Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin NihayetidirBarla LahikasiMektubat'ın Üçüncü Kısmı (2): Sonraki Risale

Mektubat’ın Üçüncü Kısmı (1)[]

1. Parça[]

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

“Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” ismine hakikaten elyak olan Otuz Birinci Mektup’un On Birinci Lem’a’sını kardeşlerimle ve dostlarımla defaatle okudum. Gayet azîm bir tebşirat-ı Peygamberî ile başlayan bu risalenin on bir nüktesinden her bir nüktesi, başka bir hüsün ve başka bir letafette yazılmakla beraber; ittiba-ı sünnetin maddî ve manevî fevaidi ta’dad edilirken, akla açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakarak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile muterizlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele ediyor.

Ehl-i şevke “Benim gösterdiğim kapılardan girseniz müşkülatsız, ebedî bir saadete kavuşmuş olacaksınız.” diyerek ittiba-ı sünneti, her bir Müslüman’a, hayatında düstur ittihaz etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azîm olan dersini takrir ederken “Ben zahirde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risaleyim. Fakat hakikatte neşrettiğim nurla, çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki beni hâfızasında nakşederek benimle âmil olur.” diyerek beliğ ve çok yüksek ve nihayet derecede latîf sözleriyle bizleri irşad ediyor.

Bu hakaiki gösteren bu risaleden, gücüm yetse de yüz tane, iki yüz tane yazabilsem. Heyhat! Elim kısa, sa’yim mahdud, aczim her bir emr-i hayrı arzuma kadar îfaya mani. Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-ü kabul buyurulursa benim için ne büyük bir saadettir.

Ahmed-i Bedevî Hazretlerinin kerametkârane harekâtıyla, semavat ve arzın tabakatından bahseden On İkinci Lem’a’yı üç dört defa okudum.

Sevgili Üstadım! Rızka muhtaç her bir zîhayatın rızkı, Rezzak-ı Hakiki tarafından taahhüd altına alındığı ve rızık ancak Mün’im-i Hakiki’nin yed-i kudretinde bulunduğu, o kadar güzel bir üslup ile tarif buyuruluyor ki ve talebelerine o kadar şirin ve âlî bir ders veriyor ki akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalp inkâra sapacak hiçbir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvasına “Ey kıymettar risaleler ve ey nurani feyyaz Sözler, meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenata hükümran olan Hâlık-ı Azîm’in hak sözleriyle bizlere tarîk-ı hidayeti ve istikameti gösteriyorsunuz!” dedirtiyor. Bilhassa arz ve semavatın yedişer tabaka olduğuna dair âyât-ı azîmenin küllî ve umumî ve şümullü maânîsinin tatlı ve lezzetli ve şirin hakaikini okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de bu risalelere mukabele edebilse… Heyhat!

Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber –bu kısımda– arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl yedi tabakası ve bu tabakalardaki nurani mahlukatın mürur ve ubûruna hiçbir şeyin mani olmaması hâlâtı; ve elektrik ve ziya ve harareti nâkil ve kâinatı baştan başa istila eden madde-i esîriyeden başlayarak semavatın yedi tabakasının kabul edilmesine hiçbir mani olamayacağı fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delail ile ispat edilmesi ve en sonunda semavatın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur’an-ı Hakîm’in ifadatının tasdik edilişi, akıl ve kalp şübehata atılacak yol bulamaması, risalelerin büyüklüklerine has bir keramet-i kübra olduğunu gösteriyor. Böyle azîm hakikat-i Kur’aniyeyi göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların kulakları çınlasın!

Evet sevgili, kıymettar Üstadım! Bu nurlu misilsiz eserler, insanın şübehatını izale ettiğine ve şüpheleri davet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat’î bir kanaatle iman ettiğim gibi temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalaasında bulunan zevattan, kanaatimin umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.

Ey sevgili Üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zat-ı Zülcemal bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun, âmin!

Ahmed Hüsrev

2. Parça[]

(Sabri Efendi’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Kelâmullahi’l-Azizi’l-Mennan olan Hazret-i Kur’an, şeair-i İslâmiyenin hâdimlerini cenah-ı himaye ve re’fetine alarak –bu defaki hâdise-i elîmede– bir seneden beri mülhidlerin çevirdikleri planlarını akîm bırakıp zahiren üç kardeşimizi beraet ve manen milyonlar mü’min muvahhidînin zümresine nişane-i beraetini bahş ve mülhidlere ebediyet ve ezeliyetini izhar ile kendini müdafaa ve hâdimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur’an hâdimlerinin kulûbü behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisane emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz Üstadım! Cenab-ı Kibriya’nın mahza bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ve ihsanı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pür-kusur gibi nice gafillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathirat yaptığı gibi; Nurlar mahallesinde şu asr-ı dalalet ve devr-i bid’atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula “Zararın neresinden dönsen kârdır.” ders-i ikazını vererek hamden sümme hamden zulmet vâdisinden çıkararak şâhika-i Nur’a yetiştirmişti.

Her nasılsa bir sene evvel “Ey Sabri! Belki hubb-u câha meyledersin, olur ki o cihette bir arzu uyandırır. Gel o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık.” denildi. Elhamdülillah selâmet çıktım. Bundan halâsım nazar-ı fakiranemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.

Talebeniz Sabri

Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır[]

Kitapların en büyüğüsün Kelâm-ı Kadîm,

Hak kanunların anasısın Kur’an-ı Azîm,

Kudsî tarihlerin nur babasısın Kelâm-ı Kadîm,

Sen dinimizin bekçisisin Kur’an-ı Azîm.

Dört İlahî kitabın anası, yalnız sensin,

İftihar eder seninle bütün din-i İslâm,

Sensiz yaşamak isteyen kalpler gebersin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Her varlığın üstünde, sönmeyecek güneşsin,

Bütün gizli ve aşikârın miftahı sensin,

Seni tanımayan ve tabi olmayan, her yerde

Sahibinin gazabına uğrasın, gebersin.

Hükmün muhakkak kıyamete kadar bâkidir,

Sana inanmayanlar âdi, zelil, kâfirdir,

Sen her varlığın üstünde doğan güneşsin,

Seni istemeyenler dünyada cehenneme göçsün.

Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,

Dilleri kesilsin, yere batsın.

Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Osman Nuri

3. Parça[]

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sı “Hikmetü’l-İstiaze” nam-ı âlîyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdülillah istinsaha muvaffak oldum. Cenab-ı Hak hazine-i bînihayesinden emsal-i sairesini ihsan buyursun, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Üstadım Efendim! Bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakaik üzerine serpilerek toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhitinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesbettim.

Evvela: Bu risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira nasıl ki öbür kütle-i Nur, Cenab-ı Hakk’ın âlem-i kebirde cilve-i cemal ve kemal ve esma-i hüsnasını pek zahir bir tarzda âmâ olanlara da gösterdiler. Aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar olan ve esma-i hüsnaya âyine olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin, kemal ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.

Sâniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki nasıl ki “Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde hafriyatsız suyu bulmaya vesile idi.” diyorlar. Aynen bu risale, Hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, âlem-i asgar olan insanın ezdadlardan müteşekkil cism-i vücudunda nur-u iman yatağı olan kalbi, biaynihî gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bulduğu gibi; binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu eser-i âlî, bütün ehl-i iman ve zîşuura, menba-ı hakikisi olan Kur’an-ı Hakîm gibi nurları ile âb-ı hayatı serpiyor.

Hâfız Ali (rh)

4. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Üstadım Efendim!

Bir hafta evvel “Hikmetü’l-İstiaze” isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamını aldım. “Hikmetü’l-İstiaze”nin Birinci Kısmını müteaddid defalar kardeşlerimle okudum.

Ey sevgili Üstadım! Bu kıymettar risale ile mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilaç takdim ediyorsunuz ki bu ilaçlarla manevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedavi ediyorsunuz ki o pek müthiş yaralarımız bir anda iltiyam buluyor, ızdıraplarımız o anda zâil oluyor, kalplerimiz serâpa sürur ile doluyor. Rabb-i Kerîm’imize karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezayüd ediyor. Ve Hâlık-ı Rahîm’e karşı olan âdabımıza bile halel gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi artırıyor.

Evet, aziz Üstadım! Ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havatır-ı şeytaniyeden kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalp, bu gibi haletten kurtulmak için inziva ararken Nakşî kahramanlarının “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” diye olan esasatı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanatı arasında “İnsan bir kalpten ibaret olsa idi, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki insanda, kalpten başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcud olan letaif ve hâsseleri, kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında îfa-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için sâlifü’l-arz havatıra çare arıyordum.

Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilaçlar hazırlayan, ihzaratını zahmetsiz olarak talebelerine istimal ettiren, mukabilinde hiçbir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenab-ı Hakk’a yapılmasını emreden sevgili Üstadım! Size evvelden beri “Lokman” nazarıyla bakmaktayım. Evet, hakikaten bir Lokman’sınız. Lokman Hekim gibi kalbî arzularımızı işiterek bu risaleler ile mualece uzatıyorsunuz. Bedî’ olan Cenab-ı Hakk’ın bedayi’i içinde, kemaliyle her cihette derece-i nihayeye vâsıl olan bedî’ kelâmından, bedî’ bir kulu ile ihsan ettiği bu bedayi’i medhedebilmek, intak-ı bi’l-hak olmadıkça elbette imkânsızdır. Beşer, bu vâdide ne kadar söz söylese yine azdır.

Sevgili Üstadım, herhangi bir risaleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki evvelce bu risaleleri mütemadiyen yazdığım için okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el-ân da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letaifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenab-ı Hak’tan ümit ediyorum ki hissem ve istifadem, gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır.

Bu hâdisat gösteriyor ki bedî’ âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerametidir ki talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalplerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlahîyi iştiyakla istetiyor ve sonunda da “Yâ Rab! Sen Üstadımızdan hoşnut olacağı tarzda razı ol!” nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz Ahmed Hüsrev

5. Parça[]

(Sabri’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Eyyam-ı baharın her bir gününün, birer letafet ve taravet-i bîmisali ve acib tebeddülü; Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irae eylediği gibi derya-yı Nur’un da bînazir ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatlar, İstiazeler ve emsali latîf, şirin, nurani ezhar ve esmar-ı bînihayeleri, ehl-i iman ve tevhide taze hayat bahşediyorlar. Bu Nurlar öyle manevî gıdalar ki herkesi, her an doyurmaya kâfi ve bu elmaslar öyle kıymettar birer ridâlardır ki herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz, büyük Üstadım! Bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati kaldırıp atıyor. Yerine, kanaat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor. Ve diyorum: Ey ruh! Şimdiye kadar manevî talep ve arzularını temin eden Nur Fabrikasının elmas ve cevherlerinden her birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zarafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip sen halen, ben kālen hükmediyorduk. Envar-ı Kur’aniye ve reşehat-ı Furkaniye ve lemaat-ı bekaiyenin işte nihayeti yokmuş. Elhamdülillah hakaik-i Kur’aniyeden yevmen fe-yevmen nasibedar oluyoruz ve olacağız inşâallah. Hemen Cenab-ı Kibriya şu enhar-ı kevseri, hayat-ı bâkiye harmanı olan mahşere kadar akıtsın, âmin!

Üstadım Efendim, bugün harekât-ı maziyem ile ahval-i hazıramı mukayese ciheti ihtar edildi. Alâ kadri’l-istitaa tetkik ettim. Neticede ahval-i hazıramı “hamden sümme hamden” sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sâbıkam ise bunun hilafınadır. Elhamdülillah Cenab-ı Feyyaz-ı Hakiki; âciz, fakir, muhtaç kullarından rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi.

“Armut piş ağzıma düş.” kabîlinden her nevi malzeme-i cerrahiye-i ruhiyeyi, hâzık bir operatörle beraber ihsan buyurdu. Eğer bizler, bu ameliyatı görmeseydik ve bu nurlu ve zevkli, şevkli ihrama girmeseydik, hubb-u câh yüzünden acaba hangi bid’attan geri duracaktık.

İşte lâyüad velâ yuhsa Nurların bîpâyan füyuzatı, zümre-i muvahhidîni medyun-u şükran bırakmıştır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌

Hemen Cenab-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed’i envar-ı Kur’aniyeden müstefid ve hakiki muvahhidîn sınıfına ilhak ve şimdiye kadar gafletle geçirdiğimiz zamanlardan defter-i a’malimize yazılan seyyiatımızı, rahmetiyle af buyursun, âmin!

Hulusi-i Sânî Sabri

6. Parça[]

(Zekâi’nin bir fıkrasıdır.)

Üstadım!

Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir numune eksik değil. Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temayülat-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale ircâ etmek üzere, ubudiyetle Hâlık’ına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahluk gibi sokularak birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Âh Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa yahut olduğu gibi görünselerdi. Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’aniyeyi tebliğ hususunda müşkülat çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de bazı budalaların ruhlarında safiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım, inşâallah Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok manevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin, âmin!

Talebeniz Zekâi

7. Parça[]

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim!

Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin iksir bir ilacıdır ki âlem-i fâniden âlem-i bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan, kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi zahirde bir şeye benzeyip hakikatte ele avuca girmeyen havaî itirazat-ı muannidane yaparlar. Onlara karşı en rasîn tahassungâh ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek hâlis sikkeler bunlardır.

Zira vücudumda tecrübe yaptım. Sualleri okuduğum vakit nefsim, sual cihetine mâil bulunuyor ve ehemmiyet veriyor. Fakat elhamdülillah akabinde, tevali eden Kur’anî elmas müdafaalar, o kabîl emraz-ı nefsaniyeyi çabuk çürütüyor ve kökünden kurutuyor. Şu nurani ve Kur’anî hikmetleri, bihakkın takdir hususunda, zîruh ve zîşuurun mükemmeli bulunan nev-i beşerin, bidayet-i vahiyden tâ haşre kadar, i’caz ve îcazında izhar-ı acz edegeldikleri, davamızın bâriz ve zahir bir delilidir.

Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ahkâm-ı bînazirinden olan şu Risale-i İstiaze-yi Furkaniyeyi mütalaamda, derya-yı hakaikte sermest-i hayran kalarak kemal-i aşkla dedim: Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübin’in infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur’an’ı da âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi’ ihvanımla beraber bu kemter kulunu da hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübin’e hâdim buyur, duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime veririm.

Sabri

8. Parça[]

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Bu defa irsaline inayet buyurulan Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmını aldım.

Sekizinci İşaret’te ispat edilip gösterilen hak ve hakikat, dalalet vâdilerinde uçan serseri mudillerin yollarını pek vâzıh tenvir ile onlara hem kendilerinin ne yaptıklarını hem cadde-i hakikati göstermekle îcazıyla azîm bir mesele tahlil buyuruluyor.

Dokuzuncu İşaret’te ise bütün ehl-i iman ve bilhassa risale-i envar ile hilkat-i insaniyenin gaye-i hakikisini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe bu mesele pek geniş bir daire olarak, Hazret-i Âdem’den beri bütün Peygamberan-ı İzam hazeratının ehl-i dalalete karşı mağlubiyeti ve feci hâdiseler çok düşündürüyor ve kalbi zedeliyordu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى O geniş daire öyle tenvir ediliyor ki içinde Üstaddan, Fahrü’l-Mürselîn’den, Hazret-i Âdem’e kadar müşkülat, hak ve hakikat kılıncıyla fethedilip akıl ve kalp صَدَقْتَ وَ بِالْحَقِّ نَطَقْتَ diye tasdik ediyorlar.

Onuncu İşaret’i yazarken elimden kalemi bırakarak hazırûna okudum. İçinde temsilin misal değil, hakikat olduğunu ve böyle bir hakikati, ism-i Hakîm ve ism-i Nur ve ism-i Bedî’in cilvesiyle görüleceğini derk ettim ve hayalen tatbikine çıktım. Pek doğru bir esas olduğunu anladım, Cenab-ı Hakk’a şükrettim.

On Birinci İşaret’te gösterilen zecr-i Kur’anî, kâinat tarlasının mahsulü, makinesinin mensucatı insan nev’i olduğu ve umum mevcudat semeratıyla o nev’e hizmet ettiklerinden insan hodgâmlığıyla, bedbinliğiyle o azîm gaye-i dünyayı hiçe indirmesiyle, büyük çarklar misillü anâsır-ı külliyenin insan aleyhine hareket ettiklerini ve mühlik mes’uliyetten kurtulmak ancak Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmek ve Fahrü’l-Mürselîn’e ittiba etmekle olacağını beyan ile insanı kendine veznettiriyorsunuz.

On İkinci İşaret ve dört sualin cevabının ihtiva ettikleri hakikatler; bizi ara sıra kendi hesabına çalıştırmak isteyen ve cüz-i ihtiyar ile kendisinde bir varlık görüp istihkaka göz diken ve şöhret ve hodfüruşluk tahakkümüyle, hebaen çalışan nebatî ve hayvanî nefis ve heva zincirlerini, altın makaslarla keserek halâs buyuruyorsunuz.

On Üçüncü İşaret ve üç nokta ile her zaman hususuyla mübarek vakitlerde bizimle uğraşan ve bazı yeise düşüren, yüzümüzün siyahlığını görmeyip mü’min kardeşlerimizin ufak tefek çizgiler nevinden karalarıyla onları, bütün siyahlıkla ittiham ettiren, Cenab-ı Hakk’ın rahmetini ve Gaffar ve Rahîm isimlerini tenkide cüret eden ve bu yüzden büyük tahribatlara sebebiyet verdiren hizbü’ş-şeytanın kuvveti gösteriliyor.

Muhterem Üstadım! Bu işareti yazarken vücud âlemine seyahate çıktım. İşarattaki noktalar bir müfettiş hükmüne geçti. İzah buyurulan kuvvetler yerinde görülüp teslim-i silah etmek üzere idiler. Bize bu kuvvetleri gösteren Kur’an-ı Hakîm’den istimdad ve feyzi, her hatvelerimde istiyordum. Ve bize bu esas hakikat-i hayatın neticelerini, karanlıklarını gösteren Üstadımız, muvaffakıyetimizi Cenab-ı Hak’tan dilemekte olduğu, her an kendini göstermektedir. Ve inşâallah halâs edecektir.

Muhterem Üstadım! Bu on üç İşaret, on üç cevahir kümesini muhtevidir. Bunlardan bazılarını ipe çizip göstermekle ve çizmemekle ve görmemekle, o cevahir hazinesine ve cevherlerine bir nakîse gelmeyeceğinden eğri ve doğru çizmek istediğim cevherler, inşâallah hüsnünü zayi etmez.

Ey sevgili Üstadım, ne kadar teşekkürat-ı vefîre îfa etsem ve hayli minnettar olsam yine îfa edemeyeceğime kail olduğumdan, dilerim Cenab-ı Hak’tan razı olacağınız kadar nâil-i mükâfat eylesin, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Hâfız Ali (rh)

Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır[]

Aziz, kıymettar Üstadım!

Hesapsız hamd ve şükür ol Hâlık-ı Mennan Hazretlerine ki ben ümmi olduğum halde, hissiyat ve emellerimi, şu fâni ve âfil olan hayat-ı dünyadan tecrit ile Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizbü’l-Kur’an âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum fakat inşâallah irtibat ve muhabbet ve ihlasta yetişmeye çalışacağım. Ve dua ile onların kalemlerine yardım ediyorum. Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, ümmiliğim münasebetiyle yalnız rüyalarımla arz ediyorum.

Bu defa rüyada Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Hacc’ın nihayetinde مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖٓ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزٖيزٌ … الخ okuyarak ve Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Nur’da لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ âyetini kıraat ederek nevmden bîdar oldum. Ve anladım ki bu âhirde sünnet-i seniyeye dair mühim bir risale yazıldığı için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın makbulü olmuş ki rüyamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nur’un hülâsasını ifade ettiği gibi ehl-i gafleti şiddetli tehdit eder. Şah-ı Geylanî’yi gördüğümün sebebi, Risale-i Nur’un talebelerinin kudsî bir üstadı, beni de şakird kabul ettiğine dair bir işaret anladım ve bu âyetler havsalamın haricinde olduğu halde, o kudsî zatların hürmetine, kuvve-i hâfızamda her zaman okur ve bir genişlik hasıl olurdu.

Diğer bir rüyamda pek geniş bir daire, temelleri henüz inşa ediliyor görmüştüm. Bu defa o büyük bina ikmal edilmiş, içine girdiğimde sağ cihetini cami-i şerif olarak gördüm. Ve namaz kıldıktan sonra, bütün yazılan Risale-i Nur’u bana verdiler. Ben de yalnız bir adedini orada okunmak üzere verdim. Binanın en yüksek ve ortasında bir dikmesinin değişmesi için ellerinde demir vinç ile çalışanlar üç kişi idiler, gördüm. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum.

Ümmi talebeniz Mustafa

9. Parça[]

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim!

Bu kere ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki Yirmi Dördüncü Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektup’un Beşinci Lem’a’sı Mirkatü’s-Sünne Risaleleri bera-yı tashih ve manzur-u üstadanelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinandır. Hele Otuz Birinci Mektup’un lem’aları ki Minhacü’s-Sünne ve gerekse Tiryaku Marazı’l-Bid’a olan Mirkatü’s-Sünne okunmaya doyulmaz. Okudukça hissedilen manevî sürur ve füyuzatın had ve hududu bulunmaz bir umman-ı feyizdir. Bazı cümleler oluyor ki namazdan evvel ve sonra fakirhaneye gelen ihvana müteaddid defalar okuyup feyizleniyoruz. Hele Giritli Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Malûm-u üstadaneleri, kendisi Kādirî şeyhidir. Zat-ı üstadanelerine ve bâhusus Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerine merbutiyet ve muhabbeti derece-i nihayettedir.

Üstad-ı Ekremim! Bu defa risale-i şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atalet, betalet ve kesaletine haml buyurmayınız. Şikayet değil müftehirane arz ediyorum, bu sene Cenab-ı Hakk’ın fakire lütuf ve ihsan ve keremi çok oldu. Lehü’l-hamdü ve’l-minne yüz binlerce müteşekkirim. Ramazan Bayramından beri iki defadır hastalığım ki el-ân nekahet devrindeyim, Risale-i Nur-u Şerifelerin istinsahına oldukça bir fâsıla vermiş oldu. Çok şükür elhamdülillah bu hastalıklar bir in’am-ı İlahîdir. Dua-yı üstadaneleriyle sıhhatim yerine gelmektedir.

Âsım

10. Parça[]

(Rüşdü Efendi’nin fıkrasıdır.)

Ey aziz Üstadım!

Bu kadar azîm ihsanınız, beni sevgili Üstadımızın nezdinde talebelerin en sonuncusu olmak şerefini kazandırdığını tahattur ettirdikçe, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerine gece ve gündüz dua ediyorum. Ve bazı vakitlerde başım secdede olduğu halde, mütemadiyen ağlıyorum. Günahımın azameti, cürmümün hadsizliği, beni titretirken sevgili Üstadımın duası, Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, beni teselli ediyor.

Her gönderdiğiniz risaleyi kemal-i iştiyakla okuyorum. Kıymetli kardeşlerimle belki her gün bir yerdeyim. İstifadem pek çok. Siz Üstadımın manevî feyizlerini her vakit risalelerden alıyorum.

Evet aziz Üstadım, hissiyatımı yazabilsem her hafta mektuplarımla mukabele edecektim ve size mektup yazmak da benim için en büyük meserrettir. Affınıza istinad ederek zahiren sükûtla ve manen dergâh-ı Hudâ’ya el açtığım vakitlerde, size âciz Rüşdü talebeniz, aczini takdim ettikçe sevgili Üstadımdan bi’l-mukabele gördüğüm lütuflar karşısında, gözyaşlarımla cevaplar i’ta eyliyorum, efendim.

Talebeniz Rüşdü

Hâfız Ali’nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır[]

Muhterem Üstadım!

Otuz Birinci Mektup’un On Dördüncü Lem’a’sının İkinci Makamını bir defa kendim okudum. Pek cüz’î istifade ile dimağımda bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki eğer kalp ve kalemim ruhuma tercüman olabilse idiler belki bir derece siz Üstadıma minnettarane arza cüret eylerdim. Heyhat ne kalbim ve ne kalemim ve ne ruhum, acz ile önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.

Sevgili Hocam! Sözler unvanıyla neşr-i envar ve feth-i bab-ı rahmet eden envar-ı Kur’aniye esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Her bir parçasından şümullü rahmet-i İlahiyeye cüz’î, küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapıları açık bırakıyorlar.

Bu mübarek risaleyi, Süleyman, Zeki Zekâi ve Lütfü kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Asıl ve hakikatini ve vüs’atini ve müzeyyenatını temaşa için ruhen çıktım baktım ki yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, revnaktar, kıymetçe, mahiyetçe aynı ufak bir saray-ı vücud âlemimi gördüm. Ve feth-i bab edip temaşa etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ işittim. Kapı açıldı. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ هِدَايَتِ الرَّحْمٰنِ dedim. Gördüm ki büyük sarayın müştemilatı ve tezyinatı, o küçük sarayda dercedilmiş. Âdeta çarklardan mürekkeb bir saat ve çok ipleri hâvi bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna gûna boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden güneş olduğu gibi pek parlak bir surette izah buyurulunca gördüm. Tekrar “Elhamdülillah” dedim ve şu âlem-i kübranın fihristesini ve numunesini elime alınca artık pervasız seyahate çıktım.

Muhterem Üstadım! Şu söz öyle bir hakikati ders veriyor ki daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü munis bir arkadaş oluyor ve susuz vâdiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil belki camid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız almayarak “âh!” ile geri dönen mi’rac-ı mü’min olan namazda اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki her mü’min kendi vücud âleminde bir elektrik fabrikası görüyor ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziya ile gösteriyor.

Sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü’min kullarına yetiştirsin, duasıyla hatm-i kelâm eylerim efendim.

