Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Bakınız

D. {{Alıntı|konum=sağ|{{RNK}}|10px|30px}}
<div style="font-size:150%;">'''Büyük Punto'''</div> Şablon:Risale bakınız


RNK şablon sayfası
Arapça font problemi

Risale
Risale:Risale
Risale:Risale-i Nur

Hizb ve dualar
Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri
Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî
Risale:Hizb-i Nur'il Ekber (Zülfikar)
Risale:Hizb-ül Hakaik
Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi
Risale:Celcelutiye
Risale:Cevşen-ül Kebir
Risale:Cevşen-ül Kebir (Hizb-ül Hakaik)
Risale:Çocuk Taziyenamesi (Siracünnur)

Risale: Mukaddime (Muhakemat)
Risale:Lemeat (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Makaleler (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Lemeat'tan (Kastamonu)
Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Divan-ı Harb-i Örfi (Asar-ı Bediiyye)
Risale:İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Mektubat)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (2) (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Tarihçe-i Hayatın Zeyli (Asar-ı Bediiyye)
Risale
Risale:Hutbe-i Şamiye
Risale:Hutbe-i Şamiye (Asar-ı Bediiyye)

RNK : Risale-i Nur Külliyatı’ndan
Kuran:Kur'an .
Risale:Evrad .
Risale:33 Hadis .
Risale:Hazret-i Üstadın Tashih ve Tasarrufları Hakkında (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Vukufsuz Ehl-i Vukufa Cevap (Asar-ı Bediiyye)
Tüm risaleler :
Risale:Risale-i Nur :
Evrad
Büyük boy kitaplar:
Sözler - Mektubat - Lem'alar - Şuâlar - Tarihçe-i Hayat - İşarat-ül İ'caz - Mesnevi-i Nuriye - Asâ-yı Musa - Barla Lahikası - Kastamonu Lahikası - Emirdağ Lahikası-1 ve Emirdağ Lahikası-2 -Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Mesnevi-i Nuriye
*İ’tizar
*Mukaddime
*Lem'alar Risalesi
*Reşhalar
*Lasiyyemalar
*Katre
*Hubab
*Habbe
*Zühre
*Zerre
*Şemme Risalesi
*Onuncu Risale
*Şule
*Nokta
*Münderecat Hakkında
*Fihrist
Orta boy kitaplar:Muhakemat - İman ve Küfür Muvazeneleri
Küçük boy kitaplar: Âyet-ül Kübrâ - Bediüzzaman Cevap Veriyor - Divan-ı Harb-i Örfî - Elhüccet-üz Zehrâ - Ene ve Zerre Risalesi - Esma-i Sitte - Gençlik Rehberi - Hakikat Nurları - Hanımlar Rehberi - Hastalar Risalesi - Haşir Risalesi - Hizmet Rehberi - Hutbe-i Şamiye - İçtihad Risalesi - İhlas Risalesi - İhtiyarlar Risalesi - İman Hakikatleri - Konferans - Küçük Sözler - Lâtif Nükteler - Meyve Risalesi - Miftâh-ul İman - Mi'rac ve Şakk-ı Kamer Risaleleri - Mirkat-üs Sünnet - Mu'cizât-ı Ahmediye - Mu'cizât-ı Kur'aniye - Münâcât - Münazarat - Nur Aleminin Bir Anahtarı - Nur Çeşmesi - Nur'un İlk Kapısı - Otuz Üç Pencere - Rahmet ve Şefkat İlaçları - Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri - Sünuhat-Tulûat-İşârât - Sünuhat - Tulûat - İşârât Sünuhat - Tulûat - İşârât Tabiat Risalesi - Uhuvvet Risalesi - Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar - Üstad Hazretlerinin Mehmet Kayalar Ağabeye Gönderdiği Mektuplar Yirmi Üçüncü Söz - Zühret-ün Nur
Diğer risaleler ve parçalar: Âsâr-ı Bedîiyye - Tılsımlar - Sirac-ün Nur (*3. Şua (Münacat Risalesi) 25. Lem'a (Hastalar Risalesi) 25. Lem'a'nın Zeyli 17. Mektub (Çocuk Taziyenamesi) 26. Lem'a (İhtiyarlar Risalesi) 26. Lem'a'nın Zeyli 21. Mektub 4. Şua (Ayet-i Hasbiye Risalesi) 13. Lem'a (Hikmet-ül İstiaze Risalesi) 33. Mektup (Aynı Zamanda 33. Söz Pencereler Risalesi) Eski Said'in Yeni Said'e İnkılabı Zamanındaki Hazin Münacatı 12. Şua (Denizli Müdafaanamesi) 5. Şua Hasan Feyzi'nin Manzumesi)- Fihrist Risalesi - Zülfikâr - Ta'likât #Kızıl İcaz #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Abdurrahman) #28. Mektup'un 6. Meselesi (Vehhabi meselesi) #18. Lem'a #Şualar, 14. Şua, Hata-Savab Cedveli #Maidet-ül Kur'an (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #Hazinet-ül Bürhan (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #İnna A'tayna'nın Sırrı #Gayrı Münteşir (Neşredilmemiş) Kısımlar *Gayrı Münteşir Mektuplar *Risalelerden Gayrı Münteşir Kısımlar *Barla Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Kastamonu Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-1 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-2 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Denizli Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar *Afyon Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar #Risale:Müdafaat Üstad Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaaları ve Resmi Makamlara Dilekçeleri *Birinci Millet Meclisinde Neşredilen Beyanname *Barla ve Isparta Hayatı (1926-1934) *Eskişehir Mahkemesi (1935) *Isparta ve Denizli Mahkemesi (1944) *Denizli Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Denizli Hapsinden Sonra) *Afyon Mahkemesi (1948 - 1949) *Afyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Afyon Mahkemesi Kararnamesi *Temyiz Mahkemesi *Temyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Afyon Hapsinden Sonra) *Urfa Ehl-i Vukufuna Cevap (1951) *Gençlik Rehberi Mahkemesi (1952) *Samsun Mahkemesi (1952 *Isparta Mahkemesi (1956) *Emirdağ Hayatı (Isparta Mahkemesinden Sonra) *Diğer Talebe Müdafaaları
#İşarat-ül İ'caz (A. Badıllı Tercümesi) İşarat-ül İ'caz اشارات الاعجاز فى مظانّ الايجاز İşarat-ul İ'caz KUR'AN'IN ÎCÂZ YERLERİNDEKİ İ'CÂZ İŞARETLERİ *Mütercimin İzahları *Mukaddeme *Fatiha Suresi Tefsiri *Bakara 1: Huruf-u Mukattaa *Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği *Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat *Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman *Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı *Bakara 6: Küfrün Mahiyeti *Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi *Bakara 8: Münafıklar Bahsi *Bakara 9-10: Münafıkların Aldatması *Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarması *Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü *Bakara 14-15: Münafıkların Müminlerle Alay Etmesi *Bakara 16: Hidayeti Verip Dalaleti Satın Almaları *Bakara 17-18: Münafıklar Hakkında Ateş Temsili *Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsili *Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi *Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi *Bakara 25: Cennet Bahsi *Bakara 26-27: Temsil Bahsi *Bakara 28: Yeniden Yaratılış *Bakara 29: Yedi Kat Sema Bahsi *Bakara 30: Hilafet-i İnsaniye *Bakara 31-33: Talim-i Esma *İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır
#Mesnevi-i Nuriye (A. Badıllı Tercümesi) Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye (Türkçe Tercümesi) Müellifi Bediüzzaman Said-i Nursî Mütercim: Abdülkadir Badıllı Tenbih: (Mesnevî-i Nuriye) ismi, Türkçe tercümesine Hz. Üstad tarafından konulmuştur. Arapça ismi her ne kadar "El-Mesneviyy-ül Arabiyy-ün Nurî'dir. İsim, ism-i müzekker olduğundan, Mesnevî'den sonra (Nuriye) değil, (Nurî) gelmesi lâzımdır. Fakat bu sıfat Türkçe telaffuzunda ağır ve nâmüsta'mel bir sıfat olduğu gibi; "El-Mesneviyy-ül Arabî Li-r Resail-in Nuriye" yani, "Nur Risalelerinin Arabî Mesnevîsi" manasında dahi olduğu için, "Risale"nin müfredi veya Risalelerin cem'i için sıfat olarak Nuriye gelmesi lâzım olduğundan "Mesnevî-i Nuriye" ismi tam yerindedir. (Mütercim) *Takdimler, Mukaddeme, Tenbih, İhtar, İtizar *Lem'alar *Reşhalar *Lasiyyemalar *Katre *Katrenin Zeyli *Habab *Hababın Zeyli *Habbe *Habbenin Zeyli *Habbenin Zeylinin Zeyli *Zehre *Zehrenin Zeyli *Zerre *Şemme *14. Reşha *5. Ders *Şule *Şulenin Zeyli *Nur *Kızıl İcazdan Bazı Parçalar
#Rumuzat-ı Semaniye Bu risalenin sebeb-i telifi, Kur’ân’ın tercümesini Kur’ân yerinde camilerde okutmak olan dehşetli suikastına karşı bir nevi mukabeledir. Ziyade tafsilât ve lüzumsuz bahisler girmiş. Fakat o mücahidâne ve heyecanlı mukabelede kıymettar bir gaybî anahtarı hissedip meczubâne arattırmak içinde, lüzumsuz tafsilât ve zaif ve pek ince emareler dahi girmiş. Kalbime geldi ki: Yirmi Dokuzuncu Mektubun gayet ehemmiyetli ve lüzumlu ve parlak ve îcazlı olan Birinci Makamı, bu İkinci Makamın bütün kusûratını ve israfatını affettirir. Ben de kemâl-i sürurla şükrettim, o kusurları unuttum. *Birinci Parça: 28.Mektubun 7.Meselesinin Hatimesi *İkinci Parça: 28.Mektubun 8.Meselesi *Üçüncü Parça: 29.Mektubun 3.Kısmı *Dördüncü Parça: 29.Mektubun 4.Kısmı *Beşinci Parça: 29.Mektubun 8.Kısmı
#Tefekkürname: 29. Lem'a-yı Arabî #Arabî Münacat Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Otuz birinci Lem'a'nın Üçüncü Şuaı olan Risale-i Münacattan Arabi bir parçadır. Gelen âyet-i uzmanın A'zamî bir tefsiridir." dediği Arapça bir münacat. #Arabi El-Hüccet-üz Zehrâ Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Çok ehemiyetli Arabi bir risaleciktir. El hüccet-üz zehrâ risalesinden bir kısmının bir hülasasıdır" dediği Arapça bir parça. #Hizb-ül Mesnevi-ül Arabî: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Risale-i Nur'dan ehemmeyetle intişar eden Arabî Mesnevi-i Nuriye'nin içindeki kıymettar risalelerde eski Said'in yeni Said'e inkılabı zamanında dergh-ı ilahiyeye karşı münacatları, istiğfarları, tesbihatları ilm-el yakin derecesinde imanî şehadetlerinden parçalardır" dediği Arapça bir parça. #Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi': Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'nin İkinci Babı olarak te'lif edilmiştir. 29. Lem'a'daki kısım ve meali için 'buraya', Şualarda geçen ve bir kısmının Abdülmecid abi tarafından yapılan tercümesi için 'buraya' bakabilirsiniz. #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Hamza) #Kur'an Hattı Risaleler #Ayet ve Hadis Mealleri
S=Risale:Sözler . SÖZLER . Birinci Söz . İkinci Söz . Üçüncü Söz . Dördüncü Söz . Beşinci Söz . Altıncı Söz . Yedinci Söz . Sekizinci Söz . Dokuzuncu Söz . Onuncu Söz . On Birinci Söz . On İkinci Söz . On Üçüncü Söz . On Dördüncü Söz . On Beşinci Söz . On Altıncı Söz . On Yedinci Söz . On Sekizinci Söz . On Dokuzuncu Söz . Yirminci Söz . Yirmi Birinci Söz . Yirmi İkinci Söz . Yirmi Üçüncü Söz . Yirmi Dördüncü Söz . Yirmi Beşinci Söz . Yirmi Altıncı Söz . Yirmi Yedinci Söz . Yirmi Sekizinci Söz . Yirmi Dokuzuncu Söz . Otuzuncu Söz . Otuz Birinci Söz . Otuz İkinci Söz . Otuz Üçüncü Söz . Lemeat . Konferans . Fihrist
M=Risale:Mektubat . MEKTUBAT . Birinci Mektup . İkinci Mektup . Üçüncü Mektup . Dördüncü Mektup . Beşinci Mektup . Altıncı Mektup . Yedinci Mektup . Sekizinci Mektup . Dokuzuncu Mektup . Onuncu Mektup . On Birinci Mektup . On İkinci Mektup . On Üçüncü Mektup . On Dördüncü Mektup . On Beşinci Mektup . On Altıncı Mektup . On Yedinci Mektup . On Sekizinci Mektup . On Dokuzuncu Mektup . Yirminci Mektup . Yirmi Birinci Mektup . Yirmi İkinci Mektup . Yirmi Üçüncü Mektup . Yirmi Dördüncü Mektup . Yirmi Beşinci Mektup . Yirmi Altıncı Mektup . Yirmi Yedinci Mektup . Yirmi Sekizinci Mektup . Yirmi Dokuzuncu Mektup . Otuzuncu Mektup . Otuz Birinci Mektup . Otuz İkinci Mektup . Otuz Üçüncü Mektup . İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz . Hakikat Çekirdekleri . Gönüller Fatihi Büyük Üstada . Fihriste-i Mektubat . Hakikat Işıkları . Dua
L=Risale:Lem'alar . LEM'ALAR . Birinci Lem'a . İkinci Lem'a . Üçüncü Lem'a . Dördüncü Lem'a . Beşinci Lem'a . Altıncı Lem'a . Yedinci Lem'a . Sekizinci Lem'a . Dokuzuncu Lem'a . Onuncu Lem'a . On Birinci Lem'a . On İkinci Lem'a . On Üçüncü Lem'a . On Dördüncü Lem'a . On Beşinci Lem'a . On Altıncı Lem'a .On Yedinci Lem'a . On Sekizinci Lem'a . On Dokuzuncu Lem'a . Yirminci Lem'a . Yirmi Birinci Lem'a . Yirmi İkinci Lem'a .Yirmi Üçüncü Lem'a . Yirmi Dördüncü Lem'a . Yirmi Beşinci Lem'a .Yirmi Altıncı Lem'a . Yirmi Yedinci Lem'a . Yirmi Sekizinci Lem'a .*Yirmi Dokuzuncu Lem'a . Otuzuncu Lem'a . Otuz Birinci Lem'a .Otuz İkinci Lem'a . Otuz Üçüncü Lem'a . Münâcat .Fihrist . Dua
Ş=Şualar .Risale:Şuâlar . ŞUÂLAR . İkinci Şuâ . Üçüncü Şuâ .Dördüncü Şuâ .Altıncı Şuâ . Yedinci Şuâ . Dokuzuncu Şuâ . On Birinci Şuâ . On İkinci Şuâ . On Üçüncü Şuâ . On Dördüncü Şuâ .Beşinci Şuâ . On Beşinci Şuâ . Birinci Şuâ . Sekizinci Şuâ *Yirmi Dokuzuncu Lem’a’dan İkinci Bab . Eddâî .Dua . İçindekiler
TH =Risale:Tarihçe-i Hayat . BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ TARİHÇE-İ HAYATI . Ön Söz .Giriş . İlk Hayatı . Barla Hayatı . Eskişehir Hayatı .Kastamonu Hayatı .Denizli Hayatı .Emirdağ Hayatı - Afyon Hayatı - Isparta Hayatı - Hariç Memleketler - Bedîüzzaman ve Risale-i Nur - Dua - İçindekiler
İİ. İŞARATÜ’L-İ’CAZ . Risale:İşarat-ül İ'caz . Tenbih . İfadetü’l-Meram . Kur'an'ın Tarifi . Fatiha Suresi . Bakara Suresi 1-3. âyetler . Bakara Suresi 4-5. âyetler . Bakara Suresi 6. âyet . Bakara Suresi 7. âyet . Bakara Suresi 8. âyet - Bakara Suresi 9-10. âyetler . Bakara Suresi 11-12. âyetler . Bakara Suresi 13. âyet . Bakara Suresi 14-15. âyetler . Bakara Suresi 16. âyet . Bakara Suresi 17-20. âyetler . Bakara Suresi 21-22. âyetler . Bakara Suresi 23-24. âyetler . Bakara Suresi 25. âyet Bakara Suresi 26-27. âyetler . Bakara Suresi 28. âyet Bakara Suresi 29. âyet . Bakara Suresi 30. âyet . Bakara Suresi 31-33. âyetler . Ecnebi Feylesofların Kur’an Hakkındaki Beyanatları . Mehmed Kayalar’ın Bir Müdafaası . Dua . Fihrist
MN= MESNEVÎ-İ NURİYE . İ’tizar . Mukaddime . Lem'alar Risalesi . Reşhalar . Lasiyyemalar . Katre . Hubab . Habbe . Zühre . Zerre . Şemme Risalesi . Onuncu Risale . Şule - Nokta . Münderecat Hakkında - Fihrist
AM=ASÂ-YI MUSA: Risale:Asa-yı Musa .Mukaddimat - Asa-yı Musa’dan Birinci Kısım - Birinci Mesele - İkinci Meselenin Bir Hülâsası - Üçüncü Mesele - Dördüncü Mesele - Beşinci Mesele - Altıncı Mesele - Yedinci Mesele - Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası - Dokuzuncu Mesele - Onuncu Mesele - On Birinci Mesele - Asa-yı Musa’dan İkinci Kısım - Birinci Hüccet-i İmaniye - İkinci Hüccet-i İmaniye - Üçüncü Hüccet-i İmaniye - Dördüncü Hüccet-i İmaniye - Beşinci Hüccet-i İmaniye - Altıncı Hüccet-i İmaniye - Yedinci Hüccet-i İmaniye - Sekizinci Hüccet-i İmaniye - Dokuzuncu Hüccet-i İmaniye - Onuncu Hüccet-i İmaniye - On Birinci Hüccet-i İmaniye - Fihrist
BL BARLA LÂHİKASI- Risale:Barla Lahikası - : Takdim - Yedinci Risale olan Yedinci Mesele - Mukaddime - Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri - Yirmi Yedinci Mektup'un Zeyli ve İkinci Kısmı - İkinci Zeyl - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Zeyli - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin Nihayetidir - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (1) - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (2) - Kastamonu ve Emirdağ'da Yazılan Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 1 .Risale:Emirdağ Lahikası-1 . Yirmi Yedinci Mektup’tan Takdim - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 2: Risale:Emirdağ Lahikası-2 . Yirmi Yedinci Mektup’tan (Emirdağ’ında ve Isparta’da Son İkametlerinde Yazılan Mektuplardır) Giriş - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
KL Risale:Kastamonu Lahikası. Yirmi Yedinci Mektup’tan KASTAMONU LÂHİKASI: Takdim - Lemeat'tan Önceki Mektuplar - Lemeat'tan - Lemeat'tan Sonraki Mektuplar
STG SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1 *Birinci Şuâ *Sekizinci Şuâ *On Sekizinci Lem'a *Yirmi Sekizinci Lem'a *Sekizinci Lem'a *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2 *Dua

