Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 26-27: Temsil Bahsi: Sonraki Risale

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اۤمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ[]

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ey aziz bilmiş ol ki: Şu âyetin de, arkadaşları olan geçmiş âyetler gibi nazm, irtibat ve dizilişi "üç vech" iledir:

1-Mecmu'nun makabliyle olan nazmı..

2-Cümlelerinin yek diğeriyle olan nazm ve ahengi..

3-Heyet ve vaziyetleri itibariyle nazm ve dizilişleridir.

Amma mecmu'u itibariyle önceki âyet ile olan bağlantısı şöyledir ki:

Bu âyetin meali, geçmiş âyetlerle de çeşitli bağlantıları ve sabık âyetin cümlelerine değişik tarzda ve muhtelif bir surette uzanan hat ve çizgileri bulunmaktadır. Görmez misin ki; Kur'an-ı Hakîm sûrenin (Bakara Sûresinin) başında kendi zatını ve iman edip amel-i salih işleyen mü'minleri medh ve sena ettiği gibi; bu âyetle de bak, nasıl imanın akibet ve neticesine ve amel-i salih'in semeresine işaret eylemiştir. Hem yine sûrenin baş taraflarında, küffarı zem ve münâfıkları şeni' vasıflarla tavsif ederek, ebedî şekavete giden yollarını beyan ve izah eylediği gibi; bu âyetle de, ebedî saadetin nurunu onların gözleri önüne levhalandırıp göstermiştir ki, şu ni'met-i uzmayı elden kaçırdıklarına hasret üstüne hasretleri ziyadeleşsin!

Hem sonra, vaktaki Kur'an, önceki âyetlerde يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا fermaniyle insanlara ibadet teklifini emreyledi. Oysaki teklifte haliyle bazı zâhirî meşakkatler ve külfetler olacağı ve maddî, hazır, peşin bir takım lezzetlerin terki bulunacağı için; Kur'an-ı Hakîm dahi bu âyetle, sonra gelecek olan büyük saadet ve lezzetlerin kapısını açmıştır.

Tâ ki, ibadet ehli mü'minlerin nefislerini (kalblerini) tatmin edip, bir çeşit teminat vermiş oisun.

Sonra, vakta ki sabık âyetler, iman rükünlerinin en birincisi ve teklifin de asıl ve temelini teşkil eden "Tevhid"i isbat eyledi. Bu âyetle de tevhidin semeresi ve Rahmetin ünvanı ve rıza-yı Barînin dibacesi (mukademesi) olan Cennet ve saadet-i ebediyeyi göstererek, sarahatla ondan haber vermiştir.

Ve sonra, geçen âyette, erkan-ı imaniyenin ikincisi olan Nübüvveti اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ilaahir kavliyle i'cazdarane isbat eylediği gibi; bu âyetlede, -üstteki âyetlerin içinde matvî, yani katlanmış bulunan- Peygamberin (A.S.M.) vazifesine ve asıl mükellefiyeti olan Kur'an lisâniyle yapılan inzar ve tebşire işaret eylemiştir.

Sonra, vaktaki üst tarafta geçen âyetlerden, bu âyete yakın bulunanlarda tev'id, terhib ve inzarları yapmışlar.. Bu âyetle de, -birbirine mütezad (zıddlı) işlerde dahi münasebetlerin bulunması sırrıyla- vaad, terğib ve tebşirler eylemiştir.

Hem nefsi itaate getiren ve o itaati idame ettiren ve aklî hükümlere vicdanı musahhar kılan şey ise; korku hissi yanında, iştiyak hissini de -bütün terğib ve terhib nev'ilerini cem' ederek birlikte- ifade edip heyecanlandırmaktır. Zira aklın hükmü tek başına olsa, -hüküm ve emri- muvakkat olur. Öyle ise, vicdanda daimî surette tahrik edici ve emredici bir muharrik ve bir âmir'in bulunmasına ihtiyaç vardır.

Ve yine sabık âyette âhiret'in bir şıkkına,bir yanına (yani Cehenneme, ateşe) işaret eylediği için; bu âyetlede, ahiretin ikinci şıkkı olan saadet-i ebediyenin menbaını göstermekle tekmil eylemiştir.

Hem sabık âyette, Cehenneme "ateş" ünvaniyle telvih eylediği gibi; bu âyette saadet-i ebediyeye, "Cennet" diye tasrih eylemiştir.

Cennet ve Cehennem hakkında[]

İşte bu hakikatleri böylece dinleyip öğrendikten sonra, şunu da bilki: Cennet ve Cehennem, şecer-i hilkatin ebede doğru eğilerek uzayıp giden iki dalının iki semeresidir. ve kâinatın dalgalanarak akıp giden silsilesinin iki neticesidir.. Ve kâinat seylinin akarak gidip döküldüğü iki mahzenidir.. Ve ebede karşı dalgalanarak giden nehrinin döküldüğü iki havzıdır. İşte bu vaziyetteki şu mevcut kâinat, elbette bir gün gelecek müthiş bir tarzda çalkalanacak ve şiddetli bir hareketle birbirine karışacak ve karıştırılacak. Sonra Cennet ve Cehennem şeklinde tezahür edecek ve her biri kendine münasip maddelerle dolacak ve doldurulacaklardır.

Bu hakikatin izahı şöyledir: Vakta Cenab-ı Hak (Celle Celaluhu) kendi irade-i ezeliyesiyle, ibtila ve imtihana medar olmak için; akılların fehminden aciz kaldıkları ve hilkatlarında pek çok hikmetler bulunan böyle bir alemi ibda' eylemek istemiş ve ibda' etmiştir. Hem de ibda' eylemiş olduğu (yoktan var eylediği) o alemin bir çok hikmetlere medar olmak üzere, tağyir ve tahavvülünü irade eyledi.. Ve bu tağyir ve tahavvülün gerçekleşmesine medar olacak olan; şerri hayr ile mezc, zararı menfaat içine derc eylediği gibi; hüsün içine kubhu ilave eylemiştir. Sonra da, şerri, zararı ve çirkinliği bir tarafa ayırıp Cehennem ile bitiştirdi, ona doğru uzattırıp meyillendirdi. Mehasin ve kemalatı da Cennette tam tecellî ile inkişaf etmeleri için oraya yönlendirip sevk eyledi. Hem vaktaki kâinat sahibi ve maliki olan Cenab-ı Hakîm-i Alim beşerin tecrübe ve müsabakasını irade eyleyince, şu ibtila evi olan dünya içerisinde ihtilaflar, değişim ve dönüşümlerin vücudunu irade eyledi. O sebebten tuttu, şerlileri hayırlılara karıştırdı.

Amma sonra, vakta tecrübe vakti bitti ve irade-i ilahiye şu muvakkat dar-ı imtihandakilerin ebedîleştirilmesine taalluk eyledi. İşte o zaman şerlileri وَ امْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ hitabına mazhar kıldı. Ebrar ve ahyarı ise فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ nin taltif ve tebşirine nail eyledi. Yani böylece vaktaki bu iki unsur veya iki nev', birbirinden ayrıldılar. İşte o zaman kâinat tasaffî eyliyerek; zarar ve şer maddesi; menfaat, hayr ve kemal unsurundan ayrılarak, her birisi başka ve ayrı bir tarafı ihtiyar ederek gideceklerdir.

