Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Bakara 30: Hilafet-i İnsaniyeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır: Sonraki Risale

وَعَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَوءُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ[]

قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ[]

قَالَ يَا اۤدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ[]

Bakara/31,32,33

Haşiye: İntihabım olmayarak ([1]) ihtiyarsız olarak; adeta umum sözlerin ahirinde şu âyet:

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

bana söylettirilmiştir. Şimdi anlıyorum ki: Tefsirim de şu âyetle hitam ([2]) buluyor. Demek, inşallah bütün sözler hakikî bir tefsirdir.. Ve şu âyetin bahrinden bir cetveldir; en nihâyet yine o denize dökülüyor ki; şu tefsirin hitamında güya her "söz", manen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir ([3]) şu âyeti tefsir ediyorum, bitiremedim; tâ tefsirin ikinci cildini yazayım. -Müellif-

Mukaddime[]

Ey aziz! Bilmiş ol ki: Bu âyet, (yani âyetin beyan eylediği ta'lim-i esma hadisesi) Hz. Ademin (A.S.) belki nev-i beşerin bir mu'cizesidir, ki Melaike ile yaptığı hilafet da'vasındaki mübahese ve muaraza-i imtihanı pek âla derecesiyle kazanmıştır. Demek ki, peygamberlerin Kur'andaki kıssa ve hikayelerinin anlatılmasında muhakkak ki ibret dersleri vardır.

Bunun için ben وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ nin ma’nâsına nazaran; ve Tenzilin getirmiş olduğu delaletler ve tahkikli nüsûsu ile sana ifade-i ma’nâ ve hakaik ettikleri gibi; işarât ve rumuzu ile de bir çok ince ve derin nükteleri de sana öğrettiğine istinaden; Kur'an-ı Muciz-ül Beyanın i'cazının üstadiyetinden ve gösterdiği işaretlerinden fehmediyorum ki ([4]) peygamberlerin hayat hikayelerinde izhar edilen; ve ellerinden zuhur eden mu'cizelerinde gösterilen hususlara beşeri onların nazirelerine, benzerlerine kavuşmak için, yol ve vesilelerini bulmaya teşvik ve teşci' etmektedir. Hem öyle ki; Kur'an o kıssalarla adeta beşerin istikbalde kesbedeceği terakkisinin nihâyet hududuna ulaşmaya medar olacak çalışmaları ile, o mu'cizelerin nazirelerinin, neticelerine ve programlarının ana hatlarına adeta Kur'an parmak basmaktadır. Zira sanat ve teknolojinin üstüne bina eylediği mebadî ve temeller, elbetteki mazide tesis edilmiş esaslardır. Evet, mazî zamanı, müstakbelin ayinesidir.

Hem yine Kur'an, beşerin sırtını adeta teşvik ve teşci' eliyle sıvazlıyor gibi gelecek âyetlerin lisân-ı remziyle diyor ki: Ey beşer! Kalk, o harikaların bazılarına seni ulaştıracak vesileleri elde etmek için, durmadan çalış ve uğraş! Evet, görmez misin ki; saati ve gemiyi en evvel beşere hediye eden mu'cize elidir. Eğer bu mevzûya dair ve ona bakan, işaret eden âyetleri görmek istiyorsan işte bak:

وَ عَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا

Ve

وَلَقَدْ اَتَيْنَا دَاوُدَ مِنَّا فَضْلا يَا جِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيد

Ve

([5])وَلِسُلَيْمَنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ

Ve

فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاك الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا

Ve

تُبْرِىءُ الاَكْمَهَ وَالاَبْرَصَ بِاِذْنِى

gibi âyetler...

Sonra da, beşerin tehaluk-u efkârının çalkalayıp yoğurduğu ve kâinat nizamını konuşturarak dile getirdiği binlerce fenlerden istinbat eylediği sanatlarda teemmül et! O fenlerden her birisi hasiyetleri, sıfatları ve isimleriyle kâinat nevilerinden birer nev'idirler. (Yani her bir nev'-i kâinata aid bir fenn teşekkül etmiş veya etmeye kabildir. Tıbb, Hendese ve saire gibi fenler) hatta bu fenlerin veya beşerin keşf ve buluşlarının sayesinde beşer وَ عَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا sırrına mazhar olmuş gibidir.