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

Fatiha Suresi Tefsiri[]

Kur'anın dört ana maksadı[]

TAKRİRLİ TERCÜME

İnsanı halkedip, ona mantık ve beyanı Öğreten ve Kur'anı talim eden Zat-ı Zülcelalin "Rahman" ismiyle tecelli-i kübrasına rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd u sena ederek; Seyyid-ül Beşer olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselamı Rahmeten lilalemin olarak gönderdiği onun o Resul-ü Ekremine Risaletin semereleri adedince ona, âl ve ashabına salat u selam getirip; ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu'cize-i kübrası olan ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretlerinin tamamı ile cem' edilmiş bulunan Kur'an-ı Azimüşşanı, asırların geçmesi ile, daim ve baki bırakarak; ve nev-i beşere mürşid olarak tâ kıyamete kadar beka vermiş... Ve Resul-i Ekremi de onlara Üstad-ı Azam eylemiş.

Amma ba'd: (bundan sonra) Biliniz ki:

Evvela: Bu işaret ve nükteleri yazmaktaki maksadımız, Kur'an'ın nazmındaki bir kısım remizlerini tefsir etmektir. Çünkü: Yedi nev'i icaz'ın en incesi ve en kuvvetlisi ve lafzî, fakat en hakikatlisi Kur'anın nazmından tecelli ediyor. Evet parlak olan i'caz, elbette nazmından çıkıyor.

Saniyen: Kur'an'daki esasî maksadları ve anâsır-ı asliyesi "dört" hakikattir. Bunlar ise: Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalettir.

Çünkü, Vakta, kâinat sahrasında benî Âdem, acip ve büyük bir kafile (vesair taifeler beraber ve birbiri arkasında) asırlar üstünde, geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip; vücut ve hayat sahasında yürüyüşüyle; istikbâlin yüksek dağlarına doğru giderlerken, oradaki bağlara gözleri dikildiği cihetle, zemin halifeliğine mazhariyeti noktasında ve sair zihayata tasarrufatı cihetinde, ruy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebetleri iktizasıyla; mevcudatın heyecana gelmesinden, kâinat dahi benî-Adem kafilesine yüzlerini çevirip, nev-i beşele ciddî bir şekilde alâkadar oldu. Benî Âdem bir tek taife iken, yüzbinler taifelerde tasarruf etmesi haysiyetiyle kâinat, zemin gibi -netice-i hilkat-i alem noktasında- onlara bakmakla; güya hılkat-i kâinat hükümetinin zabıta memuru hükmünde olan "FENN-İ HİKMET"i bir müstantık ve sorgulayıcı olarak o misafir kafileye gönderip, ondan sual edip soruyor ki: "Ey benî Âdem! Nereden geliyorsunuz?. Ve nereye gideceksiniz?. Ve ne yapacaksınız?. Ve böyle neden her şeye karışıyor ve bazen de karıştırıyorsunuz.?. Sultanınız, hatibimiz ve reisiniz kimdir?. Tâ bana cevap versin!.."

İşte o muhavereler içinde, birden kafile-i beni-Âdemden MUHAMMED-ÜL HAŞİMÎ (S.A.V.) emsalleri olan ulul-azm peygamberler gibi, fenn-i hikmete mukabil ayağa kalktı ve Kur'anın lisanıyla cevap vererek dedi ki:

"Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelînin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücûda girdik. Biz benî Âdem taifesi ise, bir "Emanet-i Kübra" rütbesi ve Hilafet-i ruy-i zemin vazifesiyle, sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı bir memuriyet sıfatıyla bu meşhergâh-ı kâinata gönderilmişiz. Ve her zaman da yola çıkmağa müheyya bir vaziyette olup Haşr yoluyla saadet-i ebediyenin kazanılmasının tedarikiyle meşgulüz. Ve bizim re'sülmalımız (sermayemiz) olan istidatlarımızın çekirdeklerini sünbüllendirmekle ve iman ve Kur'an'la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz... Ve o kafilenin reis ve hatibi de benim. İşte menşur ferman, bak elimdedir.. Ve ezel ve ebed Sultânının kelâmıdır. Bu ferman, Sultan-ı Ezelin emirleri ve konuşmaları olduğuna en kati delil, üstünde parlayan şu sikke-i şahanesine ve turra-i sermediyesine bak, gör.. ve git, söyle!"

Evet, en müşkil, en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu "üç-dört sual" e tam ve doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyandır ki, başında ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ fermanıyla ilan edilmiş, işte bu hakikatten anlaşılıyor ki; Kur'an'ın anasır-ı esasîyesi ise; fenn-i Hikmetin sorduğu dört suale Peygamberin (s.a.v) verdiği cevaplardaki hakikatlerdir.

Yani TEVHİD, NÜBÜVVET, HAŞR ve ADALET dir. İşte bu dört hakikat, nasıl ki mecmu-u Kur'an'da dört rükündür... Öyle de: O dört maksadlar çok sûrelerin her birisinde bulunup, her bir sûre birer küçük Kur'an olur. Belki o dört maksadlar, bir çok cümle, kelam ve kelimelerde telmih ile işaretleri bulunmaktadır. Çünkü Kur'an'ın eczaları ve kelime ve ayetleri, Kur'an'ın tamamına bir ayine hükmünde olup, birbirine in'ikas ederler. Öyleki, adeta Kur'an müteselsilen ayet, cümle ve kelimelerine o maksadların nurunu veriyor. Ayinede güneş misali; bazen bir kelime, bir cümle, bir küçük Kur'an'ı gösterir.