Velhasıl: Kâinatta im’ân-ı nazar edilirse, içinde esaslı iki unsura ve iki ırk ve damara rastlanacaktır ki, bu iki unsurdan her biri ayrı bir tarafa eğilip gitmekte oldukları görülecektir. İşte bu iki unsur, birbirinden temayüz edip ve herbiri bir tarafa gidip, kendi yerine ulaşıp yerleşerek tehassul ve teebbüd ettikleri zaman, yani ebedîlik kesbederek karar kıldıkları vakit, Cennet ve Cehennem şeklinde arz-ı endam edeceklerdir.

Mukaddime[]

(Şu kıyamet ve haşir ve neşr meselesini gündüz gibi gösteren "Yirmidokuzuncu Söz"dür. Şu çeşit âyetlerin zâhir ve bahir tefsiri de o sözdür.) -Müellif-

Bu âyet üstteki âyetle birlikte haşir ve kıyamete işaretlerinden dolayı, bu meselede medar-ı nazar "Dört nokta"dır.

Birinci nokta: Alemin harabiyet ve ölümünün imkânı..

İkincisi: O imkânın vuku' bulması..

Üçüncüsü: Alemin harap olup, ölümünden sonra, yeniden tamiri ve diriltilmesi..

Dördüncüsü: O tamir ve diriltilmenin vuku' bulmasıdır.

İşte, Birinci Nokta olan kâinatın imkân-ı mevti meselesine gelince, bilmiş ol ki: Bir şey tekamül kanunu altında cereyan ediyorsa, o şeyde neşv-ü nema bulunacaktır. O neşv-ü nemanın da tabiî bir ömrü olması lazımdır. Bununda elbette fıtrî bir eceli bulunacaktır. Öyle ise, hiç çaresi yok; o şey ölümün hükmünden, pençesinden kurtulamıyacaktır.

Evet küçük bir alem olan insan, nasılki harabiyetten, yıkılıp bozulmaktan kurtuluşu yoktur. Onun gibi; büyük bir insan olan âlem dahi elbette ölümden kurtulması mümkün olmıyacaktır. Hem nasılki, kâinatın küçük bir nüshası olan bir ağaç, tahrib ve inhilalin takibinden kurtulamıyorsa; şecere-i hilkatin bir dalı olan kâinat dahi tamir için tahribin elinden kurtulması yoktur. Eğer onun fıtrî ömründen önce, irade-i ezelliye ile başına haricî bir arıza, (şiddetli bir sarsıntı gibi) veya bir maraz gelmezse ve fıtrî eceli gelmeden evvel onun Sani'i onu tahrib edip yıkmaz ise; bizzarure ve herhalde -hatta fennî hesap ile dahi- bir gün gelecek:

اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ .. اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ .. اِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ

hüküm ve emirleri o gün tahakkuk eyliyeceklerdir.Ve işte o zaman fezada insan-ı kebir olan alem, acib bir hırhıra ve korkunç bir savt ile sekerata başlıyacaktır.

İkinci Nokta: Amma o harabiyetin, yıkılma hadisesinin vukuuna gelince; umum semavî dinlerin icma'iyle ve bütün selim fıtratların şehadetiyle; ve kâinatın tagayyür ve tebeddül ve tahavvülünün işarâtıyle bu harabiyet, yani kıyamet şeksiz vuku' bulacaktır. Eğer alemin sekeratını ve can çekişmesini tasavvur etmek istiyorsan; şunu iyi bil ki: Kâinat, âlî ve nazik bir nizam ile birbirine bağlanmış ve acib rabıtalarla birbirine tutunmuştur. İşte eğer ecram-ı ulviyeden bir cisim, "kün" hitabına ya da: "Mihverinden çık" fermanına mazhar olsa; âlemin sekerata başladığını, yıldızların birbiriyle müsademeye ve ecram-ı ulviyenin yekdiğeriyle vuruşmaya giriştiklerini görecek ve sonsuz, hudutsuz bir fezada bağrışmalarını ve birbirinin yüzüne şamarlar vurduklarını ve arzımız büyüklüğünde, belki daha da büyük kıvılcımlar saçtıklarını müşahede edeceksin.

İşte, milyonlarca topların, en küçük gülleleri arzımızdan daha büyük mermilerinin içice uçuştuğu bir sekeratın hırıltısının çıkardığı sesin nasıl olacağını sen düşün! Böylece kâinatın bu kıyamet ölümü ile; hilkat çalkalanacak ve kâinat birbirinden temayüz edip ayrılacak. Cehennem kendi aşireti ve maddeleriyle ayrı bir tarafa seçilecek. Cennet dahi bütün letafet ve güzelliklerini toplayacak ve bütün unsurlarını yanma çekerek ayrı bir tarafa gidip tecellî edecektir.

[s57] Eğer desen: Ne için kâinat böyle mütegayyir olup, az ve muvakkat bir zamandan sonra tahrib edilsinde, sonra kıyamet gününü müteakip ebedîleştirilerek muhkem ve sabit bir şekle dönderilsin?

Cevaben sana denilir ki: Hikmet-i Ezeliye ve İnâyet-i İlahiye vakta ki tecrübe ve imtihanı iktiza eylediler; isti'dadlardaki neşv ü nema kabiliyetinin zuhura çıkmasını ve o kabiliyetlerin fiile çıkmasını ve ahirette hakaik-i hakikiyye olarak zuhur edecek olan hakaik-i nisbiyenin zuhurlarını ve nisbî mertebe ve derecelerin vücud sahasına çıkmasını, ve daha akılların idrâkinden aciz kaldığı bir çok hikmetlerin -burada- tahakkukunu irade eyledi; işte o iradenin hükmü ile, Sani-i Hakim-i zülcelal eşyanın birbirine mugayir olan tabiat ve hasiyetlerini içice karışık bir vaziyette bulundurdu. Mazarratları menfaatlara mezc ve şerleri hayırların arasına bıraktı. Çirkinlikleri güzelliklerle ictima' ettirdi. İşte bu vaziyette yed-i kudret, ezdadı hamur gibi beraber yoğurarak, kâinatı tebeddül, teğayyür, tahavvül ve tekammül kanununa tabi' kıldı.

Amma vaktaki imtihan meydanı kapandı, tecrübe vakti bitti. Hasat vakti de geldi, çattı; Sani-i Hakim-celle celaluhu- inâyet-i ezeliyesiyle, kâinatı ebedîleştirmek üzere, birbirine karışık ve karıştırılmış zıdların tasfiyesini, birbirinden ayırd edilmesini; ve tagayyür sebeblerini birbirinden temyiz etmesini; Ve ihtilaf maddelerini yekdiğerinden tefrik edilmesini irade eyledi. İşte o zaman Cehennem muhkem ve ebedîliğe elverişli sağlam bir cisme dönüştürülerek وَامْتَازُوا hitabına mazhar olacaktır. Cennet ise, bütün esasatıyle müebbed ve müşeyyed bir cisim giyerek tecelli edecektir. Evet münasebet ve uygunluk intizamın şartı olduğundan, nizam da devamın sebebi olması sırrıyla; artık Cennet ve Cehennem teğayyür ve tebeddüle maruz kalmalarına hacat kalmıyacaktır.