Ve sonra, beşer fikrinin istihraç eylediği sanat acaiblerinden tren ve demiryolu ve telgraf aleti ve saire gibi şeyleri telyîn-i hadid ve izabe-i nuhas vasıtasıyla, yani demiri yumuşatma ve bakırı eritmeyle, bunları elde etmekle وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيد ye mazhar olmuştur ki, demiri yumuşatma sanatı ise, beşer sanayiinin annesi mesabesindedir.

Hem zihn-i beşerin yavruladığı sanatlardan birisi de tayyaredir ki, bir günde bir aylık mesafeyi tayyetmekle, neredeyse غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti sırrına mazhar olmuştur.

Hem yine beşerin sa'y ve çalışmasının neticesinde terakki edip ulaştığı şeyler ve sanatlardan birisi de; keşfedip elde ettiği; değnek gibi bir boru ile çorak araziye vurduğunda, bol sulu bir pınar ondan fışkırıyor ve kumluk arazi bir güllük ve gülistana dönüşüyor. Nerede ise, bu sanat فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاك الْحَجَرَ âyetindeki sırra mazhar olmağa dayanmaktadır.

Hem yine beşerin birbirlerinden öğrenerek ve tecrübelerinin neticesi olarak ulaştığı tıbb'ın harika vaziyetidir ki; nerede ise, -biiznillah-Ekmeh ve Ebrası (yani anadan doğma gözsüzleri ve Baras dedikleri cesedi istila eden müdhiş hastalığı) ve daha bir çok müzmin hastalıkları iyi etmeye başlamış gibidir.

İşte şu âyetler, parmaklarıyla gösterdikleri bu işaretler ile, beşerin hal-i hazır ulaştığı sanatı arasında bir münasebet görebildiğin için; sahihdir ki diyesin: "O âyetlerin mikyasları, yani gösterdikleri ta'yin edici ölçüler ve hatırlattırdıkları işaretlerle, şu mevcûd medeniyet harikalarına bakıyor, işaretle gösteriyor ve ona teşvik ve teşci' ediyor."

Hem yine Kur'anın

نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا

Ve: لَوْلاَ اَنْ رَاۤ بُرْهَانَ رَبِّهِ

Ve: اِنِّى َلاَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ

Ve: يَا جِبَالُ اَوِّبِى مَعَهُ

Ve: عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ

Ve: اَنَا اۤتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ

gibi kelamullah olan şu âyetlere bak!. Sonra, beşerin keşfeylemiş olduğu ateşin yakmadığı bir mertebeyi. Ve yakmayı engelleyen vasıtaları.. Ve keşfetmek üzere olduğu uzak mesafelerden suret ve savtları celbeden; ve gözünü açıp kapamadan evvel, bunları yanında hazır eden vesileleri. ([6]) Hem beşer fikrinin yeni buluşu ve ibda'i olan: Konuştuğun sözleri sana aynen iade edip söyleyen aleti.. Ve keza bir çok kuş ve güvercinleri hizmetlerde çalıştırma usûlleri.. Ve daha bunlara benzer şeyleri düşün ve kıyas eyle ki; âyetlerin ifade eylediği Mu'cizat-ı Enbiya ile, onların bir nev'i taklidi olan beşerin keşfiyatı arasında bir mülayemet, bir bağlantı görür ve Kur'anın bu remizleri beşerin şu keşfiyatlarına bakıyor dersin.

Hem yine, insanlığın hasiyeti olan natikiyyetin netice ve semeresinden mu'cize-i kübra hasiyetine bak, teemmül eyle! Yani, insaniyete mahsus edebiyat ve belagatını düşün. Sonra da, beşerin ruhunu en üstün derece ile terbiye eden ve vicdanını en latif şekilde teseffî ettiren; ve fikrini en güzel tarzda tezyin eyleyen; ve kalbini en inbisatlı şekilde genişleten şey, yine o edebiyatın bir çeşidi olduğunu bil! Ve bu edebiyat nev'i bir hikmete binaen, fenlerin, bilgilerin en sadelisi ve en geniş mecallisi ve en çok nüfuzlusu ve en çok te'sirlisi ve beşerin kalbine en çok yapışanı olduğunu görürsün.. Hatta bu nevi edebiyat, adeta bütün fenlerin sultanı gibidir denilebilir. Feteemmel!