Kusurlu Talebeniz Hâfız Ali

Yeni, mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmed Feyzi Efendi’nin fıkrasıdır[]

(Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş; dellâllığım eseri olan risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur’an’a ait olduğu için kabul ettim.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Hamd-i bînihaye Kerîm-i Müteâl’e, salât ü selâm Habib-i Zülcelal’e ve onun âl ü ashabına.

Ey bâkiye vâsıl olmuş fâni! Ve ey matlubun bab-ı rahmetinde oturan mahbub! Ve ey derecatın ekmeli olan sıfat-ı abdiyete sülûk edebilmiş bahtiyar! Ve ey Şems-i Tâbân-ı Zülcemal’in karanlıklara aksettirdiği ziya-yı hidayet! Ve ey Habib-i Kuddüs’ün tarîk-ı ulviyetinde karanlıkları yararak uçan şahab-ı şaşaa-nisar! Hatîat ve masiyet deryasının korkunç dalgaları arasında inleyen, Hâlık-ı Kerîm’in bunca eltafını nankörlükle karşılamaktan başka bir vaziyeti bulunmayan bu edna-yı mevcudat, nâil olduğun derece-i makbuliyetten bir katresinin olsun, kendine ihdasını senin şefkat ve kereminden bekliyor. Ne olur beni kendine alıp hizmetinle müşerref kılsan. Ne olur, Habib-i Kibriya’ya benim de kendisinin hizmetine intisabım için ve onun uşşakının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı olmaklığım için yalvarsan âh!..

Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle mütehassir ve nâlân, ahkar-ı mahlukat

Ahmed Feyzi

Ahmed Hüsrev’in Otuz Birinci Mektup’un On Dördüncü Lem’a’sının İkinci Makamı münasebetiyle yazdığı fıkradır[]

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

Üç dört gün evvel Cenab-ı Hakk’ın o mukaddes kelâmından müjdeler çıkararak, aktar-ı âleme saçan coşkun denizlerin akıntıları gibi feyizleriyle bizi mest eden, âfil güneşin her gündüze mahsus sönmez ziyası gibi ardı arası kesilmeyen nurlarıyla bizi nurlandıran, hiçbir ferdi şübehatta boğmamak esası üzerine yürüyen, kendisine has belâgatıyla ukûlü teshir edecek bir kabiliyetle söyleyen, sâmiaları ve bâsıraları kendisine müteveccih kılan o azametli Külliyat-ı Nur’dan bir Nur daha aldım.

Bu Nur, o güzel İslâm nişanı ve o büyük rahmet hazinesinin keşşafı olan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in binler esrarından, otuz sırra mukabil altı sırla nurlu şuâlarını ezhanımıza nakşetmiş ve rahmetin bin bir esma-i İlahiyeden gelen şuâlarıyla, insana hadd ü hesaba gelmeyen niam-ı Sübhaniyenin, meded elleriyle yardıma gönderildiğini öğretmekle, bizi sonsuz bir derya-yı feyze gark etmiştir.

Bu kudsî mübarek kelimenin her sure başında zikriyle, ehemmiyet ve azameti ve her hayırlı işlerde tekrarıyla mübarek bir şefaatçi olması, ferşte gezen insana, arşa çıkacak kamet giydirmesi ve acz-i mutlakta çırpınan insanı, Kadîr-i Mutlak’a rabtetmekle, insanın kıymet ve izzeti gösterildikten sonra اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ hadîs-i şerifiyle Mün’im-i Hakiki’nin bin bir esma-i hüsnasının cilvelerinin şuâlarından tezahür eden rahmetiyle perverde edilmek suretiyle de rahmetin bir cilve-i etemmi olduğu izah buyurulmuştur.

Sevgili Üstadım! Ruh-u insanın nazarını, akıl ve kalbini ve muhayyilesini بِسْمِ اللّٰهِ ile kâinat simasına اَلرَّحْمٰنِ ile arz simasına اَلرَّحٖيمِ ile ebna-yı cinsinin sima-yı manevîsine dağıtıyor. Oralardaki rahmet-i vâsia-i külliyenin azametini, letafetini gösteriyor.

Aziz Üstadım! Nazarım nereye ilişse, aklım herhangi bir hali muhakeme etse, muhayyilem ne ile meşgul olsa, sâmiam ne duysa, kalbim nereye gitse dolaştıkları yerlerde ve tesadüf ettikleri şeylerde, beşere bakan pek büyük âsâr-ı rahmeti görüyor. Semavat ve arş, bütün heybetiyle insanların seyrangâhı; cennet, mesken-i hakikisi oluyor. Zemin bir hane şekline giriyor. Mele-i A’lâ’nın sekeneleri ve zemin yüzüne serpilen yüz binlerce mahlukat ve nebatat envaının insanların hâcetleri için koşuştuklarını, sineklerden balıklara, zerrelerden yıldızlara kadar küçük büyük her bir masnû, insanların yüzüne vahşetle değil, gülerek baktıklarını görüyor.

Sonsuz Rahîm olan Hâlık-ı Azîm’in kusursuz olan bu kasrını temaşaya doyamayan ruh, kendine avdet ediyor. Rahmetin nihayet derecede incelikleriyle tanzim ve idare edilen cisme bakıyor. Duyguları arasında yalnız muhayyilesine hasr-ı nazar ediyor. Bu muhayyilenin dimağda kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır.

Hâfıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalp daha başka, kâmil insanlarda hal-i faaliyette olan diğer letaif daha başka bir şekilde, bâsıra, sâmia, zaika, lâmise, şâmme gibi havass-ı zahirînin istiab ettikleri manevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda yerleştikleri halde, yekdiğerine karışmayarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmeyerek ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etıbbanın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin her bir kısmının, her bir uzvunun inceliklerini görüyor.

Bu derece rahmetle tanzim edilen, bu kadar muhtelif vezaif ile çalıştırılan, bu muhayyirü’l-ukûl makineyi temaşa eden ruh, bu makine üzerindeki derece-i mâlikiyetini düşünüyor. Hükmünün hiçbir uzva tesir etmediğini görünce, sığınacak bir yer, iltica edecek bir mahal, perverde edilecek bir varlık arıyor.

İşte o vakit bu kadar rahmetiyle perverde eden Hallak-ı Azîm’e karşı secde-i şükrana kapanarak ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün dertlerini döküyor. Onun yalnız onun lütf u keremine iltica ederek affolunmak, dünyada olduğu gibi ukbada da sevdikleriyle birlikte vaad ettiği cennette bulundurulmasını istiyor ve yalvarıyor.

Ahmed Hüsrev

11. Parça[]

(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Geçen hafta aldığım mektupta “Senin ve Şerif Efendi’nin ifadeleri kısadır, bir şey anlaşılmıyor. Tenkit mi? Takdir mi?” buyurdunuz. Bütün eserlerinizi takdir ve kemal-i istihsan ile karşıladığımız malûm-u âlîleridir. Esasen tenkit edecek kudret-i ilmiye değil bizde, Türkiye ulemasında olmadığı hâdisat ile sabittir.

Sinn-i sabavetinizde Şark ulemasını ilzam etmeniz ve ondan sonra İstanbul’a gelerek bilumum ulemanın nazar-ı takdir ve hürmetini celbetmeniz, bu hususu ispata kâfidir. Gerek Şerif Efendi ve gerekse Hikmetü’l-İstiaze ve Besmele sırrını okuyan diğer arkadaşlar duydukları hazz-ı manevîden gaşy olmuşlardır.

Fakire gelince, Sözler hakkında hiçbir şey yazmazsam bile o, kemal-i takdirdendir. Zira şimdiye kadar büyük bir zevk ile mükerreren okuduğum ve daima okumaktan hâlî kalmadığım Sözler ve Mektubat hakkında kanaatlerimi daima Üstadıma arz ettiğimden, yazacak kelime bulamıyorum. O da âcizliğimden olsa gerektir. Bir risale ne kadar parlaksa onu takip eden ondan çok ziyade parlaktır. Binaenaleyh ne yazsak hakkıyla ifade-i meram etmiş olamıyorum.

Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözler’in tetkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi Dördüncü Söz’ün Birinci ve İkinci Dal’ında çok tevakkuf ettim. Lâyıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümde bu iki Dal’ın şifahen izahını rica edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mûcib oluyor. Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz. O izahta da muhtac-ı izah noktalar bulunuyor. Öyle latîf ve şümullü cümlelerle cevap veriyorsunuz ki o cümleleri de anlamak için sual icab ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki Sözlerinizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.

Re’fet

Doktor İbrahim’in fıkrasıdır[]

Efendim!

Nurani ve ziyadar cadde-i kübra-yı maneviyede seyr ü seyahat eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve ârâmsız tulû eden Risale-i Nur eczaları gibi feyiz ve marifet güneşlerinin haberlerini işittikçe; ruhum güller gibi açılıyor, hubur ve ibtihaca müstağrak oluyor. Ve istidadım nisbetinde bir iki meselecik öğrenmeye sa’y ediyor isem de bu envar-ı bahr-i muhitten kardeşlerimin ruhlarına in’ikas eden mesailden bâhis arîzaları tahrir ve takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakıyetimden mütevellid esef ve kederim hasebiyle cehlimden el-eman çekiyorum. “Ümmilik ne güç imiş!” diye ruhum ağlıyor. Mu’terifane “İbrahim, müstahaksın!” diyorum. Nihayet yine ümidimi Rabb’imden kesmeyerek diyorum: “Bir müessesenin başmüdürü, muavini, kâtibi, müvezzii, tahsildarı, hademesi olur. Fakir de kısmen müvezzilik, kısmen hademelik sıfatıyla bulunsam ne zararı var?” deyip müteselli oluyorum.

İbrahim

12. Parça[]

(Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır.)

KUR’AN-I AZÎM

Bir kelimeni, milyonlar defa tekrar okusam

İlk başladığım lezzeti, daima duyarım.

Sen İslâm ocaklarının sönmez bir lem’asısın

Sen o misilsiz zatın, emsalsiz kelâmısın

Rabb’in en sevgili Resulüne kısmet olan

Değerli, bin bir çeşit ispatlı kelâmısın.

Hangi kitap var ki asırlarca böyle hürmetle okunsun

Nasıl bir nankör var ki gelsin sana dokunsun

Hâşâ, sana inanmayanlar kâfirse bile

Gelsin onun dellâlının yanına otursun.

O dellâldan alınca ders-i ilhamı

Lanetler eder, inkâr ettiğine Kur’an’ı

İlmin en derin hocası, bürhanı

Zelil eder, karşısında seni tanımayanı.

Kudsî kitabın çok ünlü, onun dellâlı Üstadım Said

Gönül ister ki o ayarda bulunsun binler Said.

Aynı günün sabahı okuduğum, büyük ve kudsî kitabımız olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan aldığım nurlu ilham-ı İlahîden, dolayısıyla güneş gibi kuvvetli olan risale-i âliyelerinizin âcizde bıraktığı derin his ve tesirlerden doğmuştur.

Osman Nuri

13. Parça[]

(Hulusi’nin fıkrasıdır.)

Bu Mirkatü’s-Sünnet olan mübarek mektup hakkındaki ihtisaslarımı arza maalesef muktedir değilim. Fakat istikametli tefsir, i’cazlı beyan, nurlu ilan gibi şanına lâyık tabirle tavsif edebileceğim Beşinci Lem’a’nın on bir nükteyi ihtiva edişini manidar buldum. Sanki manen diyor:

Îfa-yı sünnet ile mükellef olduğumuz, ol Nebiyy-i Zîşan’ın taraf-ı İlahîden getirip haber verdiği yakînen malûm olan şeylerin hak olduğunu bilip kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmek suretiyle, tarif olunan iman ve İslâm’ın şartlarının mecmuu olan on bir adediyle bu nurlu mektuptaki nüktelerde sarîh tevafuk vardır. Madem böyledir, mü’minim diyen ittiba-ı sünnet etmeli. Elhamdülillah Müslüman’ım, iddiasında bulunan ve لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ itabından kurtulmak isteyen sünnete yapışmalı ilh. hakaiki ders veriyor.

Bu mektubu almazdan evvel –Allah hayretsin– bir gece rüyamda büyük bir camide bulunuyorum. Namaz kılındıktan sonra, ben kapıya yakın bir yerde ayakta duruyorum. Baktım, mihrabın sol tarafından küçük ve toplu bir cemaat geliyor. Bana yaklaştıkları zaman “İşte Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri!” diye kulağıma bir ses geldi. Gayr-ı ihtiyarî “Meded yâ Gavs-ı A’zam!” diyerek, ağlayarak ayağına kapandım. Mübarek sol elleriyle beni yerden kaldırdılar ve şefkat gösterdiler. Kendileri uzun boylu, çok mehib ve üzerlerinde siyah bir sako, mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış. Beşûş ve nurani bir çehre. Mübarek başlarında bir mahrut-u nâkıs şeklinde yüksek ve çok beyaz bir sarık vardı. Camiden çıkınca, bitişik bir odada cemaatle beraber oturduğumuzu da hatırlıyorum. Bu rüya bana çok zevk vermekle beraber, dua ve himmetlerinin hizbü’l-Kur’an üzerinde her zaman mevcud bulunduğuna daha ziyade yakîn hasıl ettirdi.

