükselen mürekkebatdan bir cüz' olduğunda, yani terkib edilmişin bir cüz'ü olmasıyla, onun o delaleti gittikçe daha da artmaktadır. Çünki her bir zerrenin bütün mürekkebata girip çıkma imkânı olması hasebiyle onda bir makamı ve her bir makamda bir nisbeti ve her bir nisbette bir vazifesi ve her bir vazifede bir çok maslahatları semere vermesi vardır. Öyle ise, her bir mertebede Saniin vucub-u vücudunun delillerini kendi lisânıyla tilavet ediyor demektir. Öyleki, adeta bu zerre bu haliyle; takımında, bölüğünde, taburunda, kolordusunda ilh.. birer münasebetleri bulunan bir nefer asker gibidir.

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ve şimdi üzerinde olduğumuz âyetin nazm ve dizilişine geçiyoruz.

İşte: Önce âyetimizin makabliyle olan umumî nazımlığı itibariyle, sonra da cümle cümle heyetlerinin nazmı itibarıyla olan nazm ve diziliş vecihlerinin keyfiyetine bakıyoruz.

Amma umumiyeti itibarıyla makabliyle olan nazımlık ciheti ise, bilmiş ol ki; Kur'an-ı Hakîm vaktaki beşerin mertebece kısımlarını ve mükellefinin enva'ını, yani muttaki mü'minleri, inatçı kâfirleri ve bu iki kısım arasında mütereddid bulunan münâfıkları beyan ettikden sonra; hepsine birden teveccüh ederek; يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا kavliyle hitab eyledi.

Arkasından da, hendesî plana göre yapılan bir binanın tertibi gibi, sabıkının izini takib ederek tertibe aldı. Yani: Emr ve nehyi, ilim kanunu üzere amele bağladı. Kazayı da kaderin üstüne bina eyledi. İnşa ve îcadı dahi kıssa ve hikayeye rabt eyledi.

Evet, Kur'an-ı Hakîm vakta mezkûr üç fırkanın hal ve hareketlerinin mebhaslerini zikr eyledi. Sonra da herbirisinin hassa ve özelliğini ve her hepisinin akıbetlerini dile getirdikten sonra, yer ve mahal hazır hale gelmiş oldu. Dinleyici olan Sami' de uyanarak intibaha geldi. Kur'an dahi dönüp mezkûr âyetteki hitap ile iltifatlı bir bakış içinde tevcih-i kelam eyledi. Sonra, Kur'an'ın bu iltifatında, yani önceki âyetlerde onları gıyaben yadeylemekle burada bu âyette doğrudan hitab etmekte; Beyan ilmi üslûbuna göre, umumî bir nüktenin bulunmasındandır. Şöyle ki; bir şahsın mehasini, iyilikleri veya kabahat ve kötülükleri zikredilirken, yavaş ve aheste bir tarz-ı üsluptaki îkaz ve heyecanlandırmanın lüzumlu hükmüyle; ya istihsan meyli, ya da nefret temayülü ziyadeleşip artmaya başlar. Sonra o meyil, yavaş yavaş kuvvetleşir, tâ o dereceye gelir ki; meyil sahibini, iyilikleri ya da kötülükleri zikredilen şahsı müşafeheten görmek için sevketmeye zorlar. Sonra, makamın haline göre, dinleyicilerin meyilleri o şahsın evsafına yönelmeleri iktizası ile, Cenab-ı mütekellim, bahsi yapılmış şahsı hazır edip, alıp dinleyicilerin huzuruna çeker ki, direkt hitap ile ona teveccüh edilsin.

Hem yine, aynı âyetin hitabında hususî bir nükte de bulunmaktadır ki, o da: Yapılmış teklifin ağır yüklerini hitabın lezzetiyle hafifletmektir. Ayrıca da âyette şöyle bir işarette vardır ki, ibadette abd ile Hâlıkı arasında herhangi bir vasıtanın, aracının olmadığına ve olamayacağına da bakmaktadır.

Cümleler arasındaki münasebet[]

Amma âyetin cümleleri arasındaki nazm ve diziliş keyfiyetine gelince;

Bil ki: يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا hitabı, üstte tarifi yapılan o üç fırka insanların herbirisine, üç çeşit zaman (yani; hal, mazî ve müstakbel zamanları) içerisinde olan bütün tabakalara hitaptır. Yani, İlahî hitabda şöyle der: "Ey kâmil mü'minler! Sebat ve devam sıfatı üzerine ibadet ediniz!"

"Ey ortancalı olanlar! İbadeti ziyadeleştirme, arttırma keyfiyeti üzerine ibadet ediniz!"

"Ey kâfirler! İbadetin şartı olan iman ve tevhid üzerine ibadeti yerine getiriniz!"

"Ey münâfıklar! ihlas keyfiyeti üzerine ibadet ediniz!"

Demek ki burada, ibadet herkesçe manevî bir müşterekliği bulunan bir şey gibidir. Feteemmel!

رَبَّكُمُ kelimesi ise der ki: "Rabbinize ibadet ediniz! Çünki o, sizi terbiye eden, besleyen, rızıklandıran bir Rab'dir. Sizin de ona ibadet eden kullar olmanız gerekmektedir.

Bir Tezyil:

رَبَّكُمُ de eşyanın zatları ta'bir edilen özleri ve mahiyetlerinin imkânî olduğunun deliline bakan ince bir remiz vardır.

Amma جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا cümlesinde ise, eşya sıfatlarının imkaniyetinin deliline bakıyor. Fakat الَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ de ise, eşyanın zât ve sıfatlarının ikisinin de hudûsluğuna remzetmektedir.

Amma eşyanın zatlarının imkaniyetine bakan delilleri nass ile gösteren âyetler ise, şunlardır:

وَ اللَّهُ الْغَنِىُّ وَ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ .. اِلَى رَبِّكَ الْمُنْتَهَى .. فَاِنّهُمْ عَدُوٌّ لِۤى اِلا رَبَّ الْعَالَمِينَ .. قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ .. فَفِرُّوۤا اِلَى اللَّهِ .. اَلا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

Ve daha sen, bu âyetlerin gösterdikleri hakikatlara göre kıyaslayıp düşün!

-Sadede Dönüyoruz-

Amma اَلَّذِى خَلَقَكُمْ cümlesine gelince; bil ki Cenab-ı Hak Teala vakta kullarını ibadete çağırdı ve imtisal için emreyledi. İbadet ise, üç şeyi ve hali iktiza eylemektedir: O şeyler de bunlardır:

1- Ma'bud'un, mevcud, yani varolması..