Önceki ayetlerle münasebet[]

Şimdi âyetlerin tahlili

Evet bu âyetin (üç âyetlerin) dahi üç çeşit nazım vecihleri vardır. Lâkin meal itibariyle önceki âyetle olan nazm ve irtibatı "Dört vecih" dendir.

Birinci Vechi: Vaktâ ki Tenzil, önceki âyette insanın hikmet-i hilkatini beyan eyledi ki, o beyanda cevapların birincisi, evlası, umumilisi.. Ve ikna'ca en kolayı ve icmalce en güzeli ve en vecizidir. Bu âyet ile de, avam ve havassın tatmin olacağı tafsilli bir cevabı vermiştir.

İkinci Vechi: Önceki âyette, vakta beşerin hilafet meselesini tasrih eyledi.. Bu âyetle de, Melaike karşısında o da'vayı insan nev'inin mu'cizesiyle burhanlaştırdı. (Yani insana ta'lim-i esma ile)

Üçüncü Vechi: Önceki âyette, beşerin Melaikeye üstün, râcih geldiğine işaret eylediği gibi; bu âyette ise, o rüchaniyyet ve üstünlüğün "limmî" burhanına remz eylemiştir.

Dördüncüsü: Önceki âyette, insan nev'inin yeryüzünde Hilafet-i kübraya mazhar olduğunu telvih eylemiş, bu âyette ise; bu da'vaya hüccet olarak, insanın bütün tecellilere (Esma-ı Hüsnanın tecellilerine) cami' bir nüsha ve etemm bir mazhar olduğunu telmih eylemiştir. Zira insanın mütenevvi' istidatları ve istifade yanlarının pek çokluğu ile beraber; geniş ilim kabiliyetiyle ve keza beş zâhir ve beş de batın havassı ile, hususan dibi, nihâyeti olmayan vicdanıyla kâinatı ihata eylemiş gibidir. Bak, görmüyormusun ki; insan, mesela Balın tatlılığını iki vecih ile, belki bir çok vecihlerle anlayıp bildiği halde, Melek ise, bunu tadarak bilememektedir.

Cümleler arasındaki münasebet[]

Bu Âyetlerin Kendi Aralarındaki Nazm ve İrtibatları

Evet, bu âyetin (âyetlerin) cümleleri yekdiğeriyle olan nazm ve dizilişi, son sadece fıtrî olup selasetlidir. İşte o üç vecihlerden;

Birincisi: Bu âyet, (üç âyet) evvel ki âyette اِنِّى اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ nin tazammun eylediği ma’nâlarının bir tahkiki ve bu âyet cümlesinin icmal edilmişliğinin o âyette bir tafsili ve ibham edilmişliğinin bir tefsiri olmasıdır.

İkincisi: Allah’ın dünyasında, onun halifeliğinin ahkâmını icra etmek ve kanunlarını tatbik eylemek, tam bir ilme ve mükemmel bilgiye bağlıdır.

Üçüncüsü: Önceki âyette gelen kelamın akış üslûbu şu gelen cümlenin içine uzamaktadır:

فخلقه وسوّاه ونفخ فيه من روحه وربّاه ثم علّم الأسماء وأعده للخلافة

ma’nâsı: Cenab-ı Hak Teala Hazret-i Ademi halk eyleyip; duygular, havasslar ve hissiyatlarla donatıp insan olarak şekillendirdi. Sonra ona ruhundan (Yani: Emir ve iradesinin kanunundan bir ruh) nefh eyledi. Ve bu tertip üzere, Ademi terbiye edip yetiştirdikten sonra, esmayı ona ta'lim eyledi. Sonra, vaktaki Cenab-ı Allah rüchaniyet meselesinde ve hilafete istihkak işinde, Melaikelerin üstünde Hz. Ademi ihtiyar eyleyip seçip, ilm-i esma ile mümtaz kılıp ayırdetmeyi irade eyledikten sonra; bu defa tehaddî imtihanı muaraza makamının iktizasıyla hem melaikeye, hem de Hz. Ademe (A.S.) eşyayı arz ettikten sonra, her iki taraftan imtihan muarazası taleb edildi. Sonra, Melaikeler vaktaki, kendilerinde acz hissettiler.. Ve neticede, bu meseledeki Allahın hikmetini ikrar ve tasdik eyleyerek mutmain oldular. Bunun için Cenab-ı Allah:

