Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 25: Cennet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 28: Yeniden Yaratılış: Sonraki Risale

اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ اۤمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ[]

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ[]

Önceki ayetlerle münasebet[]

Ey aziz bil ki: Bu âyette (iki âyette) dahi nazm ve diziliş hususunda "üç vech" vardır. Hem mecmu'unun meali de; üstte geçmiş ve bundan sonra gelecek âyetlere ve hatta Kur'anın tamamına bakan tarafları vardır.

Amma gelecek ve bu âyete lahik olup bağlanacak olan âyetlere bakan tarafı ise, bilesin ki: Vakta Kur'an-ı Hakîm sinek ve örümcek ile misâller getirdi ve karınca ve arıdan bahsetti; Yahudilere, münâfıklara ve müşriklere itiraz fırsatı doğmuş gibi oldu. İşte onlar bu gibi âyetlerin nüzûlu üzerine ahmaklaşarak dediler ki: "Ehl-i kemal'in bahsetmekten utandığı şu hakir ve hasis şeylerden bahsetmeye Allah-u Teâla azametiyle birlikte hiç tenezzül eder mi?" Kur'an-ı Hakîm dahi bu âyetle ağızlarına bir şamar indirmiştir.

Amma bu iki âyetin geçen âyetlere kıyasen münasebet noktasında nazm ve dizilişine gelince, bil ki: Kur'an-ı Hakîm vakta, i'caz ile Nübüvveti isbat eyledi. Ve onun i'cazı da münkirlere karşı meydan okuyarak, onları âciz bırakmak suretiyle kendini gösterdi. Bu tehaddî ve meydan okuma neticesinde ise, münkirlerin karşı gelemiyerek sükût eylemeleriyle sabit olmuş oldu. Aynı zamanda surenin başında isbat edilmiştir ki; başka bir kelamda içtima'ı mümkün olmıyacak bir tarzda, Kur'an-ı Hakîm bütün âlî sıfatlara ve umum kâmil meziyetlere müştemildir. Hal ve vaziyet böyle olunca da, Kur'anın düşman muarızları tehaddî noktasında ağız açamıyacak bir halde ve katiyetle sükût etmişlerdir. Hatta öyle ki, asabiyet damarlarının nabzı bile hiç atmıyacak derecede sükût ettiler. Lâkin bu defa, Kur'anın kemali cihetinde itiraza kalkışıp, zihinleri bulandırmaya yeltendiler, dediler ki:

"Kur' ânın اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاءِ ve كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve emsali muhavereler ki, insanlar arasında adi işlere dair konuşulan muhaverelerdir. İşte bu basit, alelade muhavereler tarzıyla temsiller getirmesi, kelamın derecesi aşağıya inmeye sebeb olur" diye dedikodu yapmaya ve bunlar: "İnsanlar arasında konuşulan âdi muhaverelere benzemektedir." Diyerek söylenmeye başladılar. İşte Kur'an-ı Hakîm de, onların bu teşvişkâr itiraz ve dedikodularına karşı bu âyetle ağızlarına taş vurarak, ifham edip susturmuştur.

Kafirlerin temsil hakkında üç çeşit şüpheleri[]

Bu meselenin izahı şöyledir; muarızların boş, mânâsız bazı şüpheleri vardır ki; menşei birbirine ekli müteselsil evhamdan gelmektedir. O evhamlar dahi mugalatalar üstüne kuruludur.

Şüphelerinden birisi[]

Kıyas-ı maalfarika göre vardıkları hükümdür. Yani, kıyasladıkları şeyle hiç münasebeti olmayan bir kıyas... Bu halin menşei ise, ülfet etmiş ve alışkanlık peyda etmiş oldukları şeylerin ayinesiyle eşyaya ve meselelere bakmalarıdır. İşte bu hal ile, vaktaki insanın zihni cüz'î, fikri cüz'î, lisânı cüz'î ve sem'i cüz'î olduğunu gördüler. Hem insanın bu duygularının tek tek herbiri bir anda iki şeyle birden ve beraberce taalluk edemediğini de anladılar. Ve himmetin ölçüsü de, meşgalesinin mevzu'u ve ihtimamın derecesi nisbetinde olduğunu bildiler. Böylece onlar, bu kıyasa göre düşünüp; hakir ve aşağı bir işi, yüksek dereceli ve makam sahibi, şerefli bir şahsa isnad etmezler, zannederler ki bir zat-ı şerif onun gibi işlerle iştigal etmeye tenezzül etmez ve onun büyük ve alî himmeti bu hakir işlerle uğraşmaya gelemez. İşte onlar, şu ayak kaydıran ve aldatan ayn-ı nazarla Vacib-ül Vucud Hak Teala'ya da bakıyor, diyorlar ki: "Cenab-ı Hak Teala (c.c) azamet ve celali ile birlikte, insanlarla konuşmaya ve insanların muhavereleri ile muhavereleşmeye, hem şu cüz'î emirlerden, hususan pek hakir görünen şeyler ve işlerden bahsetmeye tenezzül etmesi yakışmaz.

Yahu, acaba bu sefiller hiç düşünemiyorlarmı ki: Cenab-ı Hak Teâlâ'nın iradesi, ilmi ve kudreti külliye, umumiyye, şâmile ve muhita olduğu için; O'nun büyüklüğünün mikyası, ölçüsü, ancak âsârının mecmu'u ve yekûnudur. Onun tecellisinin mizanı da, ancak kelimatının kaffesidir ki; onları yazmak ve kaydetmek için, bütün denizler mürekkeb olsalar da yine bitiremezler.

Bu hakikata bir misâl getirelim: وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى eğer güneş hür ve muhtar ve akıllı farz edilirse de, tulu' edip doğduğunda, ziyasını her bir şeye, hatta mülevves olan zerreye de verdiği zaman, acaba denilebilirini ki: güneş şu azametiyle birlikte nasıl zerre gibi şu küçük ve hakir işler ve şeylerlede ihtimam içinde iştigale tenezzül eyledi?

Evet, Cenab-ı Hak Teala âlemi yaratırken; sanatla özenerek ve gâyet ihtimam ile onu halk eylediği gibi; cevher-i ferd denilen esir zerresini veya Atomu aynı seviye ve derecede itkan-ı sanat üzre halk eylemiştir. Demek ki kudretin nazarında cevahir-i ferde, ya da zerrat-ı Atomiye ile, seyyare yıldızlar birdir ve müsavidirler. Zira Allahu Teala'nın kudreti, ilmi, iradesi ve kelamı, onun lazime-i zatiyesi ve zatının zaruriyeleridir. (Yani bizzat zatının lazımları olup, zatî ve onsuz olması mümkün olmayan zaruriyattırlar.) Öyle ise, Allah'ın o mezkûr zatî sıfatları ve benzerleri eksilme veya ziyadeleşmeye kabiliyetli olupta, yenilenebilen, değişebilen şeyler olmadığı gibi; müteğayyir, değişken şeyler de değildir, tâ ki içlerine mertebeler girebilsin. Evet, acz, Kudret-i İlahiyyenin zıddı olduğundan, kudretine müdahale etmeye imkân yoktur. Öyle ise, Kudret-i Zat-ı İlahiyyece zerre ile güneş arasında bir fark yoktur. Zira eşyay-ı mümkünenin, iki kefeli terazi gibi, iki tarafça müsavîlikleri ile; o terazinin bir kefesini aşağıya, diğerini yukarıya kaldırmakta sarfedilecek aynı kuvvetle; o kefelerde birer güneş veya birer zerre bulunmuş farketmez.. Ve bu kıyasla; zatiye-i lazime olan Kudret-i Rabbaniye'ye nisbeten makduratın vaziyetleri de öyledir. Lâkin mümkünâtın arızî, müteğayyir, değişken ve arasına aczin müdahale edebildiği kuvvetciklerine göre mukayese yapılsa, o zaman iş muvazeneye gelmez, başkalaşır.

(Mühim bir makamdır -Müellif-)

Velhasıl: Zerreler ve hasis, basit işler ve şeyler dahi mademki Allah'ın mahluklarıdırlar; elbette ve bizzarûre mahiyet, hal ve hikmet-i hilkatları da O'nun ma'lumu olacaklardır. Öyle ise, Cenab-ı Allah'ın Kelamı olan Kur'an-ı Hakîmde bu mahlukattan ehemmiyetle bahseylemesi, elbette ve bilbedahe münakaşaya, yadırgamaya medar olamaz. İşbu sırra binaen, Cenab-ı Kadir-i Kayyûm:

اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِير

diye ferman buyurmuştur.