Ve sonra, Cenab-ı Hak Teala Kudret-i kâmilesiyle bu iki dar'ın (Cennet ve Cehennem evlerinin) sâkinlerine ebedî ve muhkem bir vücud bahşeyliyecek ve artık onlara inhilal ve tegayyürün müdahalesine ihtiyaç kalmamış olacaktır. Evet, bu dünyada inkiraza götüren sebeb; tagayyür, terkip ve tahlil münasebetinin tefavütünden ve dengesizliğinden ileri gelmektedir. Amma ahirette nisbet ve münasebet ebedî bir surette istikrarlı ve dengeli bulunacaktır. Şâyet bir teğayyür icabetse de, inhilale müncer olmadan gerçekleşmesi tarzında olacaktır.

Üçüncü ve Dördüncü Noktalar: Bu alemin yıkılmasından sonra, tamirinin imkânı ve keza haşrin imkânının vuku' bulması meselesidir. Evet, bilmiş ol ki: Tevhid ve Nübüvvet, vaktaki bunların sadece nakli delil ile isbatlarını yapması -devr'in lüzumu ([1]) ortaya girmesinden dolayı- sahih ve sağlam olmamasından, Kur'an-ı Hakîm onlara dair aklî delillere de işaret eylemiş. Lâkin haşir meselesini hem tam aklî, hemde naklî delillerle isbatı caiz bulunmuştur.

Amma bu mevzu'daki delil-i aklî ise, sûrenin başında: وَ بِاْلاۤخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ tefsirinde, takatimizin yettiği kadar beyan ettiğimiz yere müracaat edilebilir. Hulasası şudur ki: Alemde varlıkları kat'î ve şübhesiz bulunan Nizam, Rahmet ve Ni'met; ancak o zaman nizam, rahmet ve nimet olabilirler ki, haşir ve ahiret gelirse... (Yani haşrin gelmesiyle, yani gelmesinin kat'îliğiyle bunlar hakikatli nimet olabilirler.)

Amma naklî delilleri ise: Umum peygamberlerin buna dair sözleri ve mu'ciz olan Kur'anın, haşrin vuku' bulacağına dair şeksiz ve kat'î hükmüdür.

Amma aklî delile remz eden naklî delil ise, Fahreddin-i Razî'nin ([2]) tefsirinde bu âyeti tefsir eden yere müracaat edebilirsin. Çünkü o, orada haşri isbat eden bütün âyetleri bir araya cem'eyleyip sıralamıştır.

Velhasıl: Bir çok nevilerde cereyan eden haşrin nazirelerinde tefekkür eden hiç bir müteemmil ve mütefekkir yoktur ki; haşr-i cismanî ve saadet-i ebediyenin vücûduna ve geleceğine bir çok emarelerin kıt'a ve parçalarını hads-i vicdanî ile hissetmiş olmasın.

Saadet-i Ebediye hakkında[]

Şimdi âyetin وَ بَشِّرِ الَّذِينَ اۤمَنُوا (âyetinin) cümlelerinin birbirleriyle olan nazm ve dizilişlerine bakıyoruz.

İşte bu âyetin cümleleri, cevahirlerin dizildiği iplik ve silsilesinin kordonu gibi olup, tarifi şöyle yapılabilir ki: Saadet-i ebediye iki kısımdan ibarettir.

Evleviyetli olan, birinci kısmı: Allahü Tealanın rızası, taltifi, tecellisi ve kurbiyetidir.

İkinci kısmı: Cismaniyetli olan saadettir. (Yani, ruh ile beraber maddî cisim ve azalarıyla da saadet) Bu da mesken, me'kel ve menkahtan ibarettir. Amma bütün bunların tamamlayıcısı ve tekmil edicisi ise, devamlılık ve ebedîliktir.

Ve sonra, birinci kısım saadetin (Yani Rıza-yı Bari, onun taltifi, tecellisi ve kurbiyeti) aksam ve çeşitleri ise, izah ve tafsilden müstağnidir. Ya da tafsili gayr-i kabildir.

Amma ikinci kısım saadetin aksamı ise, izahı şöyledir ki: Bu kısım saadetin en başta gelen cüz'ü meskendir. Meskenin de en latifi, onun nebat, yeşillik ve gül ve çiçekleri arasından suların cereyan edip akan şeklidir. Görmezmisin ki; şiirleri ilham eden ve kalbde aşkları feyezan ettirip coşturan şey, kasırların altındaki bostanların içinde suların haşhaşa ve harıltısı ve nehirlerin keşkeşe ve ıslıklı ötüşleridir.

Me'kel ise: (Yiyecek, içecek, taam ve meyveler), hem gıda ve rızık hem tefekkürdür. Rızkın gıda kısmının kemal-i lezzeti onunla ülfet ve ünsiyetin hasıl olmuş olanıdır. Fakihe ve meyve kısmının kemal-i lezzeti de bir cihetten tazelenmesindedir. Zira gıda, me'lufiyet ve alışılmışlığın hükmü ile, yüksek derecesi bilinebilir ve nazîre ve benzerlerine olan tefevvuku anlaşılır. Hem de lezzetlerin tekemmülüne sebeb olan biriside; o ni'metin kendisine amelinin mükâfatı olarak verildiğini bilmektir. Keza, rızıktaki lezzeti mükemmelleştiren bir sebeb de, onun menba' ve mahzeni göz önünde hazır bulunanıdır ki, itmi'nanın lezzeti husul bulabilsin.

Amma menkah ise, (evlilik hayatı) bil ki; insanoğlunun en şedid ihtiyaçlarından birisi de, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır. Tâ ki, sevginin müdavelesinde ve aşkın mübadelesinde, alışverişinde ve lezzetli hal ve vaziyetlerde beraberce paylaşma ve ünsiyetlenme; ve hayret ve tefekkür edilecek şeyler gibi hadiselerde yardımlaşma husul bulabilsin. Aya görmez misin ki; hayret edilecek bir şeyi, ya da üstünde düşünülecek bir emri gören adam -velev zihnen olsun- kendisiyle beraber o hayreti paylaşıp yüklenmede yardımcı olacak birisini çağırma ihtiyacını duyar. İşte buna binaen, kalblerin en latifi ve en şefkatlisi ve en sıcağı ise, insanın kısm-ı sanîsi olan kadınların kalbidir. Bundan başka, ruhî imtizacın tamamlayıcısı ve kalbî ünsiyet ve arkadaşlığın tekmil edicisi ve sûrî ihtilatın, beraberliğin safileştiricisi ise; o kısm-ı sanî olan kadının kötü ve bed ahlaklardan ve nefret verici arızalardan uzak ve salim bulunmasıdır.

[s58] Eğer desen: Bu dünyada yemek, içmek; şahsın buradaki devam ve bekası içindir. Zira bedende tahlil ve tehallül neticesinde (yani; cisim hücrelerinde tahribe uğrayan maddelerin enkazlarının ifrazları sonucu) eksilen ve boşalan hücrelerin tamiri gıda ile gerçekleşir. Nikah ise, bu dünyada insan nev'inin devam ve bekası içindir. Halbuki ahirette şahıslar müebbeddirler, ebedîliğe mazhardırlar; bedenlerinde değişme, inhilal vaki' olmıyacaktır. Hem orada nesillenme de yoktur. O halde ?..