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَوءُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

ferman buyurmuştur. Melaikeler ise: قَالُوا diyerek, istifsarları içine karışan İblisin enaniyetinin desiselerinden teberrî eyleyerek dediler ki:

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Sonra: İstidatları camiiyetli olmamasından, Melaikenin acizlikleri zâhir olunca; artık makam, Ademin (A.S.) iktidarını beyan etme merhalesine gelip o beyanı iktiza eyledi. Tâ ki onunla muaraza işi tamamlanmış olsun. İşte bu noktadan Ademe hitab geldi ve:

يَا اۤدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ

diye fermanı sudûr-pezir olmuştur. (Yani: Ey Adem, eşyanın isimlerini melaikeye haber ver, bildir! diye Hakîm-i Alîm'in emri varid olmuştur.)

Sonra: Vaktâ ki, bu meselede hikmetin sırrı, (Yani: Cenab-ı Allah'ın Adem Aleyhisselamı yaratıp halife kılmasındaki hikmetin sırrı) zâhir oldu.. Ve o hikmete râm olup uyuldu. İşte o vaziyette makam, önceki âyette icmalli olan cevabın istihzar edilip şuradaki tafsilli olan cevaba bir netice gibi yapılması iktiza eylediği için, Melaikeye hitaben:

اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ

diye ferman buyurulmuştur. (Yani: Ben size ey Melekler demedim mi ki; tahkikan ben semavatın ve yerin gaybını, örtülü esrarını bilen bir alimim.. Ve sizin gerek izhar eylediğinizin, gerekse saklı bulundurduklarınızın tamamını bilmekteyim.)

Sonra: Şu noktayı da bilmelisin ki; şu yapılmış sual ve cevapların îzah ve beyanlarının neticesi olarak; Melaikelerle Allah ü Zülcelal arasında vuku'a gelmiş karşılıklı konuşma ve mukavelenin sureti, nihâyette şeffaflaşarak, hadise ve meselenin hikmetini istifsar etme vakıasının kaynağı ise, Melaikenin arasında -o vakit- bulunmakta olan İblisin enaniyetinin desisesinden çıktığı hissedilmiş; ayrıca, o istifsarın içine melaikeden başka bir taifenin itirazının müdahelesi neticesinde oluşturulduğu da işar olunmuştur.

Cümle 1: Adem'e isimlerin hepsini öğretti...[]

Cümle-Cümle Nazm ve Diziliş;

İşte: وَ عَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا (Bütün ne kadar isimler varsa, hepsini Ademe ta'lim eyledi.) Cümlesi: "Cenab-ı Allah Adem Aleyhisselamı umum kemalatın bütün esaslarını tazammun etmiş bir fıtratta şekillendirmiş ve bütün yüce ahlakların çekirdeklerini isti'dadında zer' eyleyip ekmiş olarak yaratmış.. Ve mevcudatın içinde temessül eyleyebilen bir vicdanla ve onun yanında on tane havass ve duygularla teçhiz eylemiş.. Ve ayrıca, eşyanın bütün nevilerinin hakikatlerini öğrenmeye müheyya eyleyerek, mezkûr üç nevi hususiyetlerle müstaid olarak hazırlamıştır. Ondan sonra bütün esmayı ona ta'lim eylemiştir.

Amma وَ عَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا nın başındaki و -üst tarafta numunesi geçtiği üzere- îcazının altında matvî, dürülü bulunan cümlelere işaret etmektedir.

Ve عَلَّمَ de ise, ilmin makamını yüce tuttuğuna ve derecesini yücelttiğine; ve hilafetin mihver ve zembereğinin yegane medarı "ilim" olduğunu ifade etmek irade ettiğine işarettir.