2-O Ma'bud'un Vâhid-i Ehad olup, tasarruf, terbiye ve idarede istiklal ve vahdete sahib olması..

3-Ve O Ma'bud'un her cihetle ibadete layık ve müstehak olmasıdır.

İşte bu âyet cümlesi, şu üç şeye dair olan mukadder suallerin üç delillerine de işaret ederek cevaplamıştır.

Birincisi: Ma'bud'un varlığı ve mevcudiyetidir. İşte bunun delilleri iki kısımdır: 1- Afakî, 2- Enfüsî..

Enfüsî deliller de iki nev'idir: 1- Nefsî.. 2- Usulî..

Kur'an-ı Hakîm, en yakın ve en vazıh olan nefsî delile: اَلَّذِى خَلَقَكُمْ kavliyle işaret etmiştir. Usûlî delile ise: وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ sözüyle işaret vermiştir.

Amma لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi makabliyle olan nazmı ise, bilki:

Kur'an-ı Hakîm vaktaki ibadeti اَلَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümleleriyle insanların yaradılış keyfiyetlerine ve âba ve ecdadlarının hilkatlarına ta'lik eyleyip bağladı. O halde ibadet, beşerin yaradılışı üzerine terettüb eden iki noktayı iktiza eylemiştir.

Birincisi: Beşerin yaradılışı; ibadeti yapabilecek, yerine getirebilecek isti'dadı üzerine halkedilmiş olması, cibilliyeti de takvaya kabiliyetli olmasıdır. Ta, beşerde öylesi bir isti'dada olan kabiliyetini müşahede edenler, ondan ibadeti yapacağını ümidedip beklesin. Nasıl ki dişli, tırnaklı bir hayvan görüldüğünde, ondan iftiras ve parçalamanın beklenmesi beklemek gibi...

İkinci Nokta: Beşerin yaradılışından ve memur bulunduğu vazifelerinden ve ona müteveccih olduğu kemallerinden maksad ve gaye takvadır. Takva ise ibadetin kemalidir.

Keza, لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi ifade eyler ki: Sizin ey insanlar! yaradılışınız ve ondaki kemalinizden aslî maksad; ve isti'dadlarınızın ona göre hazırlanmışlığının gayesi, ancak takvadır.

Amma جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا cümlesi ise, Cenab-ı Vacib-ül Vücûdun varlığını isbat eden âfâkî delillerin en yakın olanına işaret ettiğine işarettir. (Yani ki; yer yüzünün bir sofra gibi serilip kurulmuş olmasıdır.) Hem yine bu cümle, o delillerin içinde sebeblere hakikî te'sir vermeyi reddettiğine bir remiz vardır. Zira, şirkin bir nev'ide sebeblere hakiki te'sir vermekdir. Yani: Yeryüzünün tefriş edilip insanların istifadesine arzedilmiş olması elbetteki tabiatın değil, Allah'ın ca'liyledir. Yani; tasarruf-u Rububiyetiyledir.

Amma وَالسَّمَاءَ بِنَاءً zikrinin, yere yapışıkmış bir tarzda; yani yeryüzünün tefriş zikrinden hemen sonra, semayı zikretmekle; afakî delillerin basit ve sadelisinin en yükseğine işaret etmek içindir.

Sonra, وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً kavliyle, mürekkebât ve mevalidin kendi Sani'lerinin vücuduna olan delalet vecihlerine işaret etmektedir.

Hem sonra, üstte zikirleri geçen cümlelerin herbirisi, Vâcib-ül Vücud olan Hak Tealânın vücuduna, varlığına delalet ettikleri gibi; hepsi birden ve toptan onun vahdetine, birlik ve tekliğine de telvih eylemektedir.

Ayrıca, nizama işaret eden tertibin sureti, (yani sırayı takib ederek) رِزْقًا لَكُمْ ün delaletiyle beraber, nimetleri göz önüne sermeyi telvih eden vaziyetiyle, Cenab-ı Hak Tealanın elhak ibadete müstehaklığını isbat etmektedir. Zira, nimetleri inam ve bahşeyleyen mün'ime her halde şükür, teşekkür etmek vâcib olur.

Hem رِزْقًا لَكُمْ de şöyle bir işaret de vardır ki, der: "Ey insan! Allah'ın emri ve izni ve teshiri ile, sana yer ve sair unsurlar ve mevalid ve ma'denler hizmet ettikleri gibi; senin de bunları sana müsahhar eden ve istifadene müheyya kılan zata hizmet etmen lazımdır.)

Amma فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا cümlesinin nazm ve diziliş keyfiyeti ise, bilmiş ol ki: Bu cümlenin diziliş vaziyetinden çıkıp uzanan hatlar, çizgiler âyetin birinci cümlesi olan يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا cümlesine.. Ve keza اَلَّذِى خَلَقَكُمْ kavline.. Ve hem اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ cümlesine.. Ve yine اَنْزَلَ kelimesine de uçları gelip dayanmaktadır. Yani şu bütün cümleler şöyle emrediyor, diyorlar ki: "Rabbinize ibadet ettiğinizde sâkin başkalarını -ubudiyyet noktasında- ona şerik, ortak itikad edip de teşrik etmeyiniz. Çünkü "Rabb" yalnız Allah'dır. Hem çünki o, sizin ve nev'inizin Hâlıkı,yaradanıdır. Öyle ise, siz Allah'tan gayrı, birbirlerinizi yek-diğerlerinize Rabb olarak ittihaz etmeyiniz! Hem çünki o, toprağı, yeri sizin için halkeyleyip seren ve size bir beşik heyetine getirendir. Hem çünki semavatı halkedip, dünya binanıza tavan yapan yine odur. Öyle ise, put-perestliğin menşei olan Tabiî sebeblere hakikî te'sir vererek, o şeylerin te'sir-i hakikîye sahib olduklarını itikad etmeyiniz. Hem çünkü, rızkınız ve maişetiniz için suyu semadan yere indiren ve gönderen yine o olduğu gibi; ne kadar nimetler varsa, hepsi bilâşek ondandır. Öyle ise, şükür ve ibadet yalnız ona olmalıdır.

Cümle 1: Ey insanlar Rabbinize ibadet edin[]

Üzerinde olduğumuz âyetin tek-tek cümlelerinin nazm ve heyetlerinin keyfiyetine gelince;

Bilmiş ol ki: Tenzil, yani Kur'an-ı Hakîm يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا deki şu يَا اَيُّهَا kelimesini çokça tekrarlamaktadır.

