Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Habbenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Zehre: Sonraki Risale

Zeyl-üz Zeyl[]

İlem 1: Sana ait olmayan işlere bakma![]

Bil ey Said-i şakî! Senin olmayan ve sana ait olmayan işlere, vaziyetlere bakma. Belki sen kendi nefsine ve vücuduna bak! Yani sen ne gibi bir nesnesin ve mahiyetin nedir ve istinadgâhın ne iledir? gibi sana lâzım olan şeylere nazar et!

Evet, sen (maddî cismin itibariyle) bir acz-i mütecessid ve bir ihtiyac-ı mahz ve bir in'am-ı mücessem ve uyanık zannolunan bir nevm-i mümevvehsin. Yani acz, senin cesedindir. İhtiyaç da onun içinde hareket eden bir ruhtur. İn'am ise, senin cismindir. Hayatın ise bir uykudur ki, onunla duruyor.

Eyvah, vâşekâvetâ! İçinde garkolduğum katre, bana bir deniz kesilmiş, ve onda batıp kaybolduğum bir an-ı seyyale, bana ebed gibi olmuş. Hem şu hayatın bir lem'acığını bir şems-i şârık zannetmişim.

Evet ey miskin Said! Senin şu hayattan bütün sermayen, ancak altmış dinar iken, bu sermayenden takriben kırkbeş tanesini alıp, bir günlük dünya hanındaki masarif için hepsini sarfettin. Gideceğin ev ve menzilini ve ona lâzım olacak şeyleri unuttuğun için, senin elinde kalan ise, borç ve ateş olmuştur. Geri kalan onbeş taneden de hepsini mi, bir kısmını mı?, veyahut hiçbir şey alıp almayacağın meçhuldür. Madem öyledir, aklın varsa, bundan sonra o sermayeden birşey eline girdikçe, daimî olan evin için sarfetmeye çalış! Hiç olmazsa, üçte birisini kendine ihtiyaten sakla. Tâ ki sana din ve nur olsun.

Şimdi sen gel, kendi cehalet ve hasaret derecene bak ki: Şimdiye kadar sermayenden ne ki almışsan, hepsini geçici bir günlük dünya için sarfetmişsin. Fakat baki olan mekânın için ise, elinde çok az bir şey kalmıştır. Halbuki sen gafılane bir hal içinde iken, rıhlet etmek üzere harekete amadesin. Evet senin burada üç basamağın vardı. O basamaklardan ikisine menzil ve beledden (yani ev ve memleketinden) hurucunla, basıp geçmişsin. Üçüncü basamağa da ayağını kaldırıp dünya-yı faniden çıkmak üzere basmak üzeresin.

İlem 2: Tabiat Hakkında[]

Ey kardeş bil ki! ([1]) İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler vardır. Ehl-i iman bilmeyerek onları isti'mal eder. Çünkü derler: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهِ (Teşekkele binefsihi) ve اِقتَضَتْهُ الطَّبِيعَةُ (İktezathüt-tabîat) ve اَوجَدَتْهُ اْلاَسْبَابُ (Evcedethü-l esbab). İşte şu üç cümle, bâtıl ve muhaldirler. Şimdi şu muhalâtın zarflarından yalnız üç tanesini zikredeceğiz.

Evet sen mevcud ve varsın. Birinci cümleye göre olsa: Sen ya kendi masnu'unsun ve kendi malınsın, veyahutta, ikinci cümlenin iktiza ettiği gibi; esbab-ı âlemin masnu'usun. Veyahut üçüncü cümlenin delâlet ettiği tarzda, mevhum bir tabiatın ve kör bir kuvvetin masnu'usun. Veyahut da hak ve hakikatin istilzam ettiği gibi bir Allah'ın masnu'usun.

Amma birinci cümle ki: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهِ (Teşekkele binefsihi) dir. işte bunun hasra gelmez vecihlerle muhalâtı vardır. Ezcümle üç muhali zikredeceğiz.