İşte, Kur'an'a mahsus bu nükte, yani cüz', küll gibi aynı maksadı göstermesi haysiyetiyle; Kur'an, müşahhas bir ferd olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi -ilm-i mantıkça- tarif edilir. Demekki Kur'an'da bin Kur'an'lar var ki; bir şahs-ı külli olmuş. Hem öyle de olması lazımdır. Zira, hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için, aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lazımgelir.

[s1] Eğer desen: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize بسم اللّه ve الحمد للّه da göster?

Cevaben derim: Madem ki بسم اللّه Allah'ın abdlerine bir ders olarak nazil olmuş. Elbette içinde "Söyle!" emri ma'nasında قُلْ kelimesi mukadder olarak vardır. İşte, بسم اللّه daki قُلْ mukadderligi bütün Kur'an'daki mukadder قُلْ lerin esası ve anası bu بسم اللّه daki قُلْ dür. Buna binaen, قُلْ kelimesinde RİSALET'e işaret olduğu gibi; بسم اللّه da da ULUHÎYETe remiz vardır.

Hem بسم اللّه ın başındaki ب nin takdimi (Başa alınması) ve sonunda قُلْ ün mukadder olarak bulunması da, münhasırlığı ifade ettiği için, TEVHİDe işaret eder. Yani "Yalnız onun ismiyle başla ve meded al!"

الرّحمن da ise, ADALET ve ihsan'ın nizamına ve Rahmet'in cilvelerine telmih vardır. Çünkü muhtelif ve karmakarışık mevcudat, "Rahmet" cilvelerinin intizamı ile güzelleşmiş ve mazhar olmuşlardır.

الرّحيم de ise, HAŞR'e işaret vardır. Çünki, الرّحيم in ma'nasında hem afvetmek, hem rahmet ve şefkat etmek; ve bu fani dünyada o "Dört ma'na" hakikatiyle umumî bir surette görünmediğinden, elbette bir diyar-ı aherde o ma'nalar tamamiyle tezahür edebilirler. Hem RAHMET ve şefkat'in hakikati "dirilmemek üzere ölmek"le kabil-i tevfik değildir. Demek, الرّحيم deki şefkat, parmağını CENNET'e uzatmış gösteriyor.

Şimdi اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ daki اَلْحَمْدُ لِلّهِ a bak! İşte burada Uluhiyetin zahir işareti vardır. Çünkü: "Bütün hamdler Allah'a mahsustur" Uluhiyeti gösterdiği gibi; tevhidi de irae ediyor. Evet, لِلّهِ deki ل ilmi sarfça bir ma'nası ihtisas ve istihkaktır. (Yani mahsusluk, mustahaklık) اَلْحَمْدُ لِلّهِ daki ال (eliflam) ise, bir ma'nası istiğraktır. Demek "Bütün hamdler Allah'a mahsustur." Öyle ise, Tevhidi kat'î ifade ediyor.

رَبِّ اْلعَالَمِينَ lafzında, hem ADALET'e, hem de NÜBÜVVET'e işaret var. Çünkü, on sekiz bin alemin zerreden ve zerrelerden ve sineklerden tut, tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye vardır. Öyle ise, elbette gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

NÜBÜVVETe işaret ise: Madem nev'i beşerin fıtrî kuvvelerine -sair hayvanat gibi- hadd konulmamış; ondan tecavüzler çıkmış. Hem insan, maddî cihette olduğu gibi; maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alakadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeyi, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmündeki istidatları inkişâf ettirmekle; Emanet-i Kübra vazifesini yapmak cihetiyle, Nübüvvetin olması zarurîdir. Tâ ki beşer, رَبِّ اْلعَالَمِينَ deki عالمين (yani alemler) içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye karşı olan rüçhaniyeti gösterebilsin.

ماَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesi ise, HAŞR'î tasrih ediyor. Çünkü يَوْمِ الدِّينِ "Din günü" ve "ceza günü" ve "maneviyat günü" demektir.

Evet, nasıl ki dünya, maddiyat ve maddî harekât'ın ve amellerin günüdür.. Elbette o harekât'ın neticelerini ve hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyâtın semeratlarını, belki o faniyat ve zailâtın bakî ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o faniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

İşte buna göre: بسم اللّه ve الحمد للّه cümleleri gibi, Kur'anın ekser yerlerinde böyle "DÖRT UNSUR-U ESASİYE" içinde görünebilir. Hatta اِنّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ in sadefinde de bu dört cevher mevcuttur, dikkat etsen görürsün... Ve bu minval üzere, sairlerini nescedebilirsin. اِنّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ in ma'nası: "Biz sana verdik Kevseri" Yani Zât-ı Zülcelâ'in seni nübüvvetle ve maddî ve manevî te'min-i adaletle müşerref ettiği gibi; Cennette de Kevseri sana ihsan ediyor.

Fatiha Ayet 1: Besmele[]

Cümle 1: Bismillah[]

Ey sail! Pek uzun hakikati kısa kesip, bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebât ve işarâtı dokumaya başla! Biz de başa dönüp, بسم الله dan başlayıp devam edeceğiz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve "Birinci Söz" ve "Besmele" Lem'asına vesair Risale-i Nurdaki hakîkatlarına dair hüccetlerine havale edip, yalnız nazm ve diziliş itibariyle küçük bir ima edeceğiz, Şöyle ki:

بسم الله Güneş gibidir; başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona -hava ve su gibi— muhtaç olduğundan; onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de, ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tarifden müstağnidir. Besmelenin harfleri ve cüz'lerinde olan ب nin fenn-i sarfça bir ma'nası "İSTİANE" dir.Bir ma'na-yı örfisi de "Teberrük" olmasından bu ب nin merci-i mütealliki kendi ma'nasından çıkan اَسْتَعينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut بسم اللّه in perdesine sarılı قُلْ in istilzam ettiği اَقْرَاُ (okuyacağım) fiiline bakar. Yani: "Ya Rabb, ben Senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Herşey Senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu için, yalnız ve yalnız Senin isminle başlıyorum."

Demek بسم الله nin ahirinde اَقْرَاُ lafzı mukadder olduğundan, hem ihlas, hem de tevhidi ifade eder.

Amma بسم الله daki اسم (ism) kelimesi ise, biliniz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücudun binbir esmasından bir kısmına "Esma-i Zatiyye" denilir ki; her cihetle Zat-ı Akdes'i gösteren adı ve ünvanıdırlar; "ALLAH, EHAD, SAMED, VACİB-ÜL VUCÛD" gibi çok esma var. Bu isimlerden bir kısmı da "'Esma-i fi'iliye" tabir edilir ki; çok nevileri var. Mesela: "GAFFAR, REZZAK, MUHYİ, MÜMİT, MÜN'İM, MUHSİN" gibi... ve bu isimlerin tenevvu' etmeleri ve çoğalmaları ise, Kudret-i Ezeliyenin enva'-i kâinatla olan münasebetlerinin taaddüdünden ileri gelmiştir. (*[1]) Buna göre, بسم الله kelamı, adeta kudret'in te'sir ve taallukunu celbe medar bir istinzaldir, nüzulünü istemedir. Tâ ki, o te'sir ve taalluk abdin kesbine imdad eden bir ruh olsun.

بسم الله daki الله lafza-i celâli ise, bütün sıfat-ı kemaliyeyi cami' bir nüsha olmakla. Hak Teâlanın bu zatî olan ismi, kendi sıfatlarını istilzam etmesi sırrı ile (sair a'lamin, yani hâs isimlerin hilâfına olarak) bütün kemâlî sıfatlar الله ismine delâlet-i iltizamiye ile delalet ederler. Başka isimlerde bu iltizamî delalet bulunmamaktadır.

Cümle 2: Rahmandır ve Rahimdir[]

اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ isimleri lafza-i celâl ile beraber zikredilmesindeki nazm vechi budur ki: Lafza-i celâl olan اللّه isminden silsilesiyle birlikte celal tecellî ettiği gibi; اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ isimlerinden de -silsilesiyle beraber- cemal tecellî etmektedir. Zira, Celâl ve Cemâl, kâinatta iki kök ve asıldırlar ki, her bir âlemde tecelliye başladıklarında, onlardan teselsül eden fer'ler (ayrıntılar) meydana gelir. Meselâ: Emir ve nehy.. Sevap ve azap.. Terğip ve terhib.. Tesbih ve tahmid.. Havf ve reca gibi ayrıntılar.

Hem yine lafza-i Celal, (Ayniyye (*[2]) ve Tenzihiyye) sıfatlarına işareti olduğu gibi, الرَّحِيمِ ismi de "gayriyye-i (*[3]) fiiliye" ye îma etmektedir. اَلرَّحْمنِ ise, ne ayn, ne de gayr olan "Sıfat-ı Seb'a"ya (*[4]) remzetmektedir.

Evet, اَلرَّحْمنِ ismi, "Rezzak" ma'nasındadır. "REZZAK" ise, bekayı ita etmekten ibarettir. Beka ise, vücûdun tekerrür etmesidir. Vücûd dahi "mümeyyize, muhassısa ve müessire" olmak üzere "üç" sıfatı istilzam eder ki bunlar: "İlim, İrade ve Kudret" tirler.

Hem "Beka" ki, rızk'ın bahşedilmesinin semeresi olduğundan, örfen "Basar, Sem' ve Kelam"ı iktiza eylerler. Evet, çünki rızkı verenin basar'ı olması lazımdır ki, merzûk'un hacetini -talep edip istemese de- görmesi lazımdır. Hem yine. rızkı veren Zat'ın, muhtaç olanların -bir şey istediği zaman- kelâmını işitmesi gerektir. Keza, eğer varsa, olursa, (Yani, peygamberler hayatta ise. ya da melaike veya ilhama mazhar velînin varlığı mevzu-u bahis ise) vasıta ile konuşması için, kelâmının olması zaruridir. İşte, bu "altı sıfatlar" ise; (İlim, İrade, Kudret, Basar, Sem' ve Kelam) dırlar ki, yedincisi olan "Hayat"ı istilzam ederler.

[s2] Eğer desen: Azîm nimetlere delalet eden "RAHMAN" isminin, ince ve dakik ni'metlere bakan "RAHİM" ismine -ma'naca- zeyl kılınması, yukarıdan aşağıya inme san'atı olan "tedellî" olmuş olur. Halbuki belagat ise, terakki san'atında aşağıdan yukarıya çıkmadır?

Cevaben derim ki: O vaziyet, ma'nayı tamamlamak için bir zeyillendirmedir. Göze kaş, at'a gem gibi bir tamamlama ve bir tekmildir. Hem çünki büyüğün ince ve küçüğe tevakkufu lazım oluyor. (Yani ekseriya küçük, ince olanlar olmadan büyüklerden faydalanamamaktadır.) Kilitli kapıya anahtar, ruh'a lisan gibi... Bu vaziyette, bazen ince ve küçük nimetler, büyüklerin üstüne çıkarlar.

Ve keza, bu makam nimetlerin yer ve mevki'lerine karşı tenbih ve îkaz makamı olduğu için, nimetlerin en gizlisine daha çok dikkat çekilip tenbihe uygun oluyor. O halde burada, nimetleri yâd ve ta'dat etme makamında bir tedellî san'atı olsa da, tenbih makamında terakki san'atı olur.

[s3] Eğer desen: Rahman ve Rahim ve emsalleri gibi sıfatlar -akla ilk gelen ma'nalanyla- kalb rikkati ve onun şefkati gibi hal ve ma'naları hatırlatır. Oysa bunlar, Cenab-ı Hak hakkında muhal şeylerdir. Bundan, nihayet ve neticelerde verilecek ni'metler murad olmuş olsa dahi, buradaki "mecaz"ın hikmeti nedir?

Cevaben derim ki: O mecazın hikmeti, müteşabihât'ın hikmetidir. Yâni: İnsan aklının anlayabileceği bir üslupla konuşmadır ki

اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلى عُقُولِ الْبَشَرِ

diye ta'rif edilmiş. Ma'nası: Zihinleri ünsiyetlendirip ona göre hakikatleri anlatmak ve akıllarına yerleştirmek için İlahî tenezzülattır, beşer'in fehim seviyesine inmedir. Bir çocukla konuşulduğu zaman, ülfet ve ünsiyet ettiği kelimelerle konuşulduğu gibi...