Bunun sırrı ise, birkaç ince nükteler ve şeffaf letâifler içindir. Zira bu hitap, üç vechile te'kidlidir, şöyle ki:

1- يَا da ikaz ve uyarma vardır.

2- اَيُّ de tevessüm, yani damgalama tarzında nişanlama vardır.

3- هَا da ise, dikkat çekme bulunmaktadır. Öyle ise, buradaki يَا اَيُّهَا hitabı üç çeşit faideye remz etmek içindir.

Birincisi: Teklifin meşakkatine karşılık, hitabın lezzeti., yani, kendi Zat-ı Ulûhiyeti ünvan ve sıfatıyla, ibadet eden kullarına iltifaten yaptığı hitabın lezzetidir. Zira insan, gaybetin alt kaidesinden huzur makamının zirvesine terakki edebilmesinin vasıtası ancak ibadettir. Ve huzur makamında ise, doğrudan hitap vardır.

İkincisi: يَا اَيُّهَا hitabı, muhatabın üç cihetle ibadeti yapmakla mükellef bulunduğuna bir işarettir. Yani: 1- Kalbi itibariyla olan teslim ve inkiyad ciheti.. 2- Aklı cihetindeki iman ve tevhid yönü.. 3- Kalıbı, bedeni itibariyle amel ve ibadet cihetidir.

Üçüncüsü: Hem bu hitabda; mü'minlerin havas, ortanca kısmı ve avam halk olarak üç tabakalarına da telvih vardır. Keza, bu hitabda; ülfet edilmiş tarza ve ünsiyet ile alışılmış tertibe bir telmihdir. Yani mesela: Bir adam, kendi yolunda yürüyüp giden bir şahsa, önce ona seslenerek durdurur. Sonra yanına gider, nişan ve alametleriyle onu tanıdıktan sonra, kendisine yönelir. Sonra kendisine hitab eder ve sonra da onu kendi maksadı istikametinde yönlendirip çalıştırmaya başlar.

İşte, bu gibi nüktelere binaen, hitabda birbirini te'kid etmeleri ise, üstte bahsi geçmiş o cihetleri te'sis etmek içindir.

Amma يَا daki nida ise, çağırılan ve hitab edilen kimseler insanlar olduğundan, insanlar ise muhtelif derece ve tabakalarda bulunduğundan; yani, gafiller, gâibler, sâkin olup ilgi duymayanlar, câhiller, başka şeylerle meşgul olanlar, mu'rizler, (yani haktan ve ibadetten yüz çevirenler) muhibbinler. tâlibler, (istekliler) ve kâmiller gibi tabakalarda oldukları için, elbette bu nida; tenbih için olacaktır. Aynı zamanda bu nida, ihzar eylemek; ve muhatabları harekete getirmek; ve onları tarif etmek; ve hem onları tefriğ etmek ve keza heyecanlandırmak ve teşvik etmek ve şevklerini arttırmak; ve şefkatlarını tahrik eylemek ve saire içindir. Demek, يَا ile yapılan nidada bütün bu sayılan ma’nâlar da murad olabilir. Amma makam yakınlık makamı olduğu halde يَا daki uzaklık, yani uzağa seslenme karakterliği ise; insanlara teklif edilmiş emanetin celalet ve azametine işarettir. Ve aynı zamanda kulluk derecesinin uluhiyyetin makam ve mertebesinden uzak olduğuna ima etmek (yani bu iki daire makam itibariyla ayrı ve farklı olduklarını irae eylemek) ve her birinin makamı, mahiyeten evsafı birbirinden uzak makamlardadır. Aynı zamanda bu يَا nidası, ibadetle mükellef olanların asırları, -ekseriyetle- hitabın zuhur ettiği zaman ve mahallinden uzaklığına remzeylediği gibi; beşerin şiddetli gafletine de (yani, hitab-ı İlahîden şiddetli gafletlerinden dolayı uzaklıklarına) telvih eylemektedir.

Amma اَيُّ ise, umumdan seçip ayırma tarzında bir tevessüm (vesimlenme) olduğu; yani onu nişanları ile tanıma ve hayır bekleme mevzu'u olması hasebiyle, remzediyor ki; yapılan hitab kâinatın umumunadır. Fakat insan, Emanet-i Kübrayı umum mevcudat adına farz-ı kifaye tarikiyle yüklendiği için, umumuna yapılmış olan hitab, insana hususiyle edilmiştir. Öyle ise, insanın yapacağı bir kusur, mecmu-u kâinat hakkına bir tecavüz olmuş olur.

Sonra, اَيُّ deki icmalde, bir cezalet vardır. Fakat اَيُّ den gelen kelimelerde ise, bir tafsil bulunmaktadır. ([4])

Amma اَيُّهَا deki هَا ise, muzafün-ileyh'in bir ivazı, bir bedeli ve bir karşılığı olmakla beraber, (yani, اَيُّ den sonra gelmesi lazım olan bir izafenin ivazı, karşılığı olmakla beraber,) يَا ile hitab edilen hâzirûnu tenbih edip uyardığına işarettir.

Amma النَّاسُ ise, vasfiye-i asliyenin telmihiyle; yani ki, insanın aslî vasfı "nisyan" olduğu için; itabla, şiddet ve hiddetle ona yapılan hitaba bir işarettir. Yani âyet, insana müteveccihen yaptığı bu hitabıyla sanki diyor: "Ey insanlar! Nasıl olur da misak-ı ezeliyi unutabiliyorsunuz!?. Hem النَّاسُ kelimesi, aynı zamanda, aslî vasfıyla olan ma’nâsında, insanın unutkanlık, özür ve mezaretine de işaret etmektedir. Yani, diyorki: "Ey insanlar! Sizin yaptığınız kusur ve hatalar, bilerekten ve ciddî olmaktan değil, sehiv ve nisyandan gelmiş olmalıdır... Aksi takdirde?!."

Amma اعْبُدُوا daki umumî nidanın, seslenişin cevaplılığı hükmüyle, (Yani: Cenab-ı Zat-ı Zülcelal'in "Ey insanlar!." diye yaptığı umumî hitaba karşı, mukadder olarak mukabelede bulunan insanlar: "Buyurun ne emrediyorsunuz ey Rabbimiz?" suallerine karşı, Cenab-ı Allah'da: اعْبُدُوا ibadet ve kulluk ediniz diye cevab vermiştir, işte bu cevaplılığın hükmüyle) Allah'ın bu hitabı, -üstte bahsi yapılmış- ayrı ayrı insan tabakalarına yaptığı nidadır ki; itaat etmeye delalet, ihlasa işaret, devama remz, ve tevhide telmih etmektedir. Yani: "Ey umum insan tabakaları! Allaha itaat ediniz. İhlas ile onun ibadetine yöneliniz.. ve bunda sebatlı olunuz.. Ve bu ihlas ve sebatı da arttırınız.. ve bütün bunların özü, hülasası olan Allah'ı tevhid edip birleyiniz! (Yani, her şey'in ve bütün kâinatın maliki, Rabbi, Ma'budu ve yalnız tek bir ilahı o olduğuna iman ve îkan getiriniz demektir.)