Birinci Muhal: Sen kendi zerrat-ı vücudundan herbir zerreye; senin her tarafını görecek belki bütün kâinatı görebilecek bir göz ve keza onun gibi bir şuur ve hakeza senin kemal-i san'at içindeki masnuiyetinin istilzam ettiği sair sıfatları vermen gerektir. Çünkü cüz'ün nisbetleri, küllün nukuşuna nazar etmektedir.

İkinci Muhal: Eğer senin vücudun bir Kadir-i Ezelî'nin kalemiyle mektub ve yazılmış olmazsa, o zaman sen, senin vücudunda çalışan zerrelerin içinde mütesaiden ve mütenazilen içice terekküb eden mürekkebatları adedince -bir matbaanın masnu' olan demir harfleri gibi-maddî kalıpları bulundurman lâzım gelecektir.

Üçüncü Muhal: Kâinattaki herbir eserin vâhid olması ve vahdeti bulunması sırrıyla, elbette nasılki kemerli kubbe binalarının ustası nefyedildiği an, bilmecburiye herbir taşı, diğer bütün taşlara hem hâkim, hem mahkum olduğunun farzedilmesi gibi; herbir zerre dahi bütün zerrelere hem hâkim, hem mahkum olması lâzım gelecektir. Ve keza o zerreler hem birbirine zıd ve misil, hem son derece hür ve mutlak ve aynı zamanda son derece mukayyed olmaları, hem de, semavat tabakalarını bir kitabın sahifeleri kolaylığında açıp kapayan Zat-ı Zülcelalden başkasında bulunması muhal olan sıfatlara masdar ve menba' olmaları lâzım gelir.

İkinci kelime ki: اَوجَدَتْهُ اْلاَسْبَابُ (Evcedethü-l esbab). dır. İşte bu kelimenin muhalâtı da hadsizdir. Yine yalnız üç muhali yazacağız.

Birincisi: Meselâ bir eczahanedeki ölçülü, terkibli ilâçların, onlardan yapılmış olan kavanozlarındaki maddeleri, eğer sen hiçbir kimsenin müdahalesi olmaksızın, garib bir fırtına ve seyelan neticesinde devrilip, kendi kendine o kavanozların herbirisinden gayet hassas bir mizan ile bir mikdar-ı muayyen akarak; sonra o mütefavit mikdarlar toplanarak zîhayat bir ilâç ve terkibli hayatdar bir macun teşkil ettiklerini aklınca mümkün ise, o zaman sen dahi kendini esbab-ı camideden sudur etmiş olduğunu tevehhüm etmen, mümkün birşey olabilir.

İkinci Muhal: Bir şey-i vahidin kemal-i intizamla gayr-ı mahdud ve camid ve birbirine zıd, kör ve sağır ve hadsiz imkânât mabeyninde mütereddid olan ve ihtilatlarıyla körlük ve sağırlıkları ziyadeleşen esbabdan sudur etmesi mes'elesidir. Halbuki esbabın eşya ile mübaşereti ise yalnız zâhirleriyledir. Ve halbuki eşyanın bâtını san'atça zahirinden daha eltaf ve daha ekmeldir. Şu halde senin esbab-ı camideden sudûrunun muhaliyeti gayet açık, pek bedihidir. Hiçbir gizli tarafı yoktur.

Üçüncü Muhal: O gayr-ı mahsur olan esbab, kemal-i ittifak ve intizam ile senin gözünün hüceyratından bir hüceyresi içinde mizan-ı hacetle toplanmaları ise; bütün erkân-ı âlemin ecram-ı azîmeleri vücud-u haricîleriyle birlikte senin avucunda, belki bir tırnağının içinde, belki de onun bir hüceyresinde içtimalarından daha kolay değildir.

Evet, bir evin içinde çalışan, girip çıkan birisi; eğer o, maddî birşey ise, her halde o ev, bütün müştemilatıyla onun olması, ona aid olması lâzımdır.. Tâ ki, her tarafında çalışabilsin. İşte madem âlem, bütün eczasıyla senin vücudunun bir cüz'ünde çalışıyor.. O halde senin vücudunun bir zerresine de girmesi icab edecektir. Bu ise, öyle bir safsatadır ki, sofestaîler dahi ondan utanırlar. Ve hakeza müteselsil muhalat, aklî mümteniat ve ebâtıl ki, vehim ve farz dahi ondan kaçıyorlar.