Cevaben sana denilir: Bu dünyada yemek, içmek ve nikâhın faideleri, sadece dünya hayatı itibariyla bir beka ve tenasüle münhasır değildir. Belki, bu üzüntülü, kederli alemde bile içlerinde büyük bir lezzet bulunmaktadır. O halde, saadet ve lezzet âlemi olan dar-ı ahirette, acaba ekl ve nikâhta neden ve nasıl daha yüksek ve daha münezzeh lezzetler bulunmuş olmasın!

[s59] Eğer desen: Bu dünyadaki lezzet; elemi, üzüntüyü defetmektir. (Mesela: Açlık elemini gıdalanmakla, firak üzüntüsünü visal ile def gibi)

Cevaben sana denilir ki: Elemi defetmek lezzetin sebeblerinden sadece birisidir. Bununla beraber, ebedî olan Ahiret alemini, bu alemle kıyaslamak çok farklı bir kıyas olur. Yani, hiç münasebete gelemiyecek kadar farklı. Adeta şu "Horhor"un ([3]) bahçesi ile, o pek âlî olan Cennetin bağ ve bahçeleri arasındaki fark ve nisbet ne ise, ahiretteki lezzetler ile bu dünyadakilerin arasında olan fark o derecededir ve o nisbette de değişiktir. İşte, nasılki o pek çok yüksek olan Cennetin cinanı, buradaki bahçeden gayr-ı mahsur derecelerde üstünlük ve yüksekliği varsa, onun gibi ahiretin lezzet ve saadetleri de bu dünyadakilere göre üstünlüğü o nisbettedir. Bu pek azim tefavüte Hazret-i İbn-i Abbas Radıyallahu Teala Anhuma şu gelen kelam ile işaret eylemiştir: لَيْسَ فِى الْجَنَّةِ اِلاَّ اَسْمَائُهَا yani ([4]) Cennetteki meyveler, dünyadaki semere, meyve ve fakihelere sadece benzerlikte bir isimleri vardır.

Amma Cennetteki ebediyetin ve lezzetin, devamlılığının saadeti ise, bilki: Lezzet, ancak o vakit hakikî lezzet olabilir ki; zeval onu kursakta bırakıp, gam ve kederle bulandırmadığı zamandır. Evet, nasıl ki elemi ve üzüntüyü defetmek bir lezzettir, ya da lezzetin sebeblerinden birisidir. Onun gibi; lezzetin zevali de elemdir. Belki onun zevalini tasavvur etmek dahi elemdir. Hatta mecazî aşkların umum şiirleri bu tasavvur-u zevalden gelen elemin enîn ve feryadlarıdır.. Ve gayr-ı hakikî, yani mecazî olan aşıkların divanları; mahbubun, sevgilinin sona erecek olan şu tasavvur-u zevalinden neşet eden ağlamaları, feryadlarıdır. Evet, bir çok muvakkat lezzetler vardır ki; zevalinden sonra, onu her düşündükçe ağzından bu ruhanî elemin "Eyvahları, vâsefâları"ı fışkırırcasına o elemleri daimîleştirir bir tarzda semere verir. Hem bir çok elemler vardır ki; zeval bulup sona erdiğinde, ondan olan kurtuluş her hatırlandıkça, manevî bir nimetin levhasını gösteren "Elhamdülillah" söyliyerek daimî lezzetleri doğurur.

Evet, çünkü bu insan, hiç şüphesiz ve muhakkak ebede namzed olarak yaratılmıştır. Onun için ona hakikî lezzetler, ancak ebedî şeylerde, yani marifet-i ilahiyye, muhabbet, kemal, ilim ve emsali gibi ebediyyete bakan ve mazhar olan şeylerde husul bulabiliyor.

Velhasıl: Lezzet ve ni'met, ancak ebediyet ve daimîliğe mazhar oldukları zaman, lezzet ve ni'met olabilirler. İşte sen, eğer âyet cümlelerinin dizildiği bu ipliği veya kordonu görebildi isen, şimdi âyetin cümlelerini onda dizmeye çalışabilirsin.

Cümleler arasındaki münasebet[]

Amma وَبَشِّرِ الَّذِينَ اۤمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesine gelince:

Bilmiş ol ki; vakta, Cenab-ı Hak Teala insanları ibadet ve ubudiyetle mükellef kıldı.. Peygamberlik müessesesini de sabitleştirip muhkem eyledi. Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselamı dahi tebliğ vazifesiyle mükellef kılıp müjdelemeyi ona emreyledi. Tâ ki, içinde bazı meşakkatîarı olan ve zâhirî ve dünyevî bazı (cüzî) lezzetleri terkedip bırakma işi bulunan "Teklifin imtisalini te'min etmiş olsun; ve o müjdelerle bir teminat vermiş olsun. Evet, Zat-ı Resul Aleyhissalatü Vesselam "inzar" ile (korkutma ile) me'mur bulunduğu gibi; Allah'ın rızalığını, taltifini ve kurbiyetini bildirmekle ve saadet-i ebediyyeyi müjdelemekle de me'murdur.

Amma اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى cümlesi ise, ([5]) bilki: -Az üstte geçtiği üzere- insan oğlunun maddî cisimliği hasebiyle, hacetinin en başta geleni, birincisi ve en zarurisi, hiç şübhesiz mekan ve meskendir. Mekanın en güzeli de; bir çok nebat, çiçek ve ağaç çeşitlerini müştemil olanlarıdır. Bunların da içinden en latif olanı ise, onun yeşillikleri, çimenleri ve güllük ve bostanları arasından suların dolaşıp aktığı şeklidir. Bununda en mükemmel olanı, o meskenin ağaçları dibinden ve kasırların altından nehirlerin, pınarların, kesretlice aktığı tarzıdır. Onun için Kur'an-ı Hakîm تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ diye müjdelemiştir.

Hem insanoğlunun mekân ve mesken ihtiyacından sonra, -az önce işittiğin gibi- en şiddetli haceti ([6]) ve cismanî lezzetlerinin en mükemmeli ise, "Ekl ve Şürb"tür, (Yemek-içmek). Bu ikisine âyet, "Cennet ve nehir" ile işaret eylemektedir. Sonra, rızkın en mükemmel olanı ise, ünsiyet edilip alışılmış olanıdır ki; nazirelerine, benzerlerine üstünlük derecesi bilinsin, anlaşılsın. Fakihenin, meyvenin en lezzetlileri de tazelenen, yenilenenleridir. Lezzetlerin en safîsi, küdûretsizi ise; koparılan ve alman meyvelerin yer ve menba'larının ma'lum, belli ve yakın olanıdır. Bunların içinden en lezzetli olanı ise, kendi amelinin mükâfatı ve neticesi olduğunun bilinmesidir. Bunun için Kur'an-ı Hakîm:

كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ

demiştir. Yani, هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ nun ma’nâsı: "Bundan az evvel aynı bu nimet, bize rızk edilmişti." ifadesindeki ma’nâlardan birisi; "Cennete girmezden evvel, dünyada yediğimiz rızıkların, ya da Cennete girdikten sonra; burada, bundan önceki rızıklandığımız rızkın aynısıdır." demektir.