Amma رَبَّكُمُ ise, işarettir ki; ibadet, Allah ile kul arasında şerefli bir nisbet ve âlî bir münasebet olduğu için, ona karşı rağbetli ve istekli olmanın pek yerinde, muvafık ve münasip olacağı gibi; bu ibadeti aramak ve istemek dahi lazım ve labüdd bir iş, bir vazifedir. Zira sizi terbiye eden ve besliyen ve sizin ona her zaman ve her şeyde muhtaç bulunduğunuz o Rabbinizdir. Öyle ise, ona olan ibadetin, ona karşı bir teşekkür ve ona bir hizmet borcu olduğunu unutmayınız!

Cümle 2: Öyleki O sizi ve sizden öncekileri yarattı[]

Amma اَلَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesinin heyet ve vaziyetlerine gelince, bilmiş ol ki: اَلَّذِى kelimesinin malum ve bilinen ciheti "Sıla" dır, köprü vazifesini gören bir edattır. Buna göre, şu اَلَّذِى işaret eder ki; marifetullah ise, onun zatının künhü ile olan bir marifet değil, belki ancak onun ef’âl ve âsarıyla olan bir marifettir., ve ancak mümkünü olan da budur.

Hem îcad ve inşadan ayrı ve imtiyazlı olan خَلَقَ nin getirilmesi ki, karakteri itibariyle üstün seviyeli bir mukadder ma’nâya bakmaktadır.

Yani: اَوْجَدَ veya اَنْشَأَ demeyip, خَلَقَ demesi işaret ediyor ki; beşer'in isti'dadı teklifin teklifine muhkem, sağlam ve istenilen tarzda müsaittir.

Keza خَلَقَ remzeder ki; ibadet (fıtrî) bir vazifedir. Çünkü netice-i hilkattir. (Yani mahlukat ibadet için yaratılmıştır) ve yaradılışın bir ücretidir. (Yani umum mahlukatın, amma hususiyle insanın yaradılışının bir hakkı ve bir ücretidir.) İbadet'in sevab ve mükafatı da, ancak ve sadece Allah ü Teâlanın mahz-ı fazlındandır.

Amma الَّذِينَ ise, (onlar ki) mânaca gayr-ı ma'lumluğu, ibhamlığı ve bellisizliği ise, şöyle îma eder ki: "Sizden evvel gelip geçenler, şimdi inkıraz bulmuş, dünyadan ve maddî alâkadan kesilmişler ve intikal etmiş gitmişlerdir. Onların şimdi her hangi bir malumiyet hallerinden, yani, hal-ı hazırda bilinen cihetlerinden bir şey kalmamış; ancak sizden önce sizin gibi halk edilmiş mahluklar olmalarından gayri...öyle ise, sizlerde onların başına geldiği gibi, kabir çukurunun kenarındasınız. O halde onlardan ibret dersi alınız! Dünya ile mağrur olmayarak, kulluğunuzu unutmadan ibadetin eteğine yapışınız. Çünki ibadet, saadet-i ebediyenin vesilesidir.

Cümle 3: Umulur ki takva sahibi olursunuz[]

Amma لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ cümlesi heyetlerinin keyfiyetlerine gelince, bilmiş olki: لَعَلَّ kelimesi reca ve ümidi ifade etmek içindir ve o mânada kullanılır. (Ma’nâsı: "Ola ki"dir.) İşte bu kelime, merğub ve iyi bir şey için kullanıldığı zaman, ona "itma" denilir. Yani, o şeye tama'landırma.. lâkin mekruh bir şey için kullanıldığında, ona "işfak" denilir. Yani, çekindirme, acıyarak korundurmadır. Buna göre, burada لَعَلَّ ile ifade edilen reca ve ümid hali, elbette Cenab-ı Hak hakkında hakikat olarak muhaldir. Öyle ise, burada bil-farz ya mütekellim hakkında düşünülür., o takdirde ise, yalnız itibarî ma’nâsıyledir. Ya da, muhatabın hali itibariyledir.. Veyahut, ona, (لَعَلَّ ma’nâsına) bakanlar, müşahede edenler ve onu işitenler itibariyledir.

Şimdi bu لَعَلَّ harfi, eğer mütekellim olan Cenab-ı Hak hakkında itibarî ma’nâsıyla düşünülürse, temsilli bir istiare olmuş olur. Evet, nasılki bir zat, bir şahsı hizmet edebilecek sebep ve vesileleri ile teçhiz etse, elbette örfen ondan beklenilecek hizmetleri ümid ediyor demektir. Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak Teala dahi, beşerî, kemâlin her türlüsünü ikame edebilecek isti'dad ile ve emanet-i kübranın teklifini yüklenebilecek bir kabiliyetle ve ayrıca cüz-ü ihtiyarî hürriyetiyle teçhiz eylemiştir. Öyle ise, istiareli temsildeki hizmetlerin sebep ve vesilelesiyle teçhiz edilmiş şahıstan o hizmetler beklenildiği gibi; beşerin de mezkûr tarzdaki yaradılışının hikmet ve gayesiyle yalnız "takva" olduğuna işarettir. Hem remz ediyor ki; ibadetin neticesi, gayesi de bu takva mertebesine ulaşmaktır. Hem yine îma ederki: Takva mertebesi bütün mertebelerin en büyüğüdür.

Ve keza, padişahların kendi raiyetlerini tama'landırma ile hizmetlere sevkettikleri tarzda bir tama'landırma üslûbuna da telmih ediyor. Aynı zamanda, kat'î olarak yerine getirilerek ifa edilecek va'din makam ve mevziine de bir remizdir.