İşte buna binaen, acaba Cenab-ı Hakîm-i Mutlak nasıl kemal-i sanat ile halkeylemiş olduğu mahlukatından bahsetmiş olmasın?., ve nasıl yaptıklarının ne olduklarını, neye yaradıklarını ve ne için yaratıldıklarını bilip de, hikmet-i hilkatları hakkında, memlûkları olan ins ve cinn ve melaikeleri ile konuşmasın? Evet, mutlaka O, kendi mevcudat ve masnuatından bahsedecek ve haklarında; hilkat, hikmet ve mahiyetlerine dair konuşacaktır. Zira O, Aziz ve Hakîmdir.

Mugalatalarından ikincisi[]

[s60] Muarız münkirler Kur'anın üslûbu içerisinde mütekellimin, hitab edip konuşanın arkasında bir insan timsalini gördüklerini zu'm ediyorlar. Delilleri de, Kur'anın şu hakir eşyadan ve adî işlerden bahsederken, beşerin birbirleri ile muhavereleri tarz ve üslûbunda konuşmasıdır.?!

Cevab: Acaba bu mütecahiller (yalandan bilmezlik gösterenler) hiç tezekkür etmiyorlar mı ki; belagatın iktizasıyla, muhatabın hal muktezasına göre tatbiki yapılabilmesi için; kelam, mütekellime bir cihetle bakarsa da, muhatablara da aynı kelamla bir kaç cihetle bakması lazım.. Öyle ise, madem ki muhatab beşerdir, yapılan bahs ve edilen söz onun ahvalindendir.. Ve mademki maksat ve meramın hedefi de beşere bunları da fehim edip aklına yerleştirmektir. Elbette Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan beşerin hissiyatiyle memzûc bir üslûbu alıp giyecektir. Bu üslûbun adı ise: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلَهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ dir. Yani: Beşer aklının anlayabileceği bir uslûbla, beşerin seviyesine inmektir ki; "Tenezzül-ü İlahî" denilir. Bu ise, beşerin zihnini ünsiyetlendirme, alıştırma hikmetidir. Hey arkadaş! acaba sen bir çocukla konuştuğun zaman, kendinin çocuklaştığını görmiyecek misin?!

[s61] Eğer desen: Eşyanın hakirlik ve hasisliği, kudretin azametine ve kelamın nezihliğine münafîlik gösteriyor?

Sana cevaben denilir: Hakirlik, hasislik, çirkinlik ve benzeri şeyler, eşyanın yalnız mülk yüzüne bakan ve bize nazır olan vecihlerine ve bizim de sathî ve tebaî olan nazar ve bakış vaziyetimize göredir. İşte bu cihette, zâhirî sebepler araya perde olarak konulmuş ki, azametin tenzihini korumuş olsunlar. Amma eşyanın melekûtiyet cihetine bakılabildiğinde, hepsinin ve herşeyin mahiyet ve iç yüzü şeffaf, parlak ve âli olduğu görülecektir.. Ve bu cihet, kudretin taallukuna mahall olduğu gibi, bu taalluktan hiç bir şeyin harice çıkamadığı anlaşılıp bilinecektir. İşte nasılki, zâhirde sebeblerin vaz'edilmesini azamet iktiza ediyorsa; onun gibi, Vahdet ve izzet dahi kudretin herşeye şümulünü ve kelamın da özellikle (Kelâm-ı Kadîm olan Kur'anın da) bütün bunları ihata eylemesini istilzam etmektedir.

Evet, bir zerrenin üzerinde atom zerratıyla yazılmış bir Kur'an, sema sahifesinde yıldızlar mürekkebiyle yazılan bir Kur'andan daha az cezaletli değildir. Hem bir sineğin hilkati, san'atça bir filin yaradılışından daha aşağı değildir. İşte aynen Kelâm-ı Kadîm dahi (Kelâmullah) aynen kudret gibi olup, herşeye öyle taalluk eylemektedir.

[s62] Eğer desen: Şu zâhirî hakaret, ne için bu temsildekilere raci' ve aid oluyor.?

Cevaben sana denilir: O hakaret, temsil ile hali ta'rif edilen şeye aid olup, temsilin kendisine aid değildir. Buna göre, temsili yapılan şey, meseleye tatbiki iyi gelirse ve ona uygun ve güzel düşse, temsil de ona göre güzelleşir, kelamın derecesi de o nisbette yükselir, belagatın nizamı da yücelir. Görmez misin ki; padişah, kendi raiyetinden bir şahsa layık ve münasib bir elbise bahşedip verdiği gibi; bir kelbe de iştihasına münasib bir kemiği atar. Ve hakeza ilh... İşte padişah'ın bu davranışı için denilemez ki; padişah bid'atlı bir iş yaptı. Belki o, her şeyin layık ve münasibine göre, yerine vaz'etmekle, iyi ve güzel bir iş yaptı denilir. Öyle de: Temsil getirilen şey, ne kadar hakir ise, getirilen misâli de o nisbette hakir ve aşağı olur. Ve o şey ne kadar azim ise, misâli de ona göre azim olur. Mesela: Putlar en edna şeyler olduğu için; Cenab-ı Hak da onların başına sinekleri musallat kılmış... Sanemlere yapılan ibadet dahi eşyanın en ehveni, en küçüğü olduğundan; Cenab-ı Allah Ankebût'un (örümceğin) dokuduğu çadır evini, o putlara ünvan olarak göstermiştir.

Mugalataların Üçüncüsü[]

[s63] Diyorlar ki: Hakikati izhar eylemekten acizliğe îma eden şu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır.?

Elcevap: Tenzilin inzalinden maksad, cumhurun irşâdıdır. Cumhur ise avamdır. Avam da, hakaik-i mahzayı ve mücerredat-ı sırfayı, mütehayyelatlarından çıplak bir tarzda göremiyorlar, göremezler. Bu yüzden Cenab-ı Hak lütf u ihsanıyla o gibi hakikatlara me'lüfatlarının libaslarını giydirmiş ki; müteşabihâtın sırrı içinde -işitip öğrendiğin gibi- alışkanlıkları o müteşabihatla iyi geçinsin ve onlara aşinalık peyda etsin.

Cümleler arasındaki münasebet[]

(Güzel bir tefsirdir / İlk matbu' nüsha)

Şimdi âyetin cümlelerinin yek-diğerleriyle olan nazm ve diziliş ahengine geçiyoruz:

İşte bilmiş olasın ki; اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi, muarızlardan gelen müteselsil itirazlara bir redd ve tard cevabıdır. Güya ki muarızlar diyor: "Allah'ın beşer ile mükalemesinde ne gibi bir hikmet vardır?

Hem beşere bu kadar itab eylemesinde ve ondan bu derece şikâyet etmesinde hangi ma'nâ ve hikmet bulunur?

Zira bu gibi şikâyet ve itablar, insanın da şu alemde müstakil ve kendi basma bir tasarrufa sahib olduğuna bir alamet olduğunu gösterir?.

Hususan insanlar arasında cereyan eden muhavere tarzında olması da, beşerin kelamı olduğuna alamettir?

Ve bahusus şunun gibi bir kelamın arkasında bir insanın timsaline işaret var?

Hele hele bilhassa Kur'anın böylesi tasvir ve temsillere el atması, hakikati olduğu gibi izhar eylemekten âciz olduğunu göstermektedir?

Ve bahusus getirilen temsiller, âdî ve basit olmalarından, mütekellimin zihin inhisarlığını, darlığını gösterir? Ve billhassa böyle hakir şeyler ve âdî işlerden temsiller getirilmesi ise, mütekellimin hafifliğinin alametidir.?

Hem hususan o gibi temsillerin getirilmesine mecburiyet olmadığı ve onun terki daha evlâ olduğu halde, (musırrane) o temsillerin getirilmiş olması; ve bahusus temsil ile bahsi yapılan o şeylerden ehl-i izzetin haya eylediği şeyler olduğu halde; ve lasiyyema onları bahse medar eden ve temsillerini getiren kimse, eğer azamet ve celal sahibi ise?!.