Amma وَ اُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا ise, bil ki; hadîsde: "Cennet meyvelerinin sureti bir olup, tadları muhteliftir." ([7]) demiş olmasına binaen, âyet Cennetteki fakihenin tazelenmesindeki lezzetine işaret eylemektedir. Hem lezzetin kemali ise, şahıs mahdum olup, (yani hizmet edilen makamında olup) ni'metlerin ve rızıkların ayağına getirilerek verilmesindedir.

Ve amma وَ لَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ cümlesine gelince, bilmiş ol ki: Üstteki âyet cümlesinin diziliş silkinde, kordonunda gördüğün vecihle; insanın içinde oturduğu meskende (evde) bir refika ve karîneye ihtiyacı şediddir ki, onun gözü ile, refikada kendisinin gözüyle bakabilsin; ve beraberce rahmetin en latif lem' alarından olan sevgi ve muhabbetten istifade etsinler. Aya görmezmisin ki; bu dünyada tam bir ünsiyyet ancak o refika ile mümkün olmaktadır.

Amma وَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ cümlesi ise, bil ki: insanoğlu bir nimete rastladığı ve bir lezzetle karşılaştığı vakit, zihnine en evvel gelen şey, "Acaba devamlı mıdır? Yoksa zeval ile boğazda mı kalacaktır?" sualidir. Bundan dolayı âyet, ni'met'in tekmiline, Cennetin ebedîliğiyle ve onda (Cennette) kendileriyle beraber zevceleri de daimî beraber kalacaklarına; ve lezzetlerin zevalsiz, berdevam bulunacağına; ve istifadelerinin kesintisiz olacağına وَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ kavliyle işaret eylemiştir.

Cümle 1: Müminleri ve amel-i salih işleyenleri müjdele[]

Şimdi âyet'in cümle-cümle heyetlerinin nazm ve dizilişine geçiyoruz:

وَ بَشِّرِ الَّذِينَ اۤمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ cümlesi başındaki و "vav" birbirine atıflı (karşılıklı bakışlı) iki şeyin arasındaki münasebet sırrına baktığından; önceki âyetin burnundan damlanan اَنْذِرْ e işarettir. (İzahı şöyledir: Bundan evvelki âyet:

فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

de -üst tarafta tefsir ve tahlili geçtiği üzere- Kur'anı kabul etmeyip karşı gelen münâfık ve kâfirlere karşı şiddetli bir tarzda tavır koyup onları dehşetli olan Cehennem azabıyla tehdit ettiği için, âyetten "inzar" damlamaktadır.) fakat بَشِّرِ kelimesi (yani müjdele) ise, remz ediyor ki; Cennetin mü'minlere ikram edilip verilmesi sırf Allah'ın fazl ve keremiyledir. Yoksa, Allah'ü Tealanın üstünde vâcib ve mecburî imiş gibi değildir. Aynı zamanda بَشِّرِ lafzı, kulların yaptığı ibadet ameli, Cennet için, yani ona girmek için olmamasına dikkat çektiğine de işarettir. Amma بَشِّرِ deki "müjdele" emrinin sureti ise, بَلِّغْ مُبَشِّرًا ye bir imadır. Yani "Bir müjdeleyici olarak tebliğ eyle!" Zira, Resül-ü Ekrem Aleyhisselatu Vesselam yalnız tebliğ yapmakla mükelleftir.

Amma ifadenin kısacası olan اَلْمُوءْمِنُونَ yerine الَّذِينَ اۤمَنُوا yi, seçmesi, sûrenin başında (Bakara Sûresi üçüncü âyetinin başında) geçen الَّذِينَ ye telvih olup, burada icmal ile kısa geçmesi, orada tafsil edip uzunca beyan edilmişliğindendir.

Amma burada mazî sigasıyla اۤمَنُوا وَ عَمِلُوا diye irade edildiği halde, orada mudari' sigasıyla يُوءْمِنُونَ ve يُنْفِقُونَ şeklinde ifade edilmesinde şöyle bir işaret olabilir ki; Hizmete, vazifeye sevk ve teşvik eden medh ve şevk makamının şen'i mudariliktir. Fakat mükâfat ve sevab makamının münasibi ise, mazî sigasıyla olmasıdır. Zira ücret, hizmetten sonra gelir. (Yani hizmet ve vazife, halde ve gelecekte yapılabildiği için ona uygun ifade tarzı mudari' siğasıdır. Fakat mükâfat ve sevapların müjde-lenmesi ise, geçmişte yapılmış hizmet ve vazifelere atfedildiğine binaen, mazî sigasıyla ifade edilmesi makama daha uygun düşmektedir.)

Amma وَ عَمِلُوا nün و "vav"ı ise, muğayeret sırrıyle; (Yani iman ve akide sahası, amel ve hizmet işi ve dairesi birbirinden ayrı ve farklı olduğu sırrıyla) Mu'tezile görüşünün hilafına olarak; "amelin imanda dahil olmadığına" işaret olduğu gibi; amelsiz iman dahi kâfi gelemeyeceğine işaret eder. Ayrıca âyette "amel" lafzının zikredilmesi, Yani وَ عَمِلُوا diye (amele şurû etmiş olanlar) irad edilmesiyle, o amel ve hizmetle müjdelenen şeyin, ücret gibi bir karşılığı olduğuna remz eylemektedir.

Amma اَلصَّالِحَاتِ lafzı, mübhem ve mücmeldir. Mısırlı şeyh Muhammed Abdüh ([8]) buna dair demiştir ki: [Burada اَلصَّالِحَاتِ nin mutlak bırakılmasının sırrı; Salih amellerden iştihar bulmuş olanlarına ve insanlar arasında maruf olmuş, bilinmiş kısımlarına havale etmek içindir.] Amma ben de -Bediüzzaman- derim ki; hemde sûrenin (Bakara) sûresinin başındaki izaha itimaden mutlak bırakmıştır.

Cümle 2: Onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu[]

Amma اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ cümlesi ise, bilki: Bunun heyetleri, اَنَّ nin tahkikinden ve لَ nin tahsisinden ve لَهُمْ ün takdiminden ve جَنَّاتٍ nin cem'inden ve تٍ nin tenkirinden ve تَجْرِى nin cereyanından ve تَحْتِ , مِنْ ile beraber zikrinden ve اْلاَنْهَارُ deki nehrin ona tahsis ve tarifinden temel ve esas olan garaz ve maksadın imdadında elele yardımlaşmak üzere cevaplaşarak, esası maksat olan sürür, neş'e ve mükâfatın lezzetini ifade etmekle, birbirine imdat vermektedirler. Öyle bir tarzda ki, adeta bu cümlenin heyetleri, sulu, nemli bir arazinin dört etrafından sızarak gelip merkezdeki havuza akmasına benzemektedir.

Evet اَنَّ nin tahkiki ile,bu derecedeki bir azamette ve akılların onda tereddüt geçireceği bir müjdenin elbetteki böyle bir te'kide ihtiyacı olduğuna işaret etmesi içindir. Hem surûr, neşat ve ferah makamının şe'nide vehim ve vesveseleri tard eylemektir. Zira sürür ve ferah makamında en edna bir vehmin arız olması, hayal kırıklığını verir, ne'şe ve sürûru kaçırır. Hem اَنَّ nin muhakkaklığı ile ima eder ki: Verilen müjde, sadece bir vaadten ibaret bir şey değil, belki kat'î ve şeksiz hakaiktendir.