Evet, insanlardan "Cumhûr-u nâs" diye ta'rif edilen (halk kitleleri) ekseriya gördükleri, işittikleri veya bildikleri şeylerden ma'lumatlarını toplar, alırlar. "Hakaik-ı mahzaya" pek bakmazlar. Baksalar da, ancak hayallerindeki ayine içinde veya ülfet etmiş oldukları şeylerin canibinden bakarlar.

Hem kelamdan istenilen şey ise, ma'nayı ifade etmesidir, ma'na ise, kalpte ve histe te'siri olmaksızın tamamlanmaz. Te'sir ise, muhatabın ülfet eylediği bir üslûbu hakikata giydirerek sunmakladır ki, kalb onu kabul etmeye isti'dad göstersin ve ona hazırlansın.

Fatiha 2: Allaha Hamd[]

Cümle 1: Hamd Allaha mahsustur[]

FATİHA SÛRESİ

اَلْحَمْدُ Kelimesi.. Bu kelimenin kendi makabliyle münasebeti, bağlantısı ve diziliş vechi şöyledir ki: Vakta, "Rahman" ve "Rahim" isimleri ayrı ayrı ve çeşit çeşit ni'metlere delalet edip gösterdiler. Elbette arkalarında hamd ve şükrün takip eylemesi gerekli oldu. Hem sonra, اَلْحَمْدُ لِلّهِ kelamı, Kur'an'ın dört sûresinin başında (*[5]) tekrarlanması ile, bu kelimelerin her birisi bulunduğu makama göre, asıl ve kök olan ni'metlerden birisine -daha çok- bakmaktadırlar. O asıl nimetler (*[6]) ise: "Neşe-i Ulaya" (Halk ve icadla dünyaya gönderiliş) ve içindeki bakiliğe (dünyada kaldığı müddetçe hayatın levazımatını i'ta eylemek) ve "Neşe-i Uhra"ya (öldükten sonra, yeniden diriltilip haşr oluş) ve ondan sonraki bekaya (Ebed-ül âbad olan AHİRET hayatıyla bakîlik içinde ömür sürmek) ni'metlerine de nazırdırlar.

Sonra, HAMD'in bu makamdaki nazmı, yani Kur'an'ın fatihasına fatiha yapılmasının vechi ve hikmeti ise, zihinde ille-i gaiyenin önceliğinin tasavvuru gibidir, zira HAMD unvanı, netice-i hilkat olan ibadetin; ve kâinat ve mevcudat'ın yaradılış hikmeti ve gayesi olan Ma'rifet-i İlahiye'nin icmali bir suretidir, öyle ise, HAMD in en önde zikredilmesi, adeta ille-i gaiyye denilen yaradılış hikmetinin peşinen (Hamd ile) tasavvuru gibidir. Evet, Cenab-ı Hak (Azze ve Celle) azamet ve celali ile ferman buyurmuştur ki; (*[7]) وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (Yani ancak bana kulluk yapsınlar diye ins ve cinni yarattım.)

Sonra "Hamd" in birçok ma'nalarından en meşhur olanı, Cenab-ı Allah'ın kemalî sıfatlarını izhar eylemektir.

Bu meselenin tahkiki şöyledir ki: Cenab-ı Hak teâla ve tekaddes, insanı halk etmeyi irade buyurduğunda; Onu, kâinatı içinde cem'eden cami bir nüsha kılmış, onsekizbin âlemi müştemil olan âlem kitabına da bir fihriste etmiştir. Ve insanın ruh cevherinde Cenâb-ı Hak taâlanın ayrı ayrı isim ve unvanlarla tecelli eylediği bütün âlemlerin numunelerini tevdi buyurmuştur. İşte, böyle bir hilkat tarzıyla yaradılmış olan şu insan, kendisine in'am edilmiş bütün bu nimetleri, yaradılış hikmet ve gayelerine göre "HAMD" unvanı altında şükr-ü örfiyi (yani Göz, kulak, ağız gibi nimetleri i'tiraf ederek bu ni'mete, bu iyiliğe karşı teşekkürü) îfa etmek için sarfeylese; ve tabiatın paslarını gideren ve o a'zaları cilalandıran Şeriât-ı Mutahharayı imtisal eylese, işte o zaman insanın cevher-i ruhunda tevdi' edilmiş olan âlemlerin enmûzeçlerinin her birisi, ait olduğu âlemine bir mişkât, bir pencere açarak, o alemde mütecellî olan ve ona ait sıfata; ve bundan da tezahür eden İSM'e bir âyine olmuş olur. İşte o zaman bu haldeki bir insan, ruhuyla ve cismiyle gayb ve şehadet âlemlerinin bir hülâsası olarak; o iki aleme tecelli eden bütün esma ve sıfat kendisine de tecellide bulunduklarını bilebilecektir.

Demekki, "HAMD" ile insan, Allah'ın kemali sıfatlarına mazhar olmuş oluyor.

Bu hakikata delalet eden Muhyiddin-i Arabî (k.s.) nun, bir Hadis-i Şerifin beyanında:

كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى

olan meşhur sözüdür. Yani "Mahlukatı yarattım ki, bir ayine olsun; tâ onda cemalimi müşahede edeyim."

لِلّهِ Yani hamd ve şükür, ancak Vâcib-ul Vucûd mefhumuyla mülahaza edilebilen müşahhas Zat-ı Akdese hâstır ve müstehaktır. Evet, şahsiyetinin mevcudiyeti ma'lum ve ma'ruf, fakat künh-ü zatının keyfiyeti meçhul olan müşahhas bir zat, bazen umumî bir emir ile (bir bilinen unvan ile) mülahaza edilebilir. İşte, لِلّهِ deki ل (lam), kendi özünün mânası olan ihtisas ve münhasırlığa taallukundan dolayı, âdeta bu bağlılık ve müteallıklığın ma'nasını içine çekmiş, almıştır. Ayn-ı zamanda ihtisas lam'ı, ihlas ve tevhide de işaret etmektedir ki, "Hamd ve şükür yalnız ve sadece Allah'a mahsustur" ma'nasıyla, ihlas ve tevhidi de ifade eder.

Cümle 2: O, Alemlerin Rabbidir[]

رَبِّ Yani: O ki alemi cemî-i eczasıyla birlikte terbiye eder, besler ve rızıklandırır. O alem'in eczaları da, her birisi umumî alem gibi birer alem olup, zerreleri de büyük âlemin yıldızları misillü intizam içerisinde hareketlerle müteharriktirler.

Ey aziz bilmiş olasın ki: Cenab-ı Hak -azze ve celle- her şey için bir "kemal noktası" tayin eylemiş. O şeyin içine de, o nokta-i kemale ulaşmak için bir "meyl" tevdi' buyurmuştur. Güya ki -her şeye- manevi bir emir vererek, ondaki o meyl ile hareketlenip o kemal noktasına doğru gitsin. İşte, eşyanın her birisi, kendi nokta-i kemaline doğru seyr-u seferinde, ona yardım edip yol gösterecek ve engelleri def edecek bir şeye, (bir yardımcıya) muhtaç bulunmaktadır. İşte o şey ise, ancak Allah -Azze ve Celle- nin terbiyesi ve yardımı olabilir.

Evet, kâinata dikkatle bakıp teemmül edebilsen; Benî Âdem taifeleri gibi bir çok mahlûkat taife ve kabilelerininde varlığını göreceksin.. Ve bunların her birisi tek başına ve ya toplu olarak, Sani'lerinin kendilerine ta'yin etmiş olduğu vazifelerinde son derece ciddiyet içerisinde sa'y ve hareket ile yürümekte olduklarını ve Halıklarının kanunlarına itaat ettiklerini bilecek ve anlayacaksın. Amma ne kadar aciptir ki; insanlar kâinatın bu umumî kanun ve nizamı dairesinden serkeşlik edip çıkabilmektedirler.

اَلْعَالَمِينَ Bu kelimenin son iki harfi olan ن ve ى ya عِشْرِينَ ve ثَلاَثِينَ gibi i'rabın sadece bir alametidir. (Yani Arapça sayının yirmiden itibaren çokluğunu ifade eden ve sayan bir alametidir.) Ya da, cem'iyyeti ifade etmek içindir. Yani: Kâinat ve mahlûkat'ın cem'iyyet ve cemaatlarını ifade etmektir. Zira âlemin eczaları, herbirisi birer âlem olduğu için, mecmu'u "Âlemler" demektir. Yahutta, mevcûd olan şu âlem, Manzûme-i Şemsiyeye münhasır olmadığının ifade ve işaretidir.

Bu mevzu'u bir derece ifade eden bir şâir'in şöyle bir sözü vardır:

اَلْحَمْدُ لِلّهِ كَمْ لِلّهِ مِنْ فَلَكٍ .. تَجْرِى النُّجُومُ بِهِ وَ الشَّمْسُ وَ الْقَمَرُ

Hem اَلْعَالَمِينَ de (*[8]) رَاَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ ayetinde olduğu gibi; secde edenlerin müfredini değil, âkillerin cem'ini tercih ederek kullanmasında bir işarettir ki; Belagat nazarı âlemin eczasından her bir cüz'ünü "lisan-ı hal ile konuşan, diri ve akıllı" tasavvur eder.

Evet, mevcudat'ın "ALEM" ile tesmiyesi, Sâniinin onunla bilinmesine, tanınmasına bir isim olup ona şahitlik ediyor ve ona işaret ediyor demektir. Öyle ise رَاَيْتُهُمْ لِى سَاجِدِينَ âyetinde, yıldızların secde etmeleri gibi, رَبِّ deki terbiye ve i'lam, (yani terbiye etme, hacetlerini vakt-i münasipte tedarik eyleme ve hayatlarına lâzım olacak şeyleri öğretme ve bildirme gibi şeylerle) îma ediyor ki; o âlemler eczalarıyla birlikte secdeleri gibi akıllı, şuur sahibidirler.

Fatiha 3: Rahmaniyet ve Rahimiyet[]

اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ Bunun üstteki cümle ile nazm ve dizilişi şöyledir ki:

"Rahman" ve "Rahim" isimleri, terbiye sisteminin iki temel esasına işaret etmeleriyle; "Rahman" ismi, "Rezzak" ma'nasında olduğu, "Rezzak" da menfaatlerin celbine mülayim ve muvafık geldiği gibi; "Rahim" ismi de, "Gaffar" ma'nasını taşıdığından, zararlı işlerin defi gibi işlere münâsip gelmektedir. Bu iki hal ise, terbiyenin iki esasını teşkil ederler. (Yani menfaatleri celbetmek ve bunun da vesile ve vasıtalarını halk edip hazırlamak ve mazarratları defetmek için lazım gelen müdafaa vasıta ve cihazlarını i'ta eylemektir.)

Fatiha 4: Din gününün sahibi[]

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Yani haşr ve ceza günü..

Bunun اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile irtibat ve nazm vechi ise; bu, yani "ceza günü" اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ in adeta neticesi ve semeresidir. Evet, RAHMET, (tek başıyla) kıyametin kopması ve saadet-i ebediyenin gelmesinin (en büyük) delillerindendir. Çünki Rahmet ve ni'met, ancak kıyametin gelmesi ve saadet-i ebediyenin husul bulması ile Rahmet ve ni'met olabilirler. Eğer kıyamet kopmayıp, saadet-i ebediyye gelmezse; ni'metlerin en büyüğünden olan "AKIL" insan için bir musibet olmuş olur. Hem enva'-i rahmetin en latiflerinden olan muhabbet ve şefkat dahi, ebedî ayrılığın mülahazası ve düşünülmesi sebebiyle, şiddetli bir eleme ve musibetli bir üzüntüye tahavvül ederler.

[s4] Eğer desen: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Tealâ her şeyin her zaman mâlikidir. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ "Din gününün mâliki" diye olan haslığın sebebi nedir?

Cevaben derim ki: Cenab-ı Hakk'ın kevn ve fesad aleminde va'z eylemiş olduğu, zahirî sebeplerin hikmeti, kendi azametini izhar etmek içindir. Yani tâ ki, aklın zahirî nazarında kudret eli, eşyanın "mülk" cihetindeki nâpak ve hasis gibi görünen şeyleri ile mübaşereti, karışması görülmesin. Lâkin DİN GÜNÜ olan kıyamet ve haşirde ise, bu gibi şeyler ortadan kalkarlar; her şey'in safi ve şeffaf olan "melekûtiyet" ciheti tecelladar olur. Öyle ki o gün, herşey ve herkes kendi seyyid ve Sani'ini vasıtasız ve perdesiz bir tarzda görecek ve bulacaktır.