İşte Kur'an-ı Hakîm, baştan sona kadar şu müteselsil suallerin hedmi için: اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِى diyerek, tek bir darbe ile cevaplıyarak yıkıp geçmiştir. Evet, çünkü eşyanın melekûtiyet cihetleri azamet ve celalin taallukuna münafî olmadığı için; elbetteki zâhirî hasaset ve hakaretlerinden onları terketmez, ihmal etmez. Zira ki ulûhiyet öylesi bir taalluku, alakalanmayı iktiza eyler. Öyle ise, insanlar arasında hakir ve aşağı sayılan ma’nâ ve mefhûm için, elbette hakir gibi görünen şeylerle misâller verilecektir. Zira mütekellim olan Zat-ı Hak Teala'nın hikmeti sırr-ı belâgatle birlikte, bunu böyle iktiza eder. Hem terbiye ve irşâdın sırrına muvafık olarak, âdî gibi görünen temsilatın zikreylenmesi yerince olduğundan; inâyet-i İlahiye, tenezzülat-ı İlahiye ile beraber iktiza eylerler ki; hakikatları temsillerle tasvir etsinler.. Ve buna göre, Rububiyet-i İlahiye, terbiyenin iktizasıyla beşerin birbirleriyle konuştukları tarz gibi bir muhavere üslûbunu ihtiyar edecektir.. Ve binnetice: Rububiyet-i İlahiyenin nizam-ı âlem ile olan tasarruf ve münasebetinin muktezaları itibarıyla, beşerle olan konuşmasında elbette beşer lisânı ile olması zarurî olacaktır.

Velhasıl: Cenab-ı Hak Teâla, vaktaki, hikmeti iktizasıyla insanda bir cüz-ü ihtiyarî bıraktı, tevdi' eyledi... Ve o cüz-ü ihtiyarîyi fiiller alemine masdar kıldı. Elbette o fiiller aleminin düzen ve nizamı için kelamını (yani, Kur'an ve sair semavî kitaplar vasıtasıyla) insanlara gönderecek ve göndermiştir.

فَاَمَّا الَّذِينَ اۤمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ cümlesinin nazmı da şöyledir: Madem bundan evvelki cümlede müddeayı dile getirmiş, bu cümle ilede, o müddeanın delilinin yoluna işaret eylemiştir. Bunun yanında etrafdaki evham ve vesveseleri de defetme vechine de remz ve îmada bulunmuştur. Yani: İman nazarıyla eşyaya bakan ve Allahû Tealâ canibinden ve Kudreti cihetinden nazar eyliyen kimse; elbette onun Hikmetini, İnâyetini ve Rububiyetini göz önünde bulunduracak ve katiyyen bilecektir ki; Allah û Zülcelal'in Kur'anında zikreylediği ve (hakikatları tefhim için) getirmiş olduğu şu temsilât, hak ve mahz-ı hikmet ve ayn-ı belagattırlar diyecektir.

Amma kendi nefsinin aşağılık haleti canibinden ve mümkünatın kendi vaziyetleri cihetinden nazar edip düşünenleri ise, hiç şüphesizdir ki; evhamlar onları havalandırıp, (tehlike ve mehlekelere) doğru uçurup götürecektir.

İmanlı nazar sahibi ile, nefsin hevasına kapılmış kimsenin meselleri şöyle iki şahsın misâline benzer ki; alt taraftan doğru başlayıp yukarıya doğru çıkıyorlar, gelen su kanallarını ve suların evsafını (tatlılık ve acılık vasıflarını) kontrol için gidiyorlar. Bu iki şahıstan birisi çıkıyor, pınarın başını, kaynağını buluyor, gidip suyunu tadıyor ve anlıyor ki; suyun tamamı tatlı sudur. İşte bu adam, akan suların menba'ını bulup, içip tattıktan sonra, aynı o pınardan teşaûb etmiş, ayrılmış cetvellerin teferruatından olan parçalara rastladığında, zaif bir emare ile dahi olsa, düşünür ve anlar ki; o da aynı tatlı sudur. Onun bu halinde evhamların en kuvvetlisi dahi onu şaşırtmaya gücü yetmiyor.

Amma ikinci adam ise, pınarın başını bulmak, suların kaynağını görmek için; aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru inmeye başlıyor; teferruatların canibinden suları kontrol etmeye çalışıyor. O vaziyette pınarın başını ve menba'ını göremediği için pınardan ayrılan cetvellerin tek tek her birisinden akan her bir parça suyun, kat'î delil ile tatlı olduğunu öğrenmeye ve bilmeye İhtiyaç duyuyor. Bu vaziyette en edna bir vehim dahi onu şübhelerin içine yuvarlandırmaya yetiyor.

İkinci bir misâl: İki şahsın ortasında bir ayine vardır. Bu iki şahıstan birisi, o ayinenin şeffaf yüzüne, diğeri de onun renkli yüzüne bakıyor gibidirler.

Velhasıl: Sanat-ı İlahiyeye bakıldığında, Cenab-ı Hak Tealâ canibinden bakarak; O'nun inâyetini, Rububiyetini birlikte mülahazaya almak ve nazar eylemek gerek. Bu nazar ise, ancak imanın nuru ile olabilir. Böylesi bir nazara, evhamların en kavileri dahi örümcek ağı gibi de olamaz ve bir kıymet ifade etmezler. Amma eğer masnu'ât-ı İlahiyeye mümkünât cihetinden bakıp, müşteri nazarı ile ve kendi cüz'î fikri ile nazar ederse, zaif ve sönük evhamlar dahi onun gözünde kuvvetli görünüp, hakikati perdeleyip göstermez. Nasılki bir sineğin kanadı göze perde olduğu zaman, koskoca Cûdî dağını bile görmesine mâni' olur.

Amma وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللهُ بِهَذَا مَثَلاً cümlesinin nazmı ise şöyledir: Vakta ki Kur'an, üstteki cümlede temsilatın üslûbündaki hikmeti anlama yolunu gösterdi, ki o da Vacib-ül Vücûd Hak Teâlanın canibinden nûr-u iman ile eşyaya nazar eylemektir. Bu cümlede ise, karşı tarafta, evham ve şüphelerin içinde çırpınma menşeinin yolunu beyan eylemiştir. Yani: Küfrün karanlığıyla kendi nefsi tarafından baktığında ona herşeyi karanlıklı tasvir ettirdiği gibi; kalbinin maraziyle de en hafif bir vehm dahi ağırlık vermekte ve daha sonra hak yoldan sapmakta, saptırmaktadır. Bu bedbaht hale giriftarlığın ötesinde de tereddütler geçirmeye başlar ve kendi kendine istifhamlı suallere şûrû' eyler. Nihâyet -Eliyazübillah- inkâra kalkışır.İşte Kur'an-ı Hakîm bu makamda onların inkârlı istifhamlarına işaret ederek, îcazlı bir tarzda ve kinaye tarîki ile, zâhir nazara göre sabık cümleye mutabık gelen لاَ يَعْلَمُونَ ye bedel مَاذَا اَرَادَ اللهُ بِهذَا مَثَلاً kavlini irad buyurmuştur. Zira, önceki cümlede فَيَقُولُونَ kelamı olduğu için, zâhirde buna uygun olanı لاَ يَعْلَمُونَ gibi bir şey idi. Lâkin Kur'an-ı Hakîm مَاذَا اَرَادَ اللهُ dedi.

Amma يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا cümlesinin nazm ve diziliş vaziyeti ise; muarızların istifhamlarının suretine bir cevap olduğu için, bu cümlenin son derece îcazlılığından dolayı, gaye ve âkibet ille-i gaiyye menzilesine inmiştir. Güya ki muarızlar soruyor, diyorlar ki: Bu ne için böyle olmuş? Ve neden Kur'anın i'cazı bedihî bir tarzda zâhir olmamış? Ve ne için Kur'an'ın Kelamullah olduğu zarurî olarak hemen bilinmiyor? Ve ne için getirmiş olduğu benzeri misâller sebebiyle evhamlara ma'rez ve hedef olmuştur?!

İşte bütün bu suallere Kur'an-ı Hakîm: يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا kavliyle cevap vermiştir. Yani: Kim ki onda nur-u imanla tefekkür eylerse, onun nuru parlayacak ve parlasın, ziyadeleşsin..Ve kim ki onu küfrün zulmeti ve tenkidi ile tefekküre alırsa, zulmeti daha da artacak ve artsın. Hem bunun böyle olmasının sebebi ise; nazarî bırakılıp, bedihî olmaması hikmetidir. Hem tâ ki bununla; safî ve ulvî ruhlar, bulanık ve süflî ruhlardan tefrik edilsin. Hem tâ ki, bununla; yüksek istidatların neşv ü nema ile, habis isti'datlardan temyiz edilsin. Ve keza tâ ki, bununla sahih ve sağlam fıtratlar mücahede ve içtihad ile; tefessüh etmiş bozuk fıtratlardan temayüz edip ayrılmak içindir. Bu ise, beşer imtihanının istilzam eylediği hal ve keyfiyet içindir. O dahi ibtila ve imtihanın sırrı böyle iktiza eylediği içindir. Bu dahi teklifin sırrı olan beşerin tekmili ile, onun saadetine giden yolun böyle istilzam ettiği içindir. Demekki; tenzil burada îcazlı cevab vermeyi -bu hikmetler için- ihtiyar eylediği anlaşılmaktadır.