Hulusi

14. Parça[]

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Bu kere bir kıta lütufname-i fâzılane-i mergubeleriyle tereşşuhat-ı Kitab-ı Mübin’in bir zübdesi bulunan, Fihriste-i Mübin’in Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, kâtibine, nâşirine, hâdimlerine binler dualar ettim. Hakikaten vakt-i kıraatım olan iki saat zarfında, Risalatü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’un kâffesini icmalen okumuş kadar mütelezziz ve müstefid oldum. Ve şöyle dedim: Lütufname-i keremkârîlerinde işaret buyurulduğu üzere, dört nüsha değil belki birkaç ay, her vazifeye tercihen fihristeyi teksir ve neşre sa’y etmeliyiz.

Mademki gayemiz neşr-i envar-ı hakaik-i Kur’an’dır. Bu mübarek ve kıymettar eser-i giran-baha ise hakaik-i Kur’aniyenin hülâsası ve zübdesi ve tabiri caiz ise tam bir pişdarıdır. Miftahu’n-nusret ve mirkatü’l-fütuhtur.

Üstad-ı azizim! Mukaddemen bu kıymettar eserleri avn-i İlahî ile vücuda getirdikçe, bu kusurlu talebenizi de bir muhatap addederek her bir eseri irsal ve tenvir buyurmakta idiniz. Fakat o zamanlar, gayr-ı ihtiyarî nurla, zulümat karşısında bulunmaklığım hasebiyle, nurlar ile aramdaki perde açılmamıştı. Şimdi o semm-i kātil tabirine lâyık muhalif, zıt, menfî cereyanların zevaliyle, envar-ı bînihaye-i Kur’aniyenin elhamdülillah kapıları açıldı. Sâlifü’l-arz zulümatın zebunu bulunduğum sıralarda münteşir âsârı tekrar okuyup yazıyorum.

Risalelerin derece-i kıymetlerini ve bahşettiği feyzi ve fevzi arz etmek, lisan ve kalemin fersah fersah iktidarının fevkindedir. Bu mübarek ve kudsî tereşşuhat-ı Kur’aniye ve lemaat-ı Furkaniyeyi, hakiki bir dellâl-ı Kur’an olmalı ki hakkıyla takdir ve sena edebilsin. Zira bu hayat-ı hakikiye ve sermediye hazinelerindeki müsta’mel kelimat ve tabiratın kâffesi sairlerine min külli’l-vücuh faik ve bâkir beyanatı hâvi, kemal-i selaset ve cezalet ve şâyan-ı gıpta ve hayret, dirayeti müştemil ve câmi’ ve cümel ve fıkarat ism-i Bedî’ ve Hakîm’in bir cilve-i hâssa ve mümtazesidir, dersem binden bir hakkını bile vermiş olamam.

Hülâsa: Bu Nurların kâffesi Deccallara mahsus ve müstahzar elmas gülleler ve ehl-i iman için menba-ı envar-ı hakaik olan Kur’an-ı Hakîm’den son asırda nebean etmiş, binler âb-ı hayat-ı bâkiye hazineleridir.

Sabri

15. Parça[]

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

Otuz Birinci Mektup’un On Beşinci Lem’a’sının birinci kısmını, büyük bir meserretle aldım.

Sevgili Üstadım! Zaten fakir, âcizane nazarımda “Şems-i Hidayet’ten neşr-i envar eden Sözler” hak ve hem hakikat olarak, hakikat âleminin çarşısıdır. Hakikat âleminde ne varsa o kadar zengin, o kadar mücehhez, o kadar bîpâyandır. Böyle bir çarşı-yı âlem mallarını almak lâzım ki bir padişah kuvveti olsun. Eğer görmekse öyle bir keskin, nâfiz, seyyar bir nazar olmalı ki seyr ü seyahat ile görebilsin. Bu da pek ender bulunduğundan, almak ve görmek için lâzım ki bütün malların bir numune levhası bulunsun.

Ey sevgili Üstad! Her numune levhaları mukaddema görülüyordu ki yalnız bir parça ile topların ve küllîlerin nevilerini gösterir. Daha bir şeye yaramaz. Fakat serâser nur olan hazine-i bînihayenin fihriste ve numune levhasının her parçasından “hanifen müslimen” gömleği çıkacak hârika derecede parçaları ve kıymetleri hâvidirler. Nasıl umuma muhalif külliyatla hârika olduğu gibi, cüz’iyatlarıyla hârika bir hâtemi taşıyorlar.

Evet Üstadım, bu mektubu istinsah ederken kalp ve ruhum cûş u hurûşa gelerek bütün envar-ı resaili kemal-i şevk ve tahassürle görmek istiyordular.

Demek Üstadım, umum risalelerin her parçasına ihtiyacımız olduğu gibi her parçayı da birden görmeye şiddetle ihtiyaç varmış. Cenab-ı Vâcibü’l-vücud size kemal-i rahmet ve merhametinden, o rahmet ve merhametinin iktizasıyla nâil-i mükâfat buyursun, âmin!

Hâfız Ali

Kardeşim Abdülmecid’in fıkrasıdır. Hulusi Bey’e yazdığı mektuptandır[]

Ey Elaziz’in azizi, Hazret-i Seyda’nın muhterem tilmizi!

Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi memnuniyetle aldım. Var olunuz. Cevapları yazmak icab eder amma ne yazayım. Ruh nâhoş, kalp bîhuş, kafam bomboş. Zira etraf-ı erbaamdan takattur eden vahşetler, kasavetler, yeisler, beisleri tasavvur ettikçe biri cinnete yani cünuna, diğeri cennete yani Şam’a gitmek üzere, akıl ve ruhum seferber vaziyetini alıyorlar. Bunun içindir ki ne Seyda’nın yani Üstadın talebeliğini ve ne de sizin kardeşliğinizi bihakkın îfa edemediğimden ne yazacağımı bilemiyorum.

Hem de sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından, okuyanlara ışık veriyor. Zulmetli fikrimden çıkan arîzalar ise size zulmet vereceği ihtimalinden korkarak tez tez takdime cesaret edemiyorum.

Abdülmecid

16. Parça[]

(Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Sözlerin ve Mektubat’ın ve Pencereler’in fihristesi o kadar güzel olmuş ki bir defa sathî bir nazar atfeden kimse Risaletü’n-Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum risalelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüz yirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i mealinden ve bilhassa metnindeki âyâtı, birer birer münasip ve manidar bir tarzda ta’dad etmek suretiyle risalelerin gayatından ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla böyle ehemmiyetli dört risaleyi vücuda getiremez. Fihriste’nin bâriz bir vasfı daha var ki o da kendi ihtiyarınızla olmayıp sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu ispat ediyor. Biz bu halleri gördükçe sizin gibi bir Üstada nâiliyetimizden dolayı Rabb’imize çok şükür etmekteyiz.

Re’fet

Hulusi Bey’in fıkrasıdır. Eğirdir’de bir kardeşimize gönderdiği mektuptandır[]

Üstad Hazretlerinin son Otuz Birinci Mektup’un On Üç ve On Dördüncü Lem’alarını hâvi olan pek kıymetli, nurlu ve hikmetli, serâpa nur olan hakaik derslerinden derin manalı, şirin lezzetli, asel-i musaffâ nevinden ekmel eserlerini almakla bahtiyar, cevap takdimine muvaffak olamamakla bedbahtım. Şuracıkta karalamaya niyet eylediğim birkaç satırla, o ders-i hakaikten aldığım feyzi izah veya duygularımı nakletmek istemiyorum. Çünkü bu dersin nihayetindeki hususi hâşiye, sanki manen beni bir müddet mektup yazmaktan men’etti. Zahirî manalar da bu işaretin doğrudan doğruya bu bîçareye ait olduğunu göstermektedir. Bu nurlu dersi bir defa (On Üçüncü Lem’a kısmını) İmam Ömer Efendi gibi arkadaşlara okuyabildim.

Sevgili Üstadımın emirleri, işaretleri, dersleri, tenbihleri, ikazları, irşadları, tehditleri, şefkatleri hep hakikatlidir. Bugüne kadar söylenmişler böyle olmakla beraber, bundan sonrakiler de aynı mahiyettedir. Aslâ şüphe ve tereddüdüm yoktur. Tabiî, sevk-i tabiî, tesadüfî değil; hakiki, fıtrî, sevk-i İlahî. Kader-i Sübhanî, her işimizde hâkim. Cüz-i ihtiyarımızla seyyiatımızdan mes’ul olmakla beraber, hasenat tevfik-i Hudâ ile olduğuna, Kur’an-ı bâhirü’l-bürhan şahid-i sadıktır.

Hulusi

Eğirdir Müftüsüne son ihtar[]

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Eski bir dost ve ilim noktasında bir arkadaş olmak üzere sizinle bir hasbihal edeceğim. İkimize taalluk eden mühim bir musibet-i diniyeyi size haber veriyorum. Bunun telafisine mümkün olduğu kadar beraber çalışmalıyız. Şöyle ki:

Zatınız, herkesten ziyade hizmetimize taraftar ve hararetle himayetkâr olmak lâzım gelirken, maatteessüf meçhul sebeplerle aksimize tarafgirane ve bize karşı soğukça rakibane baktığınızdan, oğlunuzu bu köyde yerleştirip ona dost ahbap buldurmak için çalıştınız. Neticesinde burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünkü اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ kaidesince bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes’ulsünüz.

Zehire tiryak namı vermekle, tiryak olmadığı gibi; zındıka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne denilirse denilsin o mana değişmez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüd Mahfeli gibi isim ve unvanlarla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler. Fakat bu köyde madem sekiz senedir ki sırf esasat-ı imaniye ve usûl-ü hakaik-i diniye ile meşgulüz. Elbette bu köyde bize karşı muannidane bir heyetin takip edeceği esas, imansızlığa ve usûl-ü diniyeye muhalif, hattâ zındıka hesabına bir hareket yerine girer. Bilinsin bilinmesin netice öyle çıkar.

Çünkü bu havalide umumca tebeyyün etmiş ki siyaset cereyanlarıyla alâkadar değilim, belki yalnız hakaik-i diniye ile meşgulüz. Şimdi burada birisi bize muhalif hareket etse hükûmet hesabına olamaz çünkü mesleğimiz siyasî değil. Hem yeni bid’alar hesabına da olamaz çünkü hakiki meşgalemiz, esasat-ı imaniye ve Kur’aniyedir. Hem resmî Diyanet Dairesinin emirleri hesabına dahi değil. Çünkü emirlerini tenkit ve muhalefet meşgalesi bizi kudsî hizmetimizden men’ettiği için o meşgaleyi başkasına bırakıp onunla meşgul olmuyoruz. Mümkün olduğu kadar o emirlere karşı temas ettirmemeye çalışıyoruz.

Öyle ise sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan bu köyde, bize karşı muhalefetkârane ve mütecavizane vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.

İşte sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve mensab-ı fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlat hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârane muavenetinize istinad ederek; burada hem beni hem seni pek ciddi alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.

Ben kendim burada muvakkatım, ıslahına da mükellef değilim, belki bir derece mes’uliyetten kurtulabilirim. Fakat zatınız hem sebep hem nokta-i istinad olduğunuzdan o vaziyetten gelen müthiş meyveler, defter-i a’malinize geçmemek için her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz veyahut oğlunu buradan çek. O daimî senin manevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye çalış.

Zatınıza bu tezgâhın mahsulatından numune olarak sizin hesabınıza, bana muhalefet suretinde gelen yalnız iki küçük numuneyi göstereceğim:

Birincisi: Beni haddimden çok fazla hüsn-ü zanda bulunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telakki eden bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususi odamda namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle kılmak onun yanında çok ehemmiyetli olduğu halde, gizli ezan-ı Muhammedîyi işitmekten kulağı müteneffirane, havftan gelen bir istikrah ile kalktı kaçtı. Bu işe sen fetva ver. Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın en nurani, leziz, kudsî kelimatını işitmekten kaçan bir kulağın altında olan kalpte bulunan iman, ne hale girdiğini sen söyle!

Bu böyle olsa başka cahil yahut gençler, o meslekte nasıl boya alırlar, kıyas ediniz. Benimle beraber bu işe ağlayınız.

İkincisi: Bir dostum var idi, takvası ifrat derecesinde idi. Benim yanıma geldiği vakit, âhirete ait en güzel parçaları bana gösteriyordu ve ihtar ediyordu. Zatınız onu bir derece benden soğutmak ve senin oğluna dost yapmak suretinde onunla konuşmuşsunuz.

İşte o zat, o telkinattan sonra geçen ramazanda bir gün, bana Hülâgu ve Cengiz vakıalarını okutmak için gösterdi. “Aman bunları oku!” dedi. Ben kemal-i taaccüb ve hayretten dedim: “Kardeşim sen divane mi oldun? Benim Delail-i Hayrat’ı okumaya vaktim yok. Böyle ezlemlerin sergüzeşte-i zalimanelerini, bu ramazan-ı şerifte bana okutmak hissini nereden kaptın?” dedim. Haftada iki defa yanıma gelen o has dostumu, iki ayda bir defa daha göremedim. Fakat hakkında inayet vardı, o halden kurtuldu.