Hem, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ deki يَوْم lafzıyla ibarelendirilmiş olması, Haşrin hadsî ve vicdanî emarelerinden birisine işaret etmek içindir.

Şöyle ki: يَوْم kelimesi, gün ve sene arasında ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya mabeyninde açık ve zahir olan tenasüp, uygunluk ve münasebete bakmaktadır. Ki adeta saat'in saniye, dakika, saat ve günlerini sayan mevcut ibre ve milleri arasındaki tenasüp ve münasebeti andırmaktadır.

Evet, nasıl ki birisi görse ki; saatin bir mili kendi devrini bitirip tamamladı. Elbette kalbinde hadsen intikal eder ki, bunun arkasında gelen milin de -biraz daha zaman ve mehil almış olsa da- devirlerini tamamlaması lâzımdır. Zira birbirine bağlıdırlar.

Aynen bunun gibi; dünyanın "yevm" ve "sene" gibi olan mil ve ibrelerinde vuku' bulan mükerrer nev'î kıyametleri müşahede eden adam; bir şahsı sairlerin bir nev'i gibi olan İNSAN için dahi, Haşr günü sabahında, Saadet-i Ebediye baharının doğacağına hadsen intikal etmesi lazımdır.

Amma مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ daki الدِّينِ den mûrad ise: Ya "ceza günü"dür ki, ameller'in (hayır, sevap., günah ve şer amellerin mükâfat veya cezalarının verileceği) günü olan "Yevm-i Ceza" demektir. Ya da: Din hakikatlerinin zuhûr'a çıktığı gün, Yani o hakikatlerin tulu' ve zuhurlarının ve i'tikad dairesinin sebepler dairesine galebe etmesinin günü demektir.

Evet, Cenab-ı Hak -Celle Celâlühu- kendi meşiet-i sübhaniyesiyle kâinatta öyle bir nizam tevdi' etmiştir ki; (zahire göre) müsebbebâtı sebeplere bağlamış. İnsanı da -tabiatı, vehmi ve hayaliyle- o nizama müraât etmeye ve onunla bağlanmaya duçar kılmış, her şeyi de mezkûr nizama doğru yönlendirerek sevketmiştir. Kendi Zat-ı Sübhanîsi ise, esbabın tesiratından tenezzüh ederek tekaddüs eylemiştir. Hem insanı i'tikad ve imanca, bu daire-i itikada -vicdaniyle, ruhuyla- muraât edip bağlanmasını teklif eylemiştir.

Evet, dünya hayatında, sebepler dairesi itikad dairesine galip ise de, Ahirette akaid'in hakikatleri perdesiz tecelli edecek ve esbab dairesine galebe çalacaktır. Evet, bilmiş olasın ki; sebepler dairesiyle, itikad dairesinin, her birisinin kendine mahsus muayyen makamları ve mahsus hükümleri vardır. Öyle ise, her birisinin kendine ait olan haklarının verilmesi gerekir.

Buna göre, daire-i esbabda iken; tabiatı, vehmi ve hayali ile ve sebepler dünyasının ölçüleri ile itikad dairesine bakan adam, i'tizale girmeye muztar kaldığı gibi; itikad makamı ve düstûrları içinde iken de, ruhuyla ve kalbiyle esbab dairesine nazar eden adam da, her şeyi taht-ı nizamına almış olan Meşiet-i İlahiyeye karşı tenbelane bir tevekküle ve temerrüdü netice veren bir atâlete girmeye namzettir.

Fatiha 5: İbadet ve İstiane[]

Cümle 1: Ancak sana ibadet ederiz[]

اِيَّاكَ نَعْبُدُ Bilmiş ol (*[9]) ki, اِيَّاكَ nin 'Kâf'ında iki nükte bulunmaktadır.

Birinci Nükte: ك (İyyakenin "ke"si) ile yapılan hitabın içindeki iltifatın sırrıyla, (yani, gıyabî mükalemeden geçip, hazırane olan hitaba terakki etme sırrıyla) -yukarıda "Hamd" kelimesinde zikri geçmiş olan-evsaf-ı kemaliyeyi tazammun etmiş olmasıdır. Evet, o kemalî evsafın peyderpey zikredilmesinde, zihni tahrik ile, kabule müheyya eder hale getirir ve onu şevkle doldurur.. Ve o sıfatların mevsufu olan Zat-ı Kibriyanın nuruna teveccüh etmeye hareketlenir. Buna göre, اِيَّاكَ nin ma'nası: "Ey şu sıfatlarla mevsuf olan Zat-ı Zülcelal!" demek olur.

İkinci Nükte: Bu hitap, yani اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabı; belagat mezhebinde, ma'naların mülahazası zaruretine işaret eder. (Yani hitabın makamı, hitap edilenin azamet ve celalini ve namaz'ın mahiyetini ve onda okunan fatihanın ma'nalarının nereye baktığını ve sairleri mülahaza ve tefekkür eylemek lâzımdır diye işaret eder demektir.) Tâ ki, okunan şey'in şimdi taze nazil oluyor gibi olsun ki, tabiatça ve zevkçe hitaba incirar etmiş olsun ve ona bağlansın.

Demekki, اِيَّاكَ nin hitabı اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ (Rabbine karşı onu görüyor gibi ibadet et!) (*[10]) hadisindeki imtisalin emrini tazammun ediyor.

Amma نَعْبُدُ deki mütekellim-i maal-ğayr "nûn"u üç vecih içindir.

Birinci Vecih: Yani, biz âlem-i sağir olan "Ene" nin, yani vucûd'un ve şahsiyyet'in a'zası ve zerrelerinin cemaatları olarak şükr-ü örfi (*[11]) ile sana ibadet ederiz. Her bir a'za ve zerrelerinin şükr-ü örfîyi yerine getirmeye (mânevi) emrolunmuş olmakla, fıtri olarak bu emr-i maneviye uymak, o a'zanın itaatidir.

İkinci Vecih: Biz muvahhidîn cemaatları, (ins, cinn ve melekten müteşekkil ehl-i tevhid toplulukları) senin şeriatına itaat etmekle, sana kulluk yapıyor ve ibadet ediyoruz.

Üçüncü Vecih: Biz kâinat topluluğu ve cemaatleri olarak (Kâinatın nizamı için va'z eylemiş olduğun) Senin Şeriât-ı Kübra-yı fıtriyyene itaatle serfurû ederek, sana ibadet ediyor ve azamet ve kudretinin Arş'ı altında, hayret ve muhabbetle secde ediyoruz.

Şimdi اِيَّاكَ kelimesinin üstteki مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ cümlesiyle veya daha üstteki sair cümlelerle nazm, irtibat ve dizilişinin vechi ise, budur ki: اَلْحَمْدُ لِلّهِ nın bir beyanı ve bir tefsiri olduğu gibi; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ nin de bir neticesi ve lazımıdır.

Ve keza bilmiş ol ki: اِيَّاكَ nin takdimi, yani, نَعْبُدُ kelimesinden önce zikredilmesinin hikmeti; ibadetin ruhu olan İHLAS içindir. (Yani: Biz ancak ve yalnız sana ibadet ederiz gibi...)

Amma اِيَّاكَ deki ك hitabında ise; ibadetin illetine, (yani asıl hakiki sebebine) bir remiz vardır. Şöyle ki: اِيَّاكَ hitabı ma'nasıyla der: "Sizi kendisine hitabetmeye davet eden ve -üst tarafta vasıfları zikredilen- o vasıflarla muttasıf olan Zat-ı Celil-i Zülcemal elbetteki ibadete layık ve müstehaktır, ondan başka ibadete layık kimse yoktur.

Cümle 2: Ancak senden yardım dileriz[]

وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Bu hitap dahi mezkûr "üç cemâat" itibariyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ gibidir. Yani: Biz ceseddeki a'zaların cemaatı; ve muvahhîdinler cemaatı; ve kâinat topluluğu cemaatı olarak umum hacetlerimiz ve maksadlarımız için ve bunlardan en ehemmiyetlisi olan senin ibadetin için, senden tevfik ve yardım taleb ediyoruz. Hem اِيَّاكَ hitabını iki defa tekrarlamış olması ise; hitab ve huzûr'un lezzetini arttırmak içindir. Evet, "ayan makamı" (görünmeklik) "burhan makamın"dan daha çok üstün ve daha çok celil ve azim olduğu için, Hem çünkü huzur ise; sıdkın, hâlisiyyetin daha çok davetcisi olup, yalandan, riyadan uzaklaştırdığından, hitap tekrarlanmıştır. Aynı zamanda o tekrarların hikmeti, te'kid için olup tekzib edilmemesi ve her iki maksadın (ibadet ve istiane maksadlarının) müstakil birer iş, birer vazife olduklarını göstermek içindir.

Hem yine bil ki: نَسْتَعِينُ nün نَعْبُدُ ile yanyana nazmediliş ve dizilişinin bir hikmeti de; ücret'in hizmetle beraber diziliş ve bulunuşu gibidir. Zira ki ibadet, Allah'ın kendi kulu üzerindeki hakkıdır. Fakat iane ve yardım ise, kullarına Allah'ın ihsanıdır.

Amma اِيَّاكَ nin hasrındaki hikmet ise, şu nisbet-i şerife olan ibadet ve hizmet ile, abdin esbab ve vasıtalara karşı tezellül göstermekten kurtulup yüceldiğine işarettir. Belki o vesait ve esbab denilen şeyler -o vaziyette- o abd'a hizmetkâr olurlar da; ve abd ise, yalnız Vahid-i Ehadı ma'bud ve maksud olarak tanıyan ve bilen olur. Ve işte o zaman -üst tarafta bahsi geçtiği üzere- itikad ve vicdan dairesinin tecellisi tahakkuk etmiş oluyor.

Lâkin eğer insan Allah-ü Teâla'ya hakkıyla hizmetkâr ve abd olmazsa; sebeblere hizmetçi, vasıtalara da zillet içinde perestiş eder bir halde kalmış olur. Buna göre, abdin üzerine hak ve lâzımdır ki; daire-i esbabda iken, bütün bütün sebebleri ihmal etmesin. Tâ ki, Cenab-ı Hakîm-i Mutlakın hikmet ve meşietiyle kâinatta tevdi' edilmiş olan umumî nizama karşı mütemerrid, isyancı durumuna düşmüş olmasın. Zira esbab dairesinde iken teşebbüssüzlükle yapılan bir tevekkül, -az üstte geçtiği üzere- bir atalet ve tenbellikten başka bir şey değildir.

Ve keza, bu ikisinin yanyana dizilişlerinin bir hikmeti de; mukaddimenin maksudla olan mukarenet ve beraberliği gibidir. Zira, iane ve tevfık, ibadetin mukaddimesidir.

Fatiha 6: Sırat-ı müstakime hidayet[]

Cümle 1: Bize hidayet ver[]

(اِهْدِنَا )

Bundaki nazm vechi budur ki: اِهْدِنَا kelimesi, Allah'ın kendi kuluna ettiği sualine karşı abdin cevabıdır. Güya ki; Cenab-ı Mabud-u Mutlak, kuluna soruyor: "Senin hangi maksad ve muradın daha çok kalbini alâkadar ediyor?" Abd ise, اِهْدِنَا diyor. (Yani: Doğru yola hidayet buyur.) diye cevap veriyor.

Hem bilmiş ol ki: اِهْدِنَا kelimesi; hidayete ermişler.. Hidayeti talep edenler., ve hidayeti arttırmak isteyenler ve saireler gibi mefullerinin tenevvüüne binaen, ma'na mertebelerinin birkaç çeşide ayrılması sebebiyle; adeta اِهْدِنَا kelimesi, hidayet fiilinin dört tane masdarından iştikak etmiş, çıkmıştır.