Ve لَهُمْ un ل "lam"ı, fazl u ihsan ile verilecek şeyin husûsî ve ta'yinli bir tarzda verileceğini; ve o verilecek olan şeye malikiyet ile sahib olunacağına ve o fazl ve ihsana layık ve müstehak olunacağına işaret eyliyerek lezzeti tekmil ve sürûru tezyid etmektir. Yoksa bir çok kereler, bir padişahın fakir bir miskini misafir eylediği oluyor, ama bu misafirlikle sahiblik ve mâliklik tahakkuk etmiş olmuyor. (Yahutta dünyada ibaha tarzında insanın tasarrufuna verilen geçici ve surî malikiyetin bir malikiyet olmadığı gibi...)

Ve لَهُمْ ün takdimi, (Yani müjdelenerek verilecek olan şeylerin başında لَهُمْ ün peşinen zikredilmesi) mü'minlerin insanlar arasından Cennet ile hâs bir nimete mazhar olacaklarına işarettir. Zira Cehennem ehlinin halleri göz önüne getirilip mülahaza edilmesiyle; Cennet lezzetinin kıymeti zuhur etmesine bir sebeptir.

Keza جَنَّاتٍ nin cem'i de, Cennetlerin birkaç tane olacağını ve amellerin rütbe ve derecelerine göre ehl-i Cennetin; veya amellerinin derece ve mertebelerine göre Cennetin mertebe ve makamları çeşitli olacağına işarettir. Aynı zamanda Cennetin her bir cüz'ü ve bütün eczası da Cennet olduğuna ve Cennetin bir numunesi olduğuna da remz eylemektedir. (Yani Cennetin her bir ni'meti -Yirmisekizinci Sözde ispat edildiği gibi- birer küçük cennet olduğuna remizdir.)

Ve keza, onun cemi' îma ediyor ki: Cennetin genişliğinden dolayı Cennet ehlinin her birisine düşen hisse, adeta Cennetin (numuneliği olduğu için) tamamı gibidir. Yoksa herbirinin cemaat ve ailesiyle, Cennetin bir köşesine, bucağına sevkedilip de sıkıştırılacak değildir.

Amma جَنَّاتٍ deki tenkir, sami'in zihni üstünde:

فيهَا مَا لاَ عَيْنٌ رَاَتْ وَ لاَ اُذُنٌ سَمِعَتْ وَ لاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ

hadîs-i şerifin mealini, yani "Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hutur etmemiş enva-i türlü ni'met ve saadetler mevcuttur" u tilavet eylemektedir. Hem bu tenkir, dinleyicilerin zihinlerine -cennetler hakkında- havale eyliyor ki; her birisi istihsan ettiği ve edeceği tarz ve sureti tasavvur edebilsinler. Ve keza جَنَّاتٍ deki tenvin, sanki

وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَتَلَذُّ اْلاَعْيُنُ

âyetindeki hakikatlar tam yerinde kullanılmıştır.

[Latif bir tahlildir - Müellif - ]

Amma تَجْرِى ise, bilmelisin ki: Bahçelerin en güzeli odur ki; içinde suların bulunduğu şekil ve çeşididir. Bunların içinden de en güzeli, sularının akar olanıdır. Sonra bunların da en güzeli, akan sularının devamlısıdır. Demek ki mudari' siğasiyle zikreylediği تَجْرِى lafzı, yani "cereyan edip akıyor" diye ifade eylemesiyle; Cennette suların akarlığının devamlılığına işaret eylemiştir.

Amma مِنْ تَحْتِهَا ise bilki; bahçelerin içindeki yeşillikler arasında akan suların en güzeli, o bahçenin içinden safi bir menba'dan kaynayan ve çıkıp akan ve o bahçedeki kasır ve köşklerin altından harıl harıl sesler çıkararak dolaşıp geçen ve o bahçenin ağaçlan arasından cereyan edip akan şeklidir. İşte bu üç vaziyete مِنْ تَحْتِهَا ile işaret buyurmuştur.

Amma اْلاَنْهَارُ ise, bilmiş ol ki: Bağların, bahçelerin içlerinden akan suların en güzeli, bol ve kesretli akanıdır. Böylelerin de en güzeli, cedvel ve kanallarından akan emsal suların birbirine katışarak aktığı şeklidir. Evet, birbirine emsal şeylerin yek-diğerine tenazurları, bakışmaları ile cüzlerin kıymet ve değerleri üzerindeki hüsünleri daha da artar. İşte bu vaziyetteki suların en güzeli de, âyette مَاۤءٍ غَيْرِ اَسِنٍ dediği gibi, tatlı, hafif ve lezzetli olanıdır.

İşte "nehir" lafzının cem'le verilip, yapılan ta'rifiyle bu gibi inceliklere işaret eylemiştir.

Cümle 3: Herhangi bir meyveden rızıklandırılsalar derler[]

Amma

كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ

cümlesine gelince bil ki: Bunun heyetleri, bir çok zımnî cümleleri tazammun eylemektedir. Önce bu cümlenin istinafı (bağlantısızlığı) bir sual-i mukaddere cevaptır.O sual de, birbirine eklemli, müteselsil olan "Sekiz Sual'lerden alınıp bir birine katıştırılmış vaziyettedir. Evet, vaktaki ehl-i iman ve taat, öylesi yüksek evsaflı ve âlî derecatlı bir meskenle müjdelendiler. Sâmiin zihninde hemen şu gelen sualler tebadür eylemeye, belirlenmeye başladılar:

Sual-1: ([9]) O yüksek ve pek âlî ve altlarındaki bahçelerinde suların, ırmakların aktığı meskenlerde rızık da olacak mı? Olmayacak mı?

Sual-2: O âlî Cennette rızık ve yiyecek vardır diyelim, acaba o rızkın kaynağı neredendir, nasıldır?

Sual-3: Onda rızık ve yiyeceklerin kaynağı bilinip husulü hasıl oldu diyelim, peki acaba bunlar Cennetin neresinden ve hangi şeyinden gelmektedir?

Sual-4: Eğer o rızık Cennetin semerelerinden ise, acaba dünyanın meyve ve semerelerine benziyorlar mı?

Sual-5: Eğer dünyadaki semerelere benziyorlarsa, peki acaba Cennetteki meyve ve semereler birbirlerine de benziyorlar mı?

Sual-6: Eğer birbirlerine benziyorlarsa, tatları ayrı ayrı mıdır?

Sual-7: Şâyet ayrı ayrı tatlarda iseler, acaba yerlerinden dallarından koparıldığı zaman, orası (yeri) noksanlımı kalır, yoksa doldurulur mu?

Sual-8: Şâyet koparılanın yerine gelen oluyorsa, onlarda da yeme ve tenavül işi devam eder mi?

Sual-9: Eğer yeme işi bunlarda da devam ediyorsa, onları tenavül edenin hal ve vaziyeti nasıl tavır gösterir. Yani birbirlerine bu hayret-bahşa keyfiyeti müjdeliyorlar mı?

Sual-10: Eğer birbirlerine bu hali müjdeliyorlarsa, acaba ne diyorlar, neyi söylüyorlar?

İşte sen, eğer bu suallerin üstünde düşünüp tefattün edebildiysen; bak Kur'an-ı Hakîm bu müteselsil suallere şu âyetin bu cümlesinin heyetleriyle nasıl cevapladığını gör!