[s64] Eğer desen: "Teklif, beşer'in saadetini temin etmek içindir" demiştin. Halbuki bakıyoruz; teklif, ekseriyetin şekavete düşmesine sebeb olmaktadır. Eğer şu teklif hadisesi olmamış olsaydı, beşeriyet aleminde cereyan eden şu tefavütler (çeşitli mertebe ve derecelerdeki değişiklikler) bu dereceye varamıyacaktı..?

Cevaben sana denilir: Cenab-ı Hak Teâla, vaktaki insanın cüz-ü ihtiyarîsine teklifi teklif eylediği gibi; bu teklifi dahi beşerin ruhunda vedia bırakılan gayr-ı mahsur istidat tohumlarını sulayarak yeşerilmesine sebep kılmıştır.

Eğer teklif hadisesi olmamış olsaydı; o istidat çekirdekleri, tohum ve daneleri kuru bir halde kalarak bozulup gidecekti. İşte bu hale göre; eğer sen nafiz bir nazarla beşerin ahvalinde bir teemmül edebilsen, göreceksin ki; ruhun bütün manevî terakkileri ve vicdanların umum ilahî tekemmülleri ve aklın tam olgunlaşması ve keza, akılların içinde hayrete düştüğü fikir terakkîlerinin semere verdiği hal ve vaziyetleri, tamamen teklif ile meydana gelmiş olduğunu göreceksin.. Ve bütün bu tekemmül ve terakkiler dahi ancak Peygamberlerin bi'seti ve gönderilmeleriyle beşer ikaz edilip neşv ü nemaya hazırlatılmış ve Şeriatlarıyla aşılanmış, sonra semavî dinlerden ilham alarak gelişmişlerdir.

İşte eğer bunlar, (İlahî teklif, bi'set-i enbiya ve getirdikleri şeriatlar) olmamış olsaydı; kat'iyyen şu insan, bir hayvan olarak kalacak ve bütün bu vicdanî kemalat ve o ahlakî mehasin hiçliğe düşüp ademe gidecekti. Lâkin beşerin az bir kısmı da olsa, kendi ihtiyarlarıyla ilahî teklifi kabul ile karşılamaları neticesinde; şahsî saadetler, mutluluklar kazandıkları gibi; nev'i olan beşerin saadetine de sebeb olmuşlardır. Amma beşerin kemiyet itibarıyla ekseriyeti her ne kadar kalbleriyle küfre girmiş oldularsa da ve bunda kendi ihtiyarlarıyla saplanıp kalmışlarsa da; lâkin kâfirin her bir hali kâfir olmadığı gibi, bütün sıfat ve ahlakları da koyu bir küfür içinde olmadığından; bi'set-i Enbiya sebebiyle, vicdanî hissiyatları îkaz edilmiş, ahlakî seciyeleri de Peygamberlik müessesesi vasıtasıyla -kısmende olsa- uyandırılmış; ve Enbiyanın getirmiş oldukları şeriatlarını birbirlerinden işitmiş; ve peygamberlerin iz ve eserlerini, ahvallerini birbirinden duyarak bir derece tanımış olmaları ile; teklifin bazı nev'ilerini -böylece ıztırarî bir tarzda da olsa- bir cihette kabul etmişlerdir denilebilir.

[s65] Eğer desen: Ekseriyetin şekaveti yanında, az bir kısmın saadeti, nasıl nev'in de saadete mazhariyeti hasıl olmuş sayılsın da, şeriatın gelmesi rahmet olmuştur denilsin.? Halbuki nev'in saadeti ise, o nev'in tamamına veya ekserisine baktığı zaman saadet olabilir.?

Cevaben sana denilir: Senin yüz yumurtan bulunsa ve bunları bir kuşun altına koyarak kuluçkaya yatırsan; o yüz yumurtadan yirmisi civciv çıksa, sekseni de bozulsa, acaba demiyecekmisin ki; Şu kuş nev'i bu muamele ile tekemmül eyledi?!. Evet çünki, yirmi kuşun hayata geçmesi, bin yumurtaya bedeldir. Veyahut senin yüz dane çekirdeğin bulunsa, bunları sen toprak altına verip sulasan; o yüz çekirdekten yirmisi mükemmel ağaç olsalar, sekseni de tefessüh edip çürüse; demiyecek misin ki, bunlara su vermek, ağaç nev'ine saadet oldu.

Veyahut, bir madenin bulunsa; ateşi ona musallat etsen; o madenin beşten biri safîleşerek altun olsa, geri kalanı da kömür ve duman olsa; acaba o ateşi ona vermek, o madenin sebeb-i kemali ve saadeti olmıyacak mıdır.?

İşte bu misâllere kıyasen: Hissiyat-ı âliyenin neşvi ve yüce ahlakın nümüvvü ancak mücahede iledir. Eşyanın tekemmülü ise, ancak zıdlarının karşılaşması ve sıkıştırmasiyledir. Aya görmez misin ki; bir hükümet, cihad yaptığı zaman, askerinde, milletinde cesaret hasleti uyanır, nemalanır. Cihadı terk ettiğinde ise, cesaret ve fedakârlık seciyesi söner, müntafî olur. Ve buna göre sen düşün!...

Amma وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ cümlesinin nazm ve dizilişi ise şudur ki; Vaktâ ki Kur'an يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا de bir ibham bıraktı, (Yani: "Onunla bir çokları dalalete gidiyor" ifadesiyle, kimlerin, nasıl ve ne için bir dalalete gideceklerini tayin etmedi, belirsiz bıraktı) Sâmi'in zihni intibaha gelerek, korka korka şunu istifsar edip dedi ki: "O dâllîn güruhu kimlerdir?. Ve dalaletlerine sebeb olan şey nedir?. Hem Kur'anın nurundan, ziyasından nasıl zulmet gelebilir?"

Kur'an-ı Hakîm cevaben dedi ki: Onlar fasıklardır. İdlal de fısklarının cezasıdır. Hem fısk ile ve onun vasıtasıyla nur, tersine döner; fasıka ateş, ziya dahi ona zulmet kesilir. Görmez misin ki güneşin ziyası; maddesi kazûratlı olan şeyleri nasıl kokuşturur, müteaffin kılar.

Amma: اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللَّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ kavliyle; fasıkları böyle detaylı evsaflarıyla tavsif eylemesinin vech-i hikmetine gelince; bu âyet, fıskı keşf ile şerhedip üstünden perdeyi kaldırıp açıklamıştır. Zira fısk, haktan rûcû' edip dönmekliktir ve haddi de tecavüzdür. Hem sağlam ve koruyucu kabuk içinden hurûc edip çıkmadır. Keza fısk, "Akliyye, Gazabiyye ve Şeheviyye" kuvvelerinde ifrat ve tefriti harekete geçiren bir âmildir. İfrat ve tefrit ise, fıtratta mevcûd İlahî ahdler gibi olan delaile karşı isyan ettirmeye sebebtir.. Ve keza kalbî hayatın marazla hastalanmasına iki vesiledirler. İşte bunlara, âyette fıskın ilk sıfatı olarak işaret edilmiştir.. Ve keza, fıskın mezkûr "üç kuvveler"de harekete geçirdiği ifrat ve tefrit ise içtimaî hayata karşı isyanın ve aynı zamanda içtimaî hayatın rabıtalarını ve içtimaî kanunlarını parçalamaya iki tahrikçi amildir. İşte âyette buna "fıskın ikinci sıfatı" diye işaret edilmiştir. Hem yine fıskın tahrik eylediği ifrat ve tefrit; yeryüzü nizamı fesada, bozulmaya varacak kadar bozgunculuk ve ihtilallere sebebtir. İşte, buna da âyette "fıskın üçüncü sıfatı" olarak işaret edilmiştir.

Evet fasık olan şahıs, kuvve-i akliyenin tecavüzü ile itidal sınırından çıktığı için, akaid rabıtasını kırıp bozduğu gibi; koruyucu kabuğu olan ebedî hayatı da kırıp parçalar. Keza, kuvve-i gazabiyenin tecavüzü ile; hayat-ı içtimaiyeyi muhafaza eden nizam ve ahengin kışrını, çerçevesini de parçalar. Hem kuvve-i behimiyyenin tecavüzü ile heva-yı nefse ittiba ile kalbinden, kendi cinsine karşı olan şefkat duygusu dahi zail olur gider. Aynı zamanda, saplanmış olduğu bataklığa sair insanları da ifsad ederek, ona takılıp girmesine vesile olmuş olarak; insan nev'inin zararlara uğramasına ve dünya nizamının fesadına dolayısiyle sebep olmuş olur.

اُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ Cümlesinin nazm ve irtibatı ise; vaktaki Kur'an, fasıkın cinâyetlerini zikreyliyerek onunla terhib eyledi. Bu terhib ve korkutmayı da, fıskın netice ve cezası olan büyük hasaret ile tehdid ederek te'kid eylemiştir tâ ki, bu terhib te'sirli olmuş olsun.Yani: هُمُ الْخَاسِرُونَ ile şöyle dedi: "Onlar ki dünyayı satın alma yolunda, Ahireti satanlar ve Hûda'yı hevaya değişenler, elbetteki büyük hasaret etmişlerdir.

Cümle 1: Allah temsil getirmekten haya etmez...[]

Şimdi de cümle cümle âyet heyetinin nazmına geçiyoruz.

İşte bilmiş ol ki: Kur'an âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri ve vaziyetleri, saatin milleri gibidirler ki, bu miller saniye, dakika ve saatları sayarlar. Mesela saniyeyi sayan şu mil, bir şeyi (yani saniyenin devrini) her isbat ve tesbit ettikçe; öbürü de, yani dakikayı sayan mil dahi, kendi derece ve miktarıyla bunu te'yid etmektedir. Saati sayan mil dahi, kendi nisbeti derecesiyle buna yardım etmektedir. Ve keza bu millerden birisi herhangi bir hareket bir depreniş yapmak istediğinde öbür mil, hemen buna yardımcı olmaktadır. Öyle ki şu vaziyet, aşağıdaki beytin mealini hatırlatır gibi oluyor:

عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

Evet, âyetlerin birbirine ve cümlelerinin ve cümlelerdeki heyetlerinin yekdiğerlerine karşı vaziyeti de, üstteki saat misâline ve beytteki ma’nâya aynen uymaktadır. Ve işte bu sırra binaendir ki: Kur'an'in selasetinin, derece ve mertebesinin ulviyyeti ve nakşının inceliği i'caz mertebesine çıkmıştır.

Amma اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki: Cümlenin başındaki "inne" tahkik için olup tereddüt ve inkârı red etmekdir. Öyle ise, tahkik ma’nâsı ile bu اِنَّ üstte geçen (lasiyyema)ların (Yani: Bir iki sahife kadar üstte يُضِلُّ بِهِ كَثِيرً cümlesinin tefsir ve izahı sadedinde "hususan, ve bilhassa, ve hususiyle" ile ifade edilmiş kısmın) tekrarlandığı vecih üzere, müteselsil olan tereddüd ve istifhamlara işaret etmektedir.

الله Lafz-ı celâli ise; yine az üstte geçmiş, yanlış ve hata bir tarzda uygulanmış olan hatalı kıyasa düşmemek için zihni ikaz etmek içindir.

Amma لاَ يَتْرُكُ ye tercihan لاَ يَسْتَحْيِى yi getirmesi; inkıbaz-ı nefisten ibaret olan haya, (utanmaklık) Cenab-ı Hak hakkında muhal olduğu halde, muhal bir şeyi nefyetmekte de bir faide olmadığına göre; her halde hikmet ve belagat ve benzeri sebeblerden dolayı, temsilin güzelliğinin iktizasına işarettir. Öyle ise, temsil ve meseli terketmek için haya'dan, utanmaktan başka bir illet bulunmamaktadır. Haya ise, Hak Teâla hakkında muhaldir. O halde temsili terk etmek için hiç bir sebeb yoktur. İşte âyet, böylece muarızları en şiddetli, amma aynı zamanda en latif bir ilzam ile susturmuştur.

Ve keza, لاَ يَسْتَحْيِى lafzı, sohbetin müşakelet, benzerliği dolayısıyla (yani Allah'ın kelamındaki muhavere tarzını insanların arasında yapılan sohbete benzeterek,) şu gelen ahmakane sözlerine de remizdir, ki demişler: "Muhammed'in Rabbi, insanlar arasında şu tahkirle karşılanan mahlukların temsilini getirtmekten hiç haya etmiyor mu?"

Amma makama daha münasib gibi görünen مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ ye bedel, "Şu hakir, aşağı şeylerin temsilini getirmesine bedel اَنْ يَضْرِبَ yi getirmesinde latif bir üslûba işaret içindir Şöyle ki: Temsil, tasdik ve isbat için mührün basılması, ya da kıymet ve itibarlık için sikkenin darbedilmesi gibi bir şeydir. Ve bu işaretle evhamı tardetmek üzere, temsilin hadd-i zatında güzel bir şey olduğuna remizdir. Aynı zamanda o işaret içinde bir işaret daha veriyor ki; temsil, istihsan edilmiş, beğenilerek kabul görmüş meşhur ve güzel bir (belagat) yoludur. Zira darb-ı meseller, insanlar arasında yerleşmiş, ma'rûf kaidelerden olmuştur.

Yine, en vecîzi olan ضَرَبَ ye tercihen اَنْ يَضْرِبَ yi getirmesi îmadır ki; itirazın menşei ve kaynağı; sadece temsil olarak getirilen şeyin zahiren hasisliği, basitliğidir. Zira اَنْ يَضْرِبَ nin kelime yapısı itibariyle bağımsızlığı olmadığı için, (yani, kelime olarak belli ve muayyen bir şey'i ifade etmediği için istiklaliyeti yoktur.) Sanki bu kelime latif ve nâzik bir şey olup; maksûd olan şey ona uğrayıp üzerinden geçerek mef’ule (yapılmış fiil ve şeye) gider. Lâkin ضَرَبَ kelimesi ise, bağımsızlığı, yani muayyen bir ma’nâyı ifade eden istiklaliyete sahib olduğu için, güya ki kesif ve katı bir şeydir de, kasd ve garazın önünü kesiyor ve kendisine çekmek için onu durduruyor.

Amma مَثَلاً ise, hissedileni; yani görünüp tutulabilen şeyi bir ma'kul ile ve mevhumu bir muhakkak ile ve gâibdekini hazırdaki ile tasvir eden temsilin hasiyet ve karekterine ima etmek içindir. Bundan da vehimlerin redd ve tardına bakan bir ima vardır. Hem مَثَلاً nin tenvinli tenkiri ise; Medar-ı nazar olan şey, temsilin zatı ve kendisi olduğuna remizdir. Amma temsilin sıfatları ise, makamın tabiatına ve temsil ile gösterilenin haline göre mahmul kılınmıştır.

Amma مَا بَعُوضَةً deki مَا da olan umumîleştirme vaziyeti ise; kaidenin ta'mimine, yani umuma teşmil edilmiş olmasına işarettir. Yani tâ ki, Kur'anca verilmiş olan cevap, sadece itiraz eyledikleri noktaya has kalmış olmasın. Ve tâ ki, temsil ile gösterilen şey, hangi ma’nânın suretini iktiza eyliyorsa, belagat dahi onu istihsân etsin, ters düşmesin!.

Amma بَعُوضَةً ile tahsis edilmiş olması, yani sadece "Baûda" yi (sivrisineği) hâs tarzda zikretmesi ise, bulegaların onu temsil için çokça istimal etmelerine işarettir. İşte misâl için: "Sivrisinekten daha zaiftir." ([1]) ve sivrisinekten daha şiddetli inada sahiptir. Ve "sivrisineğin beynini bana teklif eyledi." Ve "Sivrisineğin beyninden daha çok ender ve nazlıdır." Ve "Sivrisinek hurma ağacına dedi ki: "Beni tut uçacağım." Ve hadisde: "Dünya Allah'ın indinde sivrisinek kadar kıymeti yoktur." ([2]) Ve daha buna göre kıyas eyle! Ayrıca şu sivrisinek temsilinin işaretinde; mu'terizlerin vehimleri ne kadar zaif ve çürük olduğuna da remz vardır.

Amma مَا فَوْقَهَا ile gösterilen ma’nâ ise; "Küçüklükte ondan daha geri.." Veyahut tersiyle: "Küçüklükte ondan üstün", yani daha küçük demektir. Lâkin belâgatin verdiği kıymet ve değerde ise, daha üst ve fevki olanlar, ya da küçüklükte dahi, daha üst olanı demektir. Demek ki مَا فَوْقَهَا küçük olanlar belagatça daha garib, hilkatça daha acîb olduğuna işarettir.