İşte bu hale göre; اِهْدِنَا duası, isteği; bir grup insanlara göre ثَبِّتْنَا olur. Yani bizi hak ve doğru olan "Sırat-ı müstakim" üzere sabit-kadem kıl. Başka bir grup cemaata göre, زِدْنَا, اِهْدِنَا dır. Yani: Hidayetimizin nurunu arttır. Diğer bir taifeye göre وَفِّقْنَا, اِهْدِنَا olur. Yani: Bizi Sırat-ı Müstakim'de yürümeye muvaffak eyle! Bir başka fırkaya göre: اَعْطِنَا, اِهْدِنَا dır. Yani: Bize hidayeti ve doğru yolu bahşeyle!..

Evet, Cenab-ı Halık-ı Kadîr خَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ وَ هَدَى hükmünce (*[12]) Yani: Cenab-ı Hak bütün her şeyi yarattığı gibi; hayatları için lazım olan işleri öğretme, ona riayet etme gibi işlerine de hidayet etmiştir.

Bizlere de zahir ve batın duyguları i'ta etmekle, hidayete erdirmiştir. Sonra afakî ve enfüsî delilleri önümüze koymakla, kendi ma'budiyyet ve vahdaniyetine hidayet etmiştir.

Sonra, peygamberleri göndermekle ve kitapları indirmekle, bize hak dinine ve doğru yoluna hidayet vermiş ve bahşeylemiştir.

Sonra, Kıyamet gününde hakkın ve hakikatin üstündeki perde ve hicab'ın keşfedilip kaldırılmasıyla; Hakkın hak olarak, batılın da batıl olarak zahire çıkmasıyla, bizi en büyük hidayete erdirmiş ve erdirecektir inşallah, Amin.

اَللَّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَ اَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَ ارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ اۤمِينَ

Cümle 2: Sırat-ı Müstakime[]

الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

Azizim bilmiş ol ki: "Sırat-ı müstakim" ise; Hikmet, iffet ve şecaat'ın özü ve hülasası olan "ADL" dir. (Ahenkli, muvazeneli, dengeli harekettir.) Bu üç şey de, insandaki üç kuvvenin, her birisinin üçer mertebesinin vasatıdırlar. Yani orta derecelisidirler.

Bu ma'nanın izahı şöyledir:

Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, vaktaki ruhu, değişken ve çok şeylere muhtaç ve tehlikelere mar'uz olan insan bedeninde iskan eyledi. O bedenin veya içindeki Ruh'un idamesi için "Üç Kuvve" yi onun içine tevdi buyurdu.

Birinci Kuvve: Menfaatları, yararlı şeyleri cezbeden Behimî olan "Şeheviyye" kuvvesi..

İkinci Kuvve: Zararlı şeyleri ve tahribci işleri def edip iten Sebü'î olan "Gadabiyye" kuvvesidir.

Üçüncü Kuvve: Menfaat ve zararların arasını fark edip ayıran Melekî "Akliye" kuvvesidir.

Lâkin Cenab-ı Hâkim-i Hakîm, sair hayvanat'ın kuvvelerini bir tahdit altında bulundurduğu halde, müsabaka ile terakki edebilmesi sırrıyla, beşer'in tekemmülünü iktiza eden hikmetiyle; insanın bu kuvvelerine amelî sahada din ve şeriatla bir hudut tayin etmiş ise de fıtraten, yani yaradılışça bir hadd, bir sınır tayin etmiş değildir.

Evet, amelî sahada din ve Şeriat, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlere gir-melerini yasaklayıp, Hadd-ı Vasat çizgisi üzerinde bulunmalarını emretmiştir. Bu husustaki açık emir, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ayetidir.(*[13])

İşte, bu üç Kuvvelerin Önünde fıtrî bir tahdid, bir engel bulunmadığından, herbirisinde bu üç çeşit mertebeler hasıl olmaktadır. Bu mertebelerden "Tefrit" mertebesi, eksiklik ve noksanlıktır. “İfrat” mertebesi ise, ziyadelik ve aşırılıktır. Amma "adl" mertebesi, bunların vasatı, yani, ikisinin ortasıdır.

İşte kuvve-i akliyenin mertebeleri

1- Tefrit mertebesi: Gabavet ve geri zekâlılıktır.

2- İfrat mertebesi: Şaşırtıcı cerbezekârlık ve demogojidir ki; akı kara, karayı ak göstermek gibi işlerin mantık dışı ve ma'nasızlarıyla uğraşan ve bulaşan bir zekadır.

3- Adl olan vasat mertebesi: Bu mertebe Hikmettir ki;

وَ مَنْ يُوءْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا

ayeti, onun mahiyetini beyan ve tefsir eyler.

Bu taksimattan sonra, şunu da bil ki: Bu "Üç kuvve"lerin asılları i'tibarıyla, nasılki her birisi mezkûr mertebelere ayrılıp çeşitleniyor.. Öyle de; bu çeşitlerin fer'Ierinden her bir dalı dahi, o üç mertebelere ayrılıp tenevvu' edebiliyor.

Mesela: "Halk-ı efal" meselesinde; Ehl-i Sünnet Mezhebi, Cebr ile İ'tizalin vasatıdır, ortasıdır.

Keza, İtikad da; Tevhid mezhebi, Ta'til ve Teşbihin (*[14]) vasatıdır.

İşte buna göre, ehl-i Tevhid ve ehl-i hak mezhebi, itikadda "Sırat-ı müstakim" olan vasat mezhebidir. Daha bu kıyas üzerinde misaller çoğaltılabilir.

Kuvve-i şeheviyenin mertebeleri

Bu kuvvenin "tefrit" mertebesi, "HUMÛD" dur. Yani, sönüştür ki, hiçbir şeye iştiha ve iştiyakı olmaz. "İfrat" mertebesi ise, "FÜCUR" dür ki, helal haram demeden neye rast gelse, iştihası kabarır.

Amma bu kuvvenin "Vasat"ı ise, "İFFET" dir ki, helale rağbet edip, haramdan kaçar... Ve daha bu asıl ve köke göre; yemek, içmek, giymek ve saire gibi bütün fer' ve ayrıntılarını kıyasla.

Kuvve-i gadabiyenin mertebeleri

1-Tefrit mertebesi: “Cebanet”tir ki, hiç korkulmayacak şeylerden de korkar, evhama kapılır.

2-İfrat mertebesi: “Tehevvür”dür ki; istibdad, tahakküm ve zulmün menşei ve babasıdır.

3-Vasat mertebesi: "Şecaat”tir ki; aşk u şevk ile İslâmiyet namusunun himayesi ve Kelime-i Tevhid'in yüceltilmesi uğrunda ruh u canını bezledip feda eyler. Ve daha sair teferruatlarını bu misallere kıyas eyle!

İşte, -görüldüğü üzere- her üç kuvvenin ifrat ve tefrit mertebeleri olan "Altı yan"ları zulüm; "üç vasat" mertebeleri de, Adl ve adalettir ki, sırat-ı müstakimdir. Yani فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ayetine tabi' olarak âmeldir.. Ve bu Sırat-ı Müstakim köprüsü üstünden geçen adam, Cehennem'in üstüne uzatılıp konulmuş olan Sırat Köprüsünden de geçmiş olur.

Fatiha 7: Sırat-ı Müstakim, Magdub ve Dallin[]

Cümle 1: Nimetlendirdiklerinin yoluna ilet[]

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

Ey aziz bilmiş ol ki, Kur'anın inci ve lü'lüleri tek bir ipliğe dizilmiş değillerdir. Belki (o harika) nazm ve diziliş, bir çok nakışların içerisinde; -yakınlık ve uzaklıkça, zuhur ve hafâca- mütefavit olan münasebetler ipliklerinin nescinden, dokunuşundan hasıl olmaktadır. Zira, i'cazın esası, icazdan sonra bu gibi nakışlardır.

Evet, mesela: صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ deki اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesi اَلْحَمْدُ لِلّهِ ile münasebetdardır. Çünkü nimet, hamd'ın yakın arkadaşı ve bitişiğidir. Keza bu cümle, رَبِّ الْعَالَمِينَ ile de münasebetlidir. Çünki terbiyenin tammı ve kemali ise, giden nimetin ardından, yeni gelenlerin olmasıyladır. Hem yine aynı cümle, الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile de münasebet içersindedir. Çünkü peygamberler, şehitler, salihler ve âlimler; alemlere ve hususiyle insanlığa in'am edilmiş rahmetlerdir ve rahmet'in zahir misalidirler. Keza, aynı cümle; yani اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesi, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile de bağlantılı ve münasebetlidir. Zira, en hakikî ve en kâmil nimet "Din"dir. Yine aynı cümle نَعْبُدُ ye de bakmaktadır. Allah'a karşı ubudiyeti ve şekil ve adabını getiren, öğreten ve koyan Enbiya ve Evliyalar bu işin pişdarı, imamıdırlar. Hem aynı cümle نَسْتَعِينُ ile de alakalıdır. Zira, Ma'bud-u Zülcelallerinden istianede bulunanlar muvaffak olmuş kimselerdir.

Keza aynı cümle, اِهْدِنَا ile de münasebetlidir. Çünki hidayete ermiş olan o zatlar, فَبِهُدَيهُمُ اقْتَدِهْ ayeti sırrıyle, (*[15]) Sırat-ı Müstakimin bilinmesi görünmesi, ancak o büyük nimetlere mazhar olmuş zatların mesleklerine münhasırdır. Onların yollan dışındaki yollar zulümatlıdır. İşte صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ cümlesinin pek çok ve pek büyük ma'na mertebelerinden şu getirdiğimiz izah, ancak nümunecik bir misaldir. Daha sair noktaları buna kıyas eyle!

Şimdi, tekrar aynı cümlenin kelimatının tahliline dönüyoruz: Evet, صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ deki صِرَاط lafzında şöyle bir işaret vardır ki: "Ey Rabbimiz, büyük ni'metlerine mazhar etmiş olduğun Enbiya, Şüheda ve Sülehaların yolu, tariki; tecrübesi yapılmış bir yoldur. Bu yolun etrafı da ihata çemberiyle çevrilidir. Bu yola sıdk ile girip sülük edenler -Biiznillah- bir daha çıkmaz ve yolunu kaybedip sapmazlar, sahil-i selamete ulaşır, çıkarlar.”

الَّذِينَ lafzında ise, -bu kelime mevsûl olduğuna binaen- mevsûlün şe'ni de dinleyici için gözönünde hazır ve ahdedilmiş, tanınmış bir şey olmalıdır. İşte bu ma'na ile, şu الَّذِينَ olan "Mevsûl" (*[16]) edatı işarettir ki; Beşer'in karanlıklı yolları içersinde Allah'ın "Sırat-ı müstakim" gibi aydın, nurlu bir yol ni'metine mazhar olmuş o Enbiya, Şüheda ve Sülehaların yüce şanlarına; ve hadsiz karanlık yollar içersinde yıldızlar gibi parlayıp yollarını aydınlattıklarına işarettir. Hal böyle olunca; bu kafile-i nûraniye, her bir dinleyicinin -araştırmasa da- gözü Önünde adeta ahd edilmiş, ma'ruf ve ma'lum ve belli imamlar olarak görünmektedirler.

Amma الَّذِينَ nin Cem'iyetinde ise, O büyük hidayet ve iman nimetlerine mazhar olmuş zatlara ve onların "Sırat-ı Müstakim" olan yollarına ve ayrıca mesleklerinin hakkaniyetine "Tevatür" sırrıyla uymak ve tabi' olmak imkânının mevcut olduğuna remzetmek içindir. Evet (*[17]) يَدُاللهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ Hadis-i şerifi de bu ma'nayı, te'yid etmektedir.

Amma اَنْعَمْتَ kelimesi ve bunun mazî siğasıyla zikredilmesindeki ma'na ise; ni'meti taleb edip istemenin yoluna ve onun vesilesine işaret etmek içindir. Ve اَنْعَمْتَ deki ت nin Allah'a olan hitabı içersindeki ona nisbet edilmesinde; kendisine de (yani, Fatihayı okuyana da) şefaatçi olduğunu bildirir. Güya ki, Fatihayı -namazda- okuyan kimse der ki: "Ya İlahî! İn'am etmek senin şanındandır. Hem de fazl-u ihsanınla o in'amı -geçmişte- yapmışsın. Layık ve müstehak olmadığım halde, bana da o in'amdan nasip buyur!" (Amin!)