Her ne ise… Bu neviden olan elîm hâdiseler çoktur. Hakikatli bir kardeşimin neseben kardeşi olduğunuzdan haşinane değil, mülayimane bir surette olan bu dertleşmekten gücenmeyiniz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

Hâşiye: Hiç kimseye söylemediğim, hattâ düşünmesini de istemediğim, Kur’anî hizmetimize zarar veren bir haleti söyleyeceğim:

Zatınız bir zaman bize dost göründüğünüzden senin oğlun talebe gibi yanıma geliyordu, ciddi istifadeye çalışıyordu. Değil bana sıkıntı vermek, belki ihtaratımı ciddi telakki ediyordu. Vaktâ ki zatınız bana karşı rakibane bir vaziyet aldınız, oğlunuz da o vaziyetin tesiriyle öyle bir şekle girdi ki en mutî talebeden, en merhametsiz bir düşman vaziyetine geldi. O zamandan beri çektiğim sıkıntıların ve hizmet-i Kur’aniyemize gelen zararların kısm-ı a’zamı, oğlunuzun yüzünden ve senin o rakibane vaziyetinden geldiğine şüphe kalmadı. Senin nüfuzun ve şerefin olmasa idi, oğlun böyle şeylere müdahale edemezdi.

Her ne ise… Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi’nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur’an-ı Hakîm’in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.

Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır[]

Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkit ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor.” derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor, mahiyeti nedir bildir?

Elcevap: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp kemal-i sadakatle lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir.

Ben hem garib hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hâfız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup onlara her zaman dua ediyorum.

Sadakatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş’la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususi işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti safi ve hâlis, lillah için yapıyordu belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatinin kerametidir.

Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlahî olarak o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise bu tarz sadakatinin lem’alarını çok gördüm.

Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet, bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: “Sana bu sû-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemal-i sürur ve ciddi bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için mümkün olduğu kadar cevaz da olsa söylemiyor. Ve bilhassa ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebep, bu kadar olmuş:

Birisi sormuş: “Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?”

O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var ne de bir şey. Her ne ise…

Ben bu köyde ümit etmiyordum ki benim en ziyade itimat ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkitlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. “Ne için böyle yapıyorsun?” derdim, “Hizmetimize maddî fayda girmeyip fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz.” derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken insafsız insanlar, bunun hakkında işaa ediyorlar ki Said’in sayesinde yaşıyor.

O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder.” dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’an’a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum tâ ehl-i bid’a bilsin ki ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

Said Nursî

17. Parça[]

(Hulusi’nin fıkrasıdır.)

18 Receb tarihli, Otuz Birinci Mektup’un Birinci, İkinci Lem’alarıyla Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ını, şabanın birinci günü, yani yazıldığından on üç gün sonra aldım. Demek oluyor ki recebin 18 rakamına, 13 daha ilâve ederek, mübarek mektubun numarasını teyid etmek gibi gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektuptan aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan manevî feyzinden, âlî affınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arz edeceğim.

Şöyle ki: Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece, âlem-i menamda şöyle garib bir halet gördüm. Allah hayretsin. Kamer batn-ı arzdan süratle çıkarak, şakulen semavata yükselmeye başladı. Çıkışı ile süratle yükselişinde hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi takip etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana “Alâmet-i kübra başladı!” diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı esnasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam halinin birkaç misli cesamet arz etti. Bu vaziyette içinde bir insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve kamer kayboldu. Cihan serâser zulmet içinde kaldı. Mağrib cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems sönük bir ziya ile göründü. Ufku takiben bir müddet şimale doğru gayet süratle gitti ve kayboldu. Tekrar zulmet başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber, kıyamet kopuyor diye uyandım.

İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuz Birinci Mektup’un Bir ve İkinci Lem’alarını hâvi kıymetli eseri aldım, okudum. Kendi kendime geceki haleti düşündüm. Dedim: Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor:

Sen bir sefineye râkibsin ki o azametli sefinen baş döndürücü süratle, feza-yı nâmütenahîde koşturuluyor. Bu sefineyi böyle fırıl fırıl çeviren Kādir-i Kayyum, sana musahhar ettiği, muntazam tulû ve gurûb eden şems ile incelerek, büyüyerek mükemmel bir takvim-i semavî vaziyetini gösteren kamer gibi azîm cisimleri de istihdam ediyor. Bir küre “Kün feyekûn” emrini aldığı zaman, bu muazzam küreler gibi milyonlarca seyyarat birbirine karışacak, nizam-ı âlem bozulacak, her şey harap olacak. كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ sırrı zahir olacak.

Öyle ise en metin en âlî en müzeyyen görünen bu saray-ı kâinatın bir anda yıkılacağı, harap olacağı, bütün sekenesinin mahv u nâbud olacaklarını düşün. Hiç-ender hiç olduğunu hatırla. Senin mini mini hayat tekneni, dağlar gibi dalgaları bulunan, kısacık ömrünün denizinde aldanarak boğdurma. Ve hayat-ı ebediyeni söndürmek isteyen, en büyük ve en yakın olan nefsinin hilesinden kurtulmaya çalış. Bunun için sana çok kolay ve ucuz, tesiri mücerreb ve kat’î ve لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ ۞ رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ gibi halâs ve şifa ve necat vasıtalarını tavsiye ederim. Bunlara bilhassa mağrib ve işâ ortasında, otuz üçer defa devam et, demekte olduğunu hissettim.

O küçük rüyanın tabiri, muhterem Üstadıma aittir ve arzusuna bağlıdır. Bu defa manevî mahrumiyetin uzaması, beni cidden müteessir etmişti. Sabra gayret ettim fakat garibdir ki bu mübarek mektubun bura postahanesine vürûdu gününün sabahında اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ emr-i celilinin kuvvetine dayanarak tahammül etmekte olduğumu fakat meraktan da hasbe’l-beşeriye kurtulamadığımı nâtık küçük bir mektubu, uhrevî kardeşimiz Hakkı Efendi’ye göndermiştim.

Bu nurlu mektubun başını işgal eden beş nükteli İkinci Lem’a, başıma tokmak vurarak: Ey bîçare, sabırdan bahsetmek sana yakışır mı? Gözünü aç da Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın sabrına bak! Aklın varsa o Peygamber-i Zîşan’ın (as) sabırdaki kahramanlığını taklide çalış ve korkunç manevî yaralarından kurtulmak için رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ duasını vird-i zeban et diye tenbih ve ikazda bulunduğuna yakîn hasıl ettim. Elhamdülillah dedim.

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ının Birinci Babı, mu’cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü ve kıyamete kadar i’cazının devam edeceğine şüphe olmayan Kur’an-ı Kerîm’in otuz cüzünden otuzuncu, yüz on dört suresinden yüz onuncu, lafız itibarıyla küçük fakat makam ve mana itibarıyla âlî ve şümullü Suretü’n-Nasr’daki çok mühim sırlardan muazzez ve muhterem Üstadımız vasıtasıyla zahir olan tevafukata münasebetli bir tek sırrından beyan buyurulan üç mesele, bana öyle bir kanaat getirdi ki bu küçük surenin üç âyetinden sülüs ve tamamında otuz cüz Kur’an’a, hattâ her harfinde bir sureye işaret ve delâlet mevcud olduğunu cezmettim.

Bu nurani mektup hakkındaki muhtasar tahassüsatımı âcizane yukarıda arz ettim. Feyiz menbaına maddeten ve manen çok yakın olan kardeşlerime, şu perişan ifadatım kapı açmak ve buradan içeri geçmeye sizler lâyıksınız, diyecek kadar faidebahş olduğu hakkındaki emirlerinizden çok sevindim.

Sevgili Üstadım! Allah için sevenler, Kur’an’a hâdim olmayı yürekten isteyenler, musibetin büyüğünü dine gelen mesaib bilenler, zahiren ne kadar şaşaalı mutantan görünse de her bid’akârane hareketten mutlak ve muhakkak Kur’an’a ve imana bir hücum hissedenler ilh. İşte bunlar niyetlerindeki ihlas, kalplerindeki safiyet ve imanlarındaki kuvvet ve Kur’an’a ciddi merbutiyetleri derecesinde, felillahi’l-hamd merkez-i menba ve masdar-ı feyze yakın bulunduruyorlar. Elbette böyle ulvi ruhlu, ciddi ihlaslı, metin imanlı kardeşlerimi çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlahiyeye şâkirînden olmalarını tazarru eylerim. Hasbe’l-kader dünyaya dalmış, masiyette bunalmış, hakikatte acıklı bir gurbete düşmüş olan bu bîçare kardeşlerine dua etmelerini rica ederim. Cümlesine ale’l-husus isimleri zikrolunan Galib, Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.

Hulusi

18. Parça[]

(Sabri Efendi’nin fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!

Şah-ı Geylanî Hazretlerinin manidar ve ihatalı bir beyt-i kıymettarîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübin’i manevî parmağıyla irae ve müntesiplerine îma ve işaret ettiği tefe’ülnamenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: “Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak ve hakikat manevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ve ehadîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır.” demekte aslâ tereddüt etmiyorum.

Bu zümre-i safiye ve hâlise arasında, Sânî Hulusi tesmiyesine bile lâyık ve müstaid olmayan ve hiç-ender hiç olan bir abd-i pür-kusura da haddinin fersah fersah fevkinde bir yer veriliyor. Halbuki bu aczi bîpâyan, kusuru çok, hatası azîm Sabri, sahaif-i a’maline baktığında çok kara ve mûcib-i nefret görüyor. Ve bu mevkide işaret edilen şahıs ismiyle, a’mal ve harekâtıyla, sabır ve teennisi müsbet ve müsellem bulunan başka kardeşlerimiz olduklarına hükmediyor. Çünkü kıymettar bir hazine ve defineyi keşfeden ve o zemin ve zamanda gayyur keşşafa, taharriyatta bezl-i vücud eden sâîler o yolda acaba o defineyi bulabilir miyiz gibi bir eser-i tereddüt göstermeyerek sarf-ı mesaide bulunan, pek kıymettar semere-i sa’yi ve âlem kıymetindeki mahsul gayretleriyle, herkesi tergib ve teşvik ve tenvire hasr-ı vücud eden zevat, hakikaten şâyan-ı takdir ve tebriktirler.

Hulusi ise Şah-ı Geylanî, İmam-ı Rabbanî ve Şah-ı Nakşibendî gibi nice zevat-ı mübarekenin maziden şiddetle bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkıracak olan menabiü’l-envarı, mumaileyh ayrı bir meslek, bir meşrepte olduğu halde, her türlü vezaife tercih ederek دَخٖيلَكَ يَا دَلَّالِ قُرْاٰنِ nida-yı âşıkane ve müştakanesiyle dehalet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze mazhar olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir. Onun içindir ki Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a birinci muhataplığı, hakkıyla ihraz etmiştir ve müstahaktır.

Ve hâkeza Süleyman Efendi kardeşimiz de manen ve maddeten teşrik-i mesai etmiş ve hiçbir ferdin yapamayacağı fedakârane hidematı yapmış olmasıyla, saadet-i ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve tamimine çalışmış اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ mefhumunca keza bu zat da her türlü takdire seza ve lâyıktır.

Bu günahkâr ise maalesef sâlifü’l-arz zevatın hiçbirisiyle kabil-i kıyas değildir. Madem Üstad-ı âlî böyle görmüşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfran-ı nimet etmeyip tahdis-i nimet suretinde kabul eder ve gördüğüm sahife-i siyahımın sahife-i beyaza tahvilini, Cenab-ı Hak’tan tazarru ve niyaz eder ve rahmet-i Rahman’a iltica eylerken, teveccühat-ı üstadanelerinin bekasını yürekten dilerim efendim.

Sabri

19. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Aktab-ı Hamse-i Azîme’nin birincisi ve Gavs-ı A’zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur’an’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi Otuz İkinci Söz’ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani oldu.

Sevgili Üstadım! O büyük şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltaf-ı Sübhaniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren yazılarındaki o derin ve pek ince manalar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatin görmesine mani olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i maneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve maruz kaldığınız mühlik felaketlerden ve nâil olduğunuz bu kadar azîm eltaf-ı İlahiyeden başlayarak, Şah-ı Geylanî’ye kadar ve ondan asr-ı saadete kadar uzanan o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavs’ın sekiz yüz sene evvel ilan ettiği bu hakikatin karşısında hayran oldum. O büyük şeyh, Eski Said gibi bir müridiyle, Yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mani olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.

İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nurani simaları tanıttırdığınız gibi Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” diyorsunuz. Bu hakikatler gösterilen dokuz on delil ile ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilan ediliyordu.

Sevgili Üstadım! Hulusi Bey’in bir fıkrasında söylediği gibi ben de diyorum ki: Kur’an’ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahit oluyorsunuz. Kim bilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.

İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı samediyete affolunmaklığım için yalvarırken bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duagû oluyorum. Kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.

Günahkâr talebeniz Ahmed Hüsrev

20. Parça[]

(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)

Pek muhterem ve sevgili Üstadım Efendim!

