Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: LasiyyemalarMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Katrenin Zeyli: Sonraki Risale

Tevhid Deryasından bir Katre[]

(Kur'an'ın feyzinden müstefad olan bu risalenin hallinin anahtarı, bu risaleyi bir kere dikkatle tamamını mütalaa etmekle elde edilebilir.)

Said-i Nursî

İfade-i Meram[]

(Dikkatle oku! Gözünü kamaştırır biiznillâh)

Ey bu risaleye bakıp mütalaa edenler! Biliniz ki: Kader-i İlâhî beni çok acib bir yola sevketti. Esna-yı seferimde çok tehlikelere, musibetlere ve müdhiş düşmanlara tesadüf ettim. Bitkin ve muztarib kalmıştım. Sonra aczimi vesile ederek Rabbime iltica ettim. İnayet-i ezeliye yetişti, elimden tuttu. Kur'an-ı Hakîm de bana râh-ı rüşdümü öğretti. Rahmet-i İlâhiye dahi imdadıma yetişip, beni o tehlikelerden kurtardı. Hamd ve şükür olsun Allah'a ki, enva-i ehl-i dalaletin iki vekil-i fuzulîsi olan nefis ve şeytanla vaki' olan muharebelerden salimen ve muzafferen çıktım.

İlk olarak nefis ve, şeytanla aramızda vuku' bulan birinci muharebe, şu kelimat-ı mübareke olan سُبْحَانَ اللهِ ve اَلْحَمْدُ ِللهِ ve لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ve اَللهُ اَكْبَرُ ve لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ larda başladı. Şu pek muhkem kalelerin her birisinin altında otuzar harp vaki' oldu.

İşte bu mecmuadaki ([1]) her bir kelime, belki her bir kayıd, düşmana en edna bir ipucu ve bir sığınacak yer bırakmıyacak derecede hezimet-i fahişeye uğratan birer harbin netice-i muzafferiyetidirler. Evet ben bu risalelerdeki hakikatları gözümle görmüş, sonra yazmışım. Öyle ki, bende öyle bir itminan tesbit etmişlerdir ki, benim yanımda onların nakizeleri olan hiç bir imkân-ı vehmîyi dahi bırakmamışlardır.

Bazan ben, deliliyle beraber uzun bir hakikata küçük bir kayıd veya bir sıfatla işaret ediyorum. O durumda, hükmün delili, o kayıd veya sıfatların içinde mündemiç oluyor ki, ancak dikkat ile bilinebilir. Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise zaten meşgul olmazlar ki; ihtiyaç hissetsinler. Demek meşgul olanlar, ihtiyacını hissetmişlerdir.

Zannediyorum ki, bu zamanın cereyanı herkesin akıl ve kalbini, kader-i İlâhînin beni üzerinden geçirdiği mezkûr yoldaki tehlikelere maruz kılmıştır. İşte bu eser, Allah'ın izniyle, tehlikeye girmiş bazı musibetzedelere menfaat vermesi muhtemel ve mümkündür.

وَ مِنَ اللّهِ التَّوْفِيقُ

Said-i Nursî

Mukaddime[]

بِسْمِ اللهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اَلْحَمْدُ ِللهِ وَالصَّلاَةُ عَلٰى نَبِيِّهِ

(Şu eser; bir mukaddeme, dört bab ve bir hatime üzerine mürettebdir.)

Mukaddeme

Malum olsun ki, ben kırk senelik ömür seferinde ve otuz senelik ilim seyrinde dört kelime ile dört cümle tahsil etmişim. Burada şimdi icmaline işaret edip tafsili âtiyen gelecektir.

Amma kelimelerden murad ise: "Mana-yı harfi, mana-yı ismî, niyet ve nazar'dır. Yani masiva-yı İlahiyeye nazar edildiği zaman, mana-yı harfi ve Allah hesabına olmalıdır. Eğer kâinata mana-yı ismiyle, yani esbab hesabına nazar edilirse hatadır. Binaenaleyh, her şeyde iki vecih vardır. Biri hakka, diğeri kevne bakar. Kevne bakan yüze teveccüh ise, yine mana-yı harfiyle olmalı.. ve hem Cenab-ı Hakk'a cihet-i nisbeti bulunan mana-yı ismîye bir unvan olarak olmalıdır. Meselâ ni'meti, in'amın bir ayinesi olarak görmek; vesait ve esbabı da tasarruf-u kudretin perde ve ayineleri olarak bilmek lâzımdır.

Hem niyet ve nazar; ikisi eşyanın mahiyetlerini değiştirip seyyiatı hasenata tebdil ederler. Nasılki, iksir, toprağı altuna kalbeder, öylede: niyet dahî adi harekâtı ibadetlere çevirir. Hem nazar, fünûn-u ekvanı maarif-i İlahiyeye kalbedebilir. Demek, esbab ve vesait hesabına nazar olursa, muzaaf cehaletlerdir. Eğer Allah hesabına olursa maarif-i İlahiye olur.

Şimdi gelelim kelâm ve cümlelerin izahına:

Birinci cümle: اِنِّى لَسْتُ مَالِكِى Yani: "Ben kendime malik değilim." Benim malikim, ancak kerem sahibi Malik-ül Mülk-i Zülcelal'dir. Fakat ben kendimi malik tevehhüm ettim ki, malikimin hududsuz sıfatlarını o vehmî mukayese ile bileyim. Evet ben, o vehmi mukayesem vasıtasıyla, kendi mütenahî, mevhum sıfatlarımla malikimin gayr-ı mütenahi sıfatlarını (bir derece) fehmettim. فَجَاءَ الصَّبَاحُ وَانْطَفَاَ الْمِصْبَاحُ Yani subh-u hakikat rûnema olup gelince, mütehayyel ve mevhum lâmbalar ve mumlara ihtiyaç kalmadığından söndüler.

İkinci cümle: اَلْمَوْتُ حَقٌّ "Ölüm haktır." Evet şu hayat ve bu beden, elbette şu koca dünya, üstlerinde bina edilmesi için direkler olmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü bunlar, ebedî olmadıkları gibi, taştan ve demirden de değillerdir. Belki et, kemik ve kandan ibaret şeyler olup, bedende birbirine mütehalif halde bulunur iken, her an birbirlerinden ayrılmak üzere birkaç günlüğüne muvakkaten toplanmışlar. Binaenaleyh, dünyayı içine alan o emeller sarayı olan hayat, nasıl olur da şu boş ve bozuk esas, kurtlu ve çürük direk üstüne bina edilsin.

Üçüncü cümle: رَبِّى وَاحِدٌ Yani: "Benim Rabbim birdir, vâhiddir." Evet herkes için (hakiki) bütün saadetler, ancak bir Rabb-i Vâhid'e teslimindedir. Bunun aksinde ise, mecmu'-u kainat kadar birbirine zıt olan Rablere muhtaç olacaktır. Çünkü insan, camiiyet-i fıtratı itibariyle bütün eşyaya muhtaç ve hepsiyle alâkadardır. Şuurî veya gayr-ı şuurî, herbirisinden elem ve teessür duymaktadır. Bu ise cehennemnümûn bir halettir. Fakat bir Rabb-i Vâhid'in marifeti ile olsa, erbab-ı mevhume olan bütün bu eşya ve esbabı, bir Rabb-i Zülcelal'in dest-i kudreti üzerinde ince, tenteneli bir perde olarak gösterir ki; dünyevî bir halet-i firdevsnümûndur.

Dördüncü cümle: Ki اَنَا dir. Evet 'Ene' bir nokta-i siyah, bir vâhid-i kıyasî iken, onun başına şuurî bir san'atın hat ve çizgileri sarılmış olmasıyla; onda, onun maliki, ondan ona yakın olduğu müşahede edilir.

(Bu cümlelerin tafsilatları, birinci babın hâtimesinde gelecektir.)

1. Bab: Kainatın Tevhide 55 Lisan ile şehadeti[]

55 Lisanın İcmali[]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ben bütün gören ve görünenleri şâhid göstererek Allah'tan başka ubudiyete lâyık bir ilâh olmadığına اَشْهَدُ اَنْ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ deyip şehadet ediyorum. Öyle bir İlâh ki, onun vücub-u vücuduna ve evsaf-ı kemaline delâlet eden ve onun Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed olduğuna şehadet eden şâhid-i sâdık ve musaddak ve bürhan-ı nâtık ve muhakkik; ve bütün enbiya ve mürselînin seyyidi -ki onların icma' ve tasdiklerinin sırrını taşıyor ve bütün evliya ve ülema-yı müttakînin imamı -ki onların ittifak ve tahkiklerinin sırrını ihtiva eyliyor- muhakkak ve musaddak âyât-ı bahire ve mu'cizat-ı katı'a sahibi olan; hem mükemmel ve münezzeh secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ile mütehallik bulunan; hem vahy-i İlahînin mehbiti; âlem-i gayb ve melekûtun seyyarı; ervahların müşahidi; melâikelerin musahibi; ins ve cinnin mürşidi olan; hem şahsiyet-i maneviyesi ile kemalât-ı kâinatın enmuzeci olduğunun işaretiyle, kâinat Fâtırının güzidesi olduğu tahakkuk eden; ve bütün saadetlerin enmuzeci olan bir şeriat-ı garra sahibi olan -ki o şeriat, kâinatı nazmeden bir nâzımın nizamnamesi olduğuna remzeden- seyyidimiz ve bizi imanın hidayetine getiren mühdîmiz Hz. Muhammed İbn-i Abdullah İbn-i Abdülmuttalib (Aleyhi Efdalüssalavatü Ve Etemmütteslimat) tır.

İşte bu zat, âlem-i şehadette durup, bütün şâhidlerin başları üstünde beşîr ve nezîr olarak âlem-i gaybdan aldığı haber-i şehadetini yüksek sesiyle asırlar ve aktarların arkasında dizilmiş ecyal-i benî-beşere bütün kuvvetiyle ve kemal-i ciddiyeti ile ve gayet vüsûkuyla ve nihayet itminan ve kemal-i iman ile لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ diyor. Öyle bir da'va ki, Cenab-ı Hakk'ın vücub-u vücuduna delalet eden ve onun evsaf-ı celal ve cemal ve kemaline sarahatla şehadet eden ve vahdaniyetine kat'î şehadet eden Furkan-ı Hakîm'dir.

O Furkan ki, muhtelif asırlarda gelen umum peygamberlerin bütün kitablarının ve muhtelif meşrebler sahibi olan yekûn evliyanın umum kitablarının ve muhtelif meslekler sahibi olan muvahhidînin isbatlı ve bürhanlı bütün kitablarının sırr-ı icma'larını tazammun ediyor. Demek altı cihetinin nuraniyetiyle hak kelâmullah olduğu kat'î tahakkuk eden Kur'an-ı Kerîm'in hükmünü tasdik etmekte küll, yani bütün ukul ve kulûb, beraber icma' ile ittifak etmişlerdir; ve kelâmullah ismine olan liyakatını bütün asırlar ve dehirlerin akışı boyunca muhafaza edegelmiştir. Ve vahy-i mahz olduğuna bütün mehbit-i vahy olan peygamberlerin ve ehl-i keşif ve ilham olan evliyaların icma'larıyla sabit olmuş olarak, bilbedahe hidayetin pınarı ve aynısıdır. Bizzarure imanın madenidir. Bilyakîn mecma-i hakaiktir. Bjl'ayân mûsil-i saadettir. Bilmüşahede kâmilin semereler sahibidir. Ve çok çeşitli emarelerle ve hads-i sâdık ile melek, ins ve cinnin makbulüdür. Ve delail-i akliye ile müeyyed bulunduğuna bütün ukalâ-yı kâmilin ittifak etmişlerdir. Ve hastalıklardan salim olan bütün fıtrat-ı selime sahihlerinin vicdanlarının itminanlarıyla musaddaktır. Hem bilmüşahede bir mu'cize-i ebediyedir ki, âlem-i şehadette lisan-ı gaybın tercümanı olarak mükerrer ve kat'î şehadetlerle

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ

der. Öyle ki; onun vücub-u vücuduna ve evsaf-ı celal ve cemal ve kemaline ve onun vahdaniyet ve ehadiyetine âlem denilen şu kitab-ı kebir-i kâinatın bütün babları, fasılları, sahifeleri, satırları, cümleleri ve harfleriyle; ve şu insan-ı kebir olan kâinat, bütün azaları, cevarihleri, hüceyreleri ve zerreleriyle; hem dahi kendi evsaf ve ahvaliyle delâlet ve şehadet ederler.

Yani şu kâinat, içindeki bütün âlemlerin enva'ıyla لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ der.

Ve o âlemlerin erkânlarıyla لاٰۤ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ

ve o erkânların azalarıyla لاٰۤ صَانِعَ اِلاَّ هُوَ

ve o azaların eczalarıyla لاٰۤ مُدَبِّرَ اِلاَّ هُوَ

ve O eczaların cüz'iyatıyla: لاٰۤ مُرَبِّىَ اِلاَّ هُوَ

ve o cüz'iyatların hüceyratıyla لاٰۤ مُتَصَرِّفَ اِلاَّ هُوَ

ve o hüceyrelerin zerratıyla لاٰۤ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ

ve o zerratların esîrleriyle لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ derler.

Demek ki, âlem ve kâinat, Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve vâhidiyet ve ehadiyetine bütün envaıyla, erkânıyla, azasıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla ve esîriyle şehadet ettiği gibi; ifraden ve terkiben dahi mürekkebat-ı mütesaide-i muntazamalarıyla, Sani-i Ezelîlerinin vücub-u vücudunun bayrak-ı şehadetini her tarafta dalgalandırıyorlar. Sonra o müfredat, mürekkebat-ı mütesaide içinde seyr-i sülük ile urûc ettikten sonra, pek garib nakışlarla süslenerek rücu' ile nüzul edip, ayrı bir tarzda yine Nakkaş-ı Ezelî'nin vücub-u vücuduna şehadet ediyorlar. Demek, kâinat'ın erkanlarının herbirisi, (ellibeş lisan) ile Cenab-ı Ma'bud-u Ezelî'nin Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olduğuna şehadet ediyorlar.

O ellibeş lisanların ([2]) tafsilatları sonra gelecektir. Amma icmali ise budur:

([3]) Kâinatın eczalarının muntazam olan ifrad ve terkibi lisanıyla; [48] fakr ve hacetlerinin icabı yerine gelmesi; [31] intizamkârane olan hal ve vaziyetleri, [49] mükemmel, acib ve lâyık suretleri; [50] garib faik ve süslü nakışları; [51] âlî hikmetleri; [52] kıymettar çok gâlî faydaları; [53] birbirini andıran hârika tehalüfleri; [54] birbirine bakan muntazam benzeyişleri [55] lisanları ile

ve hem cüz' olsun, küll olsun her şeyin nizam ve mevzuniyetleri; [1] bizzat her bir şeyin kemal-i intizamı; düzgünlükleri; [2] ve her şey şuurî bir ittikan-ı san'at ve mükemmeliyet-i hilkat içinde olması; [3] ve birbirine muhalif olan camid eşyanın yekdiğerlerinin sual-i hacetlerine cevab vermeleri ve birbirinden uzak ve mütefavit şeylerin tesanüdleri lisanlarıyla; [4]

ve hem her şeyi ve her yeri kaplayan hikmet-i amme;[14] inayet-i tamme; [15] rahmet-i vasia; [16] rızk-ı âmm; [17] ve hayat-ı münteşire lisanlarıyla; [18]

ve hem her şeyde parlayan bir hüsün ve tahsin; [19] ve in'ikas eden bir cemal-i hazin; [20] ve kalblerinde olan aşk-ı sâdık; [21] ve sînelerindeki incizab ve cezbe; [22] ve kâinatın zılliyeti [23] lisanlarıyla..

Ve hem, hep maslahatlar için olan bir tasrif; [24] ve faydalar için bir tebdil; [25] ve hikmetler için bir tahvil; [26] ve gayeler için bir tağyir; [27] ve kemalâta ermeleri için bir tanzîm [28] lisanlarıyla..

hem kâinatın imkân [30] ve hudusları [29] ; ve ihtiyacât [31] ve iftikaratları; [32] ve fakr ve zaafları; [33] ve ölüme maruz olmaları [35] ve cehl-i mutlak içinde bulunmaları [36] ve fanilikleri ve tagayyürleri [37] ve şuurî veya gayr-ı şuurî bir mabuda ibadetleri; [38] ve tesbihatları; [39] ve duaları; [40] ve ilticaları [41] gibi ellibeş lisanlarıyla âlem ve kâinat, bağırarak ilân ediyorlar.

Demek kâinatın mürekkebat ve eczası, bütün bu mezkûr lisanlarla kadîm ve kadîr olan Haliklarının vücub-u vücuduna şâhidlerdir.. ve onun evsaf-ı kemaline delillerdir.. Ve merkezi müttehid olan mütedahil daireler gibi onun yüce vahdaniyetine şehadet ediyorlar; ve esma-yı hüsnasını zikir ve tilavet ediyorlar. Ve Cenab-ı Hak Teala'nın şükür ve hamdiyle tesbihhan oluyorlar. Ve Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerini tefsir ediyorlar. Ve Seyyid-il Mürselîn olan zatın ihbaratını tasdik ediyorlar. Ve hem nur-u İslama bakan ve gösteren sâdık ve munazzam bir hadsi tevlid ediyorlar. O ise, tavr-ı nübüvvete teslim olmayı, o da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e iman etmek demek olan nur-u imanı tevlid ediyor.

İşte kâinat, bütün bu lisanlarının icma'ıyla Kelâm-ı Kadîm'in taht-ı emr ve kumandasında ve bütün enbiya ve mürselînin seyyidi, ins ve cinnin serveri Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) riyaseti altında: اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ zikrini tilâvet ediyor ve konuşuyorlar.

Şimdi geçen mücmel fıkraların tafsiline kulak ver!

Lisan (1-4): [Nizam : İntizam : İtkan-ı Sanat : Tecavüb][]

[1] İşte kâinatın mecmuan ve eczaen bütün mevcudat ve masnuatında görünen ve tezahür eden; birbirini andıran bir tanzimat, birbirine bakan nizamat, birbirine dayanan muvazeneler ise; bu kâinat kabza-i mizan ve nizamının tasarrufunda olan zatın vücub-u vücuduna delâlet ettiği gibi mezkûr üç fiil olan tanzîm, nizam ve muvazenedeki birbirine bakmak, birbirini andırmak, birbirine dayanmak olan keyfiyetler de şehadet eder ki; her şeyin mukannin ve üstad ve nazzamı birdir, vâhiddir. Bu ise matluba, yani (Cenab-ı Hakk'ın vücub ve vahdetine) bakan bir pencere açarlar. Kâinat o pencerede اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ lisanıyla şehadet eder.

[2] Hem hane-i kâinattaki intizam ve ıttırad ise, bu haneye ve bu eve müteaddid ellerin karışmalarına mahal ve imkân olmadığına; ve bu hanede san'at ve nakış ve mülk ancak birinin olduğuna gayet kat'î ve bedihî delâlet ederler. Bu da yine başka bir tarzda Vâcib-ül Vücud'un vücub ve vahdetine bakan bir pencere açar. Kâinat onda اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ lisanıyla şehadet eder.

[3] Hem, her şeyde Feyyaz-ı Mutlak'ın yed-i kudretinin kalemiyle o şeyin kabiliyet ve liyakatına göre yazılan şuurî bir itkan-ı san'at ve mükemmeliyet bulunması dahi, bunları yazan kalemin birliğine ve semavat sahifesini yıldızlarıyla, güneşleriyle yazan kâtib, arı ve karınca sahifesini hüceyratıyla, zerratıyla yazan aynı kâtib olduğuna delâlet ederler. Bu da yine vücub ve vahdet-i Sani'a bakan başka bir pencere, bir mişkat açarak; kâinat bu pencerede durup, bütün masnuat lisanlarıyla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ der, nida eder.

[4] Hem birbirine muhalif olan camid eşyanın uzun ve eğri büğrü yollar içinde birbirlerinin sada-yı hacetlerine "lebbeyk" deyip cevab vermeleri, (hüceyre ve semerelerin gıda maddeleri gibi) ve birbirinden çok uzak ve mütefavit, çeşitli eşyanın birbirlerine mütesanidane dayanmaları ise; (güneşin meyveleri olan seyyareler gibi) o tecavüb ve tesanüd delâlet eder ki; bütün mevcudat ve her şey, tek bir seyyidin hizmetkârlarıdırlar ve bir tek müdebbirin taht-ı emrindedirler. Ve mercileri de bir mürebbi-i vâhiddir. İşte bu da yine başka bir mertebede Vâcib-ül Vücud'un vahdaniyetine bakan bir pencere açıp, kâinat onda اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ lisanıyla şehadet ediyor.

Lisan (5-7): [Müşabehet : Esma : İrtibat][]

[5] Hem birbirine bakan âsâr-ı muntazamanın birbirine müşabehetleri göklerdeki yıldızlar gibi ve birbirini andıran eserlerin tenasübleri yeryüzündeki çiçekler gibi dahi delâlet ederler ki; her şey ve bütün eşya, tek bir Malik-i Zülcelal'in malıdır. Ve bir tek mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadır. Ve masdarları ve destgâhları, tek bir kudrettir. İşte bu da yine Vâcib-ül Vücud'un vücub ve vahdetine bakan bir menfez açarlar ki, kâinat o menfezde اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ lisanıyla şehadet eder.

[6] Hem her zîhayat, şuurkârane muhtelif çok eserler ve cemaller gösteren bir çok esmanın cilvelerine mazhariyetleri görünüyor. O esma-yı hüsna ise, hattâ tekbir şeyde bile tesir ve müşabehette mütesanid ve müşarik olup, ve bütün esma, hepsi yekdiğerlerinin içinde; güneşin ziyasındaki elvan-ı seb'a gibi müteakis ve mütemazic bir vaziyette bulunmaktadır. Ve bu ahval, her eserde ki vahdetleriyle delâlet ederler ki; onların müsemmaları birdir, vâhiddir. Bu ise, bizzarure delâlet eder ki, meselâ bir zîhayatın Halikı kim ise, elbette onu ademden çıkarıp suret giydiren ve ona pek çok nimetler bahşedip onu perverde eden Banide, Musavviri de odur. Hem onun rızkını veren kim ve hangi zat ise, elbette bütün rızık menbalarının halikı da odur. Ve elbette menabi-i rızkiyenin Halikı olan zat, bütün kâinata hükmü geçen ve hâkim olan aynî zat olabilir. İşte bu hakikat ise, yine vücub ve vahdet mertebelerine bakan bir pencere açar ki, kâinat onda bütün zîhayatların lisanıyla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet eder.

[7] Hem arı ve karıncanın göz ve mideleri, güneşle ve manzumesiyle cezaletçe ve san'atlarındaki nizamın birbirini andırmak ve birbirine bakmak keyfiyetince ve münasebettarlıkta birbirine mürtebit bulunmalarıyla delâlet eder ki; bu irtibat ve bu münasebet ise, karınca ve arının göz ve mideleriyle birlikte, güneş ve manzumesi bir tek nakkaşın nakşıdır. Ve bu keyfiyet ise Vâcib-ül Vücud'un, Vâhid-i Ehad'in vücub-u vücuduna bakan ve nazır olan bir menfez açarlar. Kâinat o pencerede اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ der, nida eder.

Lisan (8-10): [Cazibe : Münasebet : Kudretin Tasarrufu][]

[8] Hem zerreler ve cevahir-i ferde arasında yazılı olan ve dokunmuş ve nakşedilmiş olup dalgalanmakta olan cüz'î cazibemle; yıldızlar ve güneşler mabeyninde yazılmış, dokunmuş ve yayılmış olan cazibe-i umumiyenin beraberlik ve kardeşliği ise, delâlet eder ki; bu her iki cazibe, ancak bir tek kalemin yazısı ve mürekkebidir. Ve bir tek nessacın dokuması ve düzmesidir. Ve bir tek güneşin şua'ı ve feyzidirler. İşte bu da yine büyük bir pencereyi vücub ve vahdete açarak kâinat bu pencerede bu ulvî ve dakik lisan ile اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet ediyor.

[9] Hem herbir zerrenin, muntazam olan mürekkebat-ı mütedahiledeki münasebetleri gözetmesi; ve adeta bir asker neferi gibi, her bir makam ve dairenin değişik nisbetlerinde ayrı bir faide ve maslahatı varmış gibi ona göre vazife görmesi vardır. Meselâ: gözde çalışan bir zerrenin, Muharrike, Hassase, Evride, Şerayin ve Basıra'nın mürekkeplerindeki münasebet, vazife ve hareketi gibi.. İşte bu keyfiyet ise, bizzarure delâlet eder ki; gözün bebeğini ve gözün hadeka vaziyetini ve âlemin gözü olan güneşi yaratan ve bunları yerli yerince yerleştiren kim ise, bütün mürekkebatın dahi Halikıdır. İşte bu da yine vücub ve vahdete nezzar bir mişkat açarak, kâinat o mişkatta her bir zerrenin lisanıyla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet eder.

[10] Hem bir nev'de ki kudretin geniş tasarrufu ise, -ki bilbedahe (o nev'in birliği haysiyetiyle) ancak bir birden sudur etmiş olabilir- halbuki bu nevilerden bazıları ekser kâinatı kaplamış bir vaziyettedir. Meselâ hayat, melek ve semek gibi... İşte bundan hadsen bilinir ki; meselâ bir nev'in Halikı kim ise, elbette bu sır ile bütün ecnas ve envaın dahi Halikıdır. Çünkü meselâ senin teşahhus-u vechiyeni tersim eden kalemin kâtibine; bütün efrad-ı benî-beşer Hz. Adem'den kıyamete kadar, hepsi birden defaten görünmesi bizzarure lâzımdır ki; senin bütün yüzlere karşı alâmet-i fârikalı ve muhalif olan yüzün hiç birine benzemesin ve tam tayin etsin. Ve illâ aralarına tesadüflü tevafuk girecek ve bozacak.