Amma لَعَلَّ kelimesi, muhatap itibarıyla ele alındığında; mukadder ma’nâsıyla şöyle olur: "Hal ve vaziyetiniz itibarıyla, müsaid ve müstaid olduğunuz takva mertebesine ulaşmayı ümid ederek; Havf ve Reca muvazenesi ortasında bulunarak ibadet ediniz!" İşte bu itibar ile mukadderliği düşünülürse, işareti şöyle olabilir ki; insan kendi yaptığı ibadete itimad edip bel bağlamaması lazımdır. Hem onda şöyle bir îma dahi bulunmaktadır ki; insanın yaptığı mevcud ibadetle iktifa etmemesi gerek, belki عَلَيْكَ بِالْحَرَكَةِ غَيْرَ السُّكوُنِ (yani, durmaksızın hareket halinde olmalısın.) sözünün bir misdakı, tasdik eyleyicisi olarak ibadet için tavır göstermek lazımdır ki, ibadet, hayırlı hizmet ve saire gibi işlerin herbir mertebesinde, daima üst derecelere bakıp ulaşmaya sa'yetmektir.

Ve eğer لَعَلَّ ye müşahidler ve dinleyiciler itibarıyla bakılsa, şöyle bir ma’nâ anlaşılabilir ki: Beşerin birçok isti'datlarla mücehhez ve müsellah olduğunu gören bir adamın hemen ondan ibadeti ümid edip beklemesi gibidir. Nasılki hayvanın diş ve tırnaklarını gören adamın iftiras ve parçalamayı ondan beklediği gibi.. Hem لَعَلَّ ayn-ı zamanda işaret veriyor ki; ibadet, fıtratın muktezası ve lazımıdır.

Amma تَتَّقُونَ lafzının üstte bahsi yapılmış olan insan tabakalarının ibadetlerine terettüb eylemesi hükmüyle: Takvanın mertebelerine şöyle işaret vermektedir:

1-Şirkten takva... (Yani, Allah ü Tealaya ortak, misil ve benzeri şeyleri koşmaktan takva.)

2-Sonra, büyük günahlardan, kebairden kendini çekip çevirmede takva..

3-Sonra, kalbin Allahtan gayrısına bağlanmasından muhafaza etmekteki takva..

4-Ve keza İlahî ikab ve cezadan korkup, kendini çekmek ile yapılan takva..

5-Gazab ve öfke hallerinde kendini korumadaki takva gibi mertebeler...

Bunlardan başka تَتَّقُونَ kelimesi, ibadetin ancak ihlas ile yapıldığı zaman ibadet olabileceğine remzetmektedir. Aynı zamanda تَتَّقُونَ kelimesi, ibadetin maksud-u bizzat olup, sırf bir vesile olmadığına da îma eder. Hem yine o kelime, ibadetin sevab ve ikab için yapılmamasının lazım geldiğine de remz eylemektedir.

Cümle 4: O ki arzı size serdi[]

Amma اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً âyet cümlesinin heyetlerinin keyfiyetine gelince, bilmiş olasın ki; bu âyet, Sani'in azamet ve kudretini beyan etmek suretiyle insanları ibadete tehyic edip teşvik ettiğine; ve insana verilmiş olan nimetleri ta'dad etmekle insanı minnetlendirerek ibadete teşvik ve terğib eylediğine işaret eder. Ve âyetin lisân-ı hali sanki diyor ki: "Ey insan! Sana yeri ve göğü teshir eden zat, elbetteki senin ona ibadet etmene layık ve müstahak birisidir.

Hem âyetin heyet-i umumiyesi itibariyle, beşerin Allah'ın yanındaki faziletine ve yüksek kıymetine ve mükerremliğine îma etmektedir, ki adeta lisân-ı hal ile der ki: "Ey insanlar! Kâinatın azamet içindeki ulvî ve süfli ecramını istifadenize müheyya ederek; sizi mahlukların en ekremi kılan bir Zat'in ibadetini yapmakla o şeref-i keramete liyakatinizi izhar etmelisiniz!.

Hem yine, âyetin heyet-i umumîyesi itibariyle; tesadüfü, ittifakı ve tabiatın te'sirini reddettiğine bir telmih vermektedir. (Yani Allah'ın kudretinin mutlak tasarrufu altında olan eşya, bütün ahval ve keyfiyetlerinde, tabiat denilen şey'in mâna-yı ismiyle te'sirinin merdud olduğuna telmih etmektedir.) Yani sizin, şu sıfatlariyle birlikte gördüğünüz bütün her şey, ancak ve ancak bir câilin ca'liyle ve bir kâsıdın kasdiyle ve bir muhassısın tahsisiyle ve bir nazzamın tanzimiyledir. (cellet hikmetehu.)

Ve yine, netice itibariyle, putperestlik mezhebini doğuran ehl-i tabiat mezhebi ile, yıldızlara bir çeşit tasarruf-u hakikî veren Sabiiyye ([5]) mezhebinin redd ve ibtaline de telvih eder.

Hem yine, âyetin heyet-i umumiyesi mânası ile, cisimlerin sıfatları ve imkaniyetleriyle de Sani'a dalalet ettiklerini insanlara göstermek için bir tenbihdir. Zira cisimlerde çalışan zerreler umumî ahval ve keyfiyetlerinde imkaniyete kabiliyetleri cihetinde, (yani olma ve olmama imkaniyeti cihetinde) iki tarafça mütesavidirler. O halde pek çok ihtimaller arasında mütereddid bulunan bütün o mümkün sıfatlar ve dolayısıyla bütün o keyfiyât ve ahvaller itibariyle de, umum cisimler, bir muhassisin (tahsis edicinin) kasdına, hikmetine ve tahsisine muhtaçtırlar.

Amma لَكُمُ ün takdimi, yani âyette semanın bina edilmesinin zikrinden önce, arzın tefrişi, serilip yayılmasını zikr eylemesi ise, işarettir ki; yerin, dünya toprağının serilip tefriş edilmesi insanlar için olmuştur. Amma bununla beraber, serilmiş ve yayılmış olan arz sofrasından istifade eden yalnız bir insan değildir, başkaları da vardır. Öyle ise yeryüzünde görülen fazlalıklar, ziyadelikler abes değillerdir. Feteemmel!

Amma فِرَاشًا lafzı ise, belagatın bir nüktesine işaret etmekdedirki, bir garabet noktasıdır. Şöyleki: Yerin, toprağın serilmesinde ve yayarak tefrişinde; onun tabiatının iktizasına göre, yani ağırlığı, sert cisimliği ve sairesi hasebiyle suda batmak ve dalmak iken, tamamının batmaması kaydıdır. Âyet, bu kelimesiyle îma ediyorki; o tefriş, yayma ve serme, arzın tabiatının zıddına ve hilafınadır. Çünkü Küre-i Arzın tabiatı itibariyla, onun hertarafını suların istila etmesi ve ihata eylemesi iktizası iken; Sani-i Hakîm, hikmeti ve merhametiyle Küre-i Arzın bir kısmını dışarıda bırakarak, yaymış, üstüne de nimetlerinin sofrasını sermiştir.