Hem yine عَلَّمَ ile remzeyliyor ki; Hz. Ademe talim edilip bildirilen o "Esma", Tevkifiyyedirler ([7]) Yani, Hz. Ademe hususî olarak takılmış şeref nişanı ve madalya ve hil'at bileziği gibi şeylerdir. Vaziyeti de, ekseriya esma ile isimlendirilmiş olan eşya arasında, vaz' edilmesi tercih edilen münasebetin varlığını bildirerek te'yid etmektedir.. Ve aynı zamanda عَلَّمَ lafzı, mu'cizenin -felsefecilerin hilafına olarak- bila-vasıta Allahın fiili olduğuna îma etmektedir. (Çünki, Hz. Ademin bütün Melaikelere ve o demde var olup hazır bulunan "Cinn" gibi sair mahluklara da üstünlüğünü sağlayan "talim-i esma" onun bir mu'cizesidir. Mu'cize ise Allah'ın fiilidir.) Zira, felsefeciler haktan saparak diyorlar ki: Mu'cize, harika olan ruhların işidir.

Ve اۤدَمَ diye ta'bir etmesi; Halifeliğini Allah'ın irade eylemiş olduğu ve "Adem" ismiyle isimlendirdiği Arzlı şahıs demektir. Binaenaleyh, عَلَّمَ اۤدَمَ de, Ademi ilim ile tasrih eylemiş olmasında, onun kadrini yüceltmek ve şöhretini yaygınlaştırmak ve onu ilmin sureti ve kisvesiyle hazırlamak içindir.

Ve اْلاَسْمَاءَ ise; sıfatların, hasiyetlerin ve isimlerin kaynağından alınmış olarak, eşyanın alametlendirilmesi, nişanlandırılması ve damgalandırılmasıdır. Ya da, insanların kendi aralarında bölüştükleri ve kullandıkları lügat çeşitleridir. Hem اْلاَسْمَاءَ lafzında, عَرَضَهُمْ ün delili ile; arzedilmiş olan isimler, Ehl-i Sünnetin görüşüne göre; müsemmanın kendisi olduğuna (yani isimlenen eşyanın kendisi o esma olduğuna) îma vardır.

Amma كُلَّهَا ise, Hz. Ademin (A.S.) Melaike'ye karşı tereccühünün, üstünlük kazanarak seçkinliğinin menşei ve melaikeyi aciz bırakmasının medarı ise; esmayı eksiksizce tamamını, küllünü bilmiş olmasıdır.

Cümle 2: Sonra meleklere arzetti...[]

Amma

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَوءُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

cümlesi başındaki ثُمَّ tarahî sırrıyla, yani ma’nâyı sarkıtma ve serbest bırakması ile ve makamın da iktizasıyla:

وَ قَالَ هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَ اَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ

Gibi mukadder bir cümleye işaret eyler. Bu cümlenin ma’nâsı: (Bunun üzerine Cenab-ı Alîm-i Hakîm melaikelere hitaben dedi ki: O, sizden daha çok kerimdir.. Ve hilafete de en layık ve müstehaktır.)

Amma عَرَضَهُمْ ise, Yani enva-i türlü eşyayı yayarak ve sererek melaikelere izhar edip arz eyledi. Adeta müşteriye satmak için nazarlarına sunmak, ya da asker saflarını kumandana takdim etmek tarzında arz eyledi. İşte bu ma’nâ içinde, şöyle bir işaret hissediliyor ki, mevcudat, sahib-i idrak olanların malıdır; ilim ile ([8]) satın almakta, isim ile tutabilmekte ve suretin temessül eylemesiyle ona mâlik olunabilmektedir.

Amma عَرَضَهُمْ deki هُمْ ün ma’nâsı ise, erkek akıllılara dalalet etmektedir ki, عَرَضَ lafzının remzeylediği gibi; "Tağlibeyn" ([9]) nin, iki tağlib ve ya iki mecazın onda bulunmasıdır Yani: Molla Abdülmecidin tercümesine göre: [Müzekkerin müennese ve âkilin gayr-ı âkile tağlibiyle (galip getirilmesiyle) bu vaziyetin sair eşyaya da şâmil olabileceğine îma etmektedir.] Zira هُمْ lafzının irsalli halinden, ma’nâsının mutlak ve serbest bırakılmasından; mevcudat taifelerinin suretleri, âkil erkek kabileleri olarak gözler önünde saf saf olup resm-i geçit gibi geçerek; sonra dönüp temaşacılara geldiklerini tahayyül etmek mümkündür.