Üçüncü Kelime ki, اِقتَضَتْهُ الطَّبِيعَةُ (İktezathü-t tabîat) dır. Yani tabiatın te'siri bu şeyi iktiza etti ve yaptı. İşte bu dahi en bâtıl ve en fâsid bir mes'eledir. Çünkü tabiatın örfi ve mevhum bir zahiri vardır ki, gaflet ve dalâlet onu hakikî berşey zannettirmiştir. Bir de onun bir bâtını vardır, O da san'at-ı İlahiye ve sıbga-i Rahmaniyedir. Amma kuvvet dedikleri şeyin hakikati ve içyüzü ise, ancak bir Hakîm-i Alîm'in ve bir Habir-i Mürid'in tecelli-i kudretidir.

Amma gaflet nazarının ve Sani-i Vahid'den tegafülün ve buna bitişik olan kör tesadüfün ve a'ver ittifakiyetin kanatlarının tasvir ettikleri şeyler ise; ancak dalaletten nâşi ızdırar neticesi olarak, şeytanların muhteratındandır.

Biz bu mes'eleyi (Nokta, Katre ve zeylinde, Şemme, Zerre, Habbe ve zeylinde) tahkik etmişiz ki; bu hârika san'atlar, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Zat-ı Habir ve Basir'in kudretinden çıkmış olabilirler. Hem öyleki, hiç bir şüpheye mahall bırakmayacak şekilde isbat etmişizdir. Evet mümkin, miskin, mukayyed, mahdud, camid ve kesif bir şeyin eli nerede? Hulle-i kâinatı dokumak nerede?

Hem âciz bir sivri sineğin elleri nerede? Şu âlemlerin giydikleri biçili, münakkaş gömlekleri işlemek nerede?!.

Demek, mezkûr üç kelimenin -sabık tahkikat ile- hükümlerine bir mahall, bir menfez kalmadı. Meydan baştan başa hak ve hakikatin iktiza ettiği olan; sen ve âlem ve herşey; mevcudat adedince hallakiyetinin şâhidleri bulunan bir Sani-i Ezelî'nin masnuu olduğunuzun hakikatına kaldı.

Şimdi Sani-i Ezelî'nin vücûb-u vücuduna şehadet eden birkaç delile de işaret edelim.

Birincisi: Matbu Katre Risalesi'nin 62. sahifesinden tâ 78. sahifesine kadarki kısmının beyan ettiği olan; kâinat bütün zerrat ve mürekkebatıyla ellibeş lisanla O'nun vücub-u vücuduna şehadet ettiğidir.

İkincisi: Kur'andır ki; bütün enbiya ve evliya ve muvahhidînin kitablarıyla beraber, kâinatın bütün âyât-ı tekviniyesi onunla birleşerek şehadet etmesidir.

Üçüncüsü: Seyyid-ül Enam, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dir ki, bütün enbiya ve evliya ve melaike ile beraber olan şehadetidir.

Dördüncüsü: İns ve cinnin fıtrî olan enva-i ihtiyacatının lisanıyla şehadetleridir.

Beşincisi: شَهِدَ الله أنّهُ لا إلهَ الاّ هُوَ âyetinin şehadeti diliyle, Cenab-ı Hakk'ın, kendi Zat-ı Uluhiyetine olan kudsî şehadetidir.

İşte işittiğin bütün geçmiş şehadetlerle beraber, yine de bilmiş ol ki; eşyadaki san'at-ı hârikayı; -geçmiş vücuh-u selasenin tahlilleri üzere-mümkin birşeye isnad etmek ile; ve hak ve hakikat olduğu vecihle Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'a vermenin meseli şöyledir: Nasılki meselâ, bir ağacı bütün semeratıyla bir vahdete isnad etsen, elbette neşv ü nema kanunu gereğince o ağacın cürsümüne (kökündeki hayat nüvesi) isnad edersin. O cürsüm olan kök ise, bir çekirdekten meded alır ve ona dayanır. Çekirdek ise, evamir-i tekviniyeyi imtisal etmektedirki, "kün" emrinden feyz alır. Bu ise. vücudu vâcib olan bir Vâhid'den sudur edebilir. Ve o zaman bir ağaç, bütün eczasıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle beraber, birtek semere gibi kolay vücuda gelir.. Buna göre, iki hardele küçüklüğünde küçük iki meyvesi bulunan bir ağaç ile, dağ gibi büyük ve gayr-ı mahdud semeresi bulunan bir ceviz-i hindî ağacı arasında bir fark olmaz.