İşte كُلَّمَا lafzı, devam ve tahkikine, yani devamın hakikatlılığına işarettir. رُزِقُوا nun mazîliği de, o müjdenin vukuunun hakikatliliğine işaret ediyor. Aynı zamanda onların benzeri olan dünyadaki rızıkları da zihinlerine hatırlatılmış olduğuna ima ediyor. Keza رُزِقُوا nun (rızıklandırıldılar) binay-i mefûl sigası üzere irad edilmesinde şöyle işaret eder ki: (Dünyada rızık elde etmek için gösterilen çabanın, meşakkatin Cennette o zahmet ve meşakkati olmayıp, kendilerine hizmet edilenler makamında kaim olarak, rızık getirilip kendilerine takdim edilecektir.

Ve مِنْ ثَمَرَاتِهَا ya bedel, مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ nin tercihen alınması, üstteki suallerden ikisinin cevabına Kur'anca tansis edildiğine (kat'i olarak cevap verildiğine) işarettir.

Ve umumîleştirmeyi ifade eden ثَمَرَةٍ nin tenkiri; Cennette hangi meyve ve semere olursa olsun, hepsinin rızk olduğuna ve olacağına işarettir. (Yani dünyada bazı semereler vardır ki; yemeğe elverişli olmayıp, insanın kuvve-i zaikasına göre tatsızlığı veya acılığı gibi sebeblerden dolayı yenilmedikleri gibi değildirler. Belki Cennetin bütün semereleri, bila istisna ni'met ve rızık olduğuna işaret etmektedir.)

Ve رِزْقًا nin tenkiri, şöyle işaret veriyor ki: Cennetteki rızıklar, sizin dünyada açlığı ve susuzluğu gidermek için yediğiniz muayyen rızıklar gibi değildir. (Belki her an ve zaman zevk ve lezzetle yenilirler)

Ve قَالُوا lafzı ise, yani "Cennette, onun ehli birbirleriyle mukavelede ([10]) bulunacaklar. Yani karşılıklı konuşacaklardır." sözü ile ima ediyor ki; ehl-i Cennet hem birbirlerine müjdelemede bulunurlar, hem de garip şeyleri birbirlerine gösterirler ki; hüküm için, yani قَالُوا nun hükmü için iki lazimedir. (yani âyet قَالُوا هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ifadesiyle hem birbirlerine müjdeleme, hemde hayret edilecek gariblikleri birbirlerine çağırarak gösterme hükmü için iki lazimedir) Evet, âyet Cennet ehlinin acip ve garip hal ve vaziyetleri gördüklerinde, birbirlerine diyeceklerdir ki: "Gelin bakın şu taam veya fakiheye, az önce rızıklanıp yediğimizin aynısıdır" diye istibşar ve istiğrablarını birbirlerine söyleyeceklerdir diyor.

Amma هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ cümlesine gelince,bilmiş ol ki: Bu ıtlak, (yani, ehl-i Cennetin hangi rızıkla rızıklandıklarını tayin etmeme vaziyeti bir mutlak bırakmadır.) Dört ma’nâyı tazammun etmektedir:

Birinci Ma’nâ: Şu nimetler, dünyada lütf-u ilahî ile rızıklandığımızda ettiğimiz şükürler ve onun yardımı ile işlediğimiz salih amellerdir. (Yani, dünyada yapılan şükürler ve işlenen salih amellerin neticeleri ve semereleridir.) Evet, iş ile ücret arasındaki irtibatın şiddetli olması ile; adeta buradaki amel, ahirette sevap olarak cisimleşecekleri için, orada nimetler olarak insana iade edileceklerdir. İşte buradan "istibşar" müjdelenme hadisesi...

İkinci Ma’nâ: Bundan evvel dünyada, çeşitli taamlardan rızıklandığımız meyvelerin tadlarıyla, buradaki şu rızıkların tadları arasında bulunan azim farklılıktan dolayı, Cennet ehli birbirlerine istiğrablarını bildireceklerdir. İşte buradanda "istiğrab" hadisesi...

Üçüncü Ma’nâ: Cennet ehli: Şu yediğimiz taamlar, az önce yediğimizin mislidir. Ancak ülfet ve teceddüdün lezzetini cem' etmiş olmasından, sureten müttehid, amma ma’nâca muhteliftirler. Ve işte buradanda "ibtihac", yani sürür ve ferah hadisesi...

Dördüncü Ma’nâ: Şu ağaçların (Cennet ağaçlarının) dallarına asılı bulunan semereler, az önce yediklerimizin aynısıdır. Çünkü yediklerimizin yerinde defaten ve zamansız olarak hemen tenebbüt edip oluştuklarından dolayı, adete bunlar onlardır. İşte buradan da o semerelerin eksilip noksanlaşmıyacakları hadisesi vardır.

Cümle 4: Onlara benzer şekilde verilir[]

Amma وَ اُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا cümlesi ise, bil ki: Üstteki cümlede geçen hükmün tasdiki ve illetlendirilmesi, ya da tahkiki hususunda bir fezleke, bir zeyillendirme ve bir itiraziyedir. ([11]) (yani yeni bir hükmü ifade etmeye gerek olmadığı halde, zikredilmesidir. -Abdülmecid-

Ve اُتُوا deki binay-ı mef ûl ise, (yani "getirilir" mefulu) işaret ediyor ki; ehl-i Cennet için -nimet ve taamları yanlarına getirip kendilerine hizmet edecek- hizmetçileri bulunacaktır.

Amma مُتَشَابِهًا de ise, iki lezzetin birleştirildiğine (yani evvelce yediklerinin lezzeti ile, sonra yedikleri lezzetin, ya da: Molla Abdülmecid'in şerhinde: (Suretleri bir, taam ve tadları çok muhtelif iki lezzeti birleştirdikleri) diye bu işaretten anlaşılmaktadır.

Cümle 5: Orada onlara temiz zevceler vardır[]

Amma وَ لَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ cümlesine gelince, bilki: Cümlenin başındaki "vav" atıflılık münasebeti sırrıyla, işaret eyliyor ki: (Üstteki cümlelerin ma’nâlarıyla atıflılık) ehl-i Cennet, cismen içinde oturacak, rahat edecek bir meskene muhtaç oldukları gibi; ruhlarının sükunu için dahi munise arkadaşa ve enise refikalara ihtiyaç duyacaklardır.

Amma لَهُمْ ihtisasa ve temellüke (hususi şekilde mülk edinmekliğe) işaret etmekle beraber, tahsis ve hasra da remz eylemektedir. (Yani Cennet ehlinin zevceleri, kendilerinin münhasıran taht-ı tasarruf ve temellüklerinde bulunacağına remz ediyor) Hem yine لَهُمْ kelimesi, ehl-i Cennet için dünyadan gelme hatunlardan başka "Hûr-u în"ler de yaratılmış olduğuna ve yaratılacağına îma etmektedir.

Amma فِيهَا ise, işaret ediyor ki: Cennetlerde olan o zevceler, Cennetin o pek alî mekanlarına layık ve muvafık olacakları gibi; ehl-i Cennetin derecatının yüksekliği nisbetinde de güzellikleri ziyadeleşip parlayacaktır. Hem فِيهَا da şöyle gizli bir îma dahi bulunuyor ki; Cennet o (her iki cins) zevcelerle daha da çok zinetlenecek ([12]) ve parlayacaktır.