Amma عَلَى الْمَلَئِكَةِ deki عَلَى ise, imtihan muarazaları sırasında melaikelere ve Hz. Ademe arzedilmiş şeyler, levh-i mahfûz-u a'lada irtisam eden suretler olduğuna da îmadır.

(Temmet bivefâ -Müellif-)

Yani: Kitab muhtasaran sona erdi. -Müellif-

Şükraniye[]

Hazret-i Rabb-ı Müteale hadsiz hamd ve nihâyetsiz şükürler olsun ki, şu cihanlar kadar değerli olan "Hz. İşarat-ül İ'caz" tefsir-i i'cazdarın tercümesi, onun âta-yı bîtenahîsiyle bu fakir-i kemterîn ve pür taksire de nasib kıldı.

Bu tercümemizin müsveddesi, 1421 Hicrînin Ramazan Bayramı günlerinde başlanıp, aynı senenin Kurban Bayramı günleri olan Zilhicce ayının 13. gününde hitama ermiştir.

Temyize çekilmesi: Bir fal-ı hayr kabul ettiğim, İstanbulda, bir mübarek Nur dersanesi çatısında yirmi gün kadar meşguliyetle 2001 yılı, İstanbul'un fetih günü olan 29 Mayısta sona erdi.

Ve sekiz ay aradan sonra, Şanlıurfa/Akçakale Cezaevinde İslâm hattı eski yazıdan yeni harfe, aynı zamanda yeniden gözden geçirme işine 8 Ocak 2002 de başlanıp, (yalnız gündüzlerde çalışarak) Ş. Urfa'nın kurtuluşu olan 11 Nisan 2002 Perşembe günü son buldu. Bu müddet zarfında üç-dört gün hastalık hariç 87 günde tamamlanmıştır ki; Hz. Müellifin Hicri hesaba göre ömrünün senelerine tevafuk etmiştir. Elhamdülillah!..

Kalbimin bütün hulûs ve samimiyetiyle niyazım ve niyetim odur ki; Bu tercüme-i naçizi, Merhum Molla Abdülmecid'in tercümesinden daha başka bazı cihetlerle menfaattar kılsın.. Ve şu harika, i'cazdar ve emsalsiz tefsirin içinde neler ve nelerin bulunduğunu görülüp bilinerek, istifadeye medar olsun. İnşallah.. Abdülkadir Badıllı

Önceki Risale: Bakara 30: Hilafet-i İnsaniyeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır: Sonraki Risale