İşte ey aziz! Âyetin cümlelerinin şu gördüğün heyetleri, ipek ipliğin tek-tek telleri gibi iken, içtima' edip birleşmeleri halinde, harika ve güzel bir nakşı izhar eylediğini gör!

Cümle 2: İman edenler bunun rablerinden bir hak olduğunu...[]

Amma

فَاَمَّا الَّذِينَ اۤمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً

cümlesi heyetlerine gelince, bilmiş ol ki; cümlenin başındaki "fa" tefri' içindir. (Yani: Şu'belendirme, dallandırma içindir.) Tefri' ise, şu cümlenin iki şıklı ma’nâyı netice verdiğine zımnî bir delildir. Yani âyet: "Cenab-ı Mütekellim-i Ezelî temsili, darb-ı meseli terketmez. Çünki kelamın belagatı onu öyle ister ve iktiza eyler." Kim ki insaf ile dikkat eylerse, onun beliğ ve hak ve doğru olduğunu ve şeksiz Allah'ın kelamı bulunduğunu bilecek ve anlayacaktır. Amma inadın gözüyle bakanlar ise, o temsilatın hikmetini bilemeyecekler, anlayamıyacaklar ve tereddüt içerisinde kalacaklardır. Bu tereddüt ve şüphelenmenin neticesinde de inkâr kokan sualler soracaklar. Sonra da inkâra yeltenecekler, daha sonra da onu hakir göreceklerdir. İşte bu vaziyet ise, netice veriyor ki mü'min, -çünki insaflıdır- onun Kelamullah olduğunu tasdik eyler, kâfir ise, -çünki inatçıdır- bunda ne gibi bir faide vardır." diyecektir gibi ma’nâlar ifade eyler.

Ve cümlenin başında gelen اَمَّا ise, hükmü koymada bir şartiyye-i lüzûmiyye olduğundan, işaret veriyor ki; müptedaya haber ([3]) lazım ve zarurîdir. Yani فَ müptedasının şanındandır ki, şu اَمَّا gibi bir haberi lüzumlu kılıp getirsin.

Amma اَلْمُوءْمِنِينَ yerine, الَّذِينَ اۤمَنُوا yi irad edip getirmesi, şöyle bir ma’nâya tansis ederek işaret ediyor ki; iman, doğruluk ve objektifliği ile ([4]) ilmin sebebidir. İlim dahi objektifliği ve rasyonelliği ile imanın sebebidir ve imandır. (Yani: İman ile ilim birbirinin lazımıdır. Buna binaen denilebilir ki: İlim ile biliyor, amma iman etmiyorsa; o ilim , ilim değil cehalettir. Keza bir çeşit iman ediyor, yani inkar etmiyor, fakat ilim ile imanın hakikatinin ma'rifeti yoksa, o vaziyette cahilane ve amiyane bir iman etmiş demektir ve tam ve gerçek bir iman sayılmaz.)

Amma makama en münasib gibi düşen اَنَّهُ الْبَلِيغُ yerine اَنَّهُ الْحَقُّ nün getirilmesi, ehl-i i'tirazın i'tirazlarının neticesine ve en ahirine bir işarettir. Zira onların hedef-i garazları; Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu nefy etmektir. Bu da maksad ve garazlarının en son neticesidir.

Amma اَنَّهُ الْحَقُّ de yapılan hasr ise, işaret eder ki; Kur'anın getirmiş olduğu bu temsiller, ya da benzeri ifade ve beyanları, muarızların zu'umları hilafına hiç bir zaman belagatça ve akl-ı selimce kötü karşılanma şöyle dursun, hep istihsan edilmiş bir makamda bulunduğuna; ve bir şeyin sadece ayıp ve noksanlardan salim olmakla kemali tesbit edilmiş olmadığına işarettir.

Ve مِنْ رَبِّهِمْ de, onların garaz ve maksatlarının hedefi, Kur'an'ın nüzulünü (Yani Allah tarafından inzal edildiğini) inkâr etmek olduğuna işarettir.

Ve amma وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا deki اَمَّا ise, üstte geçen (yani âyetin önceki kelimelerinin ifadelerinde geçen) ma’nâyı te'kid etmek ve tahkik eyleyip haklılığını kuvvetlendirmek ve fasledip aydınlatmak içindir.

Ve yine: Daha vecîz olan اَلْكَافِرِينَ ye bedel, اَلَّذِينَ كَفَرُوا yi getirmesi ise, -üst tarafta geçtiği üzere- onların Kur'an'ı inkar etmeleri, küfürden gelip küfre gittiğine îma etmek içindir.

Hem yine üstte geçtiği gibi; zâhir olanı فَلاَ يَعْلَمُونَ iken, ona tercihan فَيَقُولُونَ nin getirilmiş olması ise, îcaz yapmak üzere, kinaye yolunu ihtiyar etmek içindir. Yani küfre girmiş olan şahıs, hakikati tanımıyor, bilmiyor. Hakikate karşı cahilliği de tereddüde müncer olmakta, o da gidip inkâra dayanmakta, bu da sonunda istifham suretiyle istihkara varmaktadır. (Yani; meseleyi, hakikati basit, hakir ve aşağı görerek istifhamlı sualler sorarlar.) Hem yine فَيَقُولُونَ de şöyle bir remiz dahi vardır ki; kâfirler kendileri küfrün dalalet bataklığına saplandıkları gibi, aynı zamanda sözleriyle de başkalarını dalalete sürüklüyorlar.

Cümle 3: Onunla çoğunu dalalete düşürür...[]

Amma

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا

cümlesinin heyetleri ise, bilki; tertibin sırasına göre, cümlenin ikinci yarısını başa, öne almak iktiza etmekte idi. (Yani cümlenin son yarısı olan وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا nı başa almak icab ederdi) fakat vaktaki garaz ve maksad, istifhamcı mütereddidlerin ve istihkarcı inkarcıların itirazlarını reddetmektir; o yüzden bu makamda يُضِلُّ tabiri ile başlamak daha ehemmiyetli görülmüştür.

Amma sualin iki münasibi olan (ki فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً Yani: "Allah bu gibi misâl ve temsilleri getirmekle ne istiyor?" sualinin cevabına münasib bulunan) اَلضَلاَلَةَ ve الْهِدَايَةَ iken, bunlardan geçip, fiil-i mudari' suretine intikal olan يُضِلُّ ve يَهْدِى ye geçmesindeki ma’nâ ve sebeb, şöyle işaret veriyor ki: Nuzûl-ü Kur'an arttıkça, yani peyderpey ve yeniden yeniye nüzul edip ziyadeleştikçe; kâfir ve münkirlerin küfrü de , zulmet üstüne zulmet yığılmakta ve gittikçe kesafet peyda etmektedir. Nasılki mü'minin imanı da, Kur'andan her yeni nüzuller oldukça nurun ala-nûr tezayûd edip artmaktadır.. Ve keza يُضِلُّ nun fiil-i müdari'inde -ki hal ve vaziyet itiberiyle istifhamcılara cevap olmakla beraber- iki fırkanın (mü'min ve kâfirin) hallerini beyan etmeye ve bunların sebeb-i hallerini dile getirmeye dair remz vardır.

Amma âyetin bu cümlesinde iki defa كَثِيرًا kelimesinin iradının sebebine gelince; birincisinde kemiyet ve sayı işi vardır. İkincisinde ise, kıymet ve keyfiyet mevzu-u bahistir. Evet, kirâm-ün-nas, insanların kerimleri, faziletlileri sayıca az da olsalar, kıymetçe çokturlar. Demekki cümlenin ikinci yarısında dahi كَثِيرًا ile ibarelendirmesi; Kur'anın varlık ve oluş sırrı beşer için rahmet olduğuna remzetmek içindir, teemmel! (İzahı: Kur'anın Peygambere nüzul etmeye başlamasıyla, insanlarda teklif ve imtihanın mücahedesi başladı. Bu mücahede ile insanların -adedce az da olsa- fıtratlarında olan cevher ve altın madenlerini meydana çıkardı. Eğer bu teklif ve imtihan işi olmamış olsaydı, insanlar işlenmemiş ham madenler halinde kalmış olacaklardı. Demekki Kur'an, beşer için çok çok rahmettir.)

Cümle 4: Ama sadece fasıkları dalalete düşürür[]

Amma

وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ

cümlesinin keyfiyeti ise, bil ki: Vakta üstteki cümlede كَثِيرًا kelimesini zikreyliyerek, ortalıktaki vesvese, korku, tereddüt ve Kur'anda eksiklik var gibi töhmetleri def'eyledi.