Hem dahi فِرَاشًا kelimesi اِذَا ثَبَتَ الشَّيْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهِ (bir şey, vucûd bulup sabit olduğunda, levazımiyle birlikte sabit olmuş olur) kaidesiyle, şöyle bir tenbihi veriyor ki: Arz ve toprak bir evin sahası ve arsası gibi bast edilip yayılmıştır. Ondaki enva'-i nebatat ve hayvanat dünya evinin esasatı ([6]) yani levazımatı gibi bir kasd ve bir hikmetle yerli yerince konulmuşlardır.

Hem yine bu kelime îma etmektedir ki: Arz ve toprak, bir kasd ve bir hikmetle; ayaklar onun üstünde duramıyacağı derecede sıvı bir mayi' hali ile; (altun dahi olmuş olsaydı bile) istifadeye, ziraata elverişli olmayan şiddetli bir sertlik mabeyninde bırakılmıştır ki, abes bir şey olmuş olmasın. İşte bu iki hal arasında bulunan toprağın mevcut hali itibariyle, âyetin فِرَاشًا kelimesi lisân-ı ma’nâ ile der ki; o vaziyet, bir Hakîm-i Rahimin tahsisi, ca'li ve kasdiyledir.

Cümle 5: Ve semayı bina etti[]

Amma وَالسَّمَاءَ بِنَاءً cümlesi ise, işaret ediyor ki; Cenab-ı Hak Tealâ vaktaki semayı size bir tavan ve hem bina olarak yarattığında; semadaki yıldızlar ise, o binanızda sizin için lambalar, kandiller halini almışlardır. Öyle ise; o lambalar, semavatın ayrı ayrı yerlerine tefrik edilerek, başka başka menzillerine yayılmalarında her hangi bir tesadüf tevehhüm edilemez, edilmemeli. Nasılki yeryüzünün sathına ve içine serilip dağılan çeşitli maden ve cevherlerin vaziyetinde de her hangi bir tesadüfün tevehhümüne yer olmadığı gibi..

Ey aziz bilmiş olki: Bu âyette, pek acib ve çok ince ve gâyet kıymettar bir sırra bakan bir işaret, remz ve îma bulunmaktadır. Şöyle ki:

48- Eğer desen: İnsan kendi Küre-i Arzına, dünyasına nisbeten bir zerredir. Umum kâinata nisbeten onun şu arzı da bir zerre gibidir. Ve keza insanın -istifade cihetinde- bir ferdi, kendi nev'ine göre, büyük ve âlî dünya evinden bir zerre gibidir. Onun nev'ide, sair şerik ve ortaklarının hadsiz efradlara malik olan nev'ilerine nisbeten ancak bir zerre gibidir. Hem beşerin şu dünya hanesindeki istifadesi, bu evin pek çok faide ve gayelerine nisbeten yine bir zerre kadardır. Hem şu dünya evinin akıllarla hissedilebilen gayeleri, Ezelî hikmette ve ilm-i İlahîdeki faidelerine nisbeten yine ancak bir zerre kadardır. İşte vaziyet ve hal böyle olduğu halde; acaba nasıl olabilir ki, şu alemin halk ve icadının ille-i gâiyyesi beşerin istifadesi olsun?.

Cevaben sana denilir ki: Bu mesele, geçmiş bütün izah ve tahlillerle beraber nazara alındığında: "Evet, öyledir ve haktır" denilir. Çünki, insan ruhunun vüs'ati ve aklının inbisat kabiliyeti ve yaygınlığı ve istidadının inbisatlı olması ve kâinatın her şeyinden istifade cihetinin kesreti ve yaygınlığı hasebiyle; alemin yaradılışındaki ille-i gaiyye beşerdir ve onun her şeyden önce gelen istifadesidir denilir. Hem alemin eşya ve mevcudatından müstefidlerin istifade hususunda, yekdiğerine sıkıntı, müzaha-met verme, bölünme veya üstünde çekişme diye bir şey yoktur. Her birisi her şeyden herkes gibi istifade edebilmektedir. Nasılki küllîde ne varsa, onun her bir cüzîsinde de bulunması ve bir sıkıntının olmaması gibidir. İşte bunun için Kur'an-ı Hakîm, sema ve arzın milyon ve milyon gayelerinden tek birisi olan beşerin istifadesini, bunların yaradılışlarının ille-i gâiyyesi menzilesinde tutmuştur. İnsana nazaran ve ona görede, ille-i gâiyye yalnız kendisi olduğunu bilmektedir. Yani, insan bütün yeryüzünden, (umum dünyadan) evinin bir bağçesi, bir sahası imiş gibi istifade edebilmekte, sema dahi onun evinin bir tavanı, yıldızlar lambaları, nebatat ve hazravat da evinin zâhireleri gibidir. Öyle ise, her bir ferd-i insanın hakkıdır ki desin: "Güneşe: "Benim güneşim!". Semaya: "Benim göğüm". Yere: "Benim arzım!.." Ve daha buna göre, aklı beraberinde olmak şartiyle teemmül eyle!

Cümle 6: Ve semadan suyu indirdi[]

Amma وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ keyfiyetine gelince, bilmiş olasın ki: اَنْزَلَ kelimesinin zamire nisbet edilmesinde ("inzal eyledi" zamirine) işaret veriyor ki; gelen yağmur damlaları ancak bir kasd ve iradenin mizanıyla indirilir ve hikmetiyle gönderilir. Hatta her bir katre yağmurun, mahsus bir nizamın koruması altında ve himayesi içinde bulunduğunun emaresi şudur ki: Yağmur uzak mesafelerden yere doğru gelirken; havanın ve fırtınanın onlarla oynamasıyla ve katreler birbirine çarpılma istidadlarıyla beraber, arkadaşları olan diğer katrelerle çarpışmamasıdır. İşte bu vaziyet ise, ilan ediyor ki; gelen o katrelerin dizgin ve yularları boyunlarına sarılı olupta bırakılmış, başıboş değillerdir. Belki her hepsinin ve her birisinin zimamı, gem ve dizgini nizam-ı âlemin bir mümessili ve bir ma'kesi olan bir meleğin elindedir.