İşte bu hakikat yine vücud ve vahdet-i Rabbaniyeye bakan bir pencere açıyor. Kâinat, bu pencerede nağme-i اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile teganni edip şehadet getiriyor.

Lisan (11): [İstiğrab ve İstib'ad][]

[11] Hem her şeyin hilkatini Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e isnad etmeyi, kasır olan nazar ile külfetli ve hayretli, istiğrablı ve istib'adlı gören ve bu görüş ile binnetice istinkâra, yani inkâr etmeyi kabule giden bir fikir ise, bir batıl tevehhümün mahsulü iken; halbuki eşya, vücub ve vahdet mertebesinin Sahib-i Zülcelal'i olan Cenab-ı Hakk'a isnad edilmediği vakit, tevehhüm edilen o müşkilatlar, hakikî bir şekil almış olurlar. Belki eğer eserler imkân ve kesret ve esbaba veya kendi nefisleri canibine isnad edilirse, kâinatın eczaları adedince külfetler, hayretler, istiğrablar ve istib'adlar muzaaf ve katmerli bir şekil alırlar.

Demek, bütün eşyayı birden Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'a vermekte tevehhüm edilen o zorluklar ve istiğrablar, eşyadan tek bir cüz'ün de, Allah'ın gayrisine isnad edildiği anda o tevahhüm hakikat oluyor. Belki birincisi, yani her şeyi sahib-i hakikîsi olan Allah'a vermek; ikincisinden bin kat daha kolay ve sühuletlidir. Çünkü çoğun birden suduru, birin çoktan sudurundan daha çok az külfetlidir. Bilhassa o çoklar, eğer kör ve birbirlerinin aksine hareket eden şeyler ise, içtima'ları çoğaldıkça, o nisbette körlükleri de ziyadeleşir.

Çünkü meselâ bir arı, eğer Vâcib-ül Vücud'un yed-i kudretinden çıkmadığı farzedilirse, o zaman o arının küçücük vücudunda bütün yer ve göklerdekilerin iştirakleri lâzım gelir. Belki bir cüz'-ü vâhid, maddî sebeblere havale edilip Vâcib-ül Vücud'a isnad edilmezse, külfet ve mualecet, faraza vücub canibine isnad edildiğinde bir zerre kadar ise, esbab canibinde dağlar kadar olur. Yahut burada bir saç gibi ise, orada halatlar kadar kalınlaşır. Çünkü bir vâhid, kesrete bir vaziyet verir. Ve bir maslahat ve netice istihsal eder ki; kesretin eli ve gücü o vaziyete ulaşamaz. Ulaşsa da pek çok müşkilât ve çok çalışmalar ve zorluklar neticesinde ancak belki ulaşabilir.

Meselâ, bir zabitin asker neferatına verdiği vaziyet ve istihsal ettiği netice ile; aynı bu vaziyetin alınması ve bu neticenin istihsali, başıboş kalan asker neferatına havale edildiği zamanki nisbeti gibidir. Veyahut bir fevvareden, yani artezyenden elde edilen fayda ve netice ile; müteferrik su damlalarına havale edilmesinin nisbeti gibidir. Veyahut nokta-i merkeziye ile kendi başına kalan daire etrafındaki noktaların nisbeti gibi olur.

Evet bir fiil-i vâhid ile, yani birlik yoluyla bu üç şeyler mezkûr vaziyet ve neticeleri kesretten tahsil ederler ki, neferat ve katarat ve noktalara havale edildiği zaman, imkânsızlığa düşer. Şayet imkânsızlığa düşmezse de, gayet azîm müşkilat ve tekellüfat ve çok uğraşmalar ve çalışmalar neticesinde ancak zaif bir suret elde edilebilir. Buna göre vücub tarafında tevehhüm edilen istib'ad ve istiğrab, burada imkân ve kesret canibinde hakiki, çok ve müteselsil muhallere inkılab ediyor. Muhallerden bir kısmı şunlardır:

1 - Her şeyde görünen gayet kâmilane olan nakış ve ittikan-ı san'atın zaruretiyle, Vâcib-ül Vücud'a has sıfatların her bir zerrede dahi bulunduğunu farzetmek.

2 - Asla ve kat'â şerik kabul etmeyen, yani hiç bir veçhile muîn ve şeriklere muhtaç olmayan, belki aksiyle olursa, hakikat-ı saltanat-ı rububiyetini iskat edecek ve bozacak olan şerikleri red ve tardeden Vâcib-ül Vücud'un saltanatında gayr-ı mütenahî şeriklerin bulunduğunu tevehhüm etmek.

3 - Herşeydeki nizam-ı kâmilin iktiza ettiği zaruretle; her bir zerreyi bütün zerrata hâkim ve aynı zamanda ayrı ayrı hepsine mahkûm ve emirber ve hepsi hepsiyle her an beraber bulunduğunu farzetmek

4 - Her şeyde bulunan muvazene ve tesanüdün iktiza ettiği bir zaruretle, her bir zerrede muhit bir şuur ve tam bir ilim bulunduğunu farzetmek lâzım gelir.

İşte kesret ve imkân canibindeki esbaba, eşya isnad edildiği zaman; mezkûr müteselsil muhalatı ve aklî ebatıl ve mümteniatı istilzam eder ki, evhamlar dahi bu fikirden nefret edip kaçarlar. Amma eğer vücub ve vahdet mertebesinin sahibi olan sahib-i hakikîlerine isnad edilirse, hiç bir şey lâzım gelmez. Yalnız yağmur kataratının güneşe mukabil geldikleri zaman, güneşin timsalleri içlerinde parladıği gibi; o zerrat ve mürekkebat dahi ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeyi tazammun eden ezelî ve gayr-ı mütenahı tecelliyat-ı kudretin nuranî lemaatına mazhariyetleri kâfi gelir. Çünkü ilim ve kudret ve irade hasiyetlerine malik olan tecelli-i Şems-i Ezel'in birtek parıltısı bile, imkân ve kesretin vücub ve vahdetin te'siri olmaksızın canibindeki esbabın bir güneşinden tesirce daha celildir. Zira esbab ve kesret canibindeki sebeblerde tecezzi ve inkısam vardır.

İşte bu hasiyete mâlik olan kudret-i İlahiyenin bir zerresinden daha azının dahi temas etmesi, kesret canibinin dağlarından da te'sirce daha azîmdir. Çünkü nuranî olan bir cüz', küllün hasiyetine maliktir. Adeta o şey-i nuranînin küllü küllî ve cüz'ü cüz'î oluyor.

İşte acaba mümkin ve mahluk olan bir nurun bir zerresi böyle hasiyetlere malik olsa, ([4]) vücub canibinden parlayan nur-ul envar olan kudret-i Rabbaniyenin te'siratı nasıl olur, sen düşün.

Hem icad-ı eşya kudret-i İlahiyeye isnad ve nisbet edildiği zaman, hiç bir külfet ve zorluğu olmaz. Çünkü o kudret bizatihi zatiyedir. Onun zıddı olan acz, muhaldir ki, ona tedahül etsin.

Evet, şeffafiyet, mukabele, muvazene, tecerrüd, itaat ve intizam ([5]) sırlarıyla, belki hads ve müşahede ile zerrelerle güneşler, cüz' ile küll, ferd ile nevilerin icadları onun lem'a-i kudretine nisbeten birdir, müsavidirler. Çünki o kudrettir ki; camid, ince ipler gibi şeylerle hârika, hayatdar, salkımlar gibi şeyleri icadediyor, yapıyor. Eğer bu salkımlar, esbaba havale edilirse, bir tek salkım için (faraza eğer mümkün olsaydı) milyonlar kantar külfetlere ve mualecelere muhtaç olacaktılar.

Hem de o kudret, vücud cilveleriyle tecelli edip, vücubun gölgesinden in'ikas ederek, iğnenin deliğinden geçer gibi, berzahî. timsalleriyle şeffaf safhalar üzerinde cilvenüma oluyor. Eğer kudretin bu icadı esbab-ı maddiyeye havale edilirse, vücud-u eşya, ya imtina' gayyasına girecek, veyahut hadsiz mualeceler ve zorluklara muhtaç olacaktır.

Kat’iyen bil ki, hayat ve nur ve vücud'un hem mülk, hem melekût yüzlerinin şeffafiyetinden dolayı, kudret-i İlahiyye bunlara icad ile tecelli ettiği zaman, o kudret, kesif olan vesait ve esbab altında saklanmıyor. Belki bunlardaki esbab-ı zahiriye o derece rikkat peyda ediyor ki, altında kudretin tasarrufu adeta gözle görülebiliyor. Evet her kim hayat ve nurun tavırlarına im'an-ı nazar ederse, esbab altındaki tasarruf-u kudreti bilbedahe müşahede edecektir. Çünkü o kudret, mese lâ üzüm salkımlarını icad etmek için, yalnız ince, camid bir çubuğu; ve küçük bir cam parçasında bir güneşçiği tersim etmek için yalnız iğne deliğinden geçen bir nuru; ve bir evi aydınlatmak için yalnız bir cam içindeki kıl gibi bir tel vasıtasını sarfediyor. Hem ruh ve kalblerin dalaletten ve manevî hastalıklardan neş'et eden müz'iç ızdırablar içine düşmeleri ve bu ızdırablar ise, icadı eşyayı, eşyanın nefislerine veya imkânî sebeblerine isnad etmekten gelen hayret, istiğrab ve istib'addan neş'et eden istinkârdan gelmesiyle; ve Bu manevî ızdırablar ise, ruh ve kalbleri; onun zikriyle ancak kalbler mutmain olabilen ve her müşkülün anahtarı irade-i ezeliyesinde olan ve onun kudretiyle ancak müşküller hallolabilen Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e (kurtuluş ve şifa ve halâs bulmak üzere) firar ettirmeğe icbar ediyorlar.

Evet, belâ! Cenab-ı Hak Teala (C.C.) Kur'anında ferman ettiği gibi فَفِرُّوا اِلَى اللهِ başka kurtuluş mevkii, sığınacak yer, istinad edilebilecek mekân yoktur; ancak ve ancak Cenab-ı Kadir-i Kayyum'un barigâh-ı rahmetine firar ile iltica etmekte ve ona tevekkül ile tefviz-i umur etmekte vardır.

İşte bu hakikat dahi, hads-i sâdıka bakan bir mişkât açıyor. Hads-i sâdık ise, nur-u İslâm'a; Nur-u İslâm da tavr-ı nübüvvete teslime; bu da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e iman nuruna bakıyor ve gösteriyor. (Yani bunlar tesbih taneleri gibi birbiriyle nazmedilmiş ve dizilmişlerdir veya bir zincir gibi birbirine bağlı ve manzumdurlar.) İşte kâinat kendi eczasının bütün cüz'iyatları lisanıyla o pencerede اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet ediyor.

Lisan (12): [Esbabın Besateti][]

[12] Hem ekmek ve yoğurt gibi esbab-ı zâhiriyenin besatetleri ve mahdudiyetleri ve inhisarları ve bir zabt altında bulunmaları ve bazılarının yalnız araziyetleri (yani mana, hakikat ve cevher değil, belki yalnız kabuk, dışyüz ve suret olmaları) ve zatında zaafları ve ölülükleri ve cumudiyetleri ve bilmüşahede şuursuzlukları ve iradesizlikleriyle beraber; hem kavanîn denilen şeylerin itibarî ve mevhum şeyler olması ve bu kanunların taayyünleri de, ancak mukannen olarak vücud bulmalarıyla bilinmeleri ve mevhum varlıkları da ancak göze göründükten sonra bilinmeleri ve görünmeleri ise, ancak müsebbebin vücudundan sonra olabildikleri halde, bir de bakıyoruz, o müsebbebat çok hârika nakışlar ve gayet acib san'atlarla vücuda geliyor. Meselâ: bir ekmeğin yenmesiyle, beden hüceyratınm teşkilatı; ve zihnin hareketi sebebiyetinden de kuvve-i hafıza hardelesinde (küçük tohum gibi et parçası) mektub olan gayr-ı mahdud muntazam nukuşun yazılması gibi hârikalar... Evet güya o kuvve-i hafıza ise, insanın amel defterinden bir seneddir de, kudret-i ilahî onu yazarak insanın eline vermiş; tâ ki insan muhasebe vaktinde o sened ile amellerini hatırlasın ve hem kat'iyyen bilsin ki; şu vücudî hercümercler arkasında beka için birçok ayineler vardır ki, Zat-ı Alîm-i Habîr, bütün eşyayı, hiçbirini karıştırmadan nihayet intizam ile o aynalarda tersim ettiriyor. Eşya ne kadar çok ve karışık olsalar ve içinde eşyanın suretleri tersim edilen şeyler ise, eşyanın en küçüğü ve en darı olsalar dahi...

Halbuki kuvve-i hafıza ise, (yukarda zikredildiği gibi,) gayr-ı mahdud nukuş-u muntazama o kuvveciğin hardelesinde yazılması gibi san'atlar, yalnız telafif-i zihniye (zihindeki liflerin hareketi) vaziyetinin sebebiyetinden hasıl oluyor; ve tefekkür ve tekellümde ise, zihnî suretlerin ve huruf teşkilatının sebebiyetine bakılırsa, yalnız zihnin hareketi ve kar'-ül lüha ile tabir edilen, zihnî hareket esnasında küçük bir et parçasından ibaret olan bir dilciğin temas ve vuruşlarıyla vücuda geliyorlar. İşte bu vaziyet ise, iktiza eder ki; şu vücuda gelen müsebbebler ancak gayr-ı mütenahî bir kudretin eserleri olabilir. Ve belki gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradenin de birlikte tezahürleridirler.

İşte şu hakikat, bizzarure istilzam eder k; kâinatta hakikat olarak hiç bir veçhile kudretine nihayet olmayan bir Hâlık-ı Kadir'den başka, hiç bir te'sir sahibi yoktur. Esbab denilen şeyler ancak bahanelerdir. Vesait ise ancak zahirî perdelerdir. Ve eşyanın tabiatlarındaki havass ve hasiyetler dedikleri şeyler de, ancak birer isim ve unvandırlar. Veya ezelî ve gayr-ı mütenahî ilim ve iradeye dayanan, belki ilim ve iradeyi tazammun eden nuranî ve gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliye lemaatının tecellilerine birer camid cam parçaları mesabesinde olan şeylerdir. Çünkü şu kudret-i ezeliye ile en edna bir şeye temas etmesi, esbabın dağlarından daha büyük, daha te'sirli ve daha kuvvetlidir. Evet, o kudretin bir parıltısı; ince, camid kuru ipler gibi şeylerle taze, hayatdar salkımları yapıyor.. Halbuki eğer bu salkımların icadı esbaba havale edilse de, bütün esbab u vesait içtima' edip onun bir mislini getirmek için elele verseler kudret-i ezeliye içlerinde olmaksızın ve bu salkımları yapmağa çalışsalar ve hepsi yekdiğerine yardımcı olsalar dahi yine yapamıyacaklar.

İşte bu hakikat dahi istilzam ediyor ki; kanunlar ve namuslar ile tesmiye edilen şeyler, ancak enva' üzerine tecelli eden ilim ve emir ve irade-i Rabbaniyenin mecmuuna verilen isimlerdir ve birer cam parçaları gibi tecelliyi aksettiren şeylerdir. Ve kavanin dedikleri şeyler ise, ancak birer emr-i memdud (ta'mim edilen ferman) veya serdedilen emirlerdir. Namuslar ise, ancak uzatılmış birer irade veya dizilmiş askılardır.

Ve işte şu hakikat, imkân mertebesinden vücub mertebesine bir mişkat açıyor ki, kâinat, kendisinin bütün müsebbebatının lisanıyla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diye şehadet eder.

Lisan (13,6): [Nakş-ı Sanat : Esma][]

[13] Hem kâinatın hârikalar gösteren nakş-ı san' atının tenahîsizliği ve ihtimamkârane gayet ittikanlı bir şekilde yapılışı, bizzarure bir nihayetsiz kudreti istilzam ediyor. Belki onun her bir cüz'ü dahi yine aynı kudreti istilzam eder. O halde, bizzarure şu kâinat için; kudretinin tecelliyatına hiç bir veçhile nihayet olmayan bir kudret-i kâmile sahibi olan bir Hâlık-ı Kadir'in vücub-u vücudunu istilzam ediyor, iktiza ediyor ve ona delâlet ediyor.

İşte madem ki, böyle bir kudretin vücudu tahakkuk etti. Öyle ise o kudret, bizzarure şürekaya ihtiyacı olmadığı gibi; şeriklerden kat'iyyen müstağnidir. Bununla beraber, kat'iyyen ve bizzarure istiğna edilen o mevhum şeriklerin, bizzat vücudları mümteni'dir. Ve onlardan bir ferdinin dahi bulunmasına imkân yoktur. Yoksa, aksi takdirde, o gayr-ı mütenahî kudret-i kâmilenin her cihetten tahdidi lâzım gelecektir. Ve hiç bir zaruret yokken ve gayr-ı mütenahî olduğu bir halde iken, bizzarure bir mütenahî ile nihayetlenecektir. Bu ise beş mertebe ile bizzarure muhal-ender muhaldir.

İşte burada, infirad ve istiklal, uluhiyet için, iki hassa-i zatiye olmuş oluyor. Bununla beraber vehmî faraziyattan başka şerik için hiç bir mahall, hiç bir mekân ve hiç bir imkân yoktur. Çünkü kâinatın hiç bir taraf ve hiç bir cihetinde şerik-i uluhiyet için asla bir delil vaki' değildir ve delil için hiç bir ihtimal yoktur. Ve zatî imkâna da hiç bir yer mevcud değildir. Ve tek bir emare dahi bulunmuyor. Ve böylece, bu meselede hangi cihet-i kâinata müracaat edilip şirk ve şerikden istifsar edilebilse de, her cihetten tevhid sikkeleri gösterilerek cevab-ı red verilecektir.

Evet çünki, kâinatta Vâhid-i Ehad'den başka hiç bir müessir bulunmadığına en zahir delil budur ki: Kâinatın en eşrefi ve tasarruf ve ihtiyarca sebeblerin en genişi insandır. Bununla beraber, beşerin ihtiyarî fiillerinin en zahirileri olan yemek, konuşmak gibi tasarruflarının yüz cüz'den ancak bir cüz'-ü meşkûkü insanın elindedir. İşte vakta ki,, en eşref ve en geniş ihtiyar sahibi olan insan, böyle te'sirden eli bağlı bulunsa, acaba sair camid ve ölü sebebler nasıl olurlar?

Evet, acaba bir padişahın sana gönderdiği bir hediyesine sardığı mendil veya zarf, onun şeriki veya muîni olsun, mümkün müdür? İşte bu tahkikattan bir hads-i kat'î ile bilinir ki; sebebler onun kudretinde yalnız birer perde-i zâhiriyedirler. Ve hikmet-i İlahiyenin (bu dar-ı imtihana muvafık) birer merci' ve menatıdırlan

İşte şu hakikat dahi, vücub ve vahdete bakan bir pencereyi açıyor.

Kâinat onda mezkûr lisan ile bağırarak اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ deyip şehadet ediyor.

[6] Hem (tedbir ve idare-i kâinatta) tecelli ile hüküm-ferma olan esma-i hüsnanın birbirlerine dayanıp tesanüd etmeleri ve herşeyde hattâ bir zerrede dahi teşarük ve teşabükleri; (yani birbirleriyle ortaklık etmeleri ve şebekelenmeleri) (halbuki âlim gibi bazı esmanın tecelliyatı -herşeydeki bilmüşahede görünen eserlerinin delaletiyle herşeyi daire-i şümulüne alıyor.) Hem her birisi diğerlerinde tecellisiyle in'ikas etmesi ve güneşin ziyasındaki yedi renk gibi birbirleri içinde memzuc bulunmaları vardır. İşte bu ahval ise delâlet ediyorlar ki; her birisinin vahdet-i eserleriyle birlikte, o esmanın müsemmaları bir olduğunu ve Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed bulunduğunu gösterir.

İşte bu da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'e nezzar olan bir mişkat açarak, kâinat onda اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diyerek bu nuranî lisanıyla şehadet ediyor.

Lisan (14-18): [Hikmet : İnayet : Rahmet : Rızk : Hayat][]

[14] Hem mecmu-u kâinatta gerek ecza ve gerek külliyatında bir kasd ve şuur, irade ve ihtiyarı tazammun eden bir hikmet-i ammenin tezahürü görünüyor. Bu ise, bir Hakîm-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal ve mümteni' olduğu gibi, yapılmış ve münfail camid bir cüz'ün fail ve işleyici olup, şu şuurî ve âmm fiile fail olmasına da imkân ve ihtimal yoktur.

[15] Hem kâinatın simasında parlayan bir inayet-i tamme vardır. O inayet ise, hikmet, lütuf ve tahsin hakikatlarını da tazâmmun etmektedir. Bu ise bizzafüre bir Hallâk-ı Kerim'in vücub-u vücuduna delâlet ediyor. Çünkü ihsan elbette bir muhsini iktiza eder. Bunun aksi ise muhal ve mümteni 'dir.

[16] Hem kâinatın yüzüne serpilen ve üstünde yayılan bir rahmet-i vasia vardır. O ise, hikmeti, inayeti, ihsanı, in’amı, ikramı; hem lütuflandırılmayı, sevdirilmeki ve tanıttırılmayı tazammun ediyor. Bu ise, bîr Rahman-ı Rahim'in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü sıfat, mevsufsuz olması muhal ve mümteni' olduğu gibi; semavat ve yerin genişliğinde olan şu hulleyi ona giydirmek, Allahu Teâlâ ve Tekaddes'den başka hiç kimsenin haddi olması da mümteni' ve muhaldir.

Evet camid, ölü, nakıs, hakir esbabın kameti, te'siri, gücü nerede? Ve kâinata giydirilen şu gayr-ı mahdud hulle-i rahmetin kıymet ve pahası nerede? Eynesserâ minessüreyya!

[17] Hem zevilhayatın çeşitli enva-i hacetlerine göre tevzi' edilen ve hikmet ve inayet, rahmet ve himayet, muhafaza ve taahhüd ve amd ve teveddüd ve taarrüfü tazammun eden rızk-ı âmm ise, bizzarure bir Rezzak-ı Rahîm'in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal olduğu gibi, mef’ul ve yapılmış bir cüz' dahi, şu amm olan fiile fail olması da muhaldir, mümteni'dir.

[18] Hem kâinatta intişar eden ve yüzüne serpilen ve hikmet, inayet, rahmet, rızık ve ince san'at ve nakş-ı rakik ve ittikan ve ihtimamı tazammun eden bir dirilik, canlılık ve hayat görünüyor. Bunlar ise, bunlara hükmeden bir kasd ve şuur ve ilim ve irade-i tammeden tereşşuh edebilirler. Ve şu keyfıyet-i hayatiye ise, bir Kadir-i Kayyum'un, Muhyi ve Mümît'in vücub-u vücuduna delâlet eder.

Hem madem ki her şey birdir; ve birlik içindedir. Öyle ise Halıkları dahi birdir. Çünkü اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani, "Birliği ve ittihadı olan her şey, ancak bir birden sudur edebilir." Şu halde müşrik ve yalancı felsefenin اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ yani, "Birden yalnız bir sudur edebilir" diye olan kaide-i kâfıranesinin hilafına olarak, her şeyin Halikı bir olduğu sabit oldu.

İşte bu mezkûr içice mümtezic beş tane hakikatlar, güneşin ziyasındaki elvan-ı seb'a gibi veya merkezde müttehid daireler gibi bilbedahe delâlet ediyorlar ki; şu kâinatın; bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf olan bir tek Rabb-i Kadir, Alîm, Hakîm, Rahîm, Rahman, Rezzak, Hayy ve Kayyum'u vardır.

İşte, bu beş mümtezic hakikatların birleşmelerinden hâsıl olan tek bir ziya ile nur-u İslâm'a bakan bir hads-i sâdıka; bu da nübüvvet tavrına teslime; o da nur-u imana yani هُوَ اللهُ الْوَاجِبُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ e bakan bir mişkat açıyor. Kâinat o mişkatta bu beş nağmeli lisanla اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diye şehadet ediyor.

Lisan (19-23): [Hüsün : Cemal : Aşk : Cezbe : Zılliyet][]

[19] Hem kâinatın yüzünde bir hüsn-ü arazî ve bir tahsin telemmu' etmektedir. Bunlar ise, ihsan ve hüsn-ü zatiye sahib bir zatın vücub-u vücuduna işaret ediyor.

[20] Hem kâinatın ruhunda (yanak) aksedilen bir cemal-i hazin görünüyor. Bu ise, bir cemal-i mücerred sahibinin vücub-u vücuduna remzediyor.

[21] Hem kâinatın kalbinde bir aşk-ı sâdık görünüyor.. Bu da elbet bir mahbub-u hakikîyi nida ederek gösteriyor.

[22] Hem kâinatın sinesinde bir incizab ve cezbe hissediliyor.. Bu ise, bütün esrarın ona müncezib olduğu bir hakikat-ı cazibedara telvih ediyor.