Yani كَثِيرًا kelimesiyle: "Acaba o dâllinler kimlerdir.?" diye olan istifhamı açıklayarak ortaya koydu. Bunun yanında, dalaletin menşei, onların kendi fıskları, bozuklukları olduğunu ve bu bozukluğun sebebi de, kendi kesbleri olduğunu ve sonunda oluşan neticenin kusurluluğu da kendilerine ait olup Kur'andan olmadığını; ve dalaletin halk ve icadı da fiillerinin cezası olduğunu izah ile beyan eylemiş oldu.

Hem sonra şunu da bil ki: Sabık cümlelerin her biri, kendi sabıkının keşşafı olduğu gibi; (Yani her birisi, üstteki cümleleri tazammun eyledikleri ma’nâları keşfedip açtıkları gibi) aynı zamanda ona lahik olacak, yani sonra gelip ona eklenecek cümlelerin de müfessiridirler. Böylece her bir cümle, adeta sabıkının delili, lahikinin de neticesidirler.

Bunun izahı şöyledir ki: Cümlelerin mecmu'unda, ya da bunların her birisinde iki ma’nâ silsilesi bulunmaktadır.

Birinci Silsile: Şöyledir ki; Cenab-ı Allah bu temsilleri getirmekten haya etmez. Zira belagat ve kaideliğin iktizası onları icabettirir, öyle ise onları terketmez, edemez. Çünki o temsillerin getirilişi beliğ bir iş olup yerincedir. Zira onlarla ifade edilen ma’nâ hak olup, Allah'ın kelamıdır da. İşte mü'min kimseler, bunun böyle olduğunu biliyorlar.

İkinci Ma’nâ Silsilesi: Cenab-ı Hak, münkirlerin iddialarına ehemmiyet verip de temsilleri getirmekten utanmaz. Zira onlar: "O temsillerin terki lazımdır" diyorlarmış... O halde, onlar temsilatın hikmetini bilememektedirler. Çünki onlar: "Bu temsiller'in getirilmesinde ne gibi bir faide vardır." diyorlar.

Hem çünki onlar onu, (Kur'anı veya Kur'andaki temsilleri) inkâr ediyorlar. Zira temsil için getirilen şeyi (sinek gibi mahlukları) hakir görüyorlar. Hem çünkü, onlar bu temsilatı işitmekle dalalete düşüyorlar. Ve onların düştükleri bu dalaletlerine Kur'an da hükmeylemiştir. Hem çünkü onlar kendi koruyucu kabukları içerisinde tefessüh ederek bozulup dışarı atılmışlardır. Hem çünkü onlar, Allah ile yapmış oldukları ahdlerini nakzeylediler. Hem çünkü onlar, hem teşriî hem de tekvini kanunları ile muttasıl olan ahenk ve nizam-ı âlemi kırıp yırtmışlar, yırtıyorlar. Hem çünkü onlar, yeryüzünde carî olan İlahî nizamı bozuyorlar. Öyle ise: Onlar hiç şübhesiz dünyada vicdan ıztırabını, kalb sıkıntısını ve ruh ürküntüsünü çekerek hasaret etmiş kimselerdir. Ahirette de ebedî azab ile ve Allah'ın gazabına uğramakla hasarete düşeceklerdir. İşte sen gel, iki silsilenin selasetinde, akıcılığında bir düşün, teemmül et ve dikkat buyur!([5])

Cümle 5: Onlar ahdlerini bozarlar...[]

Amma

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ

cümlesi heyetlerine gelince bilmiş ol ki: Kur'an-ı Hakîm kendi sırr-ı i'cazı ve nazm-ı belagatı içerisinde olarak; bu makamda yaptığı şu tavsifat ile; müteşekkik bulunan fasıkları bu tarzda tavsif eylemesinde, elbette çok latif ve pek yüksek bir münasebet için olabilir. Evet, güya ki Kur'an-ı Hakîm diyor: Kur'an-ı ekber olan kâinatın i'cazını göremeyen fasıklardan uzak değildir ki; nazm-ı Kur'an'ın icazında dahi tereddüd edip cahillik yapsınlar!. Evet onlar, kâinatın nizamını tesadüfi bir şey, semeredar tahavvülatını da rastgele bir abes gördükleri için; ondaki hikmetler, ruhlarının fesadından dolayı, kendilerinden tesettür eyleyip saklandığı gibi; sakîm, hastalıklı fıtratlarıyla da ve bozuk olan tehevvüsleri ile dahi, Kur'anın mu'ciz olan nazmını ve inci gibi dizilişini müşevveş, mukaddematını semeresiz ve neticesiz, meyve ve semerelerini de acı ve tatsız görmüşler ve görüyorlar.

Amma يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ cümlesinde ise, nakz-ı ahdi, yani ahd ve peymanı bozma, ön planda ele alınmıştır. Nakz'ın lügat ma’nâsı: Urganın iplik tellerini birbirinden ayırıp kesmek ve parçalamak olduğu için, bu ma’nâ ise, âlî bir üslûba şöyle işaret etmektedir ki; güya Allah'ın ahdi, (Allah'a yapılmış,verilmiş söz) nuranî bir halattır, bir urgandır da; o urganın iplik telleri de hikmet, inâyet ve Meişet-i İlahiyye ile örülmüş ve birbirleriyle sarmaş olmuş tarzda; ezelden uzayıp gelmiş, tâ ebedle ittisal edinceye kadar da gidecektir. İşte bu ahd ve peyman-ı İlahî, kâinatta umumî nizam suretinde tecelli etmiş ve o umumî nizamın silsilesinin zincir halkaları mahlukatın nevilerine gönderilmiş, takılmıştır. Fakat o silsilenin en ehemmiyetli tarafı ve kökü nev-i beşere uzatılarak takılmış olduğundan; beşerin ruhunda istidad ve kabiliyetlerin tohumunu miras bırakarak semere vermiştir.. Ve o istidad ve kabiliyet çekirdekleri de, teşri'î emr ile, yani naklî delillerle ta'dil edilmiş olan cüz-i ihtiyarîsi sulanarak çiçekler açmıştır. İşte ahde vefa ise, bu istidadların hikmet-i vaz'ları doğrultusunda sarfedilmeleridir. Amma ahdi nakzatmek ise, bunun hilafı, zıddı ve tefrikidir. (Yani müsbet cihetinden onu ayırıp menfi tarafa çevrilmesidir.)

Mesela: Bazı peygamberlere iman edip, diğer bazılarını tekzib eylemek .. Ve ahkâm-ı İlahiyenin bir kısmını kabul, bir bölümünü de reddetmek.. Ve Kur'anın bazı âyetlerini güzel görüp, bazılarının inkarını yapmak gibi davranışlar.. Evet nakz-ı ahd ise, misâllerde verilmiş olduğu üzere nizamı, nazmı ve intizamı ihlal eylemektir.

Amma وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ cümlesi tahliline gelince, bilmiş ol ki: Bu cümle-i âyette bahsedilen مَا اَمَرَ اللهُ ise, yani Allah'ın emreylemiş olduğu husus; hem teşri'î emre, hem de tekvinî emre âmm ve şamildir. Bu da fıtrî kanunlarda ve İlahî adetler içerisinde yerleştirilmiş olan emirdir. Yani, fıtrattaki nizam ve muvazenedir. İşte şer’an de onunla (o emirle) bitişmek ve onunla muvassalat içerisinde olmak,yani onunla uyum içinde olmak emredilmişken; kalkıp bunu kırmak ve muvasalayı kesmek ve bozmak ise,sila-ı rahmi kesmek ve mü'minlerin kalpleri biribirinden soğuyup kopmak gibidir.. Ve daha sen bu kıyas üzere sair şeyleri işleyebilirsin.

Buna göre, ahdi nakzetme, yani kat'etme ve koparıp kesme işini tekvinî alemde eğer tatbikini yaparsak, şöyle olabilir: "Ameli ilimden kat'eylemek., zekadan ilmi kesmek., isti'daddan zekayı koparmak., akıldan ma'rifetullahı kat'eylemek.. kuvvetten sa'y ve gayreti kesmek., cesaretten cihadı koparmak ve hakeza... gibidir. Evet, kuvvetin insana verilmesi, tekvinî bir emr-i manevîdir ki: "Çalış!" demektir. Zekanın verilmesi, "İlmi elde et!" diye emr-i manevîsidir. İlh...

Amma وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ cümlesinin izahı da şöyledir ki; mahiyeti, ruhu fesada ve bozukluğa uğramış ve binnetice fısk ü fücur bataklığına saplanmış kimseler isterler ki; kendileri gibi bataklığa takılmış arkadaşları bulunsun. Tâ ki o dehşetli hal, az da olsa kendilerinden hafiflensin. Nasıl ki bu hususta bazıları tarafından denilmiş ki: "Beliyyeler umûmileştiği zaman, hoş karşılanır" ile kendilerini avutur, dururlar.