Amma عَلَيْهِمْ kelimesindeki ma'na ise, Risaletin ağır ve şiddetli yüküne ve Teklifin pek büyük olan hamline işarettir. Aynı zamanda bu kelime îma ediyor ki: Onlar, (yani peygamberler, şehitler ve salihlerle beraber, varisleri olan büyük müctehidler, müceddidler ve kutuplar) yüksek dağlar gibidirler ki; Risaletin yükünü ve teklifin hamlini omuzlamışlardır. Aynı zamanda, bu kelime îma etmektedir ki: O büyük zatlar; -sahraları sulamak, feyizlendirmek için- yüksek dağlar gibi, yağmur'un, fırtınanın şiddetli hal ve vaziyetlerine tahammül etmişlerdir. Yani: İlahî tecellilerin ve pek ağır ve ciddî hitabat-ı Sübhaniyenin ve çok şiddetli emir ve nehiylerin pek ağır yükleri altına, ümmetlerinin salah, necat ve tefeyyüzleri için girmişlerdir.

Amma, الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ de yapılan icmal ve ihtisarı

فَاُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ

(*[18]) ayeti tefsir etmektedir. Zira ki Kur'an, birbirini tefsir eyler.

[s5] Eğer desen: Peygamberlerin meslekleri mütefavit ibadetleri de muhteliftir, neden!?.

Cevaben sana denilir ki: Onlara tabi' olmak ve cemaatlerine uymak meselesi ise, âkaid ve ahkâmın asılları itibariyledir. Çünkü, akaid ve ahkâmın asılları, devamlı kalan ve değişmeyen sabit hakikatler olup, furûat gibi değişmeye kabil değillerdir. Zira furû'at, zamanın değişmesiyle tagayyür ve değişim (*[19]) gösterebiliyor.

Evet, nasılki dört mevsimin ve insan ömrünün mertebeleri vardır. ve keza, ilaçlar ve elbiselerin, mizaçlara ve mevsimlere göre ayrı ayrı tarzda olmasında tesirleri olmaktadır. Evet, bazı ilaçlar bir vakitte vücûda deva olduğu halde, başka bir vakitte zararlı düşebiliyor. Öyle de: Nev-i beşerin ömür mertebeleri ahkâmın furû'atında, değişim göstermesinde te'sir ve rolleri vardır. Yani: Allah'ın vahyi ve emri ile değişen o teferruatlı hükümler, gelir ruhların devası, kalplerin gıdası olurlar.

Cümle 2: Gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil[]

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ

Önceki cümle ile olan nazm ve diziliş vechi:

Ey aziz bilmiş ol ki: Bu makam, "Havf ve Tahliye" makamı olması hasebiyle, (Yani, Korkulan yeri; ve dalalet ve sairenin kir, paslarını kalb ve ruhtan çıkarıp atma makamı olduğundan) sabık makamla münasip düşmektedir. Evet bu makam, (dinleyiciyi) hayret ve dehşet nazarı ile, celal ve cemal ile tavsifi yapılmış olan Rububiyetin makamına baktırıyor ve bakıyor.

Sonra, iltica ve sığınma nazarıyla نَعْبُدُ deki ubudiyet makamına baktırmaktadır.

Sonra acz nazarıyla نَسْتَعِينُ deki tevekkül makamına nazarı çevirtiyor.

Sonra, teselli nazarı ile de, "Şu tahliye تخليه makamının daimî arkadaşı olan "Reca ve tahliye تحليه makamına baktırmaktadır.

Evet, korkunç bir hadiseyi veya dehşetli bir emri görenin kalbinde en evvel doğan şey, "Hayret" hissidir. Sonra, ondan kaçma ve uzaklaşma meyli doğar. Sonra da, kaçmak ve uzaklaşmaktan çaresiz kalıp âciz kalınca, tevekkül meyli doğar. Bu tevekkül meylinden sonra da, bir ümid ve teselli doğmaya başlar.

[s6] Eğer desen: Cenab-ı Hak -Azze ve Celle- Hakîm'dir, Ganîdir; acaba şerri, çirkinliği, dalaleti alemde halketmesindeki hikmet nedir?..

Cevaben sana şöyle denilir: Ey arkadaş! Şunu iyice bilesin ki: Kâinatta kemal, hayır ve hüsün maksud-u bizzattırlar. Hem bunlar kâinatın külliyatı ve erkânıdırlar. Şerr, kubuh ve noksan ise, o büyük rükünlere nisbeten cüz'iyât ve küçük şeyler olup; hilkatte azınlık, teba'î ve dağınıktırlar. Bu cüz'î şer ve noksanlıkların Halıkı; bunları hüsün, güzellik ve kemal arasında dağınık bir tarzda halkeylemiş olması; bunların zatiyetleri i'tibarıyla değil, belki hayır, hüsün ve kemal'in hakaik-i nisbiyelerinin (*[20]) zuhurlarına, belki de vücûda gelmelerine bir mukaddime ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar diye yaratılmışlardır.

[s7] Eğer desen: Hakaik-i nisbiyenin ne kıymetleri vardır ki, vücûda gelmeleri yolunda cüz'î serler istihsan edilip yaratılsın?..

Cevaben sana denilir: "Hakaik-i nisbiyye" dediğin şeyler, kâinat arasında bağlar ve rabıtalardır. Hem kâinatın nizamı, bunların iplerinden dokunmuş ve örülmüştür. Ve enva'-i kâinat'ın ayrı ayrı nev'ler halinde birer birlik ve ayrı birer teşahhus kesbetmesinin vücûdu da, onlardan in'ikâs etmiş şualardır. Ayrıca, hakaik-i nisbiyeler, hakaik-i hakikiyeden binler defa daha fazladırlar. Evet, bir Zat'ın hakikî sıfatları şayet yedi dane olsa; nisbî hakikatleri yediyüz olabilir. Öyle ise, hayr-ı kesir'in hatırı için, şerr-i kalil bağışlanır, belki de hayr-ı kesire vasıta olduğu için, beğenilerek alınır. Zira ki, içerisinde az bir şerr vardır diye, hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Hem "hikmet" in ve kâinat ve beşeriyetin maslahatı nokta-i nazarında; az olan bir şerr, çok olan bir şerr ile mukabeleye gelmesi takdirinde; o az olan şer, bil-gayr ile hasen olur diye ilm-i usul-u Şeriatta,(*[21]) zekat ve cihad gibi meselelerinde takarrür etmiş kaidelerindendir. (*[22])

Amma meşhur olan اِنَّمَا اْلاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا nin, Yani: "Eşya,ancak zıddlarıyla bilinir, tanınır"ın ma'nası ise: Bir şey'in zıddının bulunması, o şey'in hakaik-i nisbiyesinin zuhuruna sebeptir. Mesela: Eğer çirkinlik olmamış ve güzelliğin arasına karışmamış olsaydı; o zaman hüsnün, güzelliğin, iyiliğin gayr-ı mütenahî mertebeleri tezahür etmeyecekti.

[s8] Eğer desen: Şu gelen üç kelime اَنْعَمْتَ ve مَغْضُوبِ ve ضَالِّينَ de fiil, ism-i mefûl ve ism-i failin yanyana ve beraberce kullanılmasındaki tefavütün vech-i hikmeti nedir? Hem aynı kelimelerde -mealleri itibariyle- ضَالِّينَ ile üçüncü fırka sıfatının, الْمَغْضُوبِ ile ikinci fırka sıfatının akibetinin ve اَنْعَمْتَ ile birinci fırka sıfatının ünvanını dile getirerek zikretmelerindeki tefavütün hikmeti nedir?

Cevaben sana denilir: اَنْعَمْتَ de sadece ni'metin unvanını, adresini seçip zikretmiştir. Yani: Vasfını ve şeklini bildirmeden adresini vermiştir. Bunun hikmeti de; ni'metin kendisi bir lezzet olduğu için, nefisler ona hep meyildar olduğunu bildirmektir.. Ve اَنْعَمْتَ yi mazî fiiliyle zikretmesindeki ma'na da, işarettir ki; Kerim-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk'ın i'ta edip bahşeylediği bir ni'meti, geri alıpta götürmeyecek bir şana sahiptir.

Hem yine bunun mazî fiili siğasıyla olan zikrinde; Cenab-ı Mün'im-i hakikînin ni'metleri verme, lâkin geri almama adetini izhar eylemek suretiyle; istenilen şey'in vesilesine remzetmek içindir. Yani ki fatihayı okuyan kimse, sanki diyor: "Ya Rabb, in'am etme senin şanın olduğu için; geçmişte de hep bu in'amı yapmışsın, ne olur bana da o in'amdan lutfeyle!"

İkinci Fırka Sıfatının Akıbeti

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ den mûrad, şu olsa gerektir ki: "Onlar ki madem Kuvve-i Gadabiyenin ifratıyla hududu aşarak, tecavüz ile zulmettiler.. Ve Yahudiler'in inad ve temerrüdleri nev'inden, akidenin ahkâmını terketmekle fıska girdiler.. Ve madem fısk ve zulmün özünde menhus bir lezzetin ve habis bir izzet'in mevcudiyeti yüzünden, nefisler nefret edip onu terkedemiyor. İşte Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, bütün nefisler'in nefret edip kaçacağı olan müthiş akıbetlerini zikreyledi, ki o da: Allah'ın gazabının nüzulüdür.

Hem الْمَغْضُوبِ de, devam ve istimrar şanında olan ism-i mefûlu ihtiyar etmiş olmasında, şöyle bir işaret vardır ki; tevbe ve afv ile inkıta' ederek son bulup kesilmeyen isyan ve şerler, artık bütün bütün silinmez bir damga, bir alamet olmuş olurlar.

Üçüncü Fırkanın Bahsi ve Mevzuu

وَلاالضّاَۤلِّيَنَ den murad ise; onlar ki vehm u hevaları, akl ve vicdanlarına galebe etmesi sebebiyle tarik-i haktan saptılar; ve Nasara safsataları gibi, batıl itikadlarla nifakın içine düştüler. Kur'an-ı Hakîm dahi bu noktada, onların sıfatlarının mahiyetini dile getirmeyi ihtiyar eyledi. Zira ki, dalaletin mahiyeti ve özü öyle bir elemdir ki -neticeyi görmeseler de- kalbleri nefret ettirilip, ruhları da ondan kaçarlar.

Ve ضَالِّينَ ism-i fail ile zikretmesi ile, îma eder ki; dalalet, o zaman gerçek dalalet olur ki; kesilmeyip devam ede... Evet, kat'iyyen bil ki: Bütün elemler ve azaplar dalalette; ve umum lezzetler, safalar ve sevinçler ise imandadır.

Bütün lezzetler imanda, bütün elemler dalalettedir[]

Eğer bu hakikati tam görmek istiyorsan;(*[23]) şöyle bir şahsın halini farazi olarak gözönüne getir ki: Kudret-i İlahiyenin eli o şahsı hiçlik ve adem zûlûmatından çıkarıp, şu korkunç bir sahra gibi olan dünyaya bıraktı. O şahıs, gözlerini açarak, etraftan şefkat görme talebiyle baktığında, görür ki: Belalar, musibetler ve hastalıklar, her taraftan düşmanlar gibi ona hücum etmektedirler. Sonra bu şahıs, merhamet bulma ümidiyle unsurlara ve tabiatlara nazar eyler, görür ki; katı kalpli, merhametsiz şeylerdir, aleyhinde dişlerini biliyorlar. Sonra, bu şahıs, başını kaldırdı, yardım alma ümidiyle ecram-ı ulviyeye baktı, gördü ki: Pek heybetli ve müthiştirler. Adeta her birisi korkunç, büyük topların ağzından fırlayıp çıkan ve onun etrafından geçen ve onu tehdit eden ateşten mermilerdir. İşte bu şahıs, bunları böyle görünce, hayret ve çaresizlik içine düştü. Bu halleri görmemek ve onlardan kaçıp gizlenmek için başını eğdi, nefsini ve kalbini mütalaa etmeye başladı. Baktı ki, ne görsün; nefis ve ruhunun binler hacetlerinin feryadları ve fakr u ihtiyaçlarının pek çok enin ve iniltileri işitilmektedir. Sonra da; bu hal ve vaziyetlerden tevahhuş edip ürkerek, bir iltica ve bir sığınma yeri olan kendi vicdanına baktı, gördü ki; uzayıp giden binlerce heyecanlı emelleri var ki, dünya onları doyuramıyor.