Amma مُطَهَّرَةٌ ise işaret eyler ki; Hûrîler ve dünyadan gelen ehl-i Cennet zevcelerinin tahirliklerini, yani dünyadaki hayz ve nifas gibi hallerinden temiz kalmalarını muhafaza altına alan, tahir bulunduran bir mutahhir, bir temizleyici vardır, (ki o da ilahî Kudretin tecellisidir.) İşte ey arkadaş! Acaba yed-i kudretin, dar-ûl kudret olan Cennette temiz bırakıp tahirleştirdiği ve nezihleştirdiği o zevceler hakkında (yani Cennet ve ebediyete muvafık bir tarzda nezahet verdiği o zevceler için) zann ve tahminin hangi mertebede olur?!.

Ve keza مُطَهَّرَةٌ kelimesi aynı zamanda müteaddîliği ile îmada bulunuyor ki; dünyadan gelip Cennete giren -dünya kadınları da- Cennete layık bir tarzda tahirlenecek, safileşeceklerdir de, kendi zatlarında tahirleştirilmiş olan mutahhar Hûr-u în gibi olacaklardır.

Amma وَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ cümlesi ise, işarettir ki: Hem ehl-i Cennet, hem de hanımları ve keza Cennetin lezaizi ve Cennetin kendisi, hepsi beraber ve birlikte ve bütünü ile ebedîliğe, sonsuzluğa mazhardırlar ve mazhar olacaklardır.

Önceki Risale: Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 26-27: Temsil Bahsi: Sonraki Risale

  1. Devir, davanın delile, delilinde davaya bağlılıkları olmasıyla; dönüp dolaşıp eski vaziyete dönme ile tabir edilmiştir. (Kamus-u Türki, Ş. Sami sh: 624) -Mütercim- Bir Not: Molla Abdülmecid Efendi tercümesinde: "Devrin lüzumundan dolayı" kısmını, yani tevhid ve Nübüvvetin isbatı hususundaki aklî ve naklî deliller meselesini şöyle tefsir etmiştir: (Kur'an ve hadîsden ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet dahi sadece delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lazım gelir. Yani devir lazım geleceği için, devir ise çıkmaza saplanma gibi bir şey olduğundan -Molla Abdülmecid- "Muhal lazım gelir" demiştir. Not'un Haşiyesi: Devir ve teselsül meselesi, ilm-i kelam âlimleri tarafından ortaya konulmuş mühim bir kaidedir. Allah'ın kadîmliği ve ezelîliğinin isbatı mevzuunda "devir"i şöyle işletmişlerdir. "Allah kadîmdir, bidâyeti yoktur. Eğer -Haşa- hâdis olmuş olsaydı (Yani, sonradan var edilmiş olsaydı) bir başka Hâlıka muhtaç olurdu ki, o vaziyyette devrin vücudu ortaya girmiş olurdu. Devr ise, iki şeyin vucûd ve varlık noktasından yek-diğerine muhtaç olmasıdır ki, Allah hakkında muhaliyeti zâhirdir. -Mütercim-
  2. Fahreddin-i Razî "Şeyh-ül İslam"lıkla lakablandırılmış ilm-i kelâmın büyük âlimlerinden olup, Tefsir-i Kebir gibi daha bir çok kitabların müellifidir. M:1149'da doğmuş, M: 1209'da vefat eylemiştir. -Mütercim-
  3. "Horhor" Van Kalesi dibinde -Birinci Cihan Harbi'nden önce- Hazret-i Müellifin ders okuttuğu medresesi, bahçe de onun bahçesidir. -Mütercim-
  4. Tefsir-i İbn-i Kesir 1/ 63 ve ayrıca başka mehazlar için Risale-i Nur'un Kudsî Kaynakları 2. Baskı s: 443, sıra no: 158-Mütercim-
  5. Latif bir tahlildir –Müellif-
  6. Güzel bir beyandır. -Müellif-
  7. Tefsir-i Ruh-ul Maanî, Elusi 1/203, birbirini te'kid eyliyen aynı ma’nâda iki rivâyet. -Mütercim-
  8. Muhammed Abdüh'ün ceddleri aslen Diyarbekir'in "Meyyafarkin" (Silvan) kazasından olup, bilahare Mısıra gitmiş yerleşmişlerdir. Büyük ihtimalle Selahaddin-i Eyyubî ile beraber gitmiş olabilirler. Muhammed Abdüh 1849'da Mısır'ın batı köylerinden "Şenra"da doğmuş, tahsiline "Tanta" şehrinde başlamış, Ezherde bitirmiştir. Bir ara Ezher Şeyhliğini yaptıktan sonra, Mısır Diyanet Reisliğine geçmiştir. Bir kaç eseri vardır. "El-Menar" Tefsiri en meşhurudur. Üstteki bahis bu tefsirin 1/192 s. sırasındadır. Muhammed Abdüh, Şeyh Cemaleddin-i Efganî ile hemdem olmuş. İttihad-ı İslâm sentezinin İslâm alemine yayılmasına beraber hizmette bulunmuşlardır. Nihâyet 1905 yılında Kahire'de vefat etmiştir. Rahimehumullah.-Mütercim-
  9. Hazret-i Müellif "Birbirine memzuc sekiz sual demişse de, lâkin herhalde bu sekiz suallerin bazılarından tevellüd etmiş iki sual daha başını perdeden çıkarmış, sualler ona yükselmiştir.-Mütercim-
  10. Çünki قَالُوا (dediler) veya (derler) muayyen bir tarafın sözü değildir. Belki bütün ehl-i Cennete şâmildir. Öyle ise, kendi aralarında bir söyleşmedir. -Mütercim-
  11. "İtiraziye": Bir kelamın, ya da birbirine muttasıl iki kelimenin arasında i'raba yer olmadığı halde, ma’nâ ciheti ile bir cümle ile veya daha fazlasıyla bir nükteyi ifade eylemekdir (Tarifat-ı Seyyidî Cürcanî sh:20) -Mütercim-
  12. Bu noktada, Iraklı büyük âlim merhum Tahir-i Eş-Şuşî'nin bir itirazı vaki olmuş, Arabî İşarat-ül İ'caz'ın burasında o itirazını kendi eliyle yazmıştır. Bilahare İhsan Kasım Salihî de o notu eserde tab' ettirerek neşr ettirmiştir. Cevap verme durumundayız ki: O not yanlış bir anlama ve anlaşılma mahsulüdür. Şöyle diyor merhum Tahir Eş-Şuşi: [Hani "ezvac" kelimesinin tahlili?] Diyerek; [Katiplerin ellerinden kaymış burası..Unutularak yazılmamış] diye dava etmiştir. Ve anladığı kadarıyla, yazılmadığını sandığı yere eliyle bir şeyler karalamıştır. Lâkin bize göre, unutularak yazılmayan bir şey yoktur. Zira "Ezvac" kelimesi, az yukarıda "mesken, me'kel ve menkah" kısmında kemaliyle ve etraflıca tahlili yapıldığından, tekrar edipte israf-ı kelam yapmamak için, oralara havale etmiş olduğundan, tekraren bir şey yazılmamıştır. -Mütercim-
Advertisement