  1. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا âyetinin şuradaki dipnotunda olan, Hz. Müellifin ifadesini, Molla Abdülmecid'in Türkçe tercümesiyle, İhsan Kasımın Arapça metin İşarat-ül İ'cazda, kitabın en sonunda derceylemişlerdir. Lâkin Hz. Üstadın bizzat kendi kalemiyle tashih ve terkim eylemiş olduğu ilk matbu' bir nüshada, kitabın tam burasında وَعَلَّمَ اۤدَمَ اْلاَسْمَاءَ âyetiyle arkasında gelen âyetin tam hizasında el yazısıyla bu haşiye yazılı bulunduğu için, ona tabi' olarak, o notu, yeri olan buraya almayı münasib bulduk.-Mütercim-
  2. İşarat-ül İ'caz namlı şu harika tefsir, başından -Fatiha Sûresi dahil değil- alıp سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا ya kadar 32 âyetle, en sonuna kadar ise, 33 âyetle hitam buluyor. Hz.Müellifin ifadesiyle "Sözler, (yani umum Risalelerin içinde bulunduğu) Mektûbat, Lem'alar ve Şua'ların -Şualar hariç- her birisinin 31, 32, 33 Risale olarak te'lif edilmeleriyle; bu azim ve harika tefsir, istikbalde te'lif edilecek Nur Risaleleri bu âyetlerin adedine muvafık olacaklarının bir habercisi, bir müjdecisi ve Nur gülistanının bir temel fidanlığı, hububu ve bizri olduğuna ima ve işaretten hali değildir diye düşündüm.
  3. İşarat-ül İ'caz tefsiri 1916 yılı başlarında telifi yapılmış olduğundan; o tarihten yirmi sene geri gelsek, 1936 oluyor ki, Eskişehir hapis hadisesi ortasıdır. Büyük ihtimal ile, Hz. Müellif henüz Eskişehir hapsine alınmadığı günlerde İsparta şehir merkezinde iken, o notu kaydetmişlerdir.-Mütercim-
  4. Eğer sen, Tenzilin nazm-ı i'cazından Hazret-i Müellifin istihraç eylediği letâiflerde şübhe içinde isen; ben de sana derim ki, bu meseleyi, âşık-ı hakikî Ömer İbn-ül Farıd'ın divanından tefe'ül ederek istişare ettiğimde, karşıma şu beyti çıktı: كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِبِينَ تَنَزَّلوُا عَلَى قَلْبِهِ وَحْيًا بِمَا فِى صَحِيفَةِ ma’nâsı: "Sanki Kiramen Kâtibin melekleri onun kalbine sahifedekini ilham etmek için inmişlerdir.-Habib Eşşehid-
  5. Kıtır, bakırdır
  6. Dikkat buyur; bu ifadeler ve kâşifane değerlendirmeler 1915 te söylenmiş yazılmıştır. Hatta bu ifadelerin hülasaları 1910 da "Muhakemat eserinde ve 1911 de "Hutbe-i Şamiyye" de yazılmış ve söylenmiştir. O tarihlerde henüz ne tam teşekküllü tayyareler, ne de radyo, teyp ve televizyonlar ve ne de telefon ve faks ve saireler -telgraf hariç- hiçbir şey mevcud değilken, Hazret-i Müellifin cesûrane ve kâşifane meydan-ı ilimde söylediği bu ifadeleriyle, vücudlarından önce o alet ve cihazların yakın zamanda çıkacağını haber vermesi, elbette ki takdir ve sitayişe değer hükümler ve buluşlardır. - Mütercim-
  7. Esma-i Tevkifiyye: Kur'anda ve sahih ve hasen hadislerde, ya da icma-ı ümmette gelen Allahın bütün isim ve sıfatları "Tevkifiyye" dir. Yani: Allahın o isim ve sıfatlarına "Tevkifiyye"yi ıtlak eylemenin cevazı onlara tevekkuf eylediği için "Esma-i Tevkifiyye" denilmiştir. Daha geniş bilgi için, Şerh ü Cevheret-ü Tevhid-Bacûrî, sh: 146. -Mütercim-
  8. Bir şerh: Şu paragraftaki işaretli ma’nâlar şöyle tefsir edilebilir ki: "Sahib-i idrak", ilim ve marifet sahibi kimseler, en başta insandır. İnsan mevcudatın tamamından istifade etme imkânına sahiptir. Mevcudatı, eşyayı "ilim ile satın alabilir" den maksad şu olabilir ki: Eşyanın, mahlukatın istidad dilini bilip anlayarak, mahiyetçe neye yaradıklarını ve yaradılış hikmetlerinin kanunlarını fehmederek; ve kâinat nizamına ve âdetullah kanunlarına müraat ederek, onu -bir halife-i arz olan insan- kendine maledebilir. Ve "ismiyle onu tutabilir." den murad; her nev-i mevcudata dair teşekkül etmiş ve etmekte olan fenn ve ilimlerin mahiyetini ve eşyanın kanunlarını kavrayan kimseler ve onlardan istifade yollarını tam öğrenen ve bulanlar; o neviden, mesela "kimya, biyoloji" gibi ilimlerle istifade edebilir. Ve "Suretin temessülüyle ona mâlik olunabilir" den gaye de, derin ve geniş ve kısmen inkişaf etmiş ve istikbalde belki daha da edecek olan beşerin harika teknolojisinden çıkan ve temessül-ü sureti bir derece gösteren Televizyonlar ve uydular vasıtasıyla elde edilen suretler ve saireler olduğu gibi; cinn, ervah ve meleklerin ve hatta evliya ervahlarının temessülleriyle de insanın bir çok istifade yollarının açık olabileceğini ifade ediyor gibidir. -Mütercim-
  9. Tağlibeyn'in Lügat ma’nâsı: İki galibiyet kazandırma ise de, ıstılahı ma’nâsı, iki ma'lum şeyden birisini öbürüne tercihan almak ve her ikisine müşakelet ve birbirine benzetmekten ihtiraz için, Tağlibi ıtlak eylemektir. (Ta'rifat-ı Seyyid Şerif sh: 43) -Mütercim-
Advertisement