Bu defa göndermiş olduğunuz Gavs-ı Geylanî Hazretlerinin ihbar-ı gaybîsi, çok şâyan-ı hayret ve teemmül bir mesele-i mühimmedir. Büyük zevk-i ruhanî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim. Üstadımızın bu zaman için mühim bir vazife-i maneviyesi var lâkin henüz ifşa etmiyor, mektum tutuyor fikrindeyim ve bu fikrimi bazı hâlis kardeşlerime de söylemiştim. Geçen sene Sabri Efendi’ye yazmış olduğunuz mektupların birinde de şu fıkrayı görmüştüm:

“İmam-ı Rabbanî, son zamanlarda biri gelecek, iman meselelerini gayet vâzıh bir surette neşir ve ilan edecek. Bu sizin hiç-ender hiç kardeşiniz, hâşâ kendimi o adam zannedecek değilim, yalnız o büyük adamın bir pişdar neferi olduğumu zannediyorum. Sen benden o zatın kokusunu hissediyorsun.”

Bu fıkra evvelki düşüncemi takviye etti ve kemal-i sürurla gelip Hüsrev’e dahi söyledim. Üstadımızın rütbe-i maneviyesini anladığımızdan çok sevinmiştik. Bundan dört beş ay evvel de ziyaret-i âlînize geldiğimde Üstadımız hakkında sormuş olduğum suale verdiğiniz cevap, kezalik evvelki kanaatlerimi teyid ve takviye etti. O zaman yalnız bir iki kişi biliyorduk. Şimdi bu risalenin neşriyle has talebelerin hepsi vâkıf olmuş oluyor. Sürurumuza pâyan yoktur.

Dinsizliğin münteşir olduğu şu zamanda bulunduğumuza evvelce teessüf ediyorduk. Şimdi hiç teellüm, teessür eseri kalmadı. Zat-ı âlîleri gibi bir üstadı bulduğumuzdan zaman ne olursa olsun bizi meyus etmiyor. Cenab-ı Allah tûl-ü ömür ihsan buyursun. Daha bizlere çok zevkli eserler okutacağınıza eminim.

Müsaadenizle şunu da ilâve edeyim ki sizin daha hârika vazife-i maneviyeniz var. Zaman gelecek remizlerle, işarat-ı Kur’aniye ile öyle haber vereceksiniz ki (Hâşiye[1]) bunları da geçecek ve bizleri şaşırtıp bırakacaktır.

Fakir Talebeniz Re’fet

21. Parça[]

(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)

Son gönderdiğiniz Minhacü’s-Sünnet gibi Lem’alar hakkında ne söylesem ifade-i meram etmiş olamam. Zira eserler birbirini takiben neşrolundukça kıymetleri de mebsuten tezayüd etmektedir. Bizlere cennet hayatı yaşatmaktadır. Eserler hakkında fakirin mütalaa yürütmesi küstahlık olur. Çünkü Şeyh-i Geylanî’nin medih buyurduğu zat-ı mübareğin yazmış olduğu eseri tenkit değil, kemal-i hürmetle tasvip ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhanî ile okumaktan başka ne yapabiliriz?

Yalnız şu kadar diyebilirim ki: Bu dalalet devrinde bizlere zat-ı âlîleri gibi yüksek bir üstadı lütuf buyuran ve şimdiye kadar emsaline tesadüf olunmayan mükemmel ve mükemmil eserler okutup ezvak-ı nâmütenahiye içinde yaşatan Hâlık-ı Zülcelal’e nihayetsiz şükürler etmekle, îfa-yı vazife-i ubudiyet edebilirsek bahtiyarız.

Talebeniz Re’fet

22. Parça[]

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Pek sevgili ve muhterem Üstadım!

Hazret-i Şeyh-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlînin keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Bir şeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, bîçare Ali’nindir.

Evet Üstadım, nasıl ki Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri şecere-i kâinatın hayattar çekirdeği, enbiya ve mürselîn o şecere-i mübareğin dalları olup dalın iptidasından müntehasına kadar kat’î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar.

Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hakkında demiş: “Yâ Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?” Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: “Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tesbihidir.” Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk’i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ bir kitap ile ba’s olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu edip tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.

İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübin arş-ı a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden nüzul ile kökü arş-ı a’zamda, gövdesi Fahr-i Âlem’in (sallallahu aleyhi vesellem) sadrına ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüzünde lafzullah ve lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve lafz-ı Kur’an’ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillü, Hazret-i Şeyh (ks) sırrına mazhar olduğu esma ve cilvesine mazhar olduğu Levh-i Mahfuz ve lütfuna mazhar olduğu Cenab-ı Hâlık’ın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur’an’ı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattir.

Evet, Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur’aniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem omuzunda tecelli etmesiyle, o nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyh’e boyun eğmeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşrep ehli Hazret-i Şeyh’i tenkide cüret etmemeleri gösteriyor ki cadde-i Muhammediye (sallallahu aleyhi vesellem)de bataklık ve nur-u Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmda zıll olmadığını aynelyakîn derecesinde ispat ediyordu.

Öyle de on dördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı da dokuz yaşından altmış (seksen altı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur’an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz eden Avrupa devletlerini iskât eden, zemzeme-i Kur’aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i cari nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve onların kalelerini zîr ü zeber eden, emsali görülmemiş on dördüncü asra mahsus envar-ı Kur’aniyeden Risale-i Nur ile cihanın cihat-ı sittesini ve semanın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâbb-ı emred ve gençlerini masum bir hale Hazret-i Eyyübvari hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur’anînin ve Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (ks) altıncı asırdan on dördüncü asırda görmesi, Kütüb-ü Sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur’an’da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübareğin şe’nindendir, diyebileceğim.

İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki vazifenin ehemmiyetine binaen Cenab-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, mebus-u âlem güzide-i benî-Âdem Efendimizden, Hulefa-i Raşidîn’den radıyallahu anhüm, aktab-ı evliyadan öyle bir manevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrutları da olsa yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir.

Dilerim Cenab-ı Hak’tan envar-ı Kur’aniyenin ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ‌ bayrağı altında toplanan ehl-i imanın ellerine yetişmesiyle, ilâ yevmi’l-kıyam o envarın tevessüüne ve neşrine hayatını feda eden ve edecek erbabının teksirini ihsan buyursun, âmin âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Sevgili Üstadım! Yarım başımın tercüman olduğu şu arîzama, yarım nazarla bakıp aff-ı kusur buyurmanızı diler, el ve eteklerinizden öper, bize ve bütün âleme vesile-i hayat olan Üstadım, Cenab-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, duasını gece ve gündüz niyaz eylerim.

Mücrim talebeniz Ali

23. Parça[]

(Hulusi’nin fıkrasıdır.)

Aziz, muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardeşimiz Hüsrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyan-ı hayret ve cây-ı dikkat “Mühim bir ihbar-ı gaybî” ismini taşıyan çok kıymetli, manalı, ruhlu, sürurlu, tesirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ve şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlahiyeye kapanıp dualar eylerim. Ve defaatle

اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعٖيدِ النُّورْسٖى بِحُرْمَةِ حَبٖيبِكَ مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ اٰمٖينَ

dedim.

Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve manevî ihbar, bu bîçareyi öyle bir hale getirdi ki tariften âcizim. Ruhaniyetlerindeki celalet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse bu bîçare de öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hale geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul.

Bu halette iken, istidadımın fevkinde şöyle birkaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve hablullaha yapışan kardeşlerime bırakıyorum.

Hulusi, bak gaybî ihbarnameye

Gör Üstadım neler izhar eylemiş

Kitab-ı Sinan’dan edip tefe’ül

Hakka ki keramet ibraz eylemiş

“Ümmi Alîm”le (Hâşiye[2]) “Sinan-ı Ümmi”de

Hesab-ı ebcedle var mutabakat

Görünür bakılınca bu tarîkle

Esma-i Üstadla tam münasebet

Hakkıyla hâdimü’l-Kur’an’dır Üstad

İspata kâfidir bu muvafakat

Hayret-bahş esrara vâkıftır bu zat

İhvana deriz haber-i beşaret

Sekiz yüz sene evvelinden görmüş

Hâdimü’l-Furkan Bedîüzzaman’ı

Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı A’zam

Sultan-ı evliya Şah-ı Geylanî

Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstadın

Seni Kur’an hâdimi eder add

Kapan secde-i şükre, de Hulusi:

İlahî ente Rabbî ve ene’l-abd

Bu âciz kulunu muvaffak eyle

Hizmet-i Kur’an’la şerefyâb eyle

Hizbü’l-Kur’an’dan ayırma tâ ebed

Bu âsi kuluna merhamet eyle

Üstadım Said Nursî’den ol razı

Bihürmeti Habibike’r-Raziyyi’l-Marzî

Evliya sultanı Abdülkadir’in

Himmetin eksiltme bizden İlahî

İhbarname-i gaybın izharının

Gönül istedi yazmak tarihini

Yüz bin hamd ü şükret Hakk’a Hulusi

Sana üstaddır Molla Said Nursî.

Uhrevî kardeşiniz Hulusi

Kalemi kerametli Mesud’un ehemmiyetli bir rüyasıdır[]

Âlîcenab ve faziletmend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!

Tulûat olmadıkça, siz Üstadıma mektup yazmaya muktedir olamıyorum. Çünkü başlıca âmâlim Nurların ikmali olduğundan ve yazdığım esnada bir an evvel bitirmek emeliyle serî bir surette yazdığım için o Nurlardan almış olduğum feyzi etraflıca anlatamayacağım için mektup tastirine cüret edemiyorum.

Hüsrev Efendi’nin nezdinizden müfarakatı günü, bendeniz ziyarete geliyordum. Bedre’nin civarında birbirimize tesadüf ettik. Geri dönmekliğimizi söylediler. Sabırsızca esbabının neden münbais olduğunu sordum. Neticeyi anlattılar. Birlikte köye avdet ettik. Çok müteessir oldum. Meyusiyetimden iki gün dışarıya çıkamadım. Kalbimin teessürünü teskin için Nurları yazmakla meşgul oldum.

Avdetimizin ikinci gününün gecesi, saat on buçuğa kadar yazı ile iştigal ettim. Sahuru yedikten sonra meyusane ve mükedderane yattım. Gördüm ki:

Zat-ı âlînizle birlikte Medine-i Münevvere’ye gitmişiz. Harem-i Şerif’in kapısından girince Makber-i Saadet önümüzde görünüyordu. Makber-i Saadet’in içinde Peygamberimiz sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Babü’s-Selâm’a doğru müteveccih idiler. Ben der-akab koşmak istedim. Birlikte ben sizin bir adım arkanızda olarak vardık. İmamın namazdan fariğ olduğunda nasıl yüzünü cemaate çevirir; bizim girdiğimiz tarafa doğru Zat-ı Risalet dönmüşler, diz üstüne oturmuşlar ve biz de vardık. Zat-ı âlîniz hemen bir adım mesafeli olarak diz çöküp oturdunuz. Ben de sizin arkanızda diz çöküp oturdum. Siz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile epey müddet görüştünüz. Dikkatli vech-i saadete nazar ettiğimde, alnı vech-i mübareği güneş gibi gayet parlak ve sair aksamı buğday rengi, re’yü’l-ayn müşahede ettim. O esnada mükâlemeniz neye müncer olduğunu anlayamadım.

Tefsirini Üstad-ı ekremime havale ediyorum. Yalnız kāsır fikrimle, sen ne oluyorsun diye kalbimi teskin edebildim. Üstadım şu zalimlerin İslâmiyet’e karşı tecavüzlerini, kendi merciine ve şeriat sahibine şikayet etti.

Mesud

Vezirzade Küçük Mustafa’nın fıkrasıdır[]

Ey sevgili Üstadımız, ey Nurların mazharı ve nâşiri!

Cenab-ı Hak sizi bu memlekete göndermiş tâ ki dalalete giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun. Cenab-ı Hakk’a gece ve gündüz secde-i şükran etsek bu nimetlerin şükrünü ödeyemeyeceğiz.

Ey Üstadım, ben ümmiyim. Sair kardeşlerim gibi malûmatlı değilim ki Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı dilim ile ifade edeyim. Fakat inşâallah sadakatte ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım. Uyanık âleminde ifade-i meram edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delâlet eden bir iki vak’ayı arz edeceğim:

Birincisi: Bundan bir buçuk sene evvel, ticaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın içyüzü bana göründü. Hem fâni hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fâni dünyadan, bâki bir âleme yol gösterecek bir üstad, Cenab-ı Hak’tan istedim ve dedim ki: “Öyle bir üstada rast gelsem söz veriyorum ki ona tam hizmetkâr olacağım.”

İşte ben bu halde ve bu niyazda iken, o gece gayet şirin ve güzel, bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz ziynetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garptan şarka doğru beş altı metre yüksekte, şehrin üstünde uçarken selâmınıza durduk. Selâmınızı aldık. O esnada uyandım. Şehadet getirdim. Şükrettim ki istediğim üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretinize geldim.