Evet vahdet ve ittifakta, hattâ teşrik-ül mesaî ve taksim-ül a'mal kaidesiyle olan birlik usûlünde, suhulet ve kolaylığın varlığı; ve kesret ve dağınıklıkta ise, suubet ve zorluğun bulunması bir sırr-ı meçhuldendir. ([2]) Fakat eğer o ağacı imkânı kesretlere veya sani'ini tayin edip göstermeyen şeylere isnad edersen; o zaman herbir semere ve herbir çiçek ve herbir yaprak ve herbir dal; bütün ağacın muhtaç olduğu herşeye muhtaç olurlar. Çünkü küllün enmuzeci ve numunesi, herbir cüzde dahi mündericdir. Şimdi sen, iki şıkkın mabeynine dikkatle bak! Acaba vücub ile imtina' arası gibi birbirinden uzak bir şey görmeyecek misin?!.

Evet birinci şıkkın kolaylığı, o derecededir ki; caizdirki denilsin: "Bunun böyle olması vâcibdir." İkinci şıkkın suubeti ise; o mertebededir ki, "bunun böyle olması mümtenidir" demeye bizi mecbur etmektedir.

Elhasıl: Eğer mevcudatta carî olan tasarrufu Cenab-ı Hak'tan başkasına verip de, onların kendi nefislerine isnad edersen; o zaman sen ya kendi ecza-i cesedinin herbir hüceyresini; kâinatı ihata eden sıfatlara sahib kılacaksın., veyahut o tasarrufu eğer esbaba isnad ediyorsan; o zaman herbir hüceyreyi bütün esbab-ı âlemin mecmuu onun içinde içtima' ile çalışmakta olan bir meclis salonu gibi yapman icab eder. Zira hüceyrenin vahdetinden tut, tâ mecmu-u âlemin vahdetine kadar olan herşeydeki birlikler, Saniin vahdetine delâlet etmektedirler.

Evet her birliği olan şey, ancak bir Vâhid'den sudur edebilir. Hususan bir hüceyre ki, onda iki sineğin iki parmakçığı yerleşemediği halde, nasıl olur da umum kâinata yerleşmeyen iki İlahın tasarrufu onda birleşsin. Demek vahdetin delili, yine kâinattaki vahdettir.

Hem bir hardal tohumu kadar küçük olan bir cam parçasında, güneş ziyasıyla ve elvan-ı seb'asıyla ve hararetiyle tecelli edip bulunması mümkündür. Fakat o hardele kadar olan cam parçasında, (Masdariyet noktasında) iki hardelenin de bulunması imkânsızdır. Evet nasılki haricî ve hakikî olan bir vücud, bir vücud-u misalîden pek çok derece daha sabit, daha ağır ve daha muhkem olup, bunun bir zerresi onun bir dağını içine alıyor. Ve şunun bir güneşi, onun bir lem'asına girebiliyorsa; öyle de; vâcib bir vücud dahi (çünkü hakikî vücud, belki en sağlam haricî vücud odur) imkânî vücudlardan hadsiz derece daha sabit, daha rasih, daha ağır, daha sağlam ve daha hakikatlidir. Öyle ise imkânî olan mevcudat, bütün hazafırleriyle (bütün teferruat ve etrafıyla) ilm-i muhit-i ezelînin aynasında temessül etmesi ise, vücubî olan bir vücudun envarının tecelliyatına aynalar hükmünü almalarıdır. Şu halde ilm-i ezelî, bunların mir'atı olduğu gibi, bunlar da vücubî bir vücudun aynaları olmuş oluyorlar Demek şunların vücûdları ise ancak mertebe-i ilimden çıkıp vücud-u haricî mertebesine ulaşa biliyor. Fakat hiçbir zaman mertebe-i vücud-u hakikîye ulaşmaları mümkin değildir.