[23] Hem bütün kümelin-i evliyadan duyulan budur ki: Onlar müşahedelerinin şehadetleriyle; bütün ekvanın hakikatları, ancak bir zat-ı vahidin envar-ı zatiyesinin gölgeleri ve onun nuranî âyetleridir diye ilan ediyorlar.

İşte şu hakaik-ı hamse dahi bu kâinatın; bütün evsaf-ı celal ve cemal ve kemal ile muttasıf bir tek mürebbisinin vücub-u vücuduna bizzarure delâlet ediyorlar. Ve bu da yine bir Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna bakan bir pencereyi açarak, kâinat onda bu beş nağmeli lisan ile اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diye şehadet ediyor.

Lisan (24-28): [Tasarruf : Tebdil : Tahvil : Tagyir : Tanzim][]

[24] Hem kâinatın nevilerinin cüz'iyatında müşahede edilen budurki: Birbirine bakan tasarruflar ve maslahatlara göre o cüz'iyatı yerli yerince sarfetmeler vardır. Bu ise, yine bir tek Mutasarrıf-ı Hakîm'in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü bir fiilin fâilsiz olması veya mef ul ve münfail ve camid olan bir cüz'ün, şu birbirini andıran şuurî ve âmm fiilin faili bulunmaları elbette mumtenidir, imkân ve ihtimali yoktur.

[25-26] Hem kâinatın eczalarından olan nebatat ve hayvanatta görülen faydalar için bir tebdil ve hikmetler için bir tahvil hükmediyor. Bu ise, bir Rabb-i Müdebbir ve Hakîm'in vücub-u vücuduna delâlet ederler.

[27] Hem küre-i arz gibi, kâinatın bütün azalarında bir çok gayelere müteveccih bir tağyir görünüyor. Meselâ, küre-i arzın gecesi ve gündüzüyle pek çok gayeler için birbiri arkasında değiştirilip döndürülmeleri gibi... Bu ise bir Fâil-i Muhtar, Fa'alün Limayürid'in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal olduğu gibi, şu birbirine bakan fiillerin masdarı, kudret-i vâcibeden başka birisinin eseri olmasına hiç bir akıl ihtimal veremez.

[28] Hem, bütün âlemde kemalâta yükselen bir tanzîm fiili görünüyor. (Yani eşyaya, mevcudata bir kemal vermek için intizamkârane bir fiil işliyor.) Bu ise, bir Kadir-i Kayyum'un vücub-u vücuduna delâlet eder. Evet, tanzîm fiili nâzımsız olması ne derece mümteni' ise; kesir, mümkin, münfail bir cüz'ün bu muhit ve şuurkârane fiile sahib olması ve onun faili olması o derece muhaldir, mümteni'dir. Evet örümceğin elinin san'atçığı nerede? Kâinatın kametine göre biçilmiş şu elbiseyi dokumak nerede? Belki kör, kırık, camid şeyler nerede? Ve şu âleme giydirilmiş olan işlemeli, murassa' ve münakkaş gömleğin dokunması nerede? Öyle ise bunlar, yine vücub ve vahdet-i Rabbaniye için âyetlerdir.

İşte ziyadaki yedi renk gibi ve merkezde müttehid devair-i mütedahile gibi olan ve daimî faaliyet gösteren bu hakaik-ı hamse dahi bilbedahe delâlet ediyorlar ki; bu kâinatın birtek Mutasarrıf-ı Hakim ve Müdebbir'i ve istediği şeyi yapmakta, çevirmekte, döndürmekte muhtar olan bir Kadir-i Kayyum'u ve evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Rabb-i Zülcelali Velikram'ı vardır. İşte şu hakaik-ı hamse dahi, yine bir tek ziya ile vücub ve vahdete bakan bir pencere açıyor. Kâinat onda o beş sadalı lisan ile اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diye nida ederek şehadet ediyor.

Lisan (29-30): [Hudüs : İmkan][]

[29] Hem kâinatın küllen ve cüz'en her zaman hudûsa maruz bulunması, yani dembedem tahrib ve tahlil edilip yeniden yeniye ihdas edilmesi ise, elbette kadîm bir muhdisi istilzam eder.

[30] Hem kâinatın mecmuan olsun, eczaen olsun; zat ve sıfat ve keyfiyatları, gayr-ı mahdud imkânlar arasında mütereddid olmasıyla beraber; her tahassüs kesbettikçe, yani fârikalı keyfiyetler gösterdikçe, imkânatı daha çok ziyadeleştiği halde, sonra da o eğri büğrü yolların arasından bu muhkem, ittikanlı, muntazam şekli alması, elbette o tereddüdlü hal, bir Rabb-i Alîm, Hakîm ve Kadir'in vücub-u vücudunu istilzam eder ve bizzarure ona delâlet eder.

Lisan (31-37): [İhtiyacat : İftikarat : Fakr : Gına : Mevt : Cehl : Fena][]

[31] Hem kâinatın gerek küllisinin gerek eczasının vücud ve bekası, maddesi ve manası, hayat ve fikri cihetinden hadsiz ihtiyacatı olduğu halde; ve bunun yanında zatlarındaki fakirlikleri ve zaiflikleriyle beraber ve en edna hacetlerine elleri yetişmez bir vaziyette iken, sonra bakıyoruz ki; tâm bir vakt-i münasibde enva-i hacetleri umulmadık bir tarzda kaza edilip ellerine veriliyor. İşte bu hal ve bu keyfiyet ise, bir Rabb-i Müdebbir'in ve bir Rezzak-i Kerim'in ve bir Rahman-ı Rahim'in vücub-u vücudunu istilzam eder, iktiza eder ve ona delâlet eder.

[32] Hem kâinatın mecmuan ve eczaen, vücud ve bekası, madde ve manası itibariyle; hadsiz iftikaratı ile (yani yoksul ve muhtaç olmasıyla beraber) ve zatında gayet zaif olduğu halde, ve en edna metalibine karşı elleri kasır olmakla beraber, görüyoruz ki; lâyık ve münasib vakitlerde ummadıkları bir tarzda matlabları onlara veriliyor. Bu ise yine bir Rahim, Kerim, Feyyaz ve Vedud'un vücub-u vücudunu istilzam eder ve iktiza eder ve ona delâlet eder.

[33] Hem kâinatın ve eczasının zatındaki fakrı, meselâ ağaçların ve yeryüzünün kıştaki kuruluk içindeki vaziyet-i fakiraneleriyle beraber, fasl-ı baharda maden-i zaaflarında bir iktidar-ı mutlakın gayet şa'şaalı asarını gösteren bir hayatları görünüyor. Bu ise zerreler ve güneşler, onun kudretine nisbeten müsavi olan bir Kadir-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna delâlet eder.

[34] Hem kâinatın lizatihî olan fakrıyla beraber, onda bir gına-yı mutlakın tezahürü görünür. Meselâ: kuru bir topraktan bütün erzakın çıkışı gibi... bu hal ise elbette gösterirki, güneş ve ağaç, onun rahmet hazinelerinden birer hüceyrecik ve su ve ziya onun havz-ı rahmetinden akan birer boru olan bir Ganiyy-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna delâlet eder.

[35] Hem kâinat, kendi zatında ölü ve cansız iken, birden onda hayat nurlarının tezahürleri görünür. Bu ise, elbette bir Hayy-i Kayyum'un, Muhyî ve Mümit'in vücub-u vücuduna delâlet ederler.

[36] Hem kâinatın cümud ye cahliyetiyle beraber, onda muhit bir şuurun âsârı tezahür ediyor. Bu ise gösteriyor ki; bu muhit şuurun sahibi ancak bir Zat-ı Semi' ve Basir'dir. Öyle ise bir Alim-i Habîr'in vücub-u vücuduna delâlet eder.

[37] Hem berdevam gayet intizam içinde kainatın fena ve_tegayyüre mazhariyetini görüyoruz. Bu ise, hiç tagayyür etmeyen ve değişmeyen daim ve bakî bir Mugayyir'in vücub-u vücuduna delâlet eder.

Lisan (38-41,23): [İbadet : Tesbihat : Dua : İltica][]

[38] Hem zev-il ervahın müşahedeler, mükâlemeler ve füyuzat ve münacâtları tazammun eden nuranî, makbul, semeredar ibadetlerinin kubbe-i minayı dolduran zemzemelerini işitiyoruz. Bu ise, bir Mabud-u Hakikî'nin vücub-u vücuduna delâlet eder.

[39] Hem kâinatın kali ve hali (yani gerek zîruh ve zîşuur olan melek, cin ve insanın kalî tesbihatı olsun, gerekse sair mevcudatın fıtrî istidad ve vaziyetlerinin hal diliyle olan) tesbihleri ise, يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْض olan bir zatın vücub-u vücuduna delâlet eder. Evet, çünkü fıtratın delâleti sâdıkadır, doğrudur. Bunlardan tek bir şehadet dahi reddedilmezken, acaba gayr-ı mütenahî delâletler ve gayr-ı mahsur şehadetler ki, merkezi müttehid olan, mütedahil daireler gibi ittifak etmiş kalî ve halî dilleri ile ve cebhelerinde parlayan damga-i vahdet nakışlarıyla يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْض olan Zat-ı Zülcelal'i tesbihkârane şehadetli delâletleri nasıl reddedilebilir, sen söyle!

[40] Hem fıtrî ihtiyaç sahiplerinin makbul, müstecab, te'sirli ve semeredar olan duaları da, يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ olan Zat-ı Rahman-ı Rahîm'in vücub-u vücuduna delâlet eder.

[41] Hem beliyyata ve ağır hallere mübtela ve ma'ruz olanların muztar, kaldıkları zaman, bir hami-i meçhullerine, belki de Hâlık-ı Rahimlerine şuurî veya gayr-ı şuurî iltica etmeleri de, hâiflerin melcei, gıyas-el müstagîsîn olan bir zatın vücub-u vücuduna delâlet eder.

[23] Hem zahirden bâtına geçen bütün kümmelînin müşahedeleri ve keşf ve şuhud ve zevk ve müşahedede ki ittifaklarıyla; bütün ekvan ve âlemler, Nur-ul envar olan bir zatın envarının gölgeleridirler.

Lisan (42,11): [Zerre Miktar Mahluka Dağ Gibi Vazife Yüklenmesi][]

[42] Ve keza, kâinat ve fezalar dolusu bir tarzda bilinen, belki hads ile kanaat veren, hattâ belki hissedilen, belki âdeta gözle görünür dereceye gelmiş bulunan budur ki; zerre gibi her bir mahlukun üstüne dağlar misüllü işler ve fiiller yüklenmiş!.. Bu ise, ancak vücub mertebesinden inip gelen esmanın seyyal tecelliyatından cilveger olabildiği için; bizzarure delâlet eder ki: Bu fiillerin mebde'leri ve esasları imkân mertebesinden değildirler. Belki ancak vücub mertebesinin şualarıdırlar. Öyle ise bu esmaların müsemması ve şu fiillerin faili olan bir Zat-ı Akdes'in vücub-u vücuduna delâlet ederler.

[11] Hem eşyanın hilkat ve icadını, kendi nefislerine veya esbaba vermekten gelen hadsiz istib'ad ve istiğrab ve hayret ve külfetten ki, istinkâra incirar edip, sonra müteselsil muhallere yol açmaktan gelen hadsiz ızdırabattan hasıl olan marazdan kurtulmak ve şifa bulmak için akıl ve ruhlar:

اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

فَفِرُّوا اِلَى اللهِ

وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُ اْلاُمُورُ

emrinin imtisaline iltica ediyorlar. Çünkü ancak onun kudretiyle müşkiller halledilir ve onun zikriyle kalbler mutmain olur.

Evet, çünki kâinatta hakikî olarak Cenab-ı Allah'tan başka hiç bir te'sir sahibi yoktur.

Lisan (43): [Bedihi ve Nazari Kader][]

[43] Hem dahi mahsusat-ı zâhiriyede bizzarure görünen kader cilvesiyle; gayr-ı mahsuslarda nazarî olarak bilinen her iki kaderin cilveleri ise, Elbette her şeyi halkeden ve herşeyin kader dairesinde program ve ölçülerini takdir eden bir zatın vücub-u vücuduna delâlet ederler. Evet âlem-i şehadetin her şeyi mecmuan olsun, eczaen olsun, muntazam bir çok gayata müteveccih olduğunu ve semeredar faideli neticeler verdiğini ve ancak kaderin kalıplarıyla eşyanın kametlerine göre biçilen ve makadir ve ölçüler ile tesmiye edilen ve âdeta onların muntazam ecelleri hükmünde olan hikmetli hududlara dayanıp durduklarını görüyoruz. Bu ise gösteriyor ki; her şey evvelâ kader ile programları tayin edilmiş. Sonra eşya o kaderî program üzerine bina ediliyorlar.

Eğer bu hakikata bir misal istersen, kendi bedeninin eğri büğrü mafsallarına ve elinin parmaklarına bak! Tâ ki, bu göz ile müşahede edilen zarurî kaderden, ahval ve maneviyattaki nazarî kadere bir hads-i sâdık ile intikal edilsin. Zira bu nazarî kaderin de semeredar gayat ve nihayetleri ile muntazam hudud ve ecelleri vardır. Bunlar ise, onun mekadîr ve kalıplarıdır ki; dest-i kaza ve kaderle tersim edilmiş olup, kudret, maâni kitabını, kader mistarı üzerine yazmış ve yazmaktadır. Yani, kudret bir masdar olup, kader mistarının çizgilerine bakıyor ve ona göre yazıyor.

İşte bu her iki kader, gayet zarurî olarak bütün bu kâinat, kalem-i kaza ve kaderinin çizgileri ve yazıları bulunan bir zatın vücub-u vücuduna delâlet eder, âmenna.

Lisan (44-45): [Camiiyet : İmkan-Kesret-İnfial Mertebeleri][]

[44] Ve keza insanın istidadının camiiyeti de bize haber veriyor ki; bu beşer hilkat ağacının yegâne meyvesidir. Meyve ise, en ekmel ve kökten en uzağı olur. Öyle ise o meyvenin şeffaf yüzü, zulmete ve dünyanın bâtını olan adem fezasına müteveccih olacak. Amma insanın ibadet cihetindeki istidadının camiiyeti ise, bize bildiriyor ki; bu insan böyle baş aşağı fanilik içinde daimi kalsın diye yaratılmamıştır. Belki ancak ibadet için yaratılmıştır ki, istidadının o parlak vechini zulmetten nura ve adem fezasından vücuda ve müntehadan mebdee ve faniden bakiye ve halktan hakka çevirmek için sarfetsin. Demek ibadet ise, âdeta daire-i hilkattaki mebde ve münteha arasında bir halka-i ittisaldir.

İşte fıtrat, bu mezkûr lisan ile; Zat-ı Uluhiyeti tanınsın, bilinsin diye mahlukatı halkeden ve kendisine ibadet edilsin diye ins ve cinni yaratan bir zatın vücub-u vücuduna şehadet eder.

[45] Ve keza kâinatta müşahede edilen hep bir imkân ve kesret ve infial mertebesidir kopuyor. Bu ise, bir vücub ve vahdet ve fâiliyet mertebesini evleviyetli bir bedahetle ve gayet kat'î olarak istilzam eder. Bu da bizzarure bir Vâhid-i Ehad'in ve bir Fa'al-i Limayürîd'in vücub-u vücuduna delâlet eder. Amenna.

Lisan (46-47): [Nokta-i Kemal : Batının Zahirden Latif Olması][]

[46] Hem dahi kâinatta müşahede ediliyor ki, her şey (kendine mahsus ve lâyık olan) makam-ı kemaline ulaşmadan önce, o nokta-i kemale doğru hareket edip koşuşmaktadır. Tâ ki nokta-i kemaline vâsıl olduktan sonra durur ve karar kılar. İşte bundan hadsen anlaşılıyor ki, vücud bir kemal ister. Kemal ise, sebatı iktiza eder. Demek vücudun vücudu kemal iledir. Ve kemalin de kemali devam ve sebat iledir. Öyle ise, vücudu vâcib ve sermedi olan ancak Kâmil-i Mutlak'tır. Ve binaenaleyh, kâinatın bütün kemalâtı o Zat-ı Sermedî'nin envar-ı kemalinin tecelliyatına gölgeler mesabesinde olduğu anlaşılıyor. Ve şu hakikat ise delâlet ediyor ki; Cenab-ı Allah (C.C.) zatında, sıfatında, ef’alinde Kâmil-i Mutlak'tır, âmenna.

[47] Hem eşyanın bâtını, onun zahirinden daha eltaf olduğunun şehadetiyle, nasıl ki onur sanii o şeyden hariç ve uzak olmadığına delâlet eder. Onun gibi; o şeyin sair eşya ile olan nizam ve muvazenesinin münasebetlerini muhafaza etmesiylede, delâlet eder ki; onun Sanii onun içinde de değildir. Demek, bir masnuun zatına bakıldığında; nasılki onun sanii, Alîm ve Hakîm olduğuna delâlet eder. Öyle de; o masnu' ile beraber diğer masnu'lara da nazar edildiğinde, bunların sanii, Semi' ve Basir olup her şeyin fevkinde olarak o masnuu diğerleri ile beraber görür, onu ve hem başkasını birlikte bir maslahata binaen bir nakşta tersim eder.

İşte bu hakikat, öyle bir Saniin vücub-u vücuduna delâlet ediyor ki; o Sani' bâtınların en bâtınında olduğu halde, âlemin ne içindedir, ne de dışında... Hem fevklerin fevkinde olarak bir şeyi gördüğü gibi aynı anda her şeyi dahi o tek şey ile birlikte görüyor ve gözlüyor. Âmenna.

İşte bu yirmi tane içice mümtezic hakikatler, kavs-i kuzeh'in renkleri gibi veyahut merkezi müttehid, mütedahil daireler gibi; nuranî âyetler olup katiyyen delâlet ediyorlar ki; kâinatın Kadîm bir tek Rabb-i Vâcib-ül Vücud'u vardır. O Rabb-i Kadîm hem Alîm'dir, hem Hakîm'dir, hem Mürid.. hem Kadir'dir, hem Rahman'dır, hem Rahim., hem Rezzak'tır, hem Kerim'dir, hem Kadir., hem Gani'dir, hem de Hayy'dır, hem Kayyum.. hem Alîm'dir, hem Habîr'dir, hem Dâim., hem Bâki'dir, hem Ma'buddur ki;

يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ.. يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ

sırrıyla, yerde ve gökteki her şey onu tesbih ve takdis eder. Ve nâçar ve muztarların dualarına mutlaka icabet eder bir Rabb'dir. Öyle ise, o Melce-ül Haifin'dir, Gıyas-el Müstagîsin'dir ki, bu kâinat onun envar-ı esmaiyesinin gölgeleri ve esmasının tecellileri ve ef’alinin eserleridir. Hem odur ki, kalbler onun zikriyle (yani ona iman edip hilkat-i eşya ve kâinatı ona vermekle) mutmain olur. Ve bütün umur ve işler, ona rücu' eder. İns ve cinni halketmiş, tâ ki ona ibadet etsinler. Evet o, şu kâinatı kaza ve kaderinin kanunlarıyla tanzîm eden bir Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad'dir. Hem zatında, sıfatında, ef’alinde Kâmil-i Mutlak olan bir Latîf ve Habîr, Semi' ve Basir'dir.

İşte şu yirmi aded mütemazic hakikatler iç içe işlenmiş çizgili nurlarla çok vecihler, çok cihetler ve çok mertebelerle bir hads-i sâdıka nazırdır.. o da İslâmın tavrına bakar.. o da nübüvvet tavrına açılmaktadır.. bu da imanın hakikatıyla manzumelenmiş bir pencereyi açarlar ki, هُوَ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدِ gösterir. Demek kâinat, bu yirmi çeşit nağmeli lisan ile nida ederek اَللهُ لاَ اِلۤهَ اِلاَّ هُوَ diyerek şehadet etmektedir.

Risalet-i Muhammediye[]

Hem bil ki: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ bütün şu geçmiş delilleriyle لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ dahi beraber isbat ediyor.

Hem yine bil ki, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ bütün zikri geçen bürhanlarıyla, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ı istilzam ediyor.

Evet مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ cümlesi, nasılki imanın beş rüknünü tazammun ediyor. Öyle de; aynı o cümle, rububiyet-i İlahiye sıfatlarının da bir mazharı ve bir ayinesidir. İşte bu sırdandır ki, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ cümlesi iman terazisinde اٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ cümlesine arkadaş olmuş ve denk tutulmuştur.

Hem nübüvvet ve peygamberlik; Rububiyet sıfatlarına mazhar olduğu için cami' ve küllidir. Velayet ise, hususî ve cüz'îdir. Velayetin nübüvvete göre yeri, رَبُّ الْعَالَمِينَ sıfatının رَبِّى ye olan nisbeti gibidir. Veyahut Arş ile kalbin nisbetleri gibidir. Veyahut bütün mülk ve melekût âlemlerinden geçerek yerden tâ arşın mâfevkına kadar uzanan miraç ile; bir mü'minin hâs bir vecihle sücûdundaki cüz'î miracına nisbeti gibidir.

Tenbih[]

Ey kardeş! Bil ki: Şu matlab-ı âlîyi göstermek, (yani Vâcib-ül Vücud'un vücub ve vahdetini isbat etmek) üzere serdedilen bütün o geçmiş bürhanlar, merkezi ihata eden bir daire gibidirler ki, muhitteki noktaların herbirisi ayrı renkli birer menfez gibi kendine mahsus rengi ile merkeze nazar ederler. Hem noktaların arasında bir tesanüd meydana geldiği için, hususî ferdlerin za'fıyetleri de zail olur. Ve böylece bürhanların mecmuundan nur-i İslama nazmedilen bir hads-i sâdık tevellüd ediyor. Bu da nübüvvet tavrına teslim olmağa manzumeleniyor. Bu da matlubun kayyumu olan nur-u imana nazmediliyor.

İşte bürhanların serdinden maksad, onların hey'et-i mecmuasından bu hadsi çekip sağmak için kaynaklar temin etmektir. Böylece bürhanların arasındaki tesanüd sırrıyla, zaif ferdlerin za'fiyetleri de zail olmuş olur. Şayet za'fiyeti zail olmadığını da farz etsek, yine o ferd-i zaif, cüz'iyetten ve kibarlıktan düşmez. Hattâ belki istiklaliyet ve bürhaniyetten dahi düşmez. Ve şayet bazı efrad-ı cüz'iyenin bürhaniyeti ibtal edildiğini dahi farz etsek, yine umum daire-i bürhaniye ibtal edilmiş olmaz. Ancak küçülebilir. Şayet o daire-i bürhaniyenin tamamının ibtalini de farzetsek, yine de mevcud hads-i sâdık zail olmaz. Hattâ bu hads-i sâdıkın da ibtalini farz etsek, yine bir beis yoktur. Çünkü nur-u İslâm ayaktadır. Daha sonra asla sarsılamayan nübüvvet tavrına teslim mevcuddur. Ve daha sonra, mevhub olan nur-u iman kaim ve kayyumdur.

İşte burhanların hey'et-i mecmuası üzerine terettüb eden matlubun vuzûhunun kuvvetini, zihnin cüz'iyeti hasebiyle tek tek her bir ferd-i bürhandan taleb etmek, ancak nefsin marazından gelmektedir. Bu da, gittikçe onun marazının ziyadeleşmesiyle, ona red ve inkâr melekesini telkin ediyor. Allahümmehfaznâ. Demekki, tek bir bürhan ile de evvelâ matluba bakılabilir. Sonra o bürhan diğer bütün bürhanların hey'et-i mecmuasının hülâsasını teşerrüb edip emdiği için, kendisinden evhamlar sakıt olur.

Hem dahi bil ki: Bürhanların bir kısmı su gibidir. Ve bir sınıfı hava gibidir. Ve bir cinsi ziya gibidir. Bu bürhanlara müteveccih olunduğu zaman, yumuşaklık ve hilm içindeki bir lütuf ile geniş bir nazar lâzımdır. Yoksa hırs ile ta'mik edilip, parmaklarla taharri ve tecessüs edilirse o da akar, gider ve gizlenir.

Sonra bunu da bil ki: Dal ve budak salmış semeredar bir ağacın hayatiyetini ve tadını ve kuvvet derecesini bilmek, anlamak için iki çeşit nazar vardır:

Birinci Nazar: Ağacın aslı ve kökü tarafındandır, ki bu nazar mezkûr evsafı anlamak için çok kolaydır, basit ve sadedir. Müstakim ve metindir.

İkinci nazar ise: Ağacın fürûatından, yaprak ve meyvelerinden başlar. İşte bu nazar ise, -evvelki nazar beraber olmaksızın- hastalıklıdır, dalâletlere isal edicidir.

Aynen bunun gibi; kökü semavatta, dalları ise afak-ı kesrette münteşire olan İslâmiyet ağacının marifeti için dahi, iki çeşit nazar var. Ve onun dairesine girmek için iki yol bulunmaktadır.