Hem bir fasıkın kalbine bir ihtilal, tahrib, bozmak, fesad ve karıştırıcılık hissi ve melekesi düştüğü zaman, artık onun kalbindeki kemalat yıkılmağa ve bozulmaya yüz tutmaya başlar. Yüksek düşünceler ve âlî hisler de sukuta ve alçalmaya yönelirler. İşte o zaman öylesi bir şahsın kalbinde hep yıkma, bozma ve kırma meyli doğmaya yüz tutar. Bu halin neticesinde de; artık o şahısta, hep tahrib ve yıkmakta lezzet arama hali hasıl olduğu gibi; fesad, bozma ve ihtilalin içindeki menhus lezzetle tatmin olmaya çalışır.

[s66] Eğer desen: Âyet cümlesinde فِى اْلاَرْضِ lafzıyla işaret edilmiş olan ma’nâsıyla; umum yeryüzüne sirâyetini gösteriyor. Acaba bir fasıkın fesadının, nasıl oluyor da umum yer yüzünde tesirli olabiliyor?

Cevaben sana denilir: Bir şeyde mizan ve intizam varsa, onda her halde muvazene ve ölçülülük bulunacaktır. Hatta "nizam, muvazenenin üstünde mebnî ve kaimdir" denilir. Evet, bir makinanın çark ve dolapları arasına basit ve hakir ve değersiz bir şeyin girmesi ve takılmasıyla; makine hissetmese dahi, müteessir olacağı; hem bir mizanın (terazinin) iki kefesinde birer dağ bulunsa, ceviz gibi küçük ve hafif bir şeyin bir tarafına ilave edilmesiyle müteessir olduğu misillü, nizam ve mizan gibi sair şeyler de bunun gibidirler.

Cümle 6: Onlar hüsrana uğramışlardır[]

Amma

اُولۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

cümlesi ise, bilki: Burada ibarenin hakkı: هم خاسرون في عدم الهداية به dir. Yani: Onlar fesad ve bozukluk yü-zünden, hidâyette zarar ve hasarete uğradılar. Demek ki اُولۤئِكَ ile beraber هُمْ lafzı da kullanılması ve هُمْ ile الْخَاسِرُونَ yi tarif etme vaziyeti ve hasaret edenleri itlak eyleyip umumîlikte bırakması, şu gelen bir takım nükteler içindir.

İşte اُولۤئِكَ nin getirilmesi, hissedilen (bilinen, görülen şey) şeyin hazır bulundurulması içindir. Öyle ise, اُولۤئِكَ den müstefad olan ihzar, hazıra getirme hali ise, işaret eder ki; dinleyici olan kimse, fasıkların habis ve pis hallerini işittiği zaman, onlara karşı bir hiddet ve kalbinde onlardan nefret duyması gerek.. İşte bu dinleyicimiz nefretini tatmin etmek, öfke ve hiddetini gidermek için, ister ki; hasarette batmış o şahısları kendi hayali önünde hazır bulundursun da, vehîm akibetle burun buruna gelmiş olan hallerini müşahade eylesin.Hem اُولۤئِكَ deki mahsusiyet (hissedilmişlik) dahi, fasıkların rezil evsafına işarettir ki, bu vasıfları, (hasarette batma vasfı) o derece kabarmış ve çoğalmış ki; adeta nefret hissinin gözü önünde cisimleşmiş, hatta neredeyse elle tutulur hale gelmiştir. Bu işaretten de, aleyhlerindeki hükmün (hasırlardır diye olan hük-mün) illeti de, giriftar oldukları hasaretin kendisi olduğuna îma etmektedir. (Yani o derece bilerek ve istiyerek bu hasarete girmişlerdir ki, sebeb ve illeti hasaretin kendisi olmuş.)

Keza اُولۤئِكَ deki bu'diyet, (ha! işte onlar) ile gösterilen uzaklık hali) işaret ediyor ki; o hasır fasıklar, hak yoldan o derece uzaklaşmışlardır ki artık geriye dönemiyecek bir raddeye varmışlardır. Öyle ise, peşimanlık pazarında ve geriye rücu' mesafesinde bulunabilenlerin hilafına olarak; bu haşirler zemm ve tahkire müstehak olmuşlar ve olmaktadırlar.

Hem cümledeki هُمْ lafzı ise, hasaretin kendilerine münhasır bulunduğuna ve hatta mü'minlerin dünyevî bazı lezzetler yolunda uğrayabildikleri bir takım hasaretler, onlarınkine nisbeten ve hakikî ma’nâda hasaret olmadığına işarettir. Hem yine ehl-i dünyanın ticaretlerinde ettikleri zarar ve hasaretleri de bunların hasaretlerine göre bir hasaret sayılmamaktadır.

Ve الْخَاسِرُونَ nin ال i Elif-Lamı ise, hakikati tasvir etmeye, ettirmeye işarettir. Yani: Hakikî hasaretin ve hasaret edenlerin ne olduğunu ve nasıl olacağını görmek isteyenler; işte gelsinler bunlara baksınlar.

Hem yine bu "Elif-Lam" ima ediyor ki: Onların mesleği, başka hasaretlerde olduğu gibi çoğu kısmı zarar olup, içinde bazı menfaat yanları bulunan cinsten de değildir. Belki sırf ve hepten hasaret ve ziyandır. Buna göre; burada "Lam-ı tarif ile yapılan tanıtma, hasaretin kemal derecesi, ya da apaçıklığı veya da hakikati olduğu gibi tasvir içindir.

Amma âyetin hasareti mutlak bırakması, (yani hangi iş ve fiilde hasaret etmişler belirtmemesi veya o hasaretin ne olduğunu tayin etmemesi) hitabı olan şu makamın yardımı ile; o hasaretin umum hasaret çeşitleri olduğuna işarettir. Yani ki onlar: Ahdi nakz edip bozduklarından, hasaret etmişlerdir. Sıla-ı rahmi kat' ettikleri için, hasaret etmişlerdir. Islah ve tamir yerine ifsad edip, fesad çıkarmakla, hasaret etmişlerdir. İman etme yerine küfür ve inkara gittikleri için, hasaret etmişlerdir. Ve şekavetle fısk u fücura inhimak ettikleri için saadet-i ebediyeyi elden kaçırdıkları için, hasaret etmişlerdir.

Önceki Risale: Bakara 25: Cennet Bahsiİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 28: Yeniden Yaratılış: Sonraki Risale

  1. Cemheret-ül Emsal, Askerî 2/ 30 ve 2/ 33 –Mütercim-
  2. Bu hadisin bir çok mehazları için bak: R.N.Kaynaklan 2. baskı s: 400, sıra no:73 -Mütercim-
  3. Bir not: Mübteda ile haber şöyle ta'rif edilebilir: Mesela "Ahmet gitti" mübteda olsa, (yani ki, bir meselenin anlatılmasına başlama demektir) onun haberi, yani; tamamlıyanın devamı gelmesi lazımdır, ki o da : "Nereye?" diye mukadder bir sual belirir. Cevabı: "Çarşıya!" denilir. Böylece cümlenin tamamı: "Ahmet gitti çarşıya" olur. -Mütercim-
  4. Bir not: Bu tefsir ve izahı, yine acelelikle tefettun edip tam düşünemiyen merhum Iraklı âlim Tahir Eş-Şûşî'nin -az yukarıda da geçtiği tarzda, burada yine: "Neden فَيَعْلَمُونَ kelimesinin tahlili yapılmamış, herhalde unutulmuş" diye vaki' olan itirazı yersiz olduğu zâhir olmuş oluyor. Çünki فَيَعْلَمُونَ nin zâhir metni verilmeden ve الَّذِينَ اۤمَنُوا deyip ilh. İşaretini koymamakla beraber, ma’nâsını tahlil eylemiş olduğu için, havale yapıldığı aşikârdır. Dolayısıyla bir eksiklik mevzu-u bahis değildir. -Mütercim-
  5. İşarat-ül-İ'caz'ın 1918 tarihinde tab'edilmiş nüshası kenarının tam burasında Hz.Müellif, kendi mübarek kalemiyle şöyle Arabî bir cümle yazmışlardır: جزاك الله خيرا لقد احسنت فى فَهْمِ السلسلتين و تفهيمها Yani; Allah sana hayırları mükafat versin ki; şu iki silsilenin anlamasında, anlatmasında pek güzel bir üslup ve bir izah getirmişsin.-Mütercim-
Advertisement