İkinci Vakıa: Rüyada bir şehirde gayet kesretli askerler ve cephane görüyorum. Biz de güya o askerlerdeniz. Dedim: “Yâ Rabbi bu askerlerin kumandanı kimdir?” Niyaz ettiğim vakit karşımızda yüksek bir saray zuhur etti. O sarayın içerisine girdim ki kumandanı göreyim. Baktım ki parlak bir çay akıyor. O çayı takip ettim. Baktım, şubelere ayrılıyor. Devam ettim. Tâ menbaına kadar gittim. O askerlerin kumandanı, o suların sahibini buldum. Yani Üstadımızı, iki adamla başında namaz kılarken gördüm. Ben de o sudan abdest aldım. Namaza dâhil oldum. Kalbimin hareketiyle, dilimin şehadetiyle uyandım. Cenab-ı Hakk’a şükrettim ki Üstadımızı bize gösterdi.

Hizmetkâr ve talebeniz Mustafa

24. Parça[]

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Bu hafta Otuz Birinci Mektup’un Yedinci Lem’a’sı ile Üçüncü Lem’a’sını, hazine-i Mektubat’a ilâve ve muhibban ve müştakana tilavet eylemekle, vesatat-ı âliyenizle, bir lütf-u azîm-i İlahîye daha mazhar olduğumdan dolayı Kerîm, Rahîm, Bâki-i Zülcelal’e yüz binler hamd ve şükür eylemekte ve sevgili Üstadımı rıza-yı Samedanîsine ve vazife-i meşkûre-i maneviyesinde devamlı, nüfuzlu, şümullü muvaffakıyetlere mazhar buyurmasına abîdane tazarru ve niyazlarda bulunmaktayım.

Bu bîçare ve isyankârdan çok dua beklediğinizi emir buyuruyorsunuz. Ben o dergâh-ı âlîye ancak bir nevi i’cazının izharına Fahrü’l-âlemîn, Habib-i Rabbü’l-âlemîn, Seyyidü’l-mürselîn sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin en büyük mu’cizesi olan, tâ kıyam-ı saate kadar hükmü ve i’cazı bâki olacağına iman ettiğim Kur’an’ın nurları delâletiyle ve Üstadımın mübarek isimlerini, vesile-i kabul olmak üzere kullanarak iltica edebiliyorum. Hiç mümkün müdür ki bu eşiğe yüzümü sürerken “Yâ Rab, Üstadım Said Nursî Hazretlerinden razı ol, dâreynde muradlarını hasıl kıl!” diye yalvarmayayım? Aslâ ve kat’â. Bu bir vazife olmakla beraber, kanaatçe inşâallah vesile-i icabe-i duadır.

Aziz Üstad! Sadîkınızın zayıf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvi ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır.

Evet, gayr-ı kabil-i inkârdır ki bu fâni hayatın dağdağaları arasında, havas ve letaif her zaman müştakı bulundukları münevver ve muhteşem âyineye bakamıyorlar fakat o meşgaleden feragat edildiği anda, yine Nur bütün haşmetiyle arz-ı dîdar ediyor. Bu zamanlarda hiç ayrılık hissetmiyorum. Hattâ ihtilaf-ı mekânı da tesirsiz görüyorum.

Yedinci ve Üçüncü Lem’aların bura postahanesine vürûdu, ramazanın on birine tesadüf ediyor. Bir gün postada kalmasına karşılık tutulursa her bir Lem’a, bu mübarek ayın başından onuna kadar birer gün almışlar ve “Evvelühü rahmetün” olan aşr-ı ûlâ-yı ramazanda mahall-i maksuda vâsıl olmuşlardır. Müftülük ilanına göre tam onuncu gündedir.

Dördüncü ve Sekizinci Lem’aları da bu mâh-ı gufranın on dördüncü günü aldım. Posta bir gün evvel geldiğine ve bir gün de postada kalışına veya birinci makama sayılırsa bu nurlu eser de sanki ramazanın her gününde bir Lem’a alarak yerini bulmakla hem bu adetlerin boşuna konulmadığına hem de “Evsatuhu mağfiretün” olan aşr-ı sânî-yi ramazanda yazıldığı mahalle yetişeceğine sarahat derecesinde delâlet ediyor.

Şu saatte şuâatını gözüme sokan güneş gibi bu kadar nurlu ve zahir hakaiki, mahza bir inayet-i İlahî olarak, bu bîçareye gösterilen bu mübarek eserlerden, bu Nurların bihavlillah gurûbsuz tulû ettikleri mahalle, Utarid ve Zühre gibi maddeten ve manen yakın bulunan hizbü’l-Kur’an’a dâhil hâfız, sadık, hâlis ve salih kardeşlerimin daha çok esrar anlayacaklarına şüphe etmiyorum.

Mademki merkez-i feyze en uzak bulunan âciz bir kardeşlerinin mübarek eserler hakkındaki duyguları, kendilerinin de lâyıklı, manalı çok değerli ihtisaslarını beyana vesile oluyor, inşâallah bu hareketleri hizmet-i Kur’an’dan ma’dud olur. Âlî huzurunuzda kardeşlerimle biraz konuşmak istiyorum.

Kardeşlerim, bu bîçarenin Nurlarla iştigali üç devreye ayrılmıştır:

Birincisi: Üstad Hazretleriyle ilk teşerrüf etmek saadetine nâil olduğumdan itibaren intişar etmiş olan eserleri, kendim için istinsah etmek.

İkincisi: Yine muhterem Üstadımın emirlerine imtisalen Sözlerin, muhtelif tabaka-i nâsa tesirleri ve kabil-i cerh, lâzımü’t-tashih, mûcib-i itiraz cihetleri olup olmadığı hakkında, kāsır aklımla anlayabildiğim kadar ve kısa görüşümle seçebildiğim kadarını arz eylemek ve bütün fırsatlardan istifade ile din kardeşlerime faydalı olmak, onlara da bu Nurları göstermek, dikkat-i nazarlarını celbetmek, kalbî ve bâtınî yaralarına merhem eylemek emeliyle, ihtiyarsız ve manevî bir tesir altında âsâr-ı Nur’u aşk ile okumak.

Üçüncüsü: Yine aziz ve müşfik Üstadımın emirlerine mutavaatla, bildiğiniz vechile her birisi bir türlü letafet ve belâgat ve celadette ve çok kolaylıkla akıllara hayret verecek tarzda intişar etmekte olan nurlu âsâr hakkındaki ihtisaslarımı arz eylemek ve bizzat veya kardeşlerim namına, bazı Kur’anî müşkülat ve tereddüdatı makam-ı feyze takdim ederek, bu tarîkle hem müşkülün halline hem de sâil ile birlikte diğer kardeşlerin de istifadelerine âcizane hizmet eylemek.

Denizden katre mesabesindeki bu Kur’anî hizmetten dolayı, bu bîçareye bir kıymet atfetmeyiniz. Çünkü maalesef hiç liyakatim olmadığını ben çok iyi biliyorum. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyet-i celilesi ümit vermemiş olsa isyanımın nihayetsizliği karşısında çıldırmak işten bile değil.

Öyle ise aziz kardeşlerim, bu zavallı kardeşinize hayır dua buyurmanızı bilhassa rica ediyorum. Kur’an hesabına bakılırsa o zaman belki bazı güzellikler görünebilir. Bu da sevgili Üstadımızın buyurdukları gibi Kur’an’ın güzellikleri ve menba-ı kevserden gelen Nurların latîfliği, bu hususu temin etmişlerdir.

Hîn-i sabavetimden beri en ziyade menfurum, felillahi’l-hamd yalan söylemektir. Onun için hakikati ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesadüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlahîdir. Bunu hissediyordum. Kader-i İlahîyi izaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı A’zam Sultan-ı Evliya Bâzü’l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk.

Fakat muhterem Üstadımın âlî afflarına istinaden şunu ilâve edeyim ki Gavs-ı A’zam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, sarahaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hali tetkik edilecek olursa görülür ki bu zatın vücudu sırf Kur’an ve iman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş.

Biz bîçareler bu şem’in pervanesi oldukça, hizbü’l-Kur’an namına Hazret-i Gavs’ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşanı Peygamberimiz (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefaatine, iltimasına ve nihayet Münzilü’l-Kur’an’ın affına, himayesine mazhar olacağımıza da şüphe edilmemek lâzımdır.

Allahu Zülcelal Hazretleri cümlemizi muhafaza buyursun, âmin! Dâreynde bâis-i necatımız olan bu hizmeti bi’l-külliye terk edecek olursak, o zaman helâkimiz muhakkaktır. Mademki elimizde ma’fuv olduğumuza dair senedimiz yok; bâis-i feyzimiz Üstadımız Hazretlerinin bizlere şefkatinden dolayı keramet-i gaybiyeden haber verdikleri müjdeler, yalnız şevkimizi ve şükrümüzü artırmaya vesile olmalı. İsimlerinin sarahaten zikredildiğini bildirmekle beraber gösterdikleri âlî feragat, cümlemiz için nazar-ı ibretle görülmeli ve cidden taklit olunmalıdır.

Yine emirlerindendir ki bizler hizmetle muvazzafız, mükellefiz. Netice ile değil. Bu nurlu hizmette bizleri birleştiren Allahu Zülcelal’den niyazım: Haşirde de liva-yı Muhammedî (asm) altında haşr u cem’olmaklığımızdır. اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ

Müsaadenizle sadede geliyorum:

Otuz Birinci Mektup’un Yedinci Lem’a’sına esas olan üç âyet-i celilenin tefsiri hârika bir tarzdadır. Bilhassa İkinci Vecih’le, Yedinci Vech’in ikinci ihbar-ı gaybî ciheti işitilmemiş bir surettedir. Bu Mektup’un Üçüncü Lem’a’sı ki كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mealini ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَابَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlelerinin gösterdikleri iki hakikatten çok büyük feyz aldım. Garibdir ki bu mübarek eser لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ âyet-i celilesiyle başlamakla, sanki bu fakirin gördüğü rüyaya bir işaret yapıyor ve diyor ki:

Senin rüyanda gördüğün kamer, bu âyette bahis buyurulan rüyanın sahibi iki cihanın Fahri (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Hazretlerinin bir parmak işaretiyle ve izn-i Hak’la inşikak etmiştir. Şems onun hatırı için On Dokuzuncu Mektup’ta beyan buyurulduğu üzere, bir saat hareketsiz görünmüştür, gibi mu’cizatını hatırlatarak “Ey gafil, ittiba-ı sünnet et!” diyor.

Bu rüyayı nakleden mektubumda, Otuz Birinci Mektup’un Birinci ve İkinci Lem’alarıyla, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Remzi’nin Birinci Makam’ından gelen feyiz neticesi, ihtiyarsız yaptığım tabirin sonunda yazmış olduğum كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyet-i celilesinin bir nevi i’cazlı tefsirini beyan buyurmakla, mektubuma gayet latîf ve çok muhteşem bir cevap verilmiş oluyor.

Otuz Birinci Mektup’un Dördüncü Lem’a’sının Birinci Makamı “Minhacü’s-Sünne” denmeye hakikaten lâyıktır.

Birinci Nükte: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine şefkatinin derecesini ve bihakkın Şefîu’l-müznibîn olduğunu göstermekle beraber, Süleyman Efendi merhumun mevlid-i şerifindeki:

Tıfl iken ol diler idi ümmetin,

Sen kocaldın terk edersin sünnetin.

vecizesini hatırlatmakta ve ol Hazret’e ümmet olanlara, sünnetlerine riayet lüzumunu ehemmiyetle ders vermektedir.

İkinci Nükte: Cenab-ı Peygamber sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin nesl-i mübareklerinin, ilâ yevmi’l-kıyam Hazret-i Hasan ve Hüseyin Radıyallahu Teâlâ Anhüma’dan geleceklerini ve istikbalde çok mübarek zevatın da bu meyanda zuhur edeceklerini nazar-ı nübüvvetle gördükleri için bu iki hafidine bütün o nurlu zatlar hesabına şefkat göstermesi; öyle bir tariftir ki beşerin düşünmesiyle yazılmasına imkân yoktur.

Üçüncü Nükte: Nass-ı kātı’ ile sabit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt’e muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi îfaya davet eylemektedir. Çünkü İslâmiyet bir vücudsa bu vücudun bel kemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah’tır.

Dördüncü Nükte: Şîaları ilzam edecek kadar kuvvetli bir derstir. Bu şümullü dersten gaye ne olduğu, sonunda mükemmelen icmal edilmiştir. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا emr-i celiline tevfikan, bütün mü’minler tevhide çağrılmıştır.

Keramet-i Gavsiye’nin işaratını teyid eden remizleri defaatle okudum. Bu müjdeler hamd ve şükrümü artırmıştır. Zembilli Ali Efendi’nin hale çok uygun olan fıkrası hoşuma gitti. Latîf tefe’ülünüz خِتَامُهُ مِسْكٌ kabîlinden olmuştur.

Evet, Kur’anî bahçede her zaman başka renkte, başka letafette, başka tesirde hakiki cennet çiçekleri açılıyor. Bu mezherenin bülbülüne ve onun gönülleri teshir eden nağmesini dinleyen, meşk eden yoldaşlarına, dâreynde selâmet ve saadet ve muvaffakıyetler temenni ve niyaz eylerim.