Şimdi, Ey arkadaş! Gel, Allah için söyle! Eğer bu şahıs; (Hilkatin, kâinat ve mevcudat'ın ilk ve evvel yaradıcısı Cenab-ı Hak olduğu gibi; Ahireti de halk eden ve edecek ancak O' dur olan ma'nasıyle) Mebde' ve maada, Sani' ve haşre itikad etmezse, hali ne olur? Cehennem'in ateşi, onun başındaki haletten daha şiddetli ve ruhunu yakan vaziyetten daha yandırıcı olur mu sanırsın?!..

Evet, böylesi bir şahsın başında hiç çaresi yok; korku ve heybet, acz ve ra'şet (titretici havf) ızdırap ve vahşet, kimsesizlik ve yeisten terekküb etmiş bir hal vardır. Zira, bu şahıs, bu itikad ve şu vaziyette iken, kendi iktidarına müracaat ettiği zaman, onu acz ve zaaf içersinde çırpınan bir halde görüyor. Hem hacetlerini teskin eylemek ve feryatlarını susturmak üzere ona yöneldiğinde, hiç susmadıklarını, belki sayhalar vurarak bağırdıklarını müşahede ediyor. Yine bu şahıs, feryad ederek imdad istese de, sesini işitecek ve kendisine yardım edecek kimseyi bulamıyor; her şeyi düşman zannediyor.. Ve her şeyi garip, kimsesiz tahayyül ediyor. Ve hiçbir şeyle ünsiyet edip eğlenemiyor. Şayet yıldızların deveran ve hareketlerine baksa; vicdanı parçalayan korku ve dehşet içinde ürküntü ve müz'iç bir nazarla bakıyor. (Şimdi bu şahsı bu halde bırak, dön ve gel.)

Sırat-ı müstakim'in caddesi üzerinde olan ve nur-u imanla vicdanını ve ruhunu ziyalandırmış, ışıldatmış olarak tasavvur ettiğimiz aynı o şahs'ın, şimdi buradaki halini teemmül edip bak! Nasıl da görürsün ki; bu zat, ayağını dünya içine bastığı ve gözlerini açıp baktığı zaman; hücum eden bütün haricî âdiyâtın, yani musibet ve belaların karşısında bir "nokta-ı istinad" bularak, ona dayanıp istirahat ediyor. İşte, o nokta-i istinad ise, Marifet-i Sani'dir.

Sonra, aynı bu insan; ebede uzanmış giden isti'dadlarını ve emel ve arzularını teftiş ettiğinde bakar, görür ki; binlercedir. Ve bütün bunların temini hususunda, nefsinde gayet büyük bir acz ve fakr hissettiği zaman; bir nokta-i istimdad olarak Saâdet-i Ebediyeye olan imanı ve onun ma'rifetini buluyor ve ona dayanıyor. İşte bu nokta-i istimdattan emelleri imdat almaya ve o istimdad noktasının ab-ı hayatından da içmeye başlarlar.

Hem sonra, bu şahs-ı mü'min, başını kaldırıp kâinatın mevcudatına baktığında , her şeyle ünsiyet etmeye başlıyor ve gözleri her bir çiçeğinden ünsiyet ve tehabbüb topluyor. Aynı zamanda kâinatın ecram ve kürelerinin harekâtında. Halıklarının hikmetini müşahede ederek, onların temaşasıyla tenezzüh edip, ibret ve tefekkür nazarıyla bakıp seyrediyor. Adeta güneş, lisan-ı haliyle ona seslenerek diyor. "Ey kardeş! Benden tevahhuş edip ürkme! Sen hoş geldin, safa geldin. Ben ve sen beraber ve yanyana Zat-ı Vahid-i Ehad'in hizmetçileriyiz. Onun emirlerine muti'leriz. Hem ay ve yıldızlar, denizler ve karalar ve sair mevcudat, hususî dilleriyle, her birisi ona sesleniyor ve ona remzen gözkırparak: "Ehlen ve sehlen hoş geldiniz, bizi tanımazmısınız." diyorlar. Hem "bak, hepimiz senin mâlikinin hizmetiyle meşgulleriz, bizden sıkılıp da tevahhuş etme! Hem dış görünüşüyle na'raler savuran belaların tehditlerinden de korkma; çünki her şey'in dizgini senin Halıkının elindedir."

İşte bu şahıs, evvelki haletinde, vicdanının derinliklerinden gelen şedid bir elem ve korkuyu hissediyor ve bundan kurtulamak için, ya da onu biraz gevşetmek ve azıcık bir teselli bulmak için de, hissinin iptaline medar olmak üzere, kendini gaflet içine atmaya, ya da dünyanın malayanî işlerinin ayrıntılarıyla meşgul olmaya muztar kalıyor, tâ ki vicdanını aldatsın ve ruhunu uyutsun. Yoksa, içinde bulunduğu haletini -eğer inceleyerek düşünse- vicdanının ka'rını, dibini yakan derin bir elemi, bir azabı hissedecektir. İşte bundan anlaşılıyor ki; kişinin tarik-i haktan uzaklığı nisbetinde, elem ve azabın te'siri de ona göre oluyor ve tezahür ediyor.

Amma ikinci halette ise, ruhunun dibinden âli bir lezzeti ve âcil bir saadeti hissetmektedir. Kalbini ne kadar îkaz eyliyebilmişse, vicdanını tahrik eylemişse, ruhunu duyarlandırmışsa; o nisbette saadeti, mutluluğu da artacak ve ona ruhanî Cennetler'in kapılarının açılış müjdeleri gelecektir.

اَللَّهُمَّ بِحُرْمَةِ هَذِهِ السُّورَةِ اجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ اۤمِينَ

Önceki Risale: Mukaddemeİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 1: Huruf-u Mukattaa: Sonraki Risale

  1. Hz. Üstadın takrirli tercümesi burada sona erdi. Buradan İtibaren Fakir'in Tercümesidir. (Mütercim)
  2. Sıfat-ı Ayniyye veya Tenzihiye veya Sıfat-ı Zatiyye veya Selbiyye ise: "VAHDANİYYET, KIDEM, BEKA. MUHALEFET-ÜN LİL HAVADİS. KIYAM-ÜN BİNEFSİHİ ve VÜCÛD'dur." (Mütercim)
  3. Sıfat-ı Gayriyye-i Fiiliye: (GAFFAR. REZZAK. MUHYİ, MÜMÎT) ve emsali gibi sıfatlardır. (Mütercim)
  4. Sıfat-ı Seb'a veya Sıfat-ı Sübûtiyye ise: (HAYAT, İLİM. İRADE. KUDRET, SEM', BASAR, KELAM) ve İmam-ı Matüridiye göre, sekizincisi "TEKVİN" dir. (Mütercim)
  5. Bu sûreler:, (Enam, Kehf, Sebe' ve Fâtır) sûreleridir. (Mütercim)
  6. Meşhur İmam Ebu İshak-ı İsferayinî "Hâşiyet-üş Şihab âla Suret-il En'am" adlı eserinde bu sûrelerin başlarındaki اَلْحَمْدُ لِلّهِ ın her birisi ayrı ayrı büyük ve temel nimetlere baktığını kaydetmiştir. (Bk.: Aynı eser C.4, Sh. 2) Sadreddin Yüksel
  7. Ayetten iktibasen alındığı için, bu tarzda kaydedilmiştir.. Âyeti, Zâriyat Sûresi 51/56. numaradadır. (Mütercim)
  8. Yusuf Aleyhisselam'ın rüyada onbir yıldızın, Güneş ve Kamerin kendisine secde ettiklerini görmüş ve Yusuf Sûresi 12/4 ayetinin bu parçasıyla kayıtlıdır. (Mütercim)
  9. Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Kısmının Altıncı Nüktesi olan "Nûn-u Na'büdü"ye dair parçaya da bakmakla çok faideler elde edilebilir. (Mütercim)
  10. Bu Hadis-i Şerif mütevatir hadislerdendir. Bir çok kaynaklarının tesbiti, "Risale-i Nur'un Kudsî Kaynaklan 2. baskı -A.B.-sh.: 809, sıra no: 831 dedir. (Mütercim)
  11. Şükr-ü Örfinin tarifi şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın kendi abdine in'am eylediği kulak, burun ve göz gibi bütün a'zaları yaratıldıkları hikmet ve gayesine göre sarf eylemektir. Yani: İbadet cihetinde herbirisini Allah'ın emreylediği tarzda çalıştırmaktır. -El Muhit-ül Muhit B. Bistanî sh:476 (Mütercim)
  12. Tâhâ Sûresi 20/50 ayetten, ya da A'lâ suresi 87/3 ayetinden iktibasen alınmış olmakla beraber, arabî metinde "ayettir" dememiştir -Mütercim-
  13. Sana emrolunduğu gibi dosdoğru istikamet çizgisi üzerinde bulun! (Hud suresi 11/112)
  14. Ta'til ve Muattıla mezhebi: Yirmibeşinci Söz'ün, Birinci Şulesinin, Birinci Şuaının, Beşinci noktasının İkinci Misalinde izahı yapıldığı üzere, şöyledir: Allah'ın bütün fiil ve işlerini sebeplere isnad edip; kâinatta her iş ve emr'in Allahü Tealanın irade ve kudretiyle olan icad ve idaresini inkâr eden ve bunu sebeplere ve tabiatlara bağlayan kör ve sağır bir kısım felsefecilerin mesleği.. -Mütercim- "Teşbih" ise, Allaha ait sıfatları, mahlukatınkine benzeten ve ona göre batıl yorumlarla izahalarda bulunan bir diğer anlayışsız, idraksiz felsefeci gurubunun mezhebidir. -Mütercim—
  15. "...O halde o geçmiş peygamberler'in hidayetli olan yollarına gir.. Ve onların nuranî cemaatlerine uy!.. (Enam suresi 6/90)
  16. Esma-i mevsule diye isimlendirilmiş olanlardan الَّذِينَ ve الَّذِي kelimesi, lûgatce "bitiştirilmiş, ulaştırılmış ma'nasıyla; bir cümlenin ifade ettiği ma'nalar, arkasında gelen cümle onu tamamlıyorsa, bu iki cümle arasına الَّذِي ile bitiştirmeye "mevsûl" denilir. -Mütercim-
  17. Hadisin mehazı için bak: Risale-i Nur'un Kudsî Kay. 2. baskı, sh: 843 Sıra no: 905 -Mütercim-
  18. Bu ayetin geniş tefsir, izah ve tam mealini arzu edenler, "Yedinci Lem'a"nın tetimmesi kısmına baksınlar. Ayet, Nisa Sûresi 4/69 sırasındadır. -Mütercim-
  19. İçtihad Risalesi olan 27. Sözün Hatimesi buradaki icmalin bir şerhi mesabesindedir.İstersen oraya müracaat et, bu meselenin tam halli yapılmış olduğunu göreceksin. Evet, Şeriatın fûru'atında olan tegayyür ise, ancak vahy ile ve peygamberlerin emriyledir. Yoksa, şunun bunun kafası ile değil. -Mütercim-
  20. "Hakaik-i nisbiye" meselesi Risale-i Nur'un bazı yerlerinde, hususan "Pencereler" Risalesinin 26. Penceresinde izahı vardır. Hülasası şudur: Mesela, şu adam cesurdur, elbetteki birilerine göre cesurdur. Sonra bu adam daha cesur birisiyle karşılaşınca, bu defa buna göre o adam cesurdur... Ve hakeza, cesaret gibi güzellik, ilim, sanat ve sairede de bu hal ile yürütülebilir. -Mütercim-
  21. İlm-i usul-u şeriattan olan bu mesele: "Ehvenişşerreyn ihtiyar edilir" ile ta'rif edilmiştir. -Mütercim-
  22. NOT: Risale-i Nur da bu mesele, çok yerlerinde izah edilmiş, hülasası şudur: Düşman gelmiş, memleketin hududuna dayanmış, istila etmek üzeredir ki büyük şerdir. Buna karşı "cihad" için asker ve ordu hazırlamakta bazı zahmetler, meşakkatler de olacaktır ki, az şerdir. Eğer bu az şerli işi yapmazsak; düşman gelir, memleketi istila eder; İslâmın izzet, şeref ve namusu payemal olur ve hakeza! -Mütercim-
  23. Bu hakikatin daha şirin ve daha parlak izahatını görmek ve almak istiyorsan; "Lemaat" eserinin Sözlerdeki sh: 740, ve Asâr-ı Bediiyyedeki -2. baskı- sh: 951'e bak. —Mütercim-
Advertisement