Birinci nazar olan birinci yol: Asıl canibinden edilen nazardır. Eğer muvaffak olan birisi şecere-i İslâmiyetin köküne, cürsumesine bakabilirse, o kök olan İslâmiyetin esaslarını saf menba-ı vahy-i mahzdan gelen bir havz-ı azîm olduğunu görecek ve o havuz, âfak ve enfüs âyetlerini emerek çekmekte ve gittikçe ziyadeleşmekte olduğunu anlıyacaktır. Ve İslâmiyet semerelerinin hayat mertebeleri ve gıdaları, bu mümtezic havz-ı azamdan geldiğini öğrenecektir. Ve dolayısıyla bir tek semerenin hayatiyetinin isbatı, sair kardeşleri olan diğer semerelerin de isbatına kâfi gelecektir. Belki hattâ ağacının da hayattarlığına delâlet ettiğini bilecektir. Halbuki semerenin hayattarlığını isbat etmek, pek kolay ve çabuk olur ki, yalnız o semerenin ağaca muttasıl olduğunu görüp göstermekle hayatiyeti isbat edilir. Şu halde, o semere ağaçla olan ittisal ve irtibatı baki kaldıkça, onun ibtal ve zevali zordur, müşkildir, güç yetmez. Çünkü ona öyle bir menbadan hayatiyet geliyor ki; o aslı, o menbaı çürütüp kal'etmek takat haricidir.

İşte şayed şu nazar, bu ağacın semereleri arasında kuru ve ölü bir semereyi görse de, «başka yerden gelmiş, bunların arasına düşmüştür» diye hükmedecek ve onun ölümünü başka haricî sebeblere hamledecektir. İşte bu nazar, imanî ve İslâmî nazardır ki, kolaydır, müstakimdir ve nübüvvet tavrına münkaddır.

اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا وَ ثَبِّتْنَا عَلَيْهِ

Amma hasta olan ikinci nazar ise, bütün dalâletlerin menşei ve bütün ızdırabların madenidir ki, semereler ve yapraklar canibinden tenkidkârane bakar. İşte bu nazarda her bir semereyi; gıda maddelerini ona ulaştırmak için ağacın bütün kök ve damarlarının muhtaç olduğu şeye muhtaç görür ve bu nazarda o semerenin zeval ve ibtali edna bir şey ile çabuk hasıl olabilir. Şayet o semerelerin aralarında kuru ve ölü bir tane görse, hemen aslının ölümünede hükmeyler. Cenab-ı Hak, bizi bu nazardan muhafaza eylesin âmîn. Fakat eğer bu nazar, evvelki nazara tabi' olsa, güzeldir ve nefsin itmi'nanına sebeb olur. Yani dikkatli ve imanlı bir taharri vesilesi olabilir.

Takriz[]

Fâzıl-ı muhterem, Tedkik-i Mesahifve Müeliefat-ı Şer'iye reis-i âlîsi Şeyh Safvet Efendi Hazretlerinin bir takrizidir.

Sübhan olan Allah'a (C.C.) hamdederim. Ve Kur'anını üzerine inzal eylediği Resul-i Ekremine salât ü selâm eylerim.. Ve din-i mübin-i İslâm'ın maalîm ve binasını kuran onun âl ve ashabına da salât ü selâm ederim.

Bundan sonra; şu "Tevhid Deryasından Bir Katre" isimli risale benim gözüme tecelli etti. Gördüm ki, şu katre ile o bahr arasında bir fark yoktur. Çünkü şu katre, din-i İslâmdaki halis pınarını izhar ve ifaza etmiştir. Ve hakikatta kendisi de o çeşme-i İslâmdan çıkıp yine ona dönüyor ve ona dökülüyor.

İşte Allahü Tealâya (C.C.) çok şükürler olsun ki; tevhid denizlerinden tefeyyüz edip İslâmın memesinden hakikî ve halis bir süt alıp emmeğe muvvaffak olmuş olan biraderimiz Bediüzzaman Said Efendi, bu eyyamda emsalsiz bir alleme-i garibdir. Bu gariblik ve bedi'lik ise Peygamber Aleyhi ve Alâ âlihis-salatü vesselam'ın ferman buyurduğu فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını izhar ediyor. Elhamdülillahi Rabb-il Âlemîn.

اَلْفَقِيرُ اِلَيْهِ سُبْحَانَهُ تُرَابُ اَقْدَامِ الْعُلَمَاءِ

Allah Teâlâ'nın muhtaç kulu ve

Ulemanın ayaklarının türabı

Safvet

Hatime[]

Şu Katre Risalesi'nin Birinci Babı'nın Hatimesi

(Bu Mebhas'ın hatimesi, dört çeşit hastalıklar hakkındadır.)

Birinci Hastalık:

Yeistir. Bil (ey nefis!) Sen azab-ı İlâhîden dehşet aldığın zaman ve amele de muvaffak olmadığın vakit, buna karşı bir çare olarak azabın ademini (yani olmayacağını) temenni ediyorsun. Ve bu temenniden azabın nefyine dair birtakım şeyler ararsın. Ve bu halin neticesi olarak, nefye dair küçük emareleri kocaman birer bürhan görüyorsun. İşte o zaman şeytanlar seni alıp helâket uçurumuna atarlar.

Bak ey nefis! Şu ferman-ı İlâhîyi kalb kulağıyla dinle:

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰۤى اَنْفُسِهِمْ لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ اِنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak ki Allah bütün günahları afvedicidir. Çünki o Gafur ve Rahîm'dir.

İkinci Hastalık:

Ucubdur. Evet ey nefis! Sen evvelâ ye'se düştün, sonra azab-ı İlâhî karşısında bir istinadgâh aradın, dayanacak olarak kendi mehasinini gördün ve ucub kapısından dalâlete düştün. Halbuki sana verilmiş kemalâttan hiçbirinde asla senin hakkın yoktur.

Ey nefsim, düşün! İçinde oturduğun hane-i vücud, senin san'atın değildir ki, ona temellük edesin. Ya da yerde bulunmuş lakîta gibi birşey de değildir ki, ona sahib çıkılsın. Yahutta bu vücud, kör tesadüfün ve a'ver ittifakın veya camid esbabın netice-i san'atları da değildir ki, onlardan koparılıp temellük edilsin. Veya da ehemmiyetsiz, kıymetsiz, boş bir şey olup da onun sahibi ondan i'raz etmiş, yüz çevirmiş bir şey de değildir. Tâ ki sen onu daire-i temellüküne alıp ona sahib çıkasın. Belki bu vücud, acaib-i san'atı ve garaib-i nakşıyla delalet ediyorki; o bir Sani-i Hakîm'in yed-i kudretinden çıkmış. Ve onun sanii ona daima müheymindir. Yani rakîb ve hafîzdir.

Görmüyor musun ki; bu vücudda yapılan milyonlarca tasarruflardan ancak bir cüz'-ü meşkûk senin elindedir. Bu vaziyet ise, senin bu vücuda sahib olmadığına ve belki bir Sani-i Hakîm'in malı olduğuna, senin üzerinde bir hüccettir. Hem görmüyor musun ki, sen ihtiyar cihetiyle sebeblerin en eşrefi ve en geniş ihtiyarlısı olduğun; ve senin ihtiyarî fiillerinin en zahiri ise, yemek ve konuşmak iken, halbuki bunda da tasarruf itibariyle senin elinde olan yüz cüz'den ancak bir cüz'dür. Ve keza hasiyetlerinin içinde en dar olanı ihtiyarın, duygularının içinde de en genişi hayal iken, bu geniş hayal ile akl ve semereleri ihata edilemediği halde, onları sen nasıl ihtiyar dairesine alarak onlarla iftihar edebilirsin. Hem dahi senin vücudunun içinde ve dışında çok işler ve fiiller cereyan ettiği halde, senin şuurun onlara taalluk etmiyor. Halbuki o cereyan eden işler ve fiiller şuurîdirler. Öyle ise onların Sanii, semi' ve basir bir Sani-i Zîşuur'dur. Ne sen sahibsin ve ne de kör ve sağır sebeblerin... Madem öyledir, malikiyet davasından ve mehasine masdariyet tevehhümünden teberri etmen lâzımdır. Hem sana senden ancak noksan ve kusur olduğunu itiraf etmen gerektir.

Evet sen, su-i ihtiyarınla sana ifaza olunan feyz-i kemalin suretini tağyir ediyorsun. Hem dahi bir menzilin olan şu cesed, sende ariyet ve emanettir. Sen ise bir misafirsin. Ve şu mehasinlerin hep mevhubedir. Seyyiatm ise meksubedir. Öyle ise

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ

demen lâzımdır.

Üçüncü Hastalık:

Gururdur. Ey nefis! Senin hastalıklarından birisi de, senin gururundur. Evet, sen o gururunun hükmüyle eslâf-ı i'zama pek uzak bir mesafeden baktığın için, senin gözünde küçülmüşlerdir. Onun için onların irşadlarının mehasininden mahrum kalmışsın ve kendi vehminle onların (hakikat alemine) sülükleri esnasında ayaklarının altından kopan hakikat kıvılcımlarını, kendi evhamınla, haklarında evhama düşerek çırpmıyorsun. Şimdi gel! Bir defa da onlara şu yakından bir bak, gör ki; onlar öyle büyüklerdir ki, kırk günde keşfettikleri bir hakikati, sen kırk senede dahi muvaffak olamıyorsun da.

Dördüncü Hastalık:

Su-i zandır. Evet ey nefis! Senin hastalıklarından birisi de su-i zandır. Nasıl karnı aç olan bir kimse, bütün insanları aç zannetmesi gibi, sen de sendeki gurur hastalığının ve riyan sebebiyle, eslâf-ı izam hakkında isae-i zanda bulunmakla, gördün ki, gözünü kapamakla yalnız ve yalnız kendi nefsine gündüzü gece yapmışsın.

اَللّهُمَّ احْفَظْنَا مِنَ الْيَاْسِ وَ سُوءِ الظَّنِّ و الْعُجْبِ و الْغُرُورِ آمِينَ

Taht-el Arz Seyahat[]

Sonra manevî taht-el Arz birseyahatta ([6]) ve yerin batınında bazı hakikatları müşahede ettim.

1. Hakikat[]

Bil ki, Malik-i Hakikî'den (C.C.) gaflet etmek, nefsin fir'avnlaşmasına sebep olup, kendi nefsini kendine malik tevehhüm eder. Böylece, vehm ü hayalinde nefsi için bir daire-i hâkimiyet teşekkül eder. Sonra da sair insanları, hattâ esbabı da kendi nefsine kıyas ederek, Allah'ın malını onlara taksim etmeğe başlar. Git gide ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza etmeye; Ve Halikının mukadderatıyla mübareze etmeye kalkışır. Halbuki nefse, enaniyetin hikmet-i i'tası ise, sıfat-ı uluhiyeti fethetmek için bir vâhid-i kıyasî olmak içindir. Fakat o ise, su-i ihtiyariyle enenin hikmet-i hilkatine mugayir şeylerde sarfeder.

Ey bu kitaba nazar eden zat! Bil ki; şu ince, nâzik hakikat, bütün çıplaklığıyla benim meşhudum oldu. Evet, gördüm ki, gaflet suyu ile yeşeren nefisdeki 'Ene' siyah bir noktadır. Fakat o ene; mülkünde, uluhiyetinde, rububiyetinde şeriki olmayan kendi Halikının muhit sıfatını fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görür. Zira insanların eşya hakkındaki bilgileri, evvelâ nisbî ve kıyasîdir. (Yani evvelâ kendi bildikleri ve anladıkları bir şeye kıyaslayıp nisbet ederek takdir ederler.) Sonra da haddi ve hududu olmayan muhit sıfatların fehmi için bir haddin (hududun) tevehhümüyle hasıl olur. İşte enaniyet, bu işi yapar. Haddinden tecavüz ederek sıfat-ı mutlaka-yı uluhiyete bir hadd-i mevhum çizer. Sonra mukayese eder, işi anlar ve haddine döner. O mevhum hudud dahi zail olur. Yani ene evvelâ balık, sonra kabarcık olur. (Yani mevhum varlığı erir, gider. Fakat tükenmez bir varlık deryasını bulur.)

Evet yukarda izahı geçtiği üzere, bu nefis kendine ve cismine malik olmadığı gibi; bunlar yerde bulunmuş da eline geçmiş bir şeyler de değildir. Hem rastgele bir tesadüfün neticesi olmadığı gibi, boş ve kıymetsiz bir şey de değildir. Ve hem kendi kendine teşekkül edip bu sureti almış da değildir. Belki ancak onlar, dakik ve acib İlâhî bir makinadır ki, her vakit kaza ve kaderin eliyle kudret kalemi onun içinde çalışıp işlemektedir. Öyle ise ey nefis! Bu bâtıl temellük davasından vazgeç. Ve mülkü malikine teslim et! Sana emanet bırakılan şu emanette hain olma, emin ol. Yoksa eğer bu vücudun bir dirheminde dahi hainlik etsen veya kendi nefsine isnad etsen, kıyas-ı nefis sırrıyla (yani herkesi kendine kıyas ederek) Allah'ın malını ebna-yı cinsine dağıtmaya başlıyacaksın ve sonra felsefecilerin yaptığı gibi, her bir sebebe de bir kanatir-i mukantara (yani birer pay yığını) vereceksin.

Ey nefis! Sen kendine malik değilsin!.. Ve illâ bu vücuda sani ve mûcid olmaklığın veyahut esbabın san'atı ve icadı iken, sen onlardan gasbetmiş olmaklığın lâzım gelecektir. Halbuki sen icad ve kudret cihetinde acizlikte koyunun bir kardeşi iken, nasıl Sani' olabilirsin. Koyun nasıl iddia edebilir ki; ben cinsimin saniiyim. Koyun da, (meselâ) nar ağacının bir kardeşidir. Nar meyvesinin sıbgası, boyası nasıl habbelerinin sanii olabilir? Hem ağacın başına konulmuş bulunan bir semere, nasıl kendi ağacının Halikı ve Sanii olabilir? İşte eğer bunların sani ve hâlık oldukları hak bir dava ise, senin de dava-yı malikiyetin sahih olabilir?!.

Amma ikinci şıkka göre olsa; her bir masnu', yüksek bir sada ile "Ben bir Alîm ve Hakîm, Semî' ve Basîr'in nizam ve mizan ile halkeylediği bir san'atı, bir mahlukuyum" diye bağırır. Halbuki esbab denilen şeyler ise; kör, sağır, camid ve ölü şeylerdir. İçtimaları ziyadeleştikçe karışır ve karıştırırlar. Basîrane olan bir san'atı yapmak şöyle dursun, belki körlükleri, sağırlıkları ziyadeleşir. Çünkü körlerin ve sağırların birbirlerine karışması ile körlükleri ve sağırlıkları daha çok ziyadeleşir. Bununla beraber, esbabın şu beden ile münasebeti şuna benzer ki: Bir eczahanedeki edviyelerle dolu şişe kavanozlarıyla, o yüzer kavanozların herbirisinden, ziyade ve noksan olmaksızın bir miktar-ı muayyen alınan acib hasiyetli bir macunun münasebeti gibidir ki, o yüzer kavanozlardan alınan eczalardan bir dirhemi ziyade veya noksan alınsa, hasiyetini kaybeder bir derecede gayet hassas mizanlarla alınmış olan o macunun, kendi kendine bir eczacı hakîm olmaksızın çeşitli miktarlarıyla beraber her biri kavanozdan bir miktar-ı mahsus çıkarak husul bulması mümkin bir şey ise ve hak bir dava olsa, senin de "Ben bu bedeni sebeblerin elinden koparmış ve ona malik olmuşum" diye olan iddian belki mümkün ve hak olabilir.

Elhasıl: Malikiyet tevehhümü, ancak senin ahmaklığın ve belahetinden neş'et eden bir hezeyandır.

2. Hakikat[]

Bil ey nefs-i emmare! Senin öyle bir dünyan vardır ki, kâinata dağılmış ve yayılmış olan emeller, alâkalar ve ihtiyaçlarından bina edilmiş gayet geniş bir kasırdır. Ve o kasrın temel taşı ve ilk aslı ve tek direği ise, senin hayatın ve vücudundur. Halbuki bu direk kurtludur. Ve şu temel de çürüktür. Ve o esas ise, her an harab olmaya hazır, bozuk ve zaiftir.

Evet, bu cisim, ebedî olmadığı gibi, demir ve taştan da değildir. Belki et ve kandan ibaret bir şey olup, her an dağılmaya hazır bir vaziyettedir. İşte, onun bir inhilali ve dağılmasıyla, şu dünya bütün hazafiriyle (yani çevresiyle) senden infilak eder, dağılır. Hususî dünyan da, senin başına yıkılır. Evet nefis! Mazi canibine bak gör ki; Herkes senin gibi dünyasında var iken, o dünya şimdi bütün ehl-i kuburun başlarına yıkılmış geniş bir mezaristandır. Müstakbel dahi geniş bir mezaristandır. O da mazi gibi mezar olacaktır. Öyle ise sen, şu anda iki kabrin dıgtası (yani sıkışık duvarları) arasında sıkışmış bir vaziyettesin. Evet nasılki dünkü gün, pederimin kabri ise, yarın da benim mezarımdır. Demekki ben, iki kabrin duvarları arasmdayım.

Evet dünya hakikatta bir iken, her bir şahıs için tamam bir dünya o umumî dünya içine giriyor ve mündemiç oluyor. Demek dünya, küllî bir şahsiyettir. Her ölenin kıyameti de kopmuş demektir.

3. Hakikat[]

Kat'iyyen gördüm ki, dünya bütün lezaiziyle birlikte ağır bir yüktür ve bir bağ ve kayıddır. Ruhu bozulmuş hastalardan başka, kimse ona razı olmaz. Evet, bütün kâinatla alâkalanmaktansa ve bütün esbaba karşı ihtiyaçlı bulunmaktansa ve bütün vesaitlere temellük edip boyun eğmektense ve bütün mevhum olan kör, sağır ve birbirine zıd ve müteşâkis erbabın arasında mütezebzib ve mütereddid bir şekilde kalmaktansa; bir Rabb-i Vâhid, Semi' ve Basîr'e iltica etmek daha evlâdır ve lâzımdır. Öyle bir Rab ki, ona tevekkül etsen, senin herşeyine bedel kâfi ve vâfi bir vekildir.

4. Hakikat[]

Ey ene! Bil ki, senin başına dolanıp sarılan ilmî icad silsileleri; ve senin enaniyetine bitişen, bağlanan şuurîce sınaî satırları ve hem nefsinin ve zatının (fıtrî) ihtiyacatı elleriyle aldığın imdad ve icabet vesileleri ise, kat'iyyen delâlet ediyorlar ki, senin mucidin ve saniin ve mugîsin, senin bütün hastalıklarının enînlerini duyar, onlara acır ve merhamet eder. Ve hâcât ve emellerinin nidalarını işitir ve kendini her vesile ile tanıttırmak suretiyle bütün ihtiyaçlarını kaza ettiğini ve edeceğini taahhüd eyler.

Evet bilmüşahede o Sani-i Hakîm ve Mûcid-i Rahîm, senin küçücük bir hüceyreciğinin nida-yı hacetine lebbeyk ile cevap verip meded ettiği halde; acaba böyle herşeye Semî' ve Basîr olan o Sani-i hakim ve Mûcid-i Kerim, nasıl senin büyük ve küllî dualarına icabet ve meded etmesin?!. İşte, ey bütün o hüceyrelerden terekküb eden ve 'Ene' ile muabber hüceyre-i kübra! "Ya İlahî! Ya Rabbî! Ya Hâlıkî! Ya Musavvirî! Ya Malikî! Ya Seyyidî! Ya Mevlâye! Mülk senindir, hamd senin... Senin vedian ve emanetin ve bütün müştemilâtıyla memlûkün olan şu cisimde ben bir misafirim." de.

Evet ey ene! Senin mülkün olmayan ve olmayacak olan bir şeye niçin temellük dava edersin? Bu bâtıl davadan vazgeç. Çünkü temellük tevehhümü seni pek elîm elemlere yuvarlandırır. Evet ruhun süs ve sürmesi olan şefkata nazar et, gör ki; eğer bu şefkat, senin tevehhümün üzerine bina edilmiş olsaydı, o zaman bu şefkat, ruh için müz'ic bir nekâle (yani ağır bir azaba) inkılab ederdi. Çünkü meselâ, görsen ki; kimsesiz, zaif, fakir, tek başına bir yetim var; Onun küçücük bir kulübeciği ile azıcık bir mülkü vardır.. Sonra görsen ki; o miskin bîçareye binlerce kasî kalbli kimseler hücum edip onun kulübeciğini tahrib ve eşyasını yağma ediyorlar. Onun elemiyle ne derece ve nasıl müteellim olacağını düşün! Eğer bu vak'a gibi daha hadsiz, hesabsız vakıalar dahi buna eklenirse, elbette sana in'ikas eden elemler ve üzüntüler, ona göre tezayüd edip seni o nisbette müteellim ve müteessir ederler.

Fakat görsen ki, padişaha mensub bir asker var. O askerin kulübeciği yakılıp, merkebi de ondan gasbediliyor. -Kusurun hariç olmak ve sultanın izni olmak şartıyla- o nefere acımazsın. Çünkü bilirsin ki; o mal padişahındır, azıcık olan şu noksaniyet ona hiç te'sir etmez. O asker dahi, malını kaybettiği için derin bir teessür hissetmez. Çünkü mal, onun değil., kendisi de bir fakirdir. Belki o mal, gani bir padişahın mülküdür ki, kendi malını başka bir vasıta ile tahrib ediyor. İşte sen sadece bu cihette, sultanın nazar-ı merhametiyle ve onun hesabıyla o nefere bu noktadan acıyabilirsin.

Evet mahlukat-ı İlahiyeye şefkat ise; onun mahluku olmak haysiyetiyle şefkat, şefkat olur. Ve bu şefkat, ne kadar ziyadeleşirse, o derece ruh inbisat eder. Fakat gafletten neş'et eden ve mahlukatı kendilerine malik tevehhüm etmek üzerine bina edilen şefkat ise, ziyadeleşmesi nisbetinde, ruh, münkabız olur. Kalb dahi gamlar karanlığı içinde çırpınarak teellümata gark olur.

Aynen onun gibi; imanî ve tevhidi bir nazar, bütün zîhayatı; kendi mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir padişahın gemisi üzerine tayin edilmiş ücretli bir kaptan gibi, kendi vücudunda tasarruf eder görür. İşte bu nazar, arı ve karınca gibi küçük, fakir mahlukları zâlim ve hacim esbab ile pençeleşir şeklinde görmez. Belki o, karınca ve arıyı karada yüzen birer gemi ve havada uçan birer tayyarede hizmet ile tasarruf eder şeklinde görür. Ve onların dizginlerini ve nâsiyelerini ise, bir Kadir'in yed-i kudretine bağlı olduğunu müşahede eder ki, o karınca gemisi ve arı tayyaresine binenin nazarında hücum eden esbabın, küçülmeye yüz tuttuğunu görür. Böylece o arı ve karıncanın kendi Malik-i Hakikîlerine dayanmalarıyla, esbabın en büyüğü ile müsaraa edebilecek durumda olurlar.

Evet, bir musibet geldiği zaman, اِنَّا لِلهِ وَ اَنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ denildiğinde, manası böyledir ki: "Mal onundur, ben de onun emrindeyim ve ona gidiyorum. Öyle ise, eğer o emanetin hıfz ve muhafazasında kusur etmemiş isem ne gam!.."

Bunun meseli şuna benzer ki: Bir neferin elindeki mirî malına bazı kimseler tarafından hücum ediliyor. O nefer der ki: "Ben ve benim elimdekiler padişaha aittir. Ve ben ona gideceğim. Eğer bu hücumunuz sultanın emri ve izni dairesinde ise, hoş geldiniz."

İşte eğer insan, mahlûkata ve eşyaya, kendi kendilerine mâliktir tevehhümüyle nazar ederse, o zaman o şefkat, her kalb sahibi için yandırıcı bir ateşe inkılab eder. Çünkü bütün hayvanat, onun nazarında yukarıda bahsi geçmiş yetim gibi olup, bütün kâinatta umumî bir matem vaziyetini görecektir.

2. Bab: Subhanallah Beyanındadır([7])[]

Tesbih ve takdis ederiz o zatı ki, kudret-i zatiyesi ile Kadir-i Mutlaktır ve acz ve ihtiyaçtan takaddüs ve tenezzüh eden bir Ganiyy-i Mutlaktır.

Sübhandır o Allah ki, zatında, sıfatında, ef’alinde naks ve kusurdan takaddüs ve tenezzüh eden bir Kâmil-i Mutlaktır, Evet onun eserlerindeki kemal, onun kemal-i ef’aline; o da kemal-i esmasına; o da kemal-i evsafına; o da kemal-i zatına delildir (C.C.). Belki kâinat ve masnuatın mecmuundaki umum kemal ve cemal, onun kemal ve cemaline nisbeten ancak zaif bir gölge olduğu hads-i sâdıkla ve bürhan-ı katı'la ve ehl-i keşf ve şuhudun azîm olan cemaatlerinin keşif ve zevk ve şuhud ve müşahedede müttefıkane, mütevatirane icma'larıyla sabittir. Yani kâinattaki kemalât, belki bütün ekvan, Vâcib-ül Vücud'un envar-ı esmaiyesinin gölgeleridir diye hükmetmişlerdir.

سُبْحَانَ اللهِ Takdis ve tesbih ederiz o zatı ki, Zat-ı Uluhiyeti şeriklerden münezzeh ve mukaddes bir Vâhid-i Ehad’dir. Evet onun mülkünde şeriki yoktur. Çünkü kâinattaki bütün âsâr-ı san'at, tek-tek ve hey'et-i mecmuası ile, vahdanî bir eser göstermektedir. O ise, bu eserler birtek müessir-i zi-l iktidarın vücûb ve vahdetini gösterirler. Ve keza rububiyetinde dahi şeriki yoktur. Çünkü, kâinatın bütün tedbir ye idareleri bir tek kalemi gösteriyorlar. Ve keza uluhiyetinde de şeriki olmaz. Çünkü uluhiyetin lâzımı, bizzat infirad ve istiklâldir. (Yoksa saltanat-ı rububiyet tahakkuk ve takarrür edemez.)