İlem 3: Nuraniyet ve Failiyet[]

Ey kardeş bil ki; kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz'an ile; fâiliyet ve te'sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe'ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.

Eğer misal istersen; bir derece nur olan güneşe, bir de bir dağa nazar et! Bak birincisi semada durduğu halde, onun nâzik ve nazenin elleri yerde faalane, cevvalane gezmektedir. Amma ikincisi ise; büyüklüğüyle ve kaba elleriyle beraber, hiç bir fiil ve te'sire sahib değildir. Hattâ bitişiğinde ve komşusundaki eşyaya bile gücü yetmiyor, te'siri yoktur.

Ve keza, eşya içindeki zahirî faaliyet ve hareketlerinde müşahede etmekteyiz ki; hangi şey daha çok latif ve nuranî ise, onda sebebiyet mertebesi zahir oluyor. Ve hangi şey çok kesif ise, müsebbeblik derecesine takarrüb etmektedir. İşte bundan da anlaşılıyor ki, zahirî esbabın Hâlıkı ve müsebbebatın mucidi öyle bir Nur-ül Envar'dır ki,

لَيسَ كَمثلهِ شَئٌ وهوَ السميعُ البصير

لاتُدْرِكهُ الأبصارُ وهو يُدركُ الابصارَ وهوَ اللطيفُ الخبير

sırlarıyla misli, misali, mesîli, şibhi, şebihi olmayan bir Semi' ve Basir olup, nazar ve fikirler, O'nun künh-ü azametini ihata edip idrak edemeyen bir zattır.

لا إله الاّ هو

İlem 4: Afak ve enfüsde tefekkür tarzı[]

Ey kardeş bil ki! Tefekkür, barid ve camid olan gafleti eriten bir nur olduğu gibi; dikkat dahi karanlıklı ve kuru evhamları yakan bir ateştir. Fakat sen kendi nefsinde ve vücudunda ve içinde tefekkür ettiğin zaman, derinliklere nüfuz eden Bâtın ism-i şerifinin muktezasıyla, inceden inceye ve yavaş yavaş ve içine dalarak bütün tafsilatıyla fasleyle. Çünkü bunda yapılan tahlil ve tafsilde san'atın kemali tamamıyla tecelli eder. Amma afakta tefekküre başladığın zaman, İsm-i Zahir'in muktezasıyla icmalli ve sür'atli geç. İçine ve derinliklerine inme. Hem nazarı bir şeyde tahdid edip durma. Belki yalnız kaidenin izah-ı hacetine göre yap. Çünkü bunda san'atın şa'şaası, onun icmalinde ve mecmuunda daha çok celî, bahir ve güzeldir. Yoksa aksini yaparsan, o sahilsiz denizde boğulur gidersin.

İşte eğer orayı (yani İsm-i Bâtın tecellisi inceliklerinin mazharı olan enfüs dairesini) tafsil edip, burayı (yani âfâkı) icmal edersen; vahdete yakınlaşmış olursun. Ve o zaman, sana cüz'iyatlar ecza hükmünü; enva' da küll halini alır ve onların muhtelit olan vaziyetleri mümtezic; mümtezic olan halleri de müttehid olup, nur-u yakîn ondan feveran edecektir. Fakat eğer bunun aksini yaparsan; yani, kendi nefsinde mücmel geçip, âfâkta tafsilata girişirsen; o vakit, kesret seni teşettüte uğratıp evham da seni havalandırır. Enaniyetin ise, kalınlaşıp gafletin dahi cümudiyet peyda eder. En nihayet gide gide bu iş, tabiata inkılab edebilir. Ve o zaman, cüz'iyatlar sana eczalar gibi genişlenerek seni çekip bir cüz'de, belki bir cüz'-ü lâyetecezzada sıkıştırıp boğduracaktır.

İşte dalâlete incirar eden kesret yolu budur.