Amma مِنَ السَّمَاءِ ise, zâhir olan hal ve vaziyetini, zamirin makamına (yani اَنْزَلَ nin zamirine) ikame etmesiyle; işarettir ki, şu "semadan" diye olan ta'birinden garaz ve maksad, onun ciheti ve tarafıdır. Yoksa, semanın mahsus cirmi ve gövdesi değildir, (ki üst taraflarda genişçe izahı yapılmıştır)

Amma semadan nazil olan, yani cihetinden indirilen kar, dolu ve yağmur olduğu halde, sadece مَاءً demesi ise, وَ جَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ âyetinde olduğu gibi, istifadenin en yakın menşei su olduğuna işaret etmek içindir.

Amma مَاءً deki tenvin'in tenkiri ([7]) ise, işaret ediyor, diyor ki: Şe'ni acîb, nizamı garîb olan suyun kimyevî karışımı sizin ey insanlar meçhulünüzdür, bilginiz dahilinde de değildir.

Amma فَاَخْرَجَ nin başındaki ف ise, ki mühletsiz, beklemeksizin hemen ta'kib etme edatı olan bir harftir. Halbuki burada suyun nüzulü ise فَاَخْرَجَ nin ifadettiği meyve ve semerelerin yerden çıkarılması arasında uzun bir mühlet, bir mesafe vardır. (Yani âyette وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ ilh.. Suyu semadan indirdirerek, o su ile meyve ve semereleri yerden çıkarmıştır.) der. İşte: مَاءً ile فَاَخْرَجَ ortasındaki ف mühletsizlik içinde hemen onu takib işaretini vermektedir. Bunun sırrı ise:

اِهْتَزَّتِ اْلاَرْضُ وَ رَبَتْ وَ اَخْضَرَتْ وَ اَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيج فَاَخْرَجَ

nin mukadder olarak bulunan cümlesi başında gelen ف ye telvih etmek içindir. Âyet iktibası olan üstteki Arapça cümlenin meali şöyledir ki: "Semadan suyu indirdi. Arkasında toprak, kimyevî bir ihtizaz içerisinde harekete gelerek kabardı. Sonra nebatatın yaprak ve renkleriyle yeşillendi, göğerdi... Ve meserret-bahş olan umum nebatat ezvacından bitki çeşitlerini doğurmaya başladı. Arkasından da meyve ve semereleri çıkarttı."

Amma اَخْرَجَ yi zamire nisbet eylemesinde ise, (yani اَخْرَجَهُ اللهُ demeyip, belki zamir ile "çıkardı" diye nisbet eylemesinde) şöyle işaret verir ki; meyve ve semerelerin hurûc ve çıkışları, kendiliğinden bir doğurma ve terekküb (toplanıp birleşme) değildir. Belki ancak Sani-i Hakim, onların maddî maddelerinde bulunmayan bir çok sıfat ve hasiyetlerle inşa ediyor ve bir terkib ve tanzim içerisinde meydan-ı vücuda çıkarıyor.

Amma فَاَخْرَجَ بِهِ deki بِهِ zamîri, (yani, "onunla" zamiri) ise, bu kelimenin hakikî ma’nâyı teşerrüb eylemesi sebebiyle, ki oda sebebiyet için ilsaktır. Yani yapıştırma, ulaştırma ma’nâsındadır. Bu da semerelerin letafet ve taravetine remz etmektedir. Evet, semereler ağaçların üstünde, yukarıda olan dallarının başında oldukları halde, suyun kendi tabiatı hilafına olarak aşağıdan yukarıya yükselmekte; ve âsar-ı şiiriyenin vesatatiyle, yani bir ima ve bir işaretiyle kadehlerin derhal dolmaları gibi; semere ve meyveler bardaklarının da, suya sanki yapışıktırda, hemen bir işaretle dolmuş oldukları görülür.

Amma مِنَ الثَّمَرَاتِ ise, İmam-ı Siybeveyh'e göre, mübtedalık ma’nâsından halî olmadığı için, dinleyici fehminin ta'yin eylemesine bağlı olarak tenevvü' edebilen bir mef'ule işaret etmektedir. İşte o mukadder meful şöyledir: "Sizin sevdiğiniz ve hoşunuza giden ve iştihanızın çektiği semerelerden neyi ki arzulamışsanız, onların bir çok nevilerini meydan-ı istifadenize çıkarmış, sunmuştur."

Amma رِزْقًا deki tenvin ise, işaret ediyor ki; size rızık olarak verilen semere ve meyvelerin husûlu (oluş keyfiyetleri) sizin bilginiz dahilinde olan bir şey değil, tamamen meçhulünüz olup, umulmadık bir tarzda size geliyor ve ulaştırılıyor.

Amma لَكُمْ ise, imtinan ma’nâsını te'kid ettiğine işarettir. (Yani rızıkları i'ta eylemekle minnetlendirme ma’nâsına.) Hem لَكُمْ ün içinde şöyle bir îma dahi vardır ki; rızık olan şeyler, sizin için halkedilmiş olmakla beraber, sizden başka mahlukatın da'size uyarak, o rızıklardan istifade etmesinde bir beis olmaz. (Çünki لَكُمْ cem'i ifade eder.)

Hem yine لَكُمْ şu remzi de veriyor ki; Cenab-ı Hak Teâla şu nimetleri size hâs bir tarzda ve hususî olarak tahsis edip gönderdiği gibi, sizinde minnet ve şükranlarınızı münhasıran ve yalnız ona tahsis etmeniz gerek.

Cümle 7: Öyleyse Allaha ortaklar koşmayın[]

Amma فَلاَ تَجْعَلُوا لِلَّهِ اَنْدَادًا cümlesinin kuruluş heyetlerinin nazm ve dizilişine gelince, bilki: Cümlenin başındaki ف şu gelen dört fıkraya bakmaktadır. Yani:

1-Çünki kâinatta ibadete layık ancak Allah'tır. Öyle ise, ona şerik koşmayınız.

2-Çünki yer ve gök onun kabza-i tasarrufunda olan bir Kadîr-i Mutlaktır. O halde ona şerik itikad etmeyiniz.

3-Çünki mün'im-i hakikî yalnız O'dur. Öyle ise, onun şükründe başkalarını teşrik etmeyiniz.

4-Hem çünki o, sizin Hâlıkınız, yaradanınızdır. O halde ona her hangi bir şerik tahayyül etmeyiniz.