Sübhandır o Allah ki, muîn ve vezirleri ittihaz etmekten ve onlara muhtaç olmaktan münezzeh ve mukaddes bir.Vâcib-ül Vücud'dur. Aksi takdirde bir kudret-i kâmilenin içine mümkin ve mütenâhî bir vasıta ile tahdid ve nihayet vermek keyfiyeti girecektir. Bu ise muhaldir, battaldır, mümteni'dir.

Sübhandır o Allah ki, hadis olan kâinatın mevcudatına benzemekten münezzeh, kadîm ve ezelî bir Zat-ı Zülcelal'dir.

Sübhandır o Allah ki, mümkinatın mahiyetlerinin lâzımı ahval ve sıfatlardan takaddüs ve tenezzüh eden bir Vâcib-ül Vücud'dur.

Sübhandır o Allah ki, bütün bâtıl ve hatakâr akidelerin tavsiflerinden ve umum kasır ve bâtıl evhamın tasavvurlarından ve hülasa yekûn nekaisten münezzeh ve mukaddes bir Zat-ı Akdes'dir. Çünkü o gibi efkâr-ı bâtıla ve tasavvurat-ı hatianın Cenab-ı Hak hakkında tasavvur ettikleri bir mahiyet, hep kusur ve noksandır. O ise ya idamdandır veya idama gider. ([8]) Elbette bu gibi batıl tasavvurlar Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un damen-i izzetine yanaşamazlar.

Sübhandır o Allah-ı Zülcelal ki, vücub ve vahdete münafi ve ancak kesret ve imkânın lâzımları olan tebeddül ve tagayyürden takaddüs ve tenezzüh eden bir Sultan-ı Ebedî ve Sermedî'dir.

Sübhandır o Allah ki, gına-yı zatîsine münafı olan tahayyüz ve tecezziden takaddüs eden ve bütün kevn ü mekânın Hâlık-ı Zülcelali olan bir Ganiyy-i Mutlak'tır.

Sübhandır o Zat-ı Zülcelal ki, hudûs ve zevalden münezzeh ve mukaddes ve onun cenab-ı izzetine nâlâyık olan hulul ve ittihaddan tekaddüs ve tenezzüh eden bir sultandır.. Çünki hudûs ve imkân sıfatları ancak mahlukatın şenidir. Ve keza mahkûmiyeti istilzam eden hasr ve tahdidden ve hem vâlid ve veledden mütekaddis ve mütenezzih olan bir Kadîm-i Baki'dir. Ve zalim olan ehl-i dalaletin bütün tevehhüm-ü bâtıl ve tasavvur-u kâziblerinden hadsiz derece âlîdir. Âmenna.

Sübhandır o Zat-ı Zülcelal ki, bütün melaikeler onu tesbih ettikleri gibi; yer ve göklerin içindeki bütün mahlukat ve her şey dahi onu tesbih eder. Çünkü her şeyin alnında kudret kaleminin nakışları aşikâre görünüyor.

3. Bab: Elhamdülillah Beyanındadır([9])[]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ Hamd olsun o Allah'a ki, umum şu âlemler kalî ve hali olan bütün dilleriyle onun sıfat-ı kemaliyesini izhar ederek ona hamd ü sena ederler. Çünkü bu âlemler; envalarıyla, erkânlarıyla, azalarıyla, eczalarıyla, zerratlarıyla ve esîrleriyle, her hepsi hudûs ve imkânat dilleriyle ve ihtiyacât, iftikarât lisanlarıyla ve sonderece hikmetli yapılışları dilleriyle ve san'atkârane olan hilkatleri lisanıyla ve nizam, muvazene ve ittikan ve kemalât ve ibadetleri ve tesbihatları lisanlarıyla onun evsaf-ı celalini yâd edip tesbih eden lisanlar olarak; onun Vâcib-ül Vücud, Kadim-i Sermedi, Ezelî ve Ebedî, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Aziz-i Cebbar, Mütekebbir-i Kahhar olduğunu ilan edip tesbih ediyorlar.

Hem dahi, onun evsaf-ı cemalini hâmidane tilavet edip derler ki: "Bizim Halikımız Rahmandır, Rahimdir, Rezzaktır, Kerim.. Cevvaddır, Veduddur, Feyyazdır, Latif.. hem Muhsindir ve Cemil...

Ve keza, onun evsaf-ı kemalini dahi kalen ve halen bağırarak zikredip diyorlar ki: "Bizim Halikımız ve Malikimiz Hayy'dır, Kayyum'dur, Alîm'dir, Hakîm.. Kadir'dir, Mürid'dir, Semi'dir, Basir.. hem Mütekellimdir ve Şehîd... Hem dahi kâinatta mütecelli olan bütün esma-i hüsnasını da tilavet eden lisanlar hükmünü alıyorlar.

ثُمَّ اَلْحَمْدُ لِلّهِ Yine hamdolsun o Allah'a ki, şu kâinat, kendi içindeki her şeyiyle beraber sıfat-ı kemaliyesini izhar ederek ona hamd ü tesbih ü sena eder. Çünkü şu kitab-ı kebir-i kâinat, bütün babları, fasılları, sahifeleri, satırları, cümleleri ve harfleriyle; ve bunların hikmetleri, san'atları, sıfat ve keyfiyetleri ve nakışlarıyla; ve bunların herbirisi kendine göre ve nisbeti miktarınca çeşitli mazharlar ve mütenevvi' ayineler olarak onun evsaf-ı celalinin tecelliyatının parıltılarını ve onun evsaf-ı cemalinin ziyalarını ve keza evsaf-ı kemalinin envarının ve onun esma-i hüsnasının şua'larını gösteriyorlar ve izhar ediyorlar ve ilân ediyorlar.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ Elhamdülillah! Hayr-ı mahz olan nimet-i vücudu veren Allah'a hamdolsun. Hem vücudun kemali olan hayat nimetini bahşettiği için ona hamdederiz. Hem iman nimet-i uzmasına hamdolsun ki, o iman, hayatın kemali, belki hayatın hayatıdır.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ nur-i iman nimeti üzerine Allah'a hamdolsun ki, o iman nuru, cihat-ı sittenin karanlıklarını bizden izale edip âfak ve enfüs cihetlerini nurlandırıyor. Ve öyle ziyadar nuranîdir ki, içindeki envar-ı sitte ve ondan gelen ve Sultan-ı Ezel'in şems-i marifetinden in'ikas eden adva-i selasesi (üç ziyaları) pertev-efşandır.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللّهِ İman-ı billâh nimetine karşı Elhamdülillah!.. Çünkü onunla ruh-u insanî, idam karanlıklarından ve kâinatların vahşetinden ve matem-i umumîden ve ...den ve ...den ve ...den ve ...den ve ...den ve sayılamıyacak olan ruh için bütün yakıcı ve yandırıcı ahvalden kurtulur ve halâs bulur.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ Ve keza nur-u iman nimetine hamdolsun ki; bize Muhsin, Kerim, Vedud, Reûf, Rahîm bir zatı melce' olarak göstermiştir. Evet o imandır ki, hayat-ı ebediyeyi bize nurlandırmış, nurlu göstermiş; Hem saadet-i ebediyeyi müjdeliyerek ziyalandırmıştır. Ve o iman ise, istimdad ve istinad noktalarını muhtevidir. Hem kâinat yüzüne serpilmiş olan rahmetin vechi üzerinden matem-i umumî perdesini kaldıran ve ref eden yine o imandır. Hem teceddüd ve deveran-ı emsal keyfiyetini göstermek suretiyle, lezaiz-i meşruadan firak elemlerini izale eder. Hem, in'am şeceresini göstererek, o nimetleri bizimle beraber olarak idame ettirir. Hem nur-u imandan önce, kâinat; ecnebî düşmanlar ve dehşetli, vahşetli cenazeler tevehhüm edilmekte iken; nur-u iman, o vaziyet-i mevhumeyi tebdil edip, onları sevgili kardeşler ve hayatdar arkadaşlar vaziyet-i hakikiyesine tahvil ediyor.

Hem o nur, bütün kâinat ve dünya ve âhiretin tamamını rahmet-i İlahiye ile dolmuş olarak her bir mü'mine hediye olduğunu ve o mü'min, kendisine hibe edilmiş pek çok ve mütenevvi' havas ve vesaitiyle hak olarak müzahametsiz bir tarzda umumundan istifade edebileceğini tasvir eder. Öyle ise, o mü'mine haktır ve ona lâzımdır ki, desin:

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى كُلِّ مَصْنُوعَاتِهِ Hem ona lâzım ve üzerine vâcibdir ki; bütün kâinat, yed-i kudretinde olan ve o kâinatı istediği anda istediği kimseye verebilen bir zattan başka bir Rab ve ma'bud ve mahbub ve maksuda razı olmasın.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Âlemlerin Rabbi olan Allah'a; o âlemlere rahmeti olan Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam'ı gönderdiği için, nihayetsiz hamd ü şükür olsun. Evet Hz. Muhammed (A.S.M.) ile ve onun risaletiyle sair dinlerin içindeki fikr-i uluhiyet akidesinin nurları, felsefenin kesafetli zulmeti altında sönmekte iken, yeniden istikrar ve sebat bulmuştur.

Hem onun risaletiyle beşer için marziyat-ı Rabb-ül Âlemin ne olduğu tezahür etmiştir. Ve keza onunla beşer, kevn ve vücudun nuru olan imana hidayet bulmuştur.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ Rabb-ül Âlemin'in marziyatı olan İslâmiyet nimetleri üzerine hamdolsun. Evet o İslâm ki, semavat ve arzın ve bütün âlemlerin Rabbi olan Rabbimiz ne gibi fiilimizle bizden razı olacağını ve bizden arzusunun ne olduğunu ve onun nazar-ı muhabbeti ne ile celbedilebileceğini bize tâm ve mükemmel olarak göstermiştir.

اَلْحَمْدُ لِلّهِ Ziya-yı بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile ziyalanan nur-u iman nimeti üzerine hamdolsun. Evet hâmid bir kimseye lâzımdır ki, daima nimetten in'ama nazarını çevirsin. Tâ ki, Zat-ı Mün'imin onu, ondan daha çok görüp bildiğini ve ondan ona daha yakın olduğunu ve o "Zat-ı Mün'im, bu çeşit in'am ile kendini tanıttırmak istediğini ve bu tarz-ı ihsan ile kendini sevdirmek irade ettiğini ve bu türlü ikram ile kendine muhabbet ettirmek irade ettiğini görsün, bilsin ve anlasın.

İşte insan, şu taarrüf-ü İlahî ve teveddüd-ü Rabbaniyi idrak edip o şuurla tam şuurlandığı vakit, hakiki şâkir olabilir.

Hz. Üstad'ın şu haşiyesinden ilk nazarda bu bab, Katre Risalesi'nin aslında mufassalan yazılmış iken, bilâhare Arabî Gençlik Rehber'inde (yani teksirle çoğaltılan ilk tip Arabî Rehber'de) neşredildiğinden Mesnevî'nin burasında icmali bırakılıp tafsili de Arabî Rehber'e alınmış zannedilir. Halbuki Katre'nin ilk aslında da, burada mevcud olan aynı tarzı ile yazılmış ve tab'edilmiştir. Şekil ve muhteva itibariyle de buradaki ile oradaki birbirinden farklıdırlar. Bilâhare Mesnevî-i Arabi'nin içine Katre Risalesi olarak dercedilirken de aslındaki aynı şekil herhangi bir ilave veya eksiltme yapılmadan olduğu gibi dercedilmiştir... Şu halde, şuradaki haşiyeden murad ise; daha tafsilini arzu edenler, Arabî olan o Rehber'e müracaat edebilirler demektir.

Merhum Molla Abdülmecid Efendi, Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'nin İkinci Babı olarak te'lif edilen ve şimdi Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi' kitabının 33. sahifesinde yer alan "Hamd"e dair o mufassal babı, Türkçe'ye tercüme etmiş ve Şualar Mecmuası'nın âhirinde dercedilmiştir. (Mütercim)

4. Bab: Allahu Ekber Beyanındadır[]

Allahüekber beyanındadır

Şu bab iki kısımdır. Bu baştaki kısım, gayet mücmeldir. İkinci kısım ise tam izahlıdır.

1. Kısım[]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَللّهُ اَكْبَرُ Cenab-ı Hak, herşeyden daha büyüktür. Çünkü o öyle bir Kadir-i Zülcelal'dir ki, kudreti herşeye yeter. Ve onun kudretine hiç bir veçhile hadd ü nihayet yoktur. Ve o kudrete nisbeten zerrelerle yıldızlar, cüz' ile küll, ferd ile nev', müsavidirler. Ayet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ sırrı, o hakikata işaret eder. Evet bir zerre, bir cüz' ve bir ferd, cezayetçe ve san'atça bir yıldızdan ve bir küllden ve bir neviden geri değillerdir. (Belki dekaik-ı san'at itibariyle bunlar onlardan daha çok kıymettardırlar.)

اَللهُ اَكْبَرُ Evet o, onun zatına lâzım-ı zarurî olan ve hiç bir veçhile hadd-ü nihayeti olmayan bir ilimle her şeyin bütün ahval ve keyfiyatını bilen bir Alîm-i Zülcelal'dir. Öyle ise hiç bir şeyin o ilimden infikâk etmesi mümkin değildir. Çünkü huzur var ve her şey daire-i nazarında hazırdır.

Evet kâinatta bir hikmet-i âmme ve inayet-i tamme ve bir şuur-u muhit ve hal-i hazırdaki cüz'iyatın muntazam kaziyeleri (yani muntazam bir miktar-ı muayyen ve ölçü içinde bulunmaları) ve o miktarların faydalı, semereli neticeleri ve iki had ortasında nevilerin muayyen ecelleri ve herbir şeyin hayatına lâzım rızk maddelerinin gayet mükemmel bir şekilde kendisine ulaşması ve kâinatta çeşitli cihet ve şekillerde görülen rahmetler, ikramlar ve in'amlar, ve gayet alîmane ve mütefenninane olacak ittikan-ı sanatlar; ve gayet ihtimamkârane süslü ve müzeyyen hey'etler (yani, gayet derece ehemmiyetle tezyin etmek fiili) bilbedahe belki bilmüşahede görünüyorlar. İşte bütün bu mezkûr hakikatlar, Cenab-ı Alîm-i Mutlak'ın ilmi, her şeyi ve her yeri ihata ettiğini اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ âyetinin sırrıyla şehadet ederler (C.C.).

اَللهُ اَكْبَرُ Evet, çünkü kâinatın cüz' küll, cüz'î küllî her şeyini ve bütün keyfiyat ve ahvalini ihtiyar ve irade-i ezeliyesi ile yapıyor, icad ediyor, tedbir ve terbiye ediyor. Evet, kâinat ve eşya gayr-ı mahdud imkânat yolları içinde mütereddid iken; sonra birden bu göz önündeki nizam ile tanzîm edilip vücuda gelmesi ve bu ölçü ve nizam ile ölçülerek hüveyda olması ve gayet muntazam olan muhtelif mahlukatın (meselâ ağaç gibi yaprakları, çiçekleri ve meyveleriyle) basit ve camid bir şeylerden (yani meselâ, kuru bir çekirdekten) halk ve icadları ise, Cenab-ı Mürîd-i Muhtar'ın irade-i umumiyesine şehadetler ederler. Ve مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَ مَا لَمْ يَشَاْ لَمْ يَكُنْ hakikatını istilzam ettirirler. (CC.)

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: Neden ve o kimdir?

C - Evet, o öyle bir Şems-i Ezelî'dir ki; şu kâinat bütün ehl-i şuhûdun ittifaklarıyla onun envar-ı esmaiyesinin zılali, gölgeleri ve esmasının tecellileri ve ef alinin eserleridirler.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: Niçin ve o zat kimdir?

C - Çünkü o, öyle bir Sultan-ı ezeli-yi Zülcelal'dir ki, bütün bu âlemlerin cümlesi onun kabza-i nizam ve mizanının tasarrufundadır. (C.C.)

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer dersen: Niçin ve kimdir ki o?

C - Çünkü o, öyle bir Hâkim-i Ezelî'dir ki, kâinatı ve içindeki bütün mevcudatını sünnetinin kanunlarıyla ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla ve hikmet ve meşietinin namuslarıyla ve inayet ve rahmetinin cilveleriyle ve esma ve sıfatının tecellileriyle nazmetmiştir. Kanunlar ve namuslar denilen emirler ise ancak enva' üzerine ilim, emir ve iradenin hey'et-i mecmuasına verilen isimlerdir.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: Neden ve o zat kimdir?

C - Çünkü o öyle bir Sani-i Ezelî'dir ki; şu âlem-i kebir, yani kâinatın hey'et-i mecmuası onun ibdaı, inşası ve san'atıdır. Ve şu âlem-i sagîr, yani insan ise onun icadı, binası ve sıbgasıdır. Ve bu her iki âlemin her tarafında belki bütün eczalarının her bir cüz'ü üstünde onun sikke ve hatemleri basılmıştır.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: Neden ve o kimdir?

C - Evet o öyle bir Nakkaş-ı Ezelî'dir ki; şu kâinat onun kalem-i kaza ve kaderinin çizgileri ve pergel-i hikmetinin nakışları ve Feyyaz-ı Rahmetinin semereleri ve yed-i beyza-i inayetinin tezyinatları ve letaif-i kereminin çiçekleri ve tecelliyat-ı cemalinin lem'alarıdır. Amenna.

Tenbih: Şu geçen سُبْحَانَ اللهِ .. اَلْحَمْدُ لِلّهِ ve اَللهُ اَكْبَرُ bablarının ahkâmından herbirisi, bablardaki bürhanları teşerrüb ettikleri için, kayıdlarındaki delâil-i ahkâm, çok dikkat ile ancak bilinebilir.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: O kimdir?

C - Çünkü o, öyle bir Kadîr-i Ezelî'dir ki; bütün şu mevcudat, onun mu'cizat-ı kudreti olup, onun her şeye kadir olduğuna gayet kat'î şehadet ederler. Ve onun hükm-ü kudretinden hiçbir şey ne çıkmış ve ne de çıkabilir. Zerreler ve güneşler, onun kudretine nisbeten müsavidirler.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen o kimdir?

C - Evet O, bütün esmay-ı hüsna onun olan öyle bir Hâlık, Bari ve Musavvir bir zattır ki; şu ecram-ı ulviyye, yani şu yüce âlemler ve yıldızlar, onun uluhiyet ve azametinin nuranî burhanları ve Rububiyet ve izzetinin şahidlerinin şualarıdırlar. (C.C.)

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer desen: Kimdir o zat?

C - Evet, çünkü her şeyi halkeden Halik odur. Ve her zîhayatın rızkını veren râzık odur. Hem bütün nimetlerin mün'im-i hakikîsi yalnız odur., ve her iki cihanda Rahman ancak odur. Evet onun rahmetinin azîm cilvelerinden birisi seyyidimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) ile Cennet-i Bakiye'dir. Ve o ise, herşeyin Rabbidir. Hem her şeyin tedbirini gören ancak odur. Ve her şeyin Mürebbi-i Hakikîsi yine ancak odur.

اَللهُ اَكْبَرُ Eğer dersen o kimdir?

C - Evet, her şeyin ayrı ayrı mümtaz simalarını, şahsiyetlerini, suretlerini veren Musavvir odur. Ve hem her şeyin her şeyini bilen, idare ve tasarruf eden Mutasarrıf-ı Hakikî ancak odur. Ve şu alem'in Nazzam-ı Hakikîsi yalnız odur.

اَللهُ اَكْبَرُ Evet, o her şeyden büyük, hem her şeyden a'zam ve eceli bir zattır ki; efkâr ve ukûl, onun künhünü ihata etmekten âcizdirler. Hem acz ve kusur, onun damen-i kudretine yanaşmaktan erfa' ve a'lâ ve ecell ve enzeh bir Zat-ı Mukaddes'tir.

اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ Allah, her şeyden daha büyüktür. Yani ki; insan için ve ona göre zahirde en büyük, en yüce, en güzel ve en evlâdan; hem ona en azîm ve en celil görünenlerden daha büyüktür, daha azimdir, daha yücedir ilh...

Tenbih[]

Namazlardan sonra tekrar edilen şu سُبْحَانَ اللهِ .. اَلْحَمْدُ لِلّهِ .. اَللهُ اَكْبَرُ ve لاَ اِلۤهَ اِلاَّ اللهُ olan kelimat-ı mübarekeler, (bablarda isbat edildiği üzere) gördüm ki; yalnız bir tekrar mes'elesi değildir. Belki bir te'sistirler. Veyahut manalarının te'sisi için müttehidane değil; mütesanidane vaziyetleri ile te'kid içindirler. Meselâ, sen büyük bir havuzun ortasına bir taş atsan, o taşın su ortasına düşmesiyle teşekkül edip genişlenen daireye (geniştir, geniştir, geniştir) diye her bir 'geniştir' kelimesini sen telaffuz ettikçe, o daireden daha geniş bir daire tezahür etmesine benzer.

Ve keza o tekrarlar manada te'kid, makasıd ve semeratta birer te'sistirler.

Eğer desen: اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ "Allah her şeyden daha büyüktür" ne demektir? Mümkinatın ne kıymeti var ki, Vâcib-ül Vücud için onlardan daha büyüktür denilsin. Hem Allahü Teala'dan başka Haliklar, Rahimler mi var ki اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ve اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ denilsin?

C - Manası budur ki: insanın yanında en büyük görünen, yüksek bilinen ve o insanın yanında en güzel ve üstün bilinen; ve onun nazarında a'zam ve ekber olan her şeyden daha büyük, daha ahsen, daha ecelldir demektir. Ve hem Cenab-ı Hak (C.C.) kendi zat-ı uluhiyetinde ukûlün bütün tasavvuratından daha büyüktür.

Hem bir manası da budur ki: Güya der: Kalblerinizde ne kadar büyük şeyler varsa, hepsinden daha büyük olması ve bütün makasıd ve metaliblerinizden daha ehemm bulunması lâzımdır. Ve keza o öyle bir büyüktür ki, kâinat ve ecramın perdeleri, hicabları onu setretmekten ekber ve azamdır.

Amma اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ in manası ise: Cenab-ı Hak (C.C.) kendi zatında; akıllar aynasında hâlıkıyyet sıfatlarıyla mütecelli olan bütün Hâlıkıyet mertebelerinden daha ahsendir demektedir. Nasıl ki güneşin aynalardaki cilvesi için denilir: Güneş kendi zatında aynalarda parlayan bütün timsallerinden daha münevverdir.

Ve keza Cenab-ı Hakk mertebe-i vücübundaki hâlıkıyetiyle; evham ve farz ile tevehhüm olunan bütün haliklardan daha ahsendir demektir.

Hem de vehmî olan nazar-ı zahirîmiz; âsârı esbabdan gördüğü, bildiği ve onlara bir hâlıkıyet tevehhüm ettiği için, اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ile der ki: Bütün o esbab perdesi olmaksızın en güzel bir halıktır. Öyle ise bizzat ona teveccüh edilmek lâzımdır. Ve esbab-ı zâhiriyeyi merciiyetten azledip ehemmiyet vermemek gerektir.

Ve keza, müfadala nisbeti ancak bize ve alâka peyda ettiğimiz eşyaya bakmaktadır, yoksa nefs-ül emirde değil. Evet nasılki cüz'î bir vazife gören bir nefere denilir: "Yahu, padişah senin kumandan bildiğin kimselerden daha ahsen ve azamdır." Yani senin şu vazifende sultanın medhali daha çoktur. Öyle ise, sen padişahı zahirî kumandanlarından daha çok düşünmen lâzımdır.

اَللهُ اَكْبَرُ Ukûl ve efkâr, onun künh-ü azametini ihata etmekten ekber ve ecelidir. Ve acz ve kusur onun damen-i izzetine yanaşmaktan yüce ve münezzehtir. Ve o ise, zatında, sıfatında ve ef alinde bir Kâmil-i Mutlak'tır. (C.C.)

2. Kısım[]

Allahuekber mertebelerinin mufassal olan Dördüncü Babı

(Allahüekber'e dair otuzüç mertebeden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı, Yirminci Mektub'un İkinci Makamı'nda ve Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfı'nın âhirinde ve Üçüncü Mevkıfı'nın evvelinde izah edilmiştir. Bu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler, o iki söze müracaat etsinler.) (Not: Şu Türkçe ta'rif Hz.Üstadındır)

1. Mertebe[]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَ كَبِّرْهُ تَكْبِيرًا

لَبَّيْكَ وَ سَعْدَيْكَ جَلَّ جَلاَلُهُ

... اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا Cenab-ı Hak kudret ve ilmiyle her şeyden daha büyüktür. Çünkü o öyle bir Hâlık, Bari ve Musavvirdir ki, kâinat gibi; insanı kudretiyle yaratmıştır. Yani, kalem-i kaderiyle (insan nüshâ-i suğrasını yazdığı misillü) aynı kalemle kâinat nüsha-i kübrasını da yazmıştır.