İlem 5: Rızık hakkında[]

Ey kardeş bil ki! Rivayette gelmiş ki: "İnsan, rızık için harîsane hareket ettikçe, onun rızkı kendi yerinde durup, ona doğru gelmiyor. Fakat eğer kanaatkârane durup yerinde beklese, onun rızkı ona doğru hareket etmeye başlıyor."

İşte bu hadîs-i şerif ise, elhak geniş bir hakikatin lemaatındandır. Evet ağaçlara bak, gör ki; onlar yerlerinde mütevekkilane durdukları için, rızıkları hareket ederek onlara koşup gelmektedir. Fakat hayvanat ise, harîsane rızık peşinde koştuklarından, onların rızıkları yerinde sabit durur ve kökü üstünde göğerir kalır. Renk ve kokularıyla; heva-i nefısleriyle müteharrik ve hevesatları peşinde mütecevvil olan aç ve muhtaç hayvanatı kendi nefislerine davet edip çağırmaktadırlar.

İlem 6: Bir ihtimale güvenip çok ihtimali terketmek[]

Ey kardeş bil ki; insan-ı gafilin acib cehaletinden en dalâletli hali ve kendi nefsine ettiği en zararlı şeyi budurki; Bir tek ihtimal-i âik yüzünden, dokuz tane sevkedici ihtimal arasındaki büyük bir hayr-ı azîmi terkeder. Hem dokuz ihtimal-i âik ve mühlik arasında bulunan bir tek sevkedici ihtimal ile büyük bir şerri irtikâb eyler.

Meselâ onu, namazın fiiline teşvik eden binler sebepler ve saikler varken, bir tek vehm-i şeytanî yüzünden namazı terkeder. Hem binler berahin-i hidayetin vücudu ortada iken; bir tek sofestaînin şübhesi ile hidayeti terkedip dalâleti irtikab eyler. Halbuki insan, fıtraten vehhamdır, ihtiyat, çekingenlik ve dikkat sahibidir; on ihtimalden bir tek ihtimal ile, peşin ve hazır zararlardan tecennüb ettiği halde, nasıl oluyor da dokuz ihtimal-i kat'î, belki doksandokuz ihtimal-i kavî varken, böyle bir ezarr-ı muzırrattan çekinmemektedir.

İlem 7: İnsanın nihayetsiz elemlere müsait kabiliyeti vardır[]

Ey kardeş bil ki, insanın ruhunda nihayetsiz ihtiyacatı ve teellümata medar nihayetsiz kabiliyetleri ve telezzüzata müsait nihayetsiz istidadları; hem nihayetsiz emeller ve elemleri taşımaya müheyya kuvaları vardır. Hattâ kalbin dalaletiyle beraber, (matbu' Katre'nin yetmişinci sahifesinde geçtiği üzere) ondaki şefkat, gayr-ı mütenahî âlâmı tazammun etmektedir.

Öyle ise ey insan! Senin hakkın değildir ki diyesin: "Ben neyim ve kimim? Ve nasıl bir şeyim de, benim için bir kıyamet kopsun ve cüz'î amelim için terazi kurulsun ve benim üstümde bir hesab kitab muamelesi cereyan etsin."!?.

Evet ey şek içinde çırpınan dalâletkâr bîçare! Şu dünya hayatına gururlanma! Zira dünya hayatının lezaizi, ehl-i dalalet için bir mağlata ile muallaktadır. O da bir şek ile duruyor. Demek şekçi ve dâll olan bazı kimseler, o mağlata ile zeval ve fena eleminin dehşetinden firar edip kaçıp, saadet-i ebediye ihtimalinde soluk almaktadırlar. Hem dahi tekalif-i diniyeyi yüklenmek külfetinden de firar ile, âhiretin yok olma ihtimaline sarılıyorlar. Onlar şu mağlata ile, o her iki elemden de muvakkaten kurtuluyorlar. Fakat pek az bir zaman sonra, bu mağlatalı düğüm açılacak ve hakikat-ı hal inkişaf edecektir. O zaman ne birinci ihtimal, onun elemini tahfif ettiğini görecek, belki bütün elem ve azabı defaten birden hissettirecektir; Ve ne de ikinci ihtimal, onun yükünü hafıfleştiriyor.. Belki cehennemi olan âlâmı, onun üstüne daha çok yığmakta olduğunu görecektir.