Amma تَجْعَلُوا nun yerine, (makam iktizasıyla) تَعْتَقِدُوا بِهِ yü almamasında اِنْ هِىَ اِلاۤ اَسْمَاۤءٌ سَمَّيْتُمُوهَا âyetinin ma’nâsına işaret etmek içindir. Yani: Sizin kendi ca'linizle, indinizden uydurup, yapıp vücûd tahayyül ettiğiniz ve ma’nâsız isimlerle tesmiye ederek kendinize ma'bud yaptığınız şeyler; (mesela eski zamanlarda putlar sanemler gibi, bu zamanda da tabiat, sebebler veya batıl ve hakikatsiz işler ve ma’nâlar) hakikatta hiçbir asıllı ma’nâya raci olmayıp, ancak sizin kendinizin ca'li, uydurmasıdır.

Amma فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّهِ اَنْدَادًا وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ cümlesindeki netice kısmının başında zikredilen لِلّهِ nin ehemmiyetli bir tarzda gözönüne konularak takdim edilmesinde şöyle bir îma içindir ki: Nehy'in menşei, yani âyette nehy ile yasaklanan şey, Allah'a şerik itikad etmektir ki, bütün batıllıkların kaynağıdır.

Amma اَنْدَادًا deki "nıdd" in ma’nâsı, misil olmakla; Allah'ın misli, benzeri ise, zıddının tâ kendisidir. Ve bu ikisinin, Allah ile onun zıddının arasında ma’nâca ve hakikatça seksiz ve kat'î bir tarzda tezad vardır. Yani: Allah'ın zıddını Allah'la beraberliğini itikad etmek ise, en battal ve en mümteni' bir şeydir. Buna göre, اَنْدَادًا kelimesinde şöyle latif bir ima bulunmaktadır ki; nıdd, evvela hadd-i zatında butlanı katiyyen beyyin ve zâhirdir, çünki zıddır. Yani: Allah'a her hangi bir şey'in misil olup zıdd olma noktasında batıllığı ise, ayan ve aşikârdır.

Amma اَنْدَادًا nin cem' siğasıyla verilmesinde ise, müşriklerin son derece cahilliklerine işaret olup, onlara gazab ve hiddetle bakıldığına bir îmadır. Yani Kur'an onlara derki: "Hiçbir vechile misli ve şebîhi olmayan Allah'a nasıl ve ne suretle emsal ve ezdaddan bir sürüsünü benzetiyor ve ona şerik itikad ediyorsunuz?!." Hem bu cem' üslûbunda şirkin bütün enva'larını reddettiğine de bir îma vardır. Yani: Ne zatında, ne sıfatında ve ne de efalinde Allah'ın şeriki, ortağı yoktur der. Aynı zamanda putperestler, Sabiîler, ehl-i teslis ve esbaba hakikî tesir veren ehl-i tabiat gibi müşrik tabakalarının reddinede telvih etmektedir.

Bir Tezyil (Mühim bir not)

Vesenîlik ve putperestliğin menşei; ya yıldızlara ilahlık vermek, ya da batıl olan "Hülûl'ü tahayyül etmek veyahut Allah'ü Tealâ'ya cismiyet tevehhüm etmektir.

Cümle 8: Bildiğiniz halde[]

Amma وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ cümlesi ise, Kur'an'ın durak fasılalarında vakıf yapılan benzeri âyetlerle birlikte işaret ediyorlar ki: İslâmiyetin menşei ilim, esası da akıl olduğundan; onun şen'i elbette hakikati kabul ve evhamın safsatasını reddetmektir. Hem sonra, şu âyet cümlesi mef'ûlü terketmiş olmakla, îcazı itnab edip uzatmıştır. Yani îcazı uzatan mef'ûlun ne olduğunu zikretmemiştir. işte وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ile, mukadder olarak bulunabilen terkedilmiş mefullerden bazıları şunlardır: "Siz biliyorsunuz ki, hakikî Ma'bud, hakikî Hâlık ve mutlak hakikî bir Kadîr ve hakikî mün'im Allah'tan başka yoktur. Hem yine biliyorsunuz ki: Âlihedir diye cahilane tapılan şeyler ve putlar, hiçbir şey değillerdir, hiçbir şeye de güç ve takatları yetmiyen şeylerdir. Belki o batıl âliheler, sizin kendi ca'lınızla oluşturduğunuz şeyler olup, onları siz kendiniz asılsız ve batıl bir tarzda ilah diye tanımış ve tanıyorsunuz!., ve daha buna göre sen düşün, tedebbür eyle!

Önceki Risale: Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsiliİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi: Sonraki Risale

  1. İşarat-ül İ'caz'dan önce tab' ve neşredilen ve bu mevzu'u işleyen "Muhakemat" eserinden başka yoktur. -Mütercim-
  2. Eflatun veya "Flatûn" Yunan'ın meşhur ve büyük filozoflarından olup, "Sokrat'tan ders almış, "Aristo"nun da hocasıdır. Miladdan önce 327 de doğmuş, 427 de vefat etmiştir.- Mütercim-
  3. Calinos hekim de Yunanlı olup dünya çapında meşhur bir Doktordur. Çoğu tıbba dair 500 kadar eser bırakmıştır. Miladî takvime göre 130 da doğmuş 200 de Roma'da ölmüştür.-Mütercim-
  4. Seyda Molla Abdülmecid Efendi şu cümlenin tercümesini şöyle tefsirli yapmıştır: اَيُّ izafesiz zikri ile bir icmal olduğu gibi; daha sonra النَّاسُ kelimesini ona izafe etmesiyle bir tafsil olmuştur. Dolayısıyla birincide icmalin cezaleti, ikincisinde tafsilinki vaki olmuştur.
  5. Sabiiyye dini veya mezhebi, İslâmdan önce, Şam, Irak arasındaki Cezire kısmında ve Urfanın Harran bölgesinde iz ve eserleri görülmüş çok eski batıl, ya da mensûh bir din ve mezhebdir ki, yıldızlara bir nev'i uluhiyet isnad edip Mabud ittihaz etmişlerdir. -Mütercim-
  6. Buradaki esasat, Arapça اَثَاثَاتُ dır ki, levazımat demektir. -Mütercim-
  7. Şu İşarat-ül İ'cazda "tenkir, nekire" gibi tabirler çokça geçmektedir. Tenvin-i tenkirî: اً اٍ اٌ gibi tenvinlerden olur. Eğer bir kelimenin başında ال olan lam-ı tarif varsa, o kelimenin neyi ifade ettiği belli olur. Mesela اَلْقَلَمُ denildiğinde: "şu mevcud olan kalem" demek olur. Amma eğer قَلَمٌ olsa, o zaman ona tenkir veya nekire denilir ki: "Her hangi bir kalem" ma’nâsını ifade eder. Yani: Mevcud ve hazır bir kalem değil, kalemin birisi demektir. -Mütercim-
Advertisement