Evet, bu âlem-i kebir olan kâinat, şu âlem-i sagir olan insan gibi, onun kudretinin masnu'u ve kaderinin mektubudurlar. Demek kâinatı ibda' edip bir mescid şeklinde yaptığı gibi; insanı da icad edip o mescidde. bir abd-i sâcid vaziyetini vermiştir. Hem kâinatı bir mülk suretinde inşa ettiği gibi, insanı da onda bir memlûk olarak bina etmiştir. Hem yine kâinattaki san'at-ı İlahiye o derece hârika ve mu'cizanedir ki; kâinatın hey'et-i mecmuası bir kitab şeklini aldığı gibi, insandaki sıbga-i Rabbaniye dahi onda hitab çiçeğini açmıştır. Hem kâinattaki âsâr-ı kudret-i Rabbaniye, haşmet ve celali gösterdiği gibi; insanda tecelli eden rahmet-i İlahiye dahi nimetlerini dizip tanzîm ediyor. Hem kâinattaki saltanat-ı uluhiyetin âsâr-ı haşmetkâranesi onun vâhidiyetine şehadet ettiği gibi, insandaki ni'met-i Rabbaniye dahi, onun ehadiyetini ilan ediyor. Hem kâinatın küll ve cüz', bütün erkânında görünen sükûn olsun, hareket olsun her şey, onun birer sikke-i samedaniyesi olduğu gibi, insanın cisim ve azasındaki bütün hüceyreler ve zerreler dahi onun birer hatemidirler.

Şimdi gel, zat-ı kibriyanın muntazam, muttasık olan âsâr-ı kudretine nazar et, bak! Nasıl subh-u rûşen gibi mutlak bir sehaveti, bir sür'at-i mutlaka içinde, bir intizam-ı mutlakla beraber görürsün. Ve bu sür'at-i mutlakayı da nihayet derecede mutlak bir suhulet içinde bir ittizan-ı mutlak ve ölçülülük ve düzgünlük ile beraber göreceksin. Hem mutlak bir genişlik ve vüs'at içinde, mutlak bir ittifak ve uygunluğu; hem nihayet bu'd-u mutlak içinde nihayet derece bir hüsn-ü san'atı ve nihayet karışıklık içinde son derece bir ittikan-ı san'atı; hem nihayet derecede kesret ve bolluk içinde olmakla beraber, son derece bir kıymettarlık ile nihayet derece bir imtiyaz ve tefriki bilmüşahede göreceksin.

İşte şu göz önündeki keyfiyet ise, eserlerde yapılmış olan san'atlar ve bütün bu eserler, bir tek zatın malı olduğunu ve o ise, ancak kudret-i mutlaka sahibi bir alîm-i mutlak olduğunu kabul etmeye dair âkıl-ı muhakkik için gayet parlak bir şahid-i sâdık olduğu gibi; münafık-ı ahmak için ise, onu kabula zorlayan bir vaziyettir. Evet vahdette mutlak bir suhulet vardır. Kesrette ve şirkte ise müngalık, yani çıkılmaz bataklık gibi bir suubet vardır.

Çünkü, kâinat ve bütün eşya bir Vâhid-i Ehad'e isnad edildiği zaman, kâinat bir ağaç kadar ve bir ağaç bir semere kadar ibtida'da (varedip meydana getirmek) kolaylaşır. Fakat eğer kesrete ve şirkete isnad edilirse; bir ağaç, bir kâinat kadar ve bir tek meyve, bütün ağaçlar kadar imtinalı bir suubete girerler. Çünkü, bir vâhid, bir tek fiil ile külfetsiz, mübaşeretsiz, olarak kesretli eşyaya bir vaziyet verir ve bir netice istihsal eder ki, o vaziyeti ve o neticeyi almak için, iş vahdetten kesrete dönse ve ona havale edilse; o zaman o neticeye ulaşmanın imkânı kalmaz. İllâ ki, çok uğraşmalar, yorgunluklar ve münakaşalardan sonra, ancak belki o vaziyet ve neticenin zaif bir sureti elde edilebilir.

Meselâ, vahdete isnad edilmesindeki kolaylığın bir misali: Bir tek kumandanın kesretli asker neferatına kolaylık ile verdiği vaziyet ve aldığı netice gibi., veya direksiz kubbelerdeki taşların vaziyetini bir usta ve mimara vermek gibi., veya küre-i arzın seyyarelerle beraber olan hareketi gibi., veya bir fevvarenin su damlalarına verdiği vaziyet gibi., veya da, nokta-i merkeziyenin daire etrafındaki noktalarla olan vaziyeti gibi!..

Evet, çünkü vahdetteki intisab, gayr-ı mahdud bir kudret sahibinin makamına bağlanıp kıyam buluyor; ve böyle bir makam-ı kudrete bağlanan sebepler, kendi menabi-i kuvvetini kendisi yüklenmeğe muztar ve mecbur olmazlar. Ve intisab edilen makamın kudretine göre, o eşyanın eserleri ona göre teâzüm edip büyüyor. Fakat şirkette ve kesrette ise, herşey ve her sebeb kendi menabi-i kuvvetini kendisi taşımaya mecbur olduğu için, bunların yapacağı işler ve eserler dahi, cirmlerine göre küçülür, hiçe iner. İşte buradan, bir karınca ve bir sivrisinek cebbarları mağlub etmesinin ve küçücük bir çekirdek, kocaman bir ağacı omuzunda taşımasının sırrı anlaşılmış olur.

Hem de, bütün eşyanın icadını bir vahide isnad edilmesi sırrıyla o icad, adem-i mutlaktan olmaz. Belki o icad, vücud-u ilmîdeki eşyanın aynını, vücud-u haricîye nakletmek olur. Meselâ ayinede temessül eden bir sureti, fotoğraf kâğıdının sahifesine kemal-i suhuletle nakl ile ona vücud-u haricîyi tesbit etmek gibi olur. Veyahut göze görünmeyen bir mürekkeble yazılmış bir yazıyı, gösterici bir maddeyi sürüp göstermek gibidir. Fakat eşyayı esbab ve kesrete isnad etmekte ise, mutlak ademden icad edilmesi lâzım gelir. O ise, muhal olmasa da, en suubetli bir şey olur. Demek vahdetteki suhulet, derece-i vücuba vasıl olmuş, kesretteki suubet ise, derece-i imtinaa girmiştir.

Hem vahdette «Leys» ten «Eys» in ibda' ve icadı mümkin olması hikmetiyle; yani adem-i sırftan maddesiz ve müddetsiz olarak mevcudatı ibda' edip var etmek; veya zerreleri ilmî kalıplara külfetsiz ve karıştırmaksızın ifrağ edip dökmek gibi olur. Fakat şirket ve kesrette ise, bütün ehl-i aklın ittifakıyla ademden ibda' etmek kat'iyyen mümkin değildir. Çünkü bir zîhayatın vücudu için, küre-i arzda ve bütün unsurlarda dağılmış olan zerreleri toplamak lâzım gelecektir. Hem de kesret ve şirketin ilmî kalıpları olmaması sebebiyle, zîhayat cisimlerde zerratı dağılmak ve dökülmekten muhafaza için her bir zerrede küllî bir ilim ve bir irade-i mutlakanın vücudu, var olması lâzımdır. Bununla beraber şerikler «müstagniyetün anha» ve «mümteniatün bizzat» dırlar. Yani, Rububiyet-i Sübhaniye ve saltanat-ı uluhiyet, tedbir ve idare-i kâinatta şerik ve muînlere hiç bir cihetle ihtiyacı olmadığından, onlardan katiyyen müstağnidir. Hem de şerik ve muînlere muhtaç olmak ise, acz ve kusur olduğundan; ve bu ise mümkinlerin şe'ni ve vasfı olmasından; saltanat-ı uluhiyet, şerikleri memnu' kılmış ve onların vücudları mümteni' olmuştur. Hem kâinatın mevcudatında şerik-i uluhiyet için hiçbir delil, bir emare ve onlara dair asla ve kat'â bir işaret, bir alâmet olmadığından bunları tevehhüm etmek, sırf tahakkümîdir. Yani delilsiz bir dava-yı mücerreddir. Çünkü semavat ve arzın yaratılması, elbette ve bizzarure gayr-ı mütenahî bir kudret-i kâmileyi istilzam ediyor. Öyle ise, o kudret-i kâmile-i gayr-ı mütenahiye mutlaka şürekadan istiğna edecektir: Ve illâ aksiyle olursa, hiçbir zaruret olmadan o gayr-ı mütenahî kudret-i kâmile, nihayatsiz olduğu bir vakitte, mütenahî bir kuvvetle tahdidi ve intihası lâzım gelecektir. Bu ise beş vecih ile muhal ender muhaldir. Öyle ise şeriklerin vücudu mümteni' oldu. Bununla beraber vücudları mümteni' olan şeriklerin geçen vecihlerle isbat edildiği gibi vücudlarına hiç bir işaret yoktur ve onların tahakkukuna dair hiç bir mevcudda bir emare bulunmuyor.

Bu mes'eleyi biz, Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkifinden sorduk. O da zerrattan seyyarata kadar ve İkinci Mevkıfında semavattan teşahhusat-ı vechiyeye dek, bütün mevcudat-ı âlem herbirisi tevhid sikkelerini göstermek suretiyle şirke cevab-ı red verdiler. Evet, Cenab-ı Hak Teala'nın saltanat-ı uluhiyetinde şürekası olmadığı gibi, muîn ve vezirleri de asla yoktur. Sebebler ise, ancak kudret-i ezeliyenin tasarrufu üstünde ince birer perde olup, nefs-ül emirde onların hiç bir te'sir-i icadiyeleri yoktur. Çünkü esbab içinde en eşref ve ihtiyarı en geniş insandır. Halbuki insanın elindeki en zahir ef al-i ihtiyariyesi ise; yemek, konuşmak ve düşünmek gibi şeylerdir. Ve bunların da insanın elinde olanı, ancak yüz cüz'ünden şüpheli bir tek cüz'dür. İşte en eşref ve ihtiyarca en geniş bir sebeb dahi böyle hakikî tasarruftan gördüğün gibi eli bağlı olursa, acaba behimat ve cemadat, Hâlık-ı Arz ve Semavat'ın icad-ı rububiyetinde nasıl şerik olabilirler?

Evet, bir padişahın hediyesini içine koyup sana gönderdiği bir zarf veya atiyyesine sardığı bir mendil veya bir nimetini eline verip sana irsal ettiği bir nefer, o padişahın saltanatında şerik olmaları nasılki mümkin değillerdir. Aynen öyle de; bize onların elleriyle müddehar olan niam-ı İlahiye gönderilen sebebler veya bize hediye edilen ataya-yı Sübhaniyeye sarılan esbab dahi, elbette hiç bir cihetle ve hiç bir zî aklın yanında mümkin değildir ki, şerik-i uluhiyet veya onun muinleri veya te’sir-i hakikî sahibi olan vasıtalar olsunlar. (Hâşâ!)

2. Mertebe[]

اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا

Yani: Cenab-ı Allah, ilim ve kudretiyle herşeyden daha büyüktür, daha azîmdir. Çünkü o öyle bir Hallâk-ı Alîm, Sani-i Hakîm ve Rahman-ı Rahim'dir ki; kâinat bostanındaki şu mevcudat-ı arziye ve ecram-ı ulviye, bilbedahe bir Hallâk-ı Alîm'in mu'cizat-ı kudretidirler... Ve küre-i arz bağistanında serpilmiş şu süslü, renkli nebatat ve onda neşrettirilmiş bu çeşitli ve ayrı ayrı alâmet-i fârikalı hayvanat, bizzarure bir Sani-i Hakîm'in san'atının hârikalarıdır. Ve o bağistanın ruy-i zemin bahçesindeki şu mütebessim çiçekler ve mütezeyyin semereler ise, bilmüşahede bir Rahman-ı Rahim'in rahmetinin hedayasıdırlar.

İşte o bostan-ı kâinat şehadet edip ve şu bağistan-ı arz, nida ederek ve bu bahçe-i zemin ilan edip diyorlar ki: O bostan-ı kâinatı halkeden Hâlık ve şu bağistan-ı arzı tasvir eden Musavvir ve bu zemin bahçesini zîhayat mahlukatına rahmetiyle hibe eden Vâhib, elbette her şeye kadirdir ve onun ilmi her yeri ve her şeyi muhit olup, ilim ve rahmetiyle her yeri ihata etmiş ve her mekânı kaplamıştır. Evet onun kudretine nisbeten zerrat ile nücûm, az ile çok, küçük ile büyük, mütenahî ile gayr-ı mütenahî birdir ve mütesavidirler. Hem mazinin bütün vukuat ve garaibi elbette şeksiz bir Sani-i Hakîm'in mu'cizat-ı san'atının eseri olduğundan, şehadet ederler ki; aynı o Sani', bütün imkânat-ı istikbaliyeyi ve ondaki garaibleri dahi kudretiyle icad etmeye muktedir olan bir Hallâk-ı Alîm ve bir Aziz-i Hakîm'dir.

İşte tesbih ederiz o zatı ki, küre-i arz bahçesini san'atına bir meşher, fıtratına bir mahşer, kudretine bir mazhar, hikmetine bir medar, rahmetine bir çiçekdanlık, cennet-i bakiyesine bir tarla, mahlukatına bir resm-i geçit yeri, mahlukatına bir köprü, mevcudatın akıp gitmesine bir nehir, masnuatının tartılmalarına bir ölçek kılmıştır.

Demek hayvanatın rengârenk süslenmeleri, kuşların nakışlarla zinetlenmeleri, ağaçların meyvelerle donanmaları, nebatatın çiçeklerle güzelleşmeleri ise; ancak onun mu'cizat-ı ilmidir, san'atının hârikalarıdır, cûdunun hedayasıdır ve lütfunun bürhanlarıdırlar.

Hem ağaçların başlarındaki meyvelerin kemal-i zinetlerinden çiçeklerin tebessümkârane vaziyetleri; ve seherlerde esen nesîm-i ruh-efza içinde kuşların cıvıldaşmaları; ve yağmurun ezhar ve çiçeklerin güzel yüz ve yanaklarında terennümleri; ve validelerin küçücük yavrucuklarına karşı gayet merhametkârane bir şefkatle terahhumları ise; elbette ins ve cin, ruhanî ve hayvan, melek ve cânn'a karşı bir Vedud'un kendini tanıttırması ve bir Rahman'ın kendini sevdirmesidir. Ve bir Hannan'ın rahmetini bildirmesi ve bir Mennan'ın şefkatini izhar etmesidir.

Hem, tohumlar ve meyveler, habbeler ve çiçekler ise, hikmet-i İlahiyenin mu'cizeleri, san'at-ı Rabbaniyenin hârikaları, rahmet-i İlahiyenin hediyeleri ve vahdet-i İlahiyenin bahir bürhanları ve dar-ı ahiretteki lütfunun şahidleridirler. Evet, bütün bunlar Haliklarının her şeye kadir ve her şeye alim olduğuna sâdık şahidler olup, her bir şeyi rahmeti ve ilmiyle ihata eden ve onları halk ve tedbir ve sun' ve tasvir eden odur. Evet güneş bir çekirdek kadar, yıldız bir çiçek kadar, küre-i arz bir dane kadar, ona halk ve tedbirde, sun' ve tasvirde ağır gelemez.

Öyle ise, meyveler ve çekirdekler, kesretin aktarında vahdetin ayineleri, kaderin işaretleri, kudretin rumuzatıdırlar. Yani o kesret ise, menba-i vahdetten olup, sun' ve tasvirde Fâtırlarının vahdetine şehadetle sudur ettikten sonra; halk ve tedbirde, Sani'in hikmetini zikrederek yine vahdette müntehi olurlar. Ve keza o çekirdek ve meyveler, hikmet-i İlahiyenin telvihatıdır ki; küllün Halikı, cüz'îye de aynen o nazar-ı küllî ile müteveccih olabildiği gibi, cüz'înin cüz'üne dahi yine o nazar-ı küllî ile müteveccih oluyor.

Evet, şu ağacın hilkatından en açık gaye ve maksud, onun meyvesi olduğu gibi, beşer dahi şu kâinat ağacının en son meyvesidir. Öyle ise, Hâlık-ı Mevcudatın, bu kâinatı halketmesindeki en zahir maksadı, beşerdir. Ve şu hikmetten anlaşılıyor ki; beşerin kalbi o meyveye bir çekirdektir. Ve o çekirdek olan kalb ise, elbette Sani-i Mahlukat'ın tecelliyatına en münevver bir mir'at olacaktır. Öyle ise herhalde bu küçücük insan, şu kâinat ve mevcudat içinde haşir ve neşre en zahir bir medar, bir sebeb olduğu gibi; kâinat onun haşr ü neşri için tahrib, tebdil, tahvil ve tecdid edilecektir.

اَللهُ اَكْبَرُ يَا كَبِيرُ Ey kebir olan Allah! Sen öyle bir yüce ve büyüksün ki; akıllar, senin künh-ü azametini anlamaktan âciz ve hakikatına erişmekten kasırdırlar.

كِه لاَ اِلۤهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَنْد هَرْشَىْ.. دَمَادَمْ جُويَدَنْد يَا حَقْ .. سَرَاسَرْ گُويَدَنْد يَا حَىْ

Bunun izahı Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı'nın ([10]) başındadır.

3. Mertebe[]

اَللهُ اَكْبَرُ قُدْرَةً وَ عِلْمًا

Cenab-ı Hak, ilim ve kudretiyle herşeyden, her büyükten daha büyüktür. Çünkü o öyle bir Kadir, Mukaddir, Alîm, Hakîm, Musavvir, Kerim, Latif, Müzeyyin, Mün'im, Vedud-i Mütearrif, Rahman-ı Rahim, Cemal-i mutlak, kemal-i mutlak sahibi bir Mutehannin-i Cemil ve bir Nakkaş-ı Ezelî'dir ki; şu kâinatın külliyatı ve eczaları olsun, sahifeleri ve tabakaları olsun bütün hakaik hem bu mevcudatın küllisi ve cüz'isinin ve vücud ve bekalarının bütün hakikatları ancak ve ancak onun kalem-i kaza ve kaderinin ilim ve hikmetle tanzîm ve takdir ettiği yazıları ve çizgileridirler. Ve ancak onun pergel-i ilim ve hikmetinin sun' ve tasviriyle olan nukuşlarıdır. Ve ancak onun yed-i beyza-yı sun'unun lütuf ve keremle tasvir ve tezyin ve tenvir ettiği süs ve tezyinatıdırlar. Ve ancak onun letaif-i lütuf ve kereminin rahmet ve nimet ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek için ihsan ettiği ezhar ve çiçekleridirler. Ve ancak onun feyyaz olan rahmet ve nimet çeşmesinin cemal ve kemal, terahhum ve tahannününü göstermek için akıttığı ve ifaza ettiği semerat ve meyveleridirler., ve ancak ve ancak bir cemal-i sermedi ve bir kemal-i deymûmînin lemaat ve parıltılarıdırlar.

Evet bu hakikat, ayine-misal mevcudatın birbiri arkasında mütemadiyen fenaya gidip kaybolmaları ve mazhar-ı esma olan mahlukat kafilelerinin daimî bir seyeran içinde ardı sıra zevale ermeleriyle beraber, o cemal-i sermedi tecellisinin mevsimler, asırlar ve devirlerin akışı boyunca, devam etmesi.. Ve çeşme-i in'am ve ihsanının benî-Adem ve sair mevcudat kafile ve kitlelerinin zaman nehrinde cereyanları ve günler ve senelerin mürûrlarıyla beraber, onların üstünde berdevam olması şehadetiyle kat'îdir.

Evet ayinelerin hep fenaya maruz olmaları ve mevcudatın mütemadiyen zevalleri ile beraber, tecelli-i cemalin devamı ve feyz-i in'am ve ihsanın mahlukat üstünde daimî mülâzım kalması, elbette ve elbette gayet zahir ve bahir olarak gösterir ki; ayine ve mazharlarda görünen ve tezahür eden o cemal; ve semeredar, süslü asarını gösteren o kemal, o mazharların malı ve cemali olmamasıyla; gayet efsah bir beyanla, gayet evzah bir bürhanla ilan eder ki; o bir cemal-i mücerredin ve bir ihsan-ı müceddedin ve bir Vâcib-ül Vücud'un ve bir Baki-i Vedud'un hâs ve mahsus cemal ve kemalidirler.

Neam, belî!.. Mükemmel olan bir eser, bilbedahe mükemmel bir fiile delâlet eder. Ve o mükemmel olan fiil ise, bizzarure mükemmel bir isme ve bir faile delâlet eder. Ve sonra, o mükemmel olan isim ise, bilâ-şek velâ şübhe mükemmel bir vasfa, yani bir ünvana delâlet eder. Sonra, o mükemmel vasıf ve ünvan ise, seksiz ve şüphesiz şuûn-u zatiye denilen mükemmel bir kabiliyet ve istidada delâlet eder. Ve o mükemmel kabiliyet ve istidad ve şe'n ise, bilyakîn o zata lâyık ve münasib bir şekilde onun kemal-i zatına delâlet eder ve hakkalyakîn mertebesinde gösterir.

4. Mertebe[]

جَلَّ جَلاَلُهُ اَللهُ اَكْبَرُ

Evet o öyle bir Adl-i Âdil, Hakem-i Hakîm-i Ezelî'dir ki; şu şecere-i kâinatın temel ve esaslarını altı gün zarfında hikmet ve meşietinin usulüyle te'sis edip, kaza ve kaderinin düsturlarıyla faslederek, âdet ve sünnetinin kanunlarıyla nazmedip, inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ederek, esma ve sıfatının cilveleriyle tenvir etmiştir.

Evet, bu hakikat, kâinatın masnuatındaki intizamât ve mevcudatında görünen süslü suretler ve bunların birbirlerine teşabüh ve tenasühleri ve tecavüb, teavün ve teanukları; ve her şeyde kaderin, o şeyin kamet-i kabiliyetine göre biçtiği miktarca şuurî bir ittikan-ı san'at bulunmasının şehadetiyle sabittir.

İşte kâinat ve mevcudatın tanzîmatındaki hikmet-i amme; ve tezyinatlarındaki inayet-i tamme; ve mevcudatı in'am ve ihsanlarla taltif etmekteki rahmet-i vasia; ve terbiyelerindeki irzak ve iaşe-i şâmile; ve Fatır-ı Zülcelallerinin şuûnat-ı zatiyesine mazhar olan acib-üs san'at bir hayat; ve onları süslemek ve güzelleştirmek fiili içindeki kasdî bir mehasin; ve onların zevalleriyle beraber bir cemal-i mücerredden in'ikas edip üstlerinde cilvelenen bir tecelli-i daimî ve mabudlarına karşı kalblerindeki aşk-ı sâdık ve cezbelerindeki zahir incizab; ve bütün kümmelîn evliyasının, mevcudat Fatırının vahdetine dair olan ittifakları ve mevcudatın eczalarında görülen maslahatkârane bir tasarruf ve nebatatındaki hikmetdarane tedbir; ve hayvanatında görülen kerimane bir terbiye; ve erkânının tagayyüratındaki gayet mükemmelane intizam; ve intizamının külliyetindeki pek cesîm gayeler ve gayet kemaldeki hüsn-ü san'atlarıyla beraber maddeye ve müddete ihtiyaç göstermeden defaten hudûsları; ve imkânatlarındaki tereddüdlerinin adem-i tahdidiyle beraber, zatlarında görünen gayet hakimane bir teşahhus; ve gayet kesretli ve mütenevvi' ihtiyaçlarıyla beraber, o metalib ve ihtiyacatın en küçüğüne elleri yetişmediği halde, lâyık ve münasib evkatta umulmadığı ve düşünülmediği bir tarzda kaza edilip ellerine verilmesi; ve maden-i zaaflarında görünen mutlak bir kuvvetin âsârı; ve aczlerinin menbaında cilvelenen bir kudret-i mutlakanın tezahürü; ve cümudiyetleri içinde parlayan zahir bir hayat; ve cehlleri içinde açığa vuran bir şuur-u muhit; ve tagayyür etmeyen gayr-ı mutagayyer bir mugayyirin vücudunu istilzam eden tagayyürlerindeki hârika bir intizam-ı mükemmel; ve merkezi müttehid, mütedahil daireler gibi tesbihatlarındaki ittifak; ve lisan-ı istidad ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ve lisan-ı ıztırar ile üç nevi duaların her zaman makbuliyetleri; ve ibadetlerinde mazhar oldukları füyûzat ve müşahedat ve münacat; ve onların her iki kaderleri olan mukadderat-ı hayatiye tabir edilen hayatlarında geçirdikleri ahval; ve etvarlarındaki intizam; ve Fatırlarının zikriyle kesbettikleri itmi'nan; ve ibadetin mebde' ve müntehaları arasındaki hayt-ı vuslat oluşu; ve o ibadet, kemallerinin zuhuruna sebeb olması; ve o ibadetle Sani'lerinin makasıdları tahakkuk etmesine bir medar ve hakeza bütün kâinat sair şuunatıyla ve etvar ve keyfiyatıyla; bir tek Müdebbir-i Hakîm'in tedbirinde olduğuna şahidlerdir. Hem Ehad ve Samed olan birtek Mürebbi-i Kerim'in terbiyesinde olduğuna alâmetlerdir ve hey'et-i mecmuasıyla her hepsi bir tek seyyidin hizmetçileridirler. Ve bir tek mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadırlar ve masdarları vâhid ve tek bir kuvvet olup, mevcudat safahatının her bir safhasında onun mektubatından her bir mektubu üzerinde, vahdetinin hatemleri çoğalıp tezahür etmektedir.