Hem o şekçi ve dâll adam, yine o mağlata ile der: (Fakat az bir zaman için) "Madem musibet umumîdir. Öyle ise bana da iyidir. Ben de emsalim gibiyim, boşver aldırma!" Fakat pek yakın bir zaman sonra, o umumî musibetler kadar bir musibet daha, onun üstüne toplanacaktır. Evet bir şahıs; evvelâ kendi nefsinde, sonra akrabasında, sonra ahbabındaki musibetten ayrı ayrı hissedar olduğu gibi; o da insaniyet itibariyle böyle muzaaf bir musibetle yüz yüze gelecektir. Çünkü insanın ruhunda ebna-i cinsine karşı fıtrî alâkalar vardır. O ise, musibet umumîleştikçe beliyye de o nisbette tezauf edecektir.

Ey şekçi gafil! Gaflet ve şekkin eliyle zevk ettiğin şey, zannetme ki leziz bir lezzettir. Hayır! Belki onun içinde elîm elemlerin birikintisidir. Birgün gelecek defaten sana hücum edecek, cehennemi elemlere kalbolacaklardır.

İşte sen eğer, seni tarassud etmekte olan şu elemlerin müteceddid lezzetlere tebeddül etmesini ve şu ateşlerin nura inkılab etmesini seversen; evkat-ı hamsede kendi gururunun burnunu, rükû'larla bük ve başını yar, genişlendir. Tâ ki imanın feyziyle, Furkan'ın misafirleri gelip konsunlar. Hem de âyatı tefekkür ve taatlere mülazemet ile müdavat yapmak lâzımdır. Tâ ki, şükûk ve gaflet perdesi parçalansın ve şu dalaletlerin zehir gibi acılığından kurtulmanın halaveti lezzet versin. Hem münacât ve duaların lezzeti de inkişaf etsin.

İlem 8: Abd, efendisini tecrübe edemez[]

Ey kardeş bil ki! Ubudiyet; ihtiyar, tecrübe ve imtîhânsız bir şekilde mutlak bir teslimiyeti istilzam ediyor. Zira seyyid, kölesini tecrübe edebilir. Fakat abdin haddi ve hakkı yoktur ki, efendisini tecrübe ve imtihan etsin.

İlem 9: İsm-i Batın ve İsm-i Zahir[]

Ey kardeş bil ki! Daire-i İsm-i Bâtın ile daire-i İsm-i Zâhir, içice ve karşı karşıyadırlar.

Birinci dairenin ehli, Cenab-ı Hakk'ın kudreti hakkında meselâ "deniz gibidir" derler. İkinci dairenin ehli ise, "güneş gibidir" derler. Evet deniz, eczaya malik bir küll gibidir. Güneş de cüz'iyata sahib bir küllî gibidir ki timsalleri onun cüz'iyatı gibidir.

Şu halde, müfrit olan bâtıniyy-i mahz (sırf batınîlik), tecezzi ve ittihadın şaibesinden halas olmadıkları gibi; sünnet-i seniyyeye muhalif olan zâhiriyy-i sathî (yani kaba ve katı zâhirîlik) dahi esbab şirkinin şevbinden kurtulamazlar. Demek sırat-ı müstakim ise yalnız Kur'an'dır.

فيا مُنزلَ القرآن، بحق القرآن اهدنا الصّراط المُستقيم

آمين آمين آمين

Önceki Risale: Habbenin ZeyliMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Zehre: Sonraki Risale

  1. Tabiat Risalesi'nin esasıdır. Arabîsindeki üslûb tarzını muhafaza niyetiyle aynısını tercüme ettim. (Mütercim)
  2. Bu risalenin te'lifı zamanında henüz inkişaf etmemiş olan o sırr, sonradan "Şeffafiyet, Mukabele, Muvazene, İntizam, Tecerrüd, İtaat" tarzında inkişaf etti.
Advertisement