Evet, her bir dağ ve derede ve her bir sahra ve bâdiyede bulunan bütün çiçekler, ağaçlar ve nebatlar, belki bütün toprak taneleri ve zerrelerin herbirisi, nakış ve eseri açık olan birer hatem olup dikkat-i nazar sahibine gösterirler ki; meselâ bir mühür gibi olan şu ağaç eserinin sahibi kim ise, elbette o, şu ağacın bulunduğu mekânın dahi kâtibidir. Ve o mekânın kâtib ve sahibi olan zat, elbette ruy-i zeminin ve batn-ı bahrin (Denizlerin içinin) dahi kâtibidir. Ve öyle ise, o zat elbette sahife-i semavattaki pek çok ecramın ve şems ve kamer noktalarının dahi nakkaşıdır. (C.C.) ([11])

جَلَّ جَلاَلُهُ نَقَّاشِهَا اَللهُ اَكْبَرُ كِه لاَ اِلۤهَ اِلاَّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَنْد عَالَم

5. Mertebe[]

اَللهُ اَكْبَرُ Cenab-ı Allah, herşeyden daha büyüktür. Çünkü o, öyle bir Hallâk-ı Kadir ve Musavvir-i Basir'dir ki; şu ecram-ı ulviye ve kevakib-i dürriye onun uluhiyet ve azametinin nuranî bürhanları ve rububiyet ve izzetinin ziyadar şahidleri olarak şa'şaa-i saltanat-ı Rububiyetinin vüs' atini ve azamet-i kudretinin haşmetini nida edip bağırıyorlar. Şimdi şu:

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا ... الخ

âyet-i kerimesini dikkatle dinle! Sonra semanın yaldızlı yüzüne nazarı çevir, bak! Nasıl intizam-ı hilkat ve ittizan-ı san'at ile beraber sükûnet içinde bir sükûtu, hikmet içinde bir hareketi, haşmet içinde bir parlamayı, zinet içinde bir tebessümü görürsün.

Evet, semavat kandilleri, mevsimlerin tebdili için kemal-i şa'şaa ile parlamaları ve gökyüzünün nazenin lâmbaları, maalim için (yani yol ve yön gösterip alâmet ve nişan olmak ve sair hikmetler için) cilve-endaz olmaları; ve asumanın yıldızlarıda, âlemleri süslendirmek için şa'şaa-nisar olmaları; elbette ehl-i şuur ve akla bu âlemin tedbirini gören nihayetsiz bir saltanatı ilan edip gösteriyorlar. Öyle ise, böyle bir Hallâk-ı Kadir ve Alîm, herşeyi ilmiyle bilir ve irade-i şamilesi ile herşeyi bilerek irade ediyor. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَ مَا لَمْ يَشَاْ لَمْ يَكُنْ Yani, herşey ancak onun iradesiyle vücud bulur, onun irade-i ezeliyesi olmazsa hiç bir şey vücuda gelemez. Ve hiç bir emir, husul bulmaz. Ve hem zat-ı eceli ve a'lası, her şeye muhit olan kudret-i mutlaka-i zatiyesi ile kadirdir.

Evet nasılki bu gündüz içinde şu güneşin vücudu bulunup da hararetsiz, ziyasız olması mümkin ve mutasavver değildir. Öyle de; semavat ve arzın bir İlâh ve Halikı olsun da, fakat o ilâh ve halikın muhit bir ilmi ve nihayetsiz bir kudreti olmasın. Demek bizzarure arz ve semavatın ilah ve halikı, zatına lâzım-ı zatî olan bir ilm-i muhit ile herşeye ilim ve ıttılaı vardır. Ve o ilm-i muhit, bütün eşyaya taalluk etmesi zarurîdir. Hem huzur ve şuhud ([12]) ve nüfuz ve ihata-i nuraniye sırlarıyla, hiç bir şeyin ondan infikâk etmesi mümkün değildir.

Evet, bütün mevcudatta müşahede edilen ölçülü intizamlar ve intizamlı ölçüler; ve âmm ve umumî hikmetler; ve tam ve mükemmel inayetler; ve intizamkârane kaderi kalıplar; ve hal-i hazırdaki cüz'iyatın semeredar ahval ve keyfiyatları; ve nevilerin iki had ortasında muayyen ecelleri; ve herşeyin kendine münasib bir tarzda mukannen olan rızıkları; ve bir kanun-u hikmet içinde her şey müfennen bir ittikan-ı san'at içinde bulunması; ve herşey gayet ihtimamkârane dekaik-i san'at ile bezenip süslenmesi; ve herşey ve bütün mevcudat gayet derecede kemal-i imtiyaz ile teşahhusları; ve bir tartı ve ölçü ile ayak atmaları; ve bir intizam içinde herşeyle münasebettarane vaziyet almaları; ve bir ittikan-ı san'at içinde rengârenk nakışlar izhar etmeleri; ve bütün bunlarla beraber her şey nihayet derecede bir sühulet-i mutlaka içinde vücud-pezir olması, elbette ve elbette bir Allâm-ül Guyûb'un herşeyi daire-i ihatasına alan ilm-i muhitine şahidler ve delillerdir.

Hem اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَ هُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ âyet-i kerimesi de delâlet ediyor ki; bir şeyin vücud bulup var olması, elbette bir ilmi istilzam eder. Ve eşyadaki nur-u vücud dahi, o eşyada bir nur-u ilmi istilzam eder.

Evet insanların san'atlarının güzelliğinin dercesi nisbetinde, o san'at sahibi insanın şuur ve ilmine delâlet ettiğinin; insanın hilkatındaki Hâlık-ı İnsan'ın ilmine delâlet etmesine nisbeti ise, karanlık bir gecede bir yıldız böceğinin ışıkçığının, gündüz ortasında şeffaf şeylerin yüzünde parlayan güneşin şa'şaalı ziyasına nisbeti gibidir.

Hem nasılki o Hallâk-ı Alîm, herşey daire-i ilmindedir ve ihatası var. (Ve kat'î isbat edildi.) Öyle de, o Hallâk-ı Alîm herşeye müriddir. (Yani, irade ve ihtiyar-ı ezelîsiyle herşeye bilerek, görerek, isteğiyle vücud veriyor.) O'nun irade ve meşietinden hariç hiç bir şeyin vücudu tahakkuk etmesine imkân yoktur.

Hem nasılki, O'nun kudret-i İlahiyesi kendini âsâr ve mevcudat ile gösterdiği; ve O'nun ilm-i ezelîsi de kendini mevcudattaki temyiz ve tefrik fiiliyle irae ettiği gibi; öyle de onun irade-i mutlakası dahi eşyaya ve mevcudata, herbirisine hâs ve lâyık ve münasib bir mahiyet ve model ve sima ve şahsiyet tahsis etmesiyle kendini açıkça izhar edip bildiriyor. Yani, eşyanın vücudu bir irade-i ezeliyenin meşietine mazhariyetinden sonra varlıkları tahakkuk eder, meydana çıkar. Öyle ise onun irade ve ihtiyarının şahidleri, eşyanın keyfiyât ve ahval ve şuunatı kadardır denilebilir.

Evet mevcudatın gayr-ı mahdud imkânat arasında ve pek çok akîm yollar içinde ve nihayetsiz müşevveş ihtimaller mabeyninde ve birbirine zıd ve muhalif ve sel gibi akan unsurların elleri ortasında mütereddid iken, birden şu en dakik ve rakik nizam ile, mahsus sıfatlarla intizamkârane dizilerek vücuda gelmeleri; ve şu gözümüz önündeki gayet hassas ve cessas bir terazi ile tartılmışçasına ölçülü hey'etleri; ve hayatdar, muhtelif mevcudat-ı muntazamanın basit ve camid şeylerden yapılışları meselâ insanın bütün cihazatıyla bir nutfeden ve kuşun bütün cevahiriyle bir yumurtadan ve ağacın bütün a'zasıyla bir çekirdekten halkedilmesi gibi keyfiyetler, elbette delâlet eder ki; herşeyin tahassüs ve taayyünü ancak onun irade, ihtiyar ve meşiet-i sübhaniyesi iledir.

İşte nasılki bir cinsten olan eşyanın ve bir neviden olan ferdlerin aza-yı esasiyede birbirine tevafuk etmeleriyle; bizzarure onların sani'lerinin vâhid-i ehad olduğuna delâlet eder. Öyle de; hadsiz muntazam alâmet-i farikayı müştemil olan teşahhusat-ı mevcudatın gayet hikmetdarane temayüzleri dahi delâlet eder ki; o Vâhid ve Ehad olan Sani', bir Fâil-i Muhtar ve Mürid'dir. يَفْعَلُ اللهُ مَايَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَايُرِيدُ Yani eşyayı istediği şekilde yapar, çevirir ve dilediği tarzda rububiyet ve uluhiyetinin ahkâmını icra eder. (C.C.)

Hem nasılki o Hallâk-ı Alîm ve Mürid, ilm-i ezelîsiyle herşeyin bütün ahval ve keyfiyatını bilir ve irade-i şâmilesiyle bütün eşyayı halkeder. Hem o Zat-ı Alîm ve Mürid'in; herşeyi ve heryeri kaplayan ve ihata eden bir ilm-i muhiti ve şamil bir iradesi ve bir ihtiyar-ı tammı vardır. Kezalik onun zat-ı akdesinden neş'et eden ve zatının lâzımı olan zarurî-yi zatî ile bir kudret-i mutlaka-i kâmilesi dahi olacaktır. Öyle ise, böyle kâmil bir kudretin zıddı olan aczin tedahülü muhaldir. Yoksa bil'ittifak muhal ender muhal olan cem'-i zıddeyn lâzım gelecektir. Şu halde o kudrette meratib olamaz. Öyle ise o kudrete nisbeten zerrelerle yıldızlar, az ile çok, küçük ile büyük, cüz'î ile küllî, cüz ile küll, insan ile âlem, çekirdek ile ağaç mütesavidirler.

Evet nuraniyet, ([13]) şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam ve imtisal sırlarıyla mevcudatta müşahede olunan bir sür'at-i mutlaka; ve mutlak bir suhulet; ve sonsuz bir kesret-i mutlaka içindeki mutlak bir intizam; ve mutlak bir ölçülülük ile mutlak bir imtiyazın şehadetiyle; hem imdad-ı vâhidiyet, yüsr-ü vahdet ve tecelli-i ehadiyet sırlarıyla; ve vücûb ve tecerrüd ve mübayenet-i mahiyet hikmetleriyle; ve adem-i takayyüd ve adem-i tecezzî ve adem-i tahayyüz sırlarıyla; hem avaik ve mevani' o kudret-i ezeliye kanunlarına kolaylık vesileleri olması hikmetiyle -ki onlara hiç ihtiyaç yok faraza ihtiyaç olsa da, o manialar ve âikalar insanın a'sab ve damarları gibi veya demir hatları, (yani kablo telleri) seyyalat-ı latifenin nakline vesile ve vasıta olmaları gibi sırlarla;

Hem, zerre gibi küçük mahluklar ve cüz ve cüz'î, az ve küçük, çekirdek ve insan gibi şeyler; dekaik-i san'at ve cezalet-i hikmet itibariyle; yıldızdan, nev'den, küllden, külliden, çoktan, büyükten, âlemden ve ağaçtan daha aşağı ve az san'atlı olmadığı hikmetiyle, elbette bu küçükleri halkeden Hâlık ve Sani; şu büyüklerin icad ve halkı ondan uzak görülmez. Çünkü muhatlar (yani şu âlem ve kâinat içinde ve tarlasında ekilen ve serpilen mevcudat) muhitin yani bütün erkan-ı kâinatın birer küçültülmüş mektubu veya kâinattan sağılmış birer damla ve noktadır. Şu halde muhit de bizzarure Hâlık-ı muhatın kabza-i tasarrufunda olması lâzımdır ki, muhitin numunesini; hikmetinin mizanlarıyla ondan sağıp desatir-i ilmiyesiyle muhatta dercedebilsin. Öyle ise, bu cüz'iyat ve numuneleri ibraz edip gösteren zatın kudretine elbette o külliyatın ibrazı zor gelmez, ağır olmaz.

Evet, esir zerratıyla bir cevher-i ferd üstünde yazılan bir Kur'an-ı Hikmet, nasılki semavat sahifeleri üstünde, yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle yazılan bir Kur'an-ı Azamet'ten cezalet-i san'at cihetiyle daha az ve kıymetçe daha aşağı değildir. Öyle de: bir arı ve bir karıncanın hilkati, cezaletçe bir ağacın hilkatından geri kalmadığı gibi; bir zehrenin (çiçeğin) san'atı dahi cezalet-i san'atça, gökte parıldayan Zühre yıldızından aşağı değildir ve hakeza kıyas et!

İşte, icad-ı eşyadaki nihayet derece kemal-i suhulet, nasılki ehl-i dalaleti; hadsiz hurafeler ve muhalatı müstelzim olan ve akılları onu düşünmekten kaçıran; belki hayal ve evhamları bile tevehhümünden tenfir ettiren; eşyanın teşkilini, teşekkülle iltibas vartasına düşürmüş. Öyle de ehl-i hak ve hakikata da, Hâlık-ı Kâinatın kudretine nisbeten zerrat ile seyyarat beraber müsavi olduklarını gayet kat'î ve zarurî bir şekilde isbat eder.

جَلَّ جَلاَلُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ وَ لاَ اِلۤهَ اِلاَّ هُوَ

6. Mertebe[]

جَلَّ جَلاَلُهُ وَ عَظُمَ شَانُهُ اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا

Yani: Celal ve azameti ve haşmet-i saltanatı zahir ve bahir olan ve şe'n-i kudretinden neş'et eden âsâr ve ef’ali gayet azîm bulunan Hz. Allah (C.C.) kudret ve ilmiyle herşeyden daha büyüktür. Zira o öyle bir Âdil-i Hakîm, Kadir-i Alim, Vâhid-i Ehad bir Sultan-ı Ezelî'dir ki; bütün bu âlemlerin küllisi onun nizam ve mizanının, tanzîm ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadırlar. Ve hey'et-i mecmua-yı âlem, hepsi birden onun sırr-ı vâhidiyetinin mazharı olduğu şuhudî bir hads ve belki müşahede ile sabittir. Çünkü kâinat içinde nizam ve mizan, tanzîm ve tevzin dairelerinden hariç hiç bir şey yoktur. Evet bu nizam ve şu mizan, "İmam-ı Mübin" ve "Kitab-ı Mübin" hakikatlarından iki babdırlar. Ve bir Alim-i Hakîm'in ilim ve emrine ve bir Aziz-i Rahim'in kudret ve iradetine iki unvandırlar. İşte o nizam, bu mizanla beraber, o Kitab-ı Mübin bu İmam-ı Mübin içinde olarak; başında iz'anı ve yüzünde iki gözü bulunan için; kevn ü zaman içindeki eşyadan hiç bir şeyin ([14]) bir Rahman'ın kabza-i tasarrufundan ve bir Hannan'ın daire-i tanzîminden ve bir Mennan'ın inayet ve tezyininden ve bir Deyyan'ın ölçü ve programından hariç olmadığını ve taşrasına çıkamadığını isbat eden iki bürhan-ı neyyirdirler.

Elhasıl: Hallakiyette, yani mevcudatı yaratmakta ism-i Evvel ve Âhir'in tecellileri, mebde' ve müntehaya ve asıl ve nesle ve mazi ve müstakbele ve emir ve ilme nazırdırlar. Bu iki ismin bu mezkûr tecellileri de İmam-ı Mübin'e işaret ederler. Amma İsm-i Zahir ve Bâtın'ın Hallakiyet zımnında eşyadaki tecellileri ise, Kitab-ı Mübin'e işaret ederler.

İşte, kâinatın heyet-i mecmuası büyük bir ağaca benzediği gibi, onun içindeki her bir âlem dahi birer ağaç gibidir. Öyle ise biz dahi cüz'î bir şecereyi, kâinatın ve içindeki enva' ve âlemlerinin hilkatlarına misal getireceğiz. İşte şu cüz'î şecerenin asl u esası ve bir mebdei vardır ki, o da üzerinde tenebbüt edip neşv ü nema bulduğu onun çekirdeğidir. Hem o ağacın ölümünden sonra vazifesini devam ettiren bir nesli de vardır ki, o da yine meyvesinin içindeki çekirdek ve nüvesidir.

Demek, bu ağacın mebde' ve müntehaları İsm-i Evvel ve Âhir'in tecellilerine mazhardır. Âdeta onun mebde' ve çekirdek-i aslîsi olan tohumu, hikmet ve intizamı ile, ağacının bütün desatir-i teşekkülünün mecmuundan terkib edilmiş bir fihriste ve bir tarihçenamesi gibidir. Ve bu ağacın dallarının nihayetlerindeki meyvelerinin içlerinde bulunan tohum ve çekirdekleri ise, İsm-i Âhir'in tecellisine mazhardırlar. Demek oluyorki; kemal-i hikmet ile meyvelerin cevfinde bulunan tohumlar, güya küçücük birer sandukçadırlar ki, ondan inşa edilen ağacının şeması ve tarifenamesi o sandukçalarda tevdi' edilmiştir. Hem güya kalem-i kader ile gelecek ağaçların desatir-i teşekkülleri ve programları, o çekirdek ve tohumların içinde yazılmıştır.

Ve bu ağacın zahiri ise, tecelli-i İsm-i Zahir'e mazhardır ki, onun zahiri o kadar intizam ve tezyin ve hikmet içindedir ki, âdeta onun dış yüzü kemal-i hikmet ve inayetle o ağacın boy ve kametinin miktarına göre biçilmiş, işlenmiş süslü ve muntazam bir hülledir, bir kaftandır.

Ve o ağacın bâtını ise, İsm-i Bâtın'ın tecellisine mazhardır ki, akılları hayrette bırakan ondaki intizam ve tedbir ile; ve onun muhtelif azalarına kemal-i intizamla mevadd-ı hayatiyeleri tevzi' edilmesinden, adeta o ağacın içi ve bâtını gayet derecede ölçü ve intizam içinde çalışan hârika bir makinadır.

İşte nasılki o ağacın evveli acib bir tarifename ve âhiri hârika bir fihriste olmakla, İmam-ı Mübin'e işaret ediyor. Öyle de onun zahiri, gayet acib san'atlı bir hülle, bir elbise ve onun bâtını nihayet intizam içinde çalışan bir makine gibi olmakla da, Kitab-ı Mübin'e işaret ederler.

Evet insanlardaki kuvve-i hafızalar nasıl ki, levh-i mahfuza işaret eder ve ona delildir. Öyle de, bütün ağaçlardaki çekirdek-i asliyeleri ve her bir ağaçtaki meyveleri dahi İmam-ı Mübin'e işaret ettikleri gibi; zahir ve bâtın vaziyetleri de Kitab-ı Mübin'e remzederler.

İşte bu cüz'î ağaca, arz şeceresini mazi ve müstakbeli ile ve kâinat şeceresini evail ve âtîleriyle.. ve insan şeceresini ecdad ve ensaliyle kıyas et! Ve hakeza, şecere-i kâinat Halikının celal ve azameti gayet celil ve zahir olduğu gibi, ondan başka hiçbir veçhile uluhiyetine şerik olacak bir ilah yoktur, âmenna.

Ey kebir Allah! Sen öyle bir büyüksün ki, bütün ukûl toplanıp bir tek akıl olsalar dahi, senin vasf-ı azametini hakkıyla anlayıp tavsif edemedikleri gibi, bütün fikirler de cem' olsalar, senin künh-ü ceberûtuna erişemezler.

7. Mertebe[]

جَلَّ جَلاَلُهُ اَللهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا

Evet o öyle bir Hallâk-ı Fettah ([15]) , Fa'al-i Allâm, Vehhab-ı Feyyaz olan bir Şems-i Ezel'dir ki, şu kâinat bütün envaiyle, mevcudatıyla onun zılal-i envarı ve âsâr-ı ef’ali ve esma-i hüsnasının enva-i tecelliyatının çeşitli elvan-ı nukuşu ve onun kalem-i kaza ve kaderinin hat ve çizgileri ve onun kemal ü celal ü cemal ve sıfatının tecelliyatının ayineleri olduğu, Şahid-i Ezelî olan Zat-ı Zülcelal'in bütün gönderdiği kitablarının ve suhuflarının; ve hem tekvini ve Kur'anî bütün âyetlerinin icma'larıyla sabittir. Hem bütün âlemle birlikte küre-i arz icma' halinde olarak zatında ihtiyaç ve iftikaratlarıyla beraber, onun yüzünde ve üstünde bir servet-i mutlaka ve bir gına-i mutlak tezahürünün şehadetiyle kat'îdir. Hem bütün ehl-i şuhud olan rûşen-zamir ve nuranî ruhlar ve münevver kalbler ve ziyalı akıllar sahibi olan bütün enbiya, evliya ve asfiyanın icma' halinde bütün tahkikat ve keşfiyatları ve füyûzat ve münacâtları neticesinde o hakikata ittifakla şehadet etmeleridir.

İşte başta bütün bu ehl-i şuhud ve ashab-ı zevk olarak, küre-i arz ve ulvî ve süflî bütün ecram, küll halinde Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ile birlikte icmakârâne ittifak etmişlerdir ki; şu mevcudat, Zat-ı Vâcib-ül Vücud'un kudretinin eserleri ve kaderinin mektubları ve esmasının aynaları ve envarının temessülleridirler.

جَلَّ جَلاَلُهُ وَ لاَ اِلۤهَ اِلاَّ هُوَ

Hatime[]

(Birkaç mesail-i meşhude-i müteferrika hakkındadır)

BİRİNCİ MES'ELE: Bil ki, ben hayatta sağ kaldıkça Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (K.S.) Hazretlerinin dediği gibi derim:

مَنْ بَنْدَهءِ قُرْاۤنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ.. مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدِ مُخْتَارَمْ

(Ben, hayatta kaldıkça, Kur'anın bendesiyim. Ben Muhammed-i Muhtar'ın (A.S.M.) yolunun toprağıyım.)

Evet, çünkü ben Kur'an-ı Hakîm'i bütün feyz ve nurların menbaı görüyorum. Ve benim eserlerimde hakaikın güzelliklerinden her ne ki varsa, ancak Kur'an'ın feyzinden muktebestirler. İşte bunun içindir ki, bütün eserlerimin i'caz-ı Kur'anın mezayâsından bir nebze zikretmesinden hâlî kalmasına kalbim razı olmuyor. "Lemaat" nâm kitabımda i'caz-ı Kur'anın kırktan ziyade envaını zikretmişimdir. Burada teberrüken yalnız bir mes'elesini zikredeceğim. O da budur:

İşte bir kelâm için "kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş ve hangi makamda söylemiş?" olan tabakalara bak!

Evet, bir kelâmın ulüvv-ü mertebesinin menbaları ve onun kuvveti ve hüsn ü cemali dörttür: 1- Mütekellim.. 2- Muhatab.. 3-Maksad.. 4- Makamdır. Yoksa ediblerin 'yalnız makamdır' deyip sapıttıkları gibi değildir. Hem bir kelâmın lafzı, o kelâmın cesedi değil, belki libasıdır. Ve onun içindeki manası ise, onun ruhu değil, belki bedenidir. Fakat o kelâmın ve sözün hayatı ise, ancak mütekellimin niyetinden ve hissiyatından can alır. Ve onun niyet ve hissine göre hayatlanır. Amma kelâmın ruhu ise, ancak mütekellim tarafından içine nefh edilen manadır.

İşte eğer kelâm, emir veya nehiy ise; elbette mütekellimin derece ve makamına göre irade ve kudreti tazammun edecektir. Ve mütekellimin derecesinin ulviyeti nisbetinde o kelâmın ulviyet ve kuvveti de tezauf eder.

Evet temenninin ebatılından neş'et eden fuzuliyane ve gayr-ı mesmu' bir emir nerede? Ve kudret ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nâfız bir emir nerede?

İşte bak! يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَائَكِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى emri nerede? Ve beşerin cemadata karşı mecnunların hezeyenvarî اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ olan boş hitabı nerede?

Ve keza haşmetli bir kumandanın mutî' olan büyük ordusuna "Arş" deyip, 'Allah'ın düşmanlarına hücum' diyerek ve o orduyu hücuma geçirip, o düşmanı mağlub ettiren bir emri nerede? Sonra aynı bu "Arş" emri, hakîr ve bir tek neferi dahi tahrik edemiyen bir neferden sudur etmesi nerede?!.

Hem hakikî bir malikin ve hükmü nafiz, emri müessir bir âmirin ve iş başında işleyen mahir bir san'atkârın ve bilfiil ihsan ve in'am eden bir mün'imin yaptığı işlerinin tasvirini yapmak üzere: «Bu işleri böyle böyle yaptım ve bunları onun için, şunları da bunun için yapıyorum» demesi gibi, 'Sizin dünya hanenize arzı, yani toprağı serip gökleri o hanenizde dam yaptım' demesi nerede?..Ve sonra bir serserinin ve bahsettiği şeylerle hiç teması olmayan bir gevezenin fuzuliyane olan bir tasviri nerede?

Hem gökteki hakikî yıldızların aynıları nerede? Ve o yıldızların cam parçaları içinde görünen ve varlıklarıyla yoklukları müsavi olan geçici, seyyal, küçücük timsalleri nerede?

Evet, Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Zülcelalinin kelâmının melaike misal kelimeleri nerede? Sonra beşerin tezvirkârane ve hayalî tarzda zenbur (Eşek arısı) gibi vızıltıları nerede?

Hem her bir lafzı, hitab-ı ezelîyi tazammun etmekle beraber ilim, kudret ve iradeyi de içine alarak, Arş-ı Rahman'dan nur saçarak gelen ve hidayetin sadefleri olan ve imanın hakaiki ve metin esasları bulunan elfaz-ı Kur'aniye nerede? Sonra insanın hevaî ve hevesi, manasız ve boş elfazı nerede?

Hem dahi, dal-budak salan ve yaprak ve çiçek ve semere vermiş olan haşmetli bir ağacın aslı ve kendisi nerede?. Sonra birisi o ağacın semerelerinin hakikî suretlerini bozacak ve ukde-i hayatiyelerini de izale edecek bir surette bazı meyvelerini alıp diğer bir madde ile karıştırmak suretiyle yaptığı bir macun ile ağacın taklidi nerede?

Evet Kur'an, öylesi manevî bir ağacı inbat etmiş ve o ağacın her bir çekirdeği, her bir tohumu öyle ilmî düsturlara ve semeredar manevî ağaçlara inkılab etmiştir ki; şu îslâm âlemi, bütün maneviyatıyla ve a'maliyle ondan terekküb ve teşekkül etmiştir. Evet, âlem-i İslâm, bütün fikir silsilelerini Kur'an'dan alarak, bütün erbabı fikirler Kur'anın meanisinde şimdiye kadar o kadar tasarruflar yapmışlardırki, âdeta bugün Kur'anın hakaik-ı ulviyesi ulûm-u mütearife ve müselleme hükmüne geçmiştir.

İşte hal böyle iken, birisi kalkıpta, o hakikatlardan alıp suretini bozmak tarzıyla, onlarda bazı tasarruflar yapsa, ve içlerinden ukde-i hayatiyeyi izale eylese.. ve sonra da bu adam, kendi bozuk zevkini âyetlere bir ölçü alsa; ve zu'munca -tehevvüsüne göre- güya onları süslüyorum dese, acaba çocukça olan bir heves ile, yontulan taşlarla arazî bir şekilde oyuncak duvarlar yapıp eğlendikleri şey ile; gayet muntazam ve mahirane dizilmiş ve üstadane yerleştirilmiş olan cevahir ve incilerin vaziyet-i muntazamaları arasında nasıl muvazene mümkün olacaktır? Heyhat!

Evet ben kat'iyyen gördüm ki; Kuranın cemal-i i'cazını görmeklik, kalbin selâmet ve sıhhat derecesine tabidir ve ona göre görünür. Binaenaleyh mariz kalbli kimse, Kur’anın cemalini göremez. Ancak onun marazının ona teşvih edip çirkinleştirdiği bir sureti görebilir.

Demek Kur'anın üslûbu ile kalb, ikisi karşılıklı iki ayna tarzında birbirleri içinde in'ikas ediyorlar.

Nükte ve Noktalar[]

1. Nükte[]

İ'lem.. Herşeyin üstünde müşahede edilmekte olan bir şuur, ilim ve basarın eserleri içinde bir ıtlak var. Itlak ise, o şuur ve ilim ve basarın adem-i tenahiliğine işaret eder. Öyle ise, mütenahî ile mukayyed olan bir şuur ve ilim ve basarın o eserlere sahib çıkması mümkin ve müyesser olmaz.

Evet, ıtlakın ve nihayetsizliğin hüküm ve kudretlerinin bir zerresi dahi, mahdud ve mukayyedlerin kudretinden hadsiz derece büyüktür ve yüksektir.

Eğer bu hakikatin fehme yakınlaşmasını istiyorsan; çok kayıdlarla mukayyed olan âlem-i şehadetten doğru, ıtlaka en yakın olan âlem-i misale bak! Göreceksin ki; âlem-i şehadetten âlem-i misale bir nevi pencere olan cam gibi şeffaf bir cirmin, bir zerresinin kendi içine aldığı mümkinin misali suretleri, bütün yeryüzü dahi onların aynıyla içine alamaz.

2. Nükte[]

İman, herşeyin arasında bir uhuvvet, bir kardeşlik te'sis ettiği için; mü'minin ruhunda hırs, adavet, kin ve vahşet şiddetlenmez. Çünkü mü'min, nur-u imanın dikkatiyle en ş'edid düşmanıyla dahi bir nevi kardeşliği var olduğunu görüyor.

Fakat küfür, bütün eşya arasında öyle bir ayrılık, bir ecnebilik bırakır ki, adeta hiçbir nokta-i ittisal kalmaz. Onun için, kâfirde hırs, adavet, nefsini iltizam etmek ve ona itimad etmek gibi hisler şiddetlidir. Ve bu sırdandır ki; kâfirler dünya hayatında galip oluyorlar. Hem kâfir, dünyada hasenelerinin mükâfatını filcümle gördüğü; mü'min ise, seyyiatının cezasını ekseriya burada çektiği için; dünya mü'minin zindanı, kâfirin cenneti olmuştur.

Hem bil ki: İman iksiri bir kalbe girdiği zaman, o insan, Cennet ve ebediyete lâyık olacak bir kıymet alıyor ve bir cevher oluyor. Ve zulmet-i küfür ile insan, boş ve fanî bir kabuk hükmünde kalır. Evet, çünkü iman, o fani kısır altında sağlam, latif ve rasin bir lübbü görür, gösterir. Hem küfür ile insan, zevale maruz, muvakkat parlayan bir kabarcık hükmünde tevehhüm edildiği halde; fakat nur-u iman, onu ziyadar bir elmas olarak gösterir. Ve keza küfür, o fani ve boş kabuğu asıl ve lüb olarak gösterdiği ve yalnız onda saplanıp kaldığı için, insanın derecesi elmas iken, bir cam parçasına, belki bir buz parçasına, belki zail bir kabarcık vaziyetine iner, sukut eder. Evet ben bu geçen hakikati aynen böyle müşahede ettim.

3. Nokta[]

Ben kat’iyen gördüm ki: İnsanda felsefi ilimlerin ziyadeleşmesi, nisbetinde maraz-ı kalbinin ziyadeleşmesi ve maraz-ı kalbinin de ziyadeleşmesi, ulûm-u akliyenin ziyadeleşmesi nisbetindedir. Demek manevî hastalıklar, ulûm-u akliyeye götürdüğü gibi, ulûm-u akliye dahi emraz-ı kalbiyi tevlid eder.

Hem ben dünyanın iki yüzünü keşfedip gördüm.

Birinci Yüz: Zahirîsi filcümle muvakkat bir ünsiyet gösteriyorsa da, onun bâtını hadsiz vahşet ile doludur.

İkinci Yüz: Zahirîsi ekseriya ürkütücü bir vaziyet gösterir. Fakat bâtını ise, nihayet derece ünsiyetlidir. İşte Kur'an, insanların nazarlarını âhirete bakan ikinci yüze tevcih ediyor. Amma ademle bitişik oları evvelki yüz ise, âhiretin zıddıdır. Ve aksine ve tersine olarak evvelki yüzün güzelliği ikinci yüzce çirkindir; ve çirkinliği bunda güzelliktir.

Ve keza yine gördüm ki; mümkindeki enaniyete tabi varlığının yüzü ademe götürür ve ona inkılab eder. Fakat enaniyetin terki ile ondaki yokluk ve ademin yüzü ise, Vâcib-ül Vücud'a nazar eder.

İşte eğer sen var olmayı seviyorsan, enaniyet cihetinde yok ol ki, vücud bulasın.

4. Nükte[]

İ'lem.. Ey kardeş bil ki; bu risalenin mukaddemesinde zikrettiğim dört kelimelerden birisi olan (niyet) ki, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür.

Evet niyet, öyle acib bir iksirdir ki; kendindeki hasiyetlerle toprak gibi ehemmiyetsiz âdetleri ve kum gibi kıymetsiz hareketleri ibadet cevherine kalbettirir. Hem öyle bir ruh-u nafizdir ki; meyyit olan hâlât, onunla dirilip canlı, hayatdar ibadetlere çevrilirler. Hem niyette seyyiatı hasenata çevirip tebdil eden bir hasiyet dahi mevcuddur.

Demek niyet, bir ruhtur. Onun da ruhu ihlastır. Öyle ise kurtuluş ve halâs, yalnız ihlas iledir. Evet niyetteki şu hasiyet sebebiyle kısa bir zaman zarfında uhrevî, pek çok amel kazanılması mümkün oluyor. Öyle ise o hasiyetin himmetiyle şu az ömürde kazanılan amel ile, Cennet'in satın alınması mümkindir. Hem niyet ile insan, bütün hayatında daima şakir olabilir.

Evet dünyadaki lezaiz ve ni'metler, iki vecihle koparılıp alınır. Birinci vechi budur ki; insan, niyet sebebiyle "Şu ni'metleri bana Rahim ve Muhsin bir el uzatmıştır" der, nazarı ni'metten in'ama intikal eder. Şu halde o insan, nefs-i nimetten daha çok, bu niyetle mütelezziz olabilir.

İkinci vecih ise: Lezzeti, nefsinin tehevvüsüyle taharri eder. İn'amı hatırına getirmez. Onun nazarı, bu yolda yalnız nimet ve lezzetlerin zatları üzerine münhasır kaldığından, lezzeti ganimet telakki ederek minnetsiz koparır, belki gasbeder.

İşte birinci vecihte: Nimet'in lezzeti zeval ile öldüğü halde, ruhu baki kalır, yani bu ni'metleri bana in'am edenin rahmeti, beni düşünüyor, beni unutmuyor der. İşte böyle bir tahattur ise, kalb ve hatırda Mün'im ile bir rabıta ve bir münasebettir.

Amma ikinci vecihte ise; muvakkat olan lezaiz, sadece zeval ile ölmüş olmuyor; tâ ki ruhu baki kalsın. Belki büsbütün sönüyor; ancak duhanı kalıyor. Musibetin ise duhanı söner, kurur, fakat nuru baki kalır. Lezzetin duhanı ise. onun zeval ve günahlarıdır.

Eğer insan, iman nuruyla dünyadaki meşru' lezzetlere ve âhiretteki baki ni'metlere bakabilirse, sadece bir hareket-i devriye ve emsallerin birbirini takib eden bir vaziyet görecektir. Öyle ise, bu vaziyette nimet ve lezzetlerin mahiyetleri sönmez, ancak cüz'î teşahhuslardan bir firak ve bir iftirak hasıl oluyor. Bunun içindir ki, burada ikinci vechin hilafına olarak, lezaiz-i imaniye zeval ve firakın elemleriyle âlûde olmuyor. Evet herbir lezzetin bir zevali vardır ve o zeval bir elemdir. Belki zevalin tasavvuru dahi bir elemdir. Çünkü ikinci vecihteki vaziyet, bir hareket-i devriye tarzında değil, belki müstakim ve yeknesak bir tarzda giden bir harekettir. O halde bunda olan lezzetler, ebedî bir ölüme mahkûmdur.

5. Nokta[]

İ'lem.. Ey kardeş bil ki: Esbaba (fazlaca) bağlanmak, zillet ve ihanet getirmeye sebebdir. Görmez misin ki; kelb, on tane sıfat-ı hasene ile şöhret bulduğu ve hattâ onun sadakat ve vefadarlığı dillerde destan olup darb-ı mesellere medar olduğu halde, onun bu güzel hasletlerinden dolayı insanlar arasında mübarek olması lâzım gelirken, mübarekiyet şöyle dursun; biçarenin başına insanlar tarafından "pistir, necistir" diye ihanet darbeleri iniyor. Halbuki tavuk, inek, hattâ kedi gibi hayvanlarda, beşerin ihsanına mukabil bir şükran ve sadakat hissi olmadığı halde, insanlar arasında mübarekiyet ile müşerref oluyorlar.

İşte bunun sebebi ise; kelbin kalbi kırılmamak ve gıybet sayılmamak şartıyla derim ki: Kelb, hırs hastalığı sebebiyle o derece sebeb-i zahirîye ehemmiyet veriyor ki; bir cihette onu Mün'im-i Hakikî'den gaflete sokmak derecesine kadar götürüyor. Ve bu gafletten dolayı vasıtayı müessir tevehhüm ediyor. İşte o da gafletinin cezasını tencis tokadıyla tadıyor ki, temizlensin. Hem gafletinden dolayı keffaret olmak üzere ihanet darbesini yiyor ki, intibaha gelsin.

Fakat sair mübarek hayvanlar ise, vasıtaları tanımadıkları gibi, onlara bir kıymet, bir değer de vermiyorlar. Hattâ belki edna bir değer dahi vermiyorlar.

Meselâ kedi, sana karşı tazarru' ve niyaz eder, tâ ihsanı alıncaya kadar... İhsanı aldıktan sonra, sanki ne o seni tanır, ve ne de sen onu tanıyorsun. Hem kedi, kendi kalbinde senin ihsanına karşı herhangi bir şükran hissini duymaz. Belki ancak Mün'im-i Hakikî'ye şükreder ki, "Ya Rahim, ya Rahim, ya Rahim" diye zikreder. Çünkü onun fıtratı, yalnız Sani'i tanır; ve şuurî veya gayr-ı şuurî ona ibadet eder.

6. Nükte[]

Ben kat'iyen müşahede ettim ki; eğer herşey Cenab-ı Hakk'a isnad edilmezse, o zaman bir anda birbirine zıd ve birbirinin misli gayr-ı mütenahî ilahların isbatı lâzım gelmekle; o ilahlar, âlemin zerrat ve mürekkebatı adedince ziyadeleşirler. Öyleki, o ilahların herbirisi mecmu-u âleme elini uzatıp onda tasarruf edebilecek bir iktidara malik olmaları lazımdır.

Meselâ: arı nev'inin bir ferdini veya üzüm taifesinin bir habbesini halkedebilen bir kudret, elbette kâinatın bütün anasırına nüfuz etmesi ve onların içinde hükmü cari olması lâzımdır. Çünkü o arı ve bu üzümün eczaları kâinatın mecmuundan alınmış birer enmüzeçtirler. Bununla beraber Vâcib-i ehad'den başka, âlem-i vücud içinde şerik-i uluhiyet için hiçbir mahal, hiç bir emare yoktur.

Amma eğer eşyanın icadı kendi kendilerine havale edilse, o zaman her bir zerrenin uluhiyeti isbat edilmesi lâzım gelecektir. Görmez misin ki; Ayasofya kubbesindeki taşların bani ve ustası nefy edildiği zaman, o kubbenin her bir taşı Mimar Sinan gibi birer mahir usta kesilmesi lazımdır.

Elhasıl: Kâinatın kendi Hâlık-ı Vahidine olan delâleti; kendi nefsine olan delâletinden çok mertebeler daha açık, daha nuranî, daha üstün, daha evlâ, daha fasih ve daha vazıhtır. Öyle ise, kâinatın inkârı mümkün olsa dahi, herşeye kadir olan bir Vâhid-i Ehad'in inkârı mümkin olamaz.

7. Nokta[]

Gaflet sebebiyle teşekkül eden dalaletin şe'ni ne kadar aciptir ki; masnuat mabeyninde câri olan sade ve basit bir mukarenetten ve muttarid, yeknesak bir deverandan (pekçok müteselsil muhalatın irtikâbiyle beraber) illiyeti nasıl ve ne suretle istihraç edebilmiştir. Halbuki eşyanın hiçbirisinde, asla ve kat'â o şeyin sani'ine şerik olmak noktasında bir sâdık emare ne tebeyyün etmiş ve ne de tahakkuk... Belki herşeyin san'atkârane icadı altında bulunan bir mechuliyetle, o şeyin icadı Vâcib-ül Vücud olan bir Kadir'in nihayetsiz kudretiyle olduğu inkişaf ve tezahür ediyor.

İşte veyl olsun şol insanın hasaretine, hüsran olsun onun cehaletine ki; şirk nasıl onun nefsinde ve aklında kendine bir mevki' almıştır, gör!..

8. Nükte[]

نَعْبُدُ "nûn"undaki sırr-ı cemaat; uyanık ve hüşyar bir musalliye sath-ı arzı mescid, bütün mü'minler o mescidde onunla beraber saf tutup namaz kıldıklarını, kendisinin de o cemaat-ı uzma içinde iştirak etmiş olduğunu görür ve gösterebilir.

Hem dahi لاَ اِلۤهَ اِلاَّ اللهُ ın zikri üzerinde bütün enbiya ve evliyaların icma'kârane vaziyetlerindeki seslerinin tevafuklarından dolayı, لاَ اِلۤهَ اِلاَّ اللهُ zikrini çeken bir zâkir için; zamanı İmam-ül Enbiya'nın (A.S.M.) taht-ı riyasetinde bir halka-i zikir görerek, yemin-i mazide enbiyalar (A.S.) oturup ve yesar-i istikbalde evliyalar (Kaddesallahu Esrarehüm) meclis kurup, aynı ses ile Allah'ı zikrettiklerini görmek mümkün olur. Evet o savt-ı zikre bir sem'-i şehid ile kulağını verip dikkatle dinleyebilen herkes, o sesi işitebilmesi mümkündür. Hattâ eğer, sem' ve basireti bir parça daha keskin ise, bütün masnuattan dahi o savt-ı zikrîyi işitebildiği gibi, kendini de o halka-i zikrin içinde görebilir.

9. Nokta[]

İ'lem.. Ey kardeş bil ki! Allahü Teala'nın masivasına olan muhabbet, iki çeşittir:

Birincisi: Yukarıdan iner. Yani evvelâ Allah'a muhabbet eder, sonra onun muhabbetiyle onun sevdiklerini de sever. İşte şu muhabbet, Allah'a olan muhabbetten bir şey noksan etmediği gibi, bilakis ziyadeleştirmektedir.

İkincisi: Aşağıdan yukarı çıkar. Yani evvelâ vesileleri sever ve onların muhabbetlerine dalar, tâ ki o muhabbetleri muhabbetullaha vesile ittihaz etsin. İşte şu muhabbet ise dağılır, parçalanır ve bazan da kuvvetli bir vesileye rast gelse, muhabbetullaha giden yolu da keser. Onu tehlikeye atar. Şayet vâsıl olsa dahi, noksan olarak vâsıl olur.

10. Nükte[]

İ'lem.. Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Rezzak-ı Kerim (Celle şe'nühû) وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا âyetiyle bütün dabbelerin (yani, insan ve hayvanatın) rızıklarını taahhüd ediyor. Fakat rızık, iki kısımdır. Biri hakiki, biri de mecazîdir. Âyet ile tekeffül edilen rızık ise, hakikî kısmıdır. Amma sun'î olan mecazî rızık ise, lâzım olmayan şeylerin de lüzumunu iltizam ile ve sû-i ihtiyar ve muzır görenek ve âdetler ile tiryaki olup, hâcât-ı gayr-ı zaruriye, zaruriye hükmüne geçerek; yalancı ihtiyaçlar rızık suretini giyerler. İşte bu rızık, âyetle tekeffül edilen rızkın gayrısıdır.

Evet karanın balıkları olan patlıcanların ve denizin patlıcanları olan balıkların keyfıyet-i iaşelerinde insan bir düşünse ki; «kudret-i Fâtıra nasıl bunları böyle semizlettirmiştir.» Zira hepsi semiz olup içlerinde cılızı yoktur. Hiç umulmadık bir tarzda rızıkları gayet güzel bir şekilde onların ayaklarına koşup geliyor.

Evet kat’iyen bil ki, rızık hususunda vesvese etmek ye Rezzak-ı Zülcelal'i ittiham etmek derecesinde haram helâl demeden her kapıya baş vurmak, belahetten başka birşey değildir.

11. Nükte[]

İ'lem.. Ey kardeş bil ki: Şol musibetler ki. insan ve hayvanların masumları da giriftar olurlar. Caizdir ki, bu husus için insanın fehminin seziş ve kavrayışından daha dakik bir takım sebebleri olsun. Meselâ, meşiet-i îlahiye'nin düsturlarını havi olan şeriat-ı fıtriyesi teklif noktasında yalnız akla bakmıyor. Tâ ki, akıl olmadığı zaman, o şeriatın teklifi sakıt olsun. Belki o teklif, kalbe ve hisse de nazar ediyor. Hattâ belki istidada dahi bakar. Öyle ise kalbiyle, hissiyle hattâ istidadıyla dahi şu şeriat-ı fıtriyeye muhalif hareket edip suç işleyenler cezalandırılırlar.

Evet görüyoruz ki, hayvanlar hiss-i nefiste tam ve kâmildirler. Ve çocuklar, hiss-i kalbde baliğ ve mükemmeldirler. Belki senin çocuğunun hissi, senin aklından daha mükemmel ve daha çok müteyakkızdır. Çünkü meselâ, sen bir yetimi zulmen tokatladığın zaman, senin akın seni o zulümden menetmediği halde, fakat senin o zulmünü gören ve bakan çocuğunun hiss-i şefkati onu ağlatır. Eğer o çocuk senin yerinde olsaydı, onun o hiss-i şefkati, onu o zulümden vazgeçirirdi.

İşte madem ki bu iş böyledir; meselâ, bir çocuk hiss-i hevesi yolunda ve lehvini teskin için, o hassas olan hiss-i şefkatinin sesini duymayarak, biçare bir arıyı veya bir sineği parçalarsa, sonra şeriat-ı fıtriyenin kanunuyla düşüp kafası kırılsa, elbette müstehakkıdır.

Hem meselâ, dişi bir kaplan, kendi yavrusuna karşı şedid bir şefkati hissettiği ve kocasıyla beraber yavrularını himaye etme hissini duyduğu halde; sonra bu her iki his, onu biçare ceylanın yavrusunu parçalamaktan menetmeyerek, gidip o yavrucukları parçalasa, ve meselâ sonra gidip bir avcının kurşununa musab olsa, hakkı değil midir? Evet çünkü onun helal rızkı, hayvanatın ölmüş cenazeleridir, diri hayvanlar değil. İşte bundan dolayı bazı ahmaklar var ki; hayvanatı kendi kendine mâlik tevehhüm etmişler. Halbuki mezkûr tahkikatta geçtiği üzere, bu tevehhüm bâtıl olduğu isbat edildi. Evet Mâlik-ül Mülk olan Zat-ı Zülcelâli Ve-l İkram, kendi mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Fâil-i Muhtar olup, kendi irade ve meşietine göre iş yapar. لاَ يُسْئَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَ هُمْ يُسْئَلُونَ Yani, onun ef al-i rububiyetinden sual olunmaz. Fakat mahlukatın hepsi ef alinden suale çekiliyor ve çekilecektir.

Önceki Risale: LasiyyemalarMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Katrenin Zeyli: Sonraki Risale

  1. Katre Risalesi mukaddemesi olan Arabî aslında: “Bu risaledeki” ifadesiyledir. Ancak biz bu kaydı, umum Mesnevî'ye teşmil etmek için bu tarzda yazdık. (Mütercim)
  2. Bu taksimatta o lisanlar eksik gibi görünüyorsa da aslında tamamdırlar. Belki biz bilemiyoruz. Veyahut sevgili, muazzez Üstadımızın kudsî muradlarıyla hangisini irade ettiğine adem-i fehmimizdir. (Mütercim)
  3. 48-55 Arası lisanlar bu icmalde bahsedilmiş fakat tafsilat kısmında izah edilmemiştir. Yani gelecek tafsil kısmında sadece 47 adet lisanın izahı yapılmıştır. (mS)
  4. Yukarıdaki güneşe mukabil gelen yağmur kataratının aldığı te'sire remzeden misale bakıyor. (Mütercim)
  5. Şu altı sırlar tafsilen Nokta Risalesi ve Yirminci Mektub ve Yirmidokuzuncu Sözlerde mezkûrdur. -Müellif-
  6. Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı’nın ahirindeki Fatiha sonunda olan üç yolun beyanında görülen bir selahat-ı acibe-i ruhaniyeye işarettir. (Mütercim)
  7. Bu "Sübhanallah Babı"nın izahı 29.Lem'ada ve sair yerlerde bulunduğundan burada muhtasar yazıldı. -Müellif-
  8. Burası biraz izah ister, fakat ben yapamadım. (Mütercim)
  9. Bu mühim bab, mufassal bir surette Arabî Rehber'de neşredildiğinden bu risalede mücmelen yazıldı. -Müellif-
  10. Bu Üçüncü Mevkıf taki Üçüncü Mertebe, cüz'î bir çiçeği ve güzel bir kadını nazara alıyor. Koca bahar bir çiçektir, Cennet dahi bir çiçek gibidir. O mertebelerin mazharlarıdır. Ve âlem, güzel ve büyük bir insan; ve huriler nev'i ve ruhaniler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı, her biri bazan güzel bir insan hükmünde bu mertebenin gösterdiği esmayı, safahatıyla gösteriyor. -Müellif-
  11. Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfı'nın Zeyli'nde ve Yirminci Mektub'un İkinci Makamı'nda izah edilmiştir. -Müellif-
  12. Yirminci Mektub'un İkinci Makamı'nın ilm-i İlahî mebhasinde bu sırların izahı mevcuddur. -Müellif-
  13. Burada yalnız icmaline işaret edilen hakikatler, Yirminci Mektub'un İkinci Makamı'nda ve Yirmidokuzuncu Söz'de tafsilen muvazzahtırlar.
  14. Bu mertebe-i sâdise, sair mertebeler gibi yazılsa idi, pek çok uzun olacaktı. Çünkü İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin, kısa ifade ile beyan edilemez. Otuzuncu Söz'de bir nebze zikredildiğinden burada kitabeten kısa kesip, derste izahat verdik. -Müellif-
  15. Bu esma-i mübareke dürbünleriyle mevcudattaki cilveleri altında ef al-i İlahiyeye ve asarına bakmakla Müsemma-yı Zülcelal'e intikal edilir. -Müellif-
Advertisement