Şairin zamana muvafık bir beyti:

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin

Bülbül hamuş, havz tehî, gülistan da harap.

Ben de derim:

Öyle bir bid’alar devrindeyiz ki İslâm’ın

Bir bülbülü, bir gülistanı kalmış Kur’an’ın.

Keramet-i Gavsiye’yi henüz kimseye okuyamadım. İçinde bu bîçareden bahis edilişi, okumak hususunu düşündürüyor. Mübarek Ramazan (Hâşiye[3]) bir an evvel bu isyankârların, kadir-nâşinasların elinden yakayı kurtarmaya çalışır vaziyette, süratle elimizden gitmektedir. İmam Ömer Efendi geçen sene “Ramazanın Hikmetleri” eserinin, ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu ramazanın birinci cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Hulusi

25. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Bu fakir talebenize teselli veren mektubunuzu aldım ve ba’de’t-takbil okudum. Ruhumda hasıl olan manevî yaraların ızdırapları ile çok müteellim olurdum. Her şeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz şeair-i diniyemize ve sizi severek, hâhişle fîsebilillah emirlerinize itaat ederek, size koşan talebelerinize set çekmek suretiyle yapılan denâete ruhum sabredemiyordu. Bir an evvel Hâlık’ına ulaşmak isteyen ruhumda, azîm bir galeyan hissediyordum. Diğer taraftan da sizden malûmat alamadığım için ızdırapların altında fevka’l-had eziliyordum. Zalimlerin kahrı için dergâh-ı İlahîye iltica etmekle teselli bulmak isterken işte bu mektubunuz, kaza ve kadere razı olmak suretiyle teselli ihsan ediyordu. Ben de سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek kahr talebinde bulunmayı bırakıyorum.

Ey sevgili ve müşfik Üstadım! Her an duanıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem ruhen bir parça istirahat ediyorum. Fakat Üstadım ve kardeşlerim hesabına düşünürsem ızdırabım, yeisim birden bine çıkıyor. Ruhum feveran ediyor. Yine Cenab-ı Hak hesabına itaat etmek istemiyor.

Aziz Üstad! Âlem-i İslâm’a indirilen o azîm darbeler, âlem-i İslâm hesabına sizin omuzlarınıza isabet ettiğini biliyorum. Böyle olmakla beraber, ulvi ruhunuz, âlî hamiyetiniz, hadden efzûn sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zalimler hakkında da hayır dua etmek oluyor.

Talebeniz Ahmed Hüsrev

Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır[]

Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin, Cibril-i Emin vasıtasıyla, âhir zaman nebisi Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’e gönderilen ve bugüne kadar muhafaza edilen Kur’an-ı Hakîm’i hakikatiyle ve hak sözler ile Hakk’ın yaratmış olduğu kullarına tercümanlık eden ve Hakk’ın rızası için gece ve gündüz dua eden, hakiki saidden bir muhabbetname aldım ki o da Üstadım Efendimin mektubudur.

Ciddi ve samimi dostumuz ve kardeşimiz bulunan Âsım Bey’e vardığımda müjdeledi. Beş dakika kadar görüştüm. Ve göndermiş olduğunuz emanetleri alırken öyle sevindik ki bülbülün gül dalında seher vaktinde aşkından ağzından çıkarmış olduğu nağmeler gibi işittik. Onun için birbirimizle ne konuştuğumuzu bilemedik. Bildiğim şu kadar ki: Yalnız ayrılırken çok şükür Cenab-ı Allah’a, böyle envar-ı Kur’aniyeyi neşreden bir Üstadımız varken hiçbir vakit saadetimizden mahrum kalmayız diye bildik.

Babacan

Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır[]

Aziz ve sevgili Üstadım!

Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki size mektup yazamadım. Her zaman olduğu gibi şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi bu hafta içinde işittiğim pek acı, elîm bir haber, bir sâıka gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış.

Âh Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız? Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.

Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatin zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki tahribat ve istibdat haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. “Büyük felaketler, güler yüzlü intibahlar doğurur.” derler ki pek musîb bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû edecek.

Aziz Üstadım! Nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.

Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müthiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilaçlarla tedavi etmeye çalışırken bize musallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma set çekmek için çekilecek mezahim ve meşakk-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek… Bu fikir, fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.

Sevgili Üstadım! Şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.

Sevgili Hocam! Siz herkes için beşeriyet için zararlı olan tahribat ve âfatın önünü almak için gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahkirata maruz kalın. Hayır aziz Üstadım, hayır! Yüce dâhî, hayır! Sizin nasibiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu haletler olsa olsa üç beş dinsizin, birtakım cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz aslâ ve kat’â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün tâ nâmütenahî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde, uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zayıf, pür-kusur, kemter bîçareler için de müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın.

Zekâi

26. Parça[]

(Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasıl ki yaz günlerinin sıcak demlerinde bilumum nebatat yağmura ihtiyaç hissederse Zekâi de Üstadımın nasihatlerine ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.

Üstadım, eyyam-ı mübareke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi manevî yaralarından mecruh bîçareler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının affını ve meşru emellerinin husulünü, Hallak-ı âlem’den temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenab-ı Allah mâh-ı gufranın kudsiyeti hürmetine kusurlarımızı aff u mağfiret eylesin, âmin!

Sevgili Üstadım, bu defa üç gün izinle Atabey’e gidip ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.

Âh Üstadım, bazen zahirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor. Bu anlarda hayatın kararsızlıklarından mütevellid yeis, bizi müteessir ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.

Üstadım! Öyle zannediyorum ki âcizleri, hayatın ihtilata mecbur eden ahvalinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşâallah duanızın himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?

Aziz Üstadım! Emsal-i kesîresiyle Üstadımızın riyaseti altında müşerref olmaklığımızı dilediğim iyd-i fıtrınızı tebrik vesilesiyle takdim-i ihtiramat eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim, sevgili Üstadım.

Günahkâr talebeniz Zekâi

Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene’nin fıkrasıdır[]

Sevgili Üstadım!

İki aya yakın zamandan beri, gelen âhiret kardeşlerle selâmınızı alıyorsam da benim gibi âcize bir talebenin, sizin her vakit nurlu nasihatlerinizi dinlemeye ihtiyacı olduğundan dolayı, haftaları bütün mahzuniyetle geçiriyorum. Evet, zaman oluyor ki gözlerimden dökülen yaşları, nurlu risaleleri okumakla teskin ediyorum. Zaman oluyor, kalbim mütemadiyen ağlıyor. Hele şu mübarek ramazan, birkaç müfsidin kalbimize saldığı hançerin acısını kalben, bütün gün için için ağlamakla geçiriyoruz.

Nihayet aldığım bir haber üzerine, yine eskisi gibi âhiret kardeşlerimizin sizi ziyaret etmekten mahrum olmadıklarından memnun oldum. Yalnız mübarek ibadethanenin ve bütün ehl-i iştiyakın sizin duanızdan mahrum kaldığına çok acıyorum. Hattımın noksanlığı ve zayıflığı dolayısıyla risaleleri yazamadığımdan beni affediniz.

Şu zamanlarda dünyayı sevmez olduğumuz halde, kurtulamadığımıza çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyoruz. Evet, bir şey arıyoruz. Heyhat!.. Aradığımız gün hem çok uzak hem çok yakın görülüyor. Daha ne kadar bu hal içerisinde çırpınacağız, diye feryat eden kardeşlerimizin hissiyatına bu âcize, bu fakire iştirak ediyorum.

Âcize talebeniz Müzeyyene

27. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Senelerden beri zalimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu bîçare Müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallukatınızdan mahrum bir vaziyette, teali ve terakkisi için çalıştığınız cemiyet-i İslâmiye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir ses “Ağla hem çok ağla! Belki rahmet-i İlahiyenin nüzulü ve âlem-i İslâm’ın saadet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla!” diyor.

Bu anda kalp gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.

Âh, sevgili Üstadım! Ehl-i gaflet gülerken, ehl-i ilhad nefsî müştehiyatları arkasında koşarken biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz. Âh, sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bize saadet vermeyecek mi? Acaba bu gün daha çok uzayacak mı? İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevap verirken, teenni ve sabır tavsiye ediyorum. Ve Sırr-ı İnna A’tayna tebşiratıyla müteselli oluyorum.

Ey kıymettar Üstadım! Sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirakimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki ruhen hiç de uzak değilim. Bazen kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dâhil oluyorum.

Sevgili Üstadım! Hâlık’ımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Bey’le takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ’caz-ı Kur’an’ın sahifelerini açtıkça hakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz Ahmed Hüsrev

28. Parça[]

(Sabri Efendi’nin fıkrasıdır.)

Dün Eğirdir’e gittim. Hulusi Bey’in ihlaslı ve sadakatli mektubunu getirdim. Nurani kalp ve ruhtan cûş eden şu mektubun muhteviyat ve münderecatını bu fakir de tekrar ederim. Kendi hesabıma takdim ediyorum. O muhterem kardeşime bedel fakire, mademki Üstad-ı Muhteremim sânî-i Hulusi ismini vermiş. O hâlis imza sahibinin halfinde bu fakir de görünse ifadatına iştirak etse irsiyet-i maneviyesi daha iyi, sabit ve zahir olur, emel-i âcizanesini esas gaye ve maksat bildim efendim.

Âciz talebeniz Sabri

Aydınlı İsmail’in fıkrasıdır[]

Sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladım ve yazmaya doyamıyorum. Ve sizin tatlı Sözlerinizi yazmaya başladığım anda, ruhumda bir ferahlık hissediyorum. Aynı zamanda sizi hiçbir türlü unutamıyorum. Ve daima sizin mektubunuzu yazmak istiyorum.

Talebeniz İsmail

Aydın’da Doktor Şevket’in fıkrasıdır[]

Üstad-ı A’zamım Efendim!

Nurani ve çok kıymettar eserlerinizi okuduk. Nurlu ve feyizli eserlerinizin tesiriyle parlayan kasvetli kalplerimizle, siz Üstadımıza ebediyen minnettar ve medyun-u şükran bulunduğumuz gibi; risaleleri bizlere okutturmaya ve yazdırmaya sebep olan Hâfız Zühdü Efendi kardeşimizi de daima hayırla yâd etmekten kendimizi alamıyoruz. Kendilerine fiyat takdir edilemeyecek derecede kıymete mâlik bulunan muhterem risalelerinizi yazıp ikmal etmemize, Cenab-ı Hakk’ın bizi muvaffak kılması için Üstad-ı Ekremimizin dua ve himmetlerine muhtaç bulunuyoruz.

Talebeniz Doktor Şevket

29. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!

Arz-ı hürmet ve iştiyakla el ve ayaklarınızdan öperim. Hulusi Bey’in suallerine verilen cevaplara ait cihan-değer kıymetli, nurlu, feyizli sözlerinizi iki gün evvel aldım. Suallerin cevapları o kadar latîf idi ki ne okumaya doyabildim ve ne de idrakim kadar olsun hakkıyla kavrayabildim.

Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin makbulînden olduğu halde, hatasının ve her kitabında mühdî olamamasının esbabı, o kadar amîk bir şekilde ve o derece ince bir tarzda izah buyuruluyor ki bu âlî dersinizi sair kardeşlerimle beraber okudum. Dedim: “Aziz kardeşlerim, bu âlî dersten istifade ediyor, mühim bir şey anlıyorum fakat zübde edemiyorum, zihnimde toparlayamıyorum, siz ne dersiniz?”

Hazırûn dersimizin yüksekliğine işaret ederek İslâmiyet’in ardı ve arkası kesilmeyen hücumlara maruz kaldığı bir zamanda, bu nurlu eserlere kavuştuğumuzdan dolayı, binler teşekkür ettik. Bilhassa doktora verilen son cevap hâşiyesinin letafeti yüzümüzde âsârını göstermişti.

Bir taraftan hınzır etinin hurmeti esbabı, illeti gayet güzel bir surette izah edilmiş, diğer taraftan da âlî müfekkirenizden parlayan nurlarla hem de pek yakında dünyanın ufuklarında İslâmiyet’in güneşinin parlayacağına işaret buyuruyorsunuz. Cenab-ı Hak sizden hadsiz hesapsız razı olsun.

Sevgili Üstadım, âciz talebeniz bu aczi ile manevî himmetinize iltica ediyorum. Ve öyle ümit ediyorum ki Hallak-ı Kerîm’im beni ihtiyarım olmayarak istihdam ettiği bu vâdide, duanız himmeti ile inşâallah bir idrak ve bir kabiliyet ihsan buyuracaktır.

Hakir talebeniz Ahmed Hüsrev

30. Parça[]

(Said’in bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, fedakâr ve vefadar kardeşim Kürt Bekir Bey!

Maatteessüf bilmecburiye nâhoş ve malayani sayılacak bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakiki hamiyet-perver Türkçülere karşı değil belki Frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecavizlere karşı söylüyorum. Şöyle ki:

Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri bir silahı şudur ki diyorlar: “Said Kürt’tür, bir Kürt’ün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.” Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil belki safdillerin temiz kalpleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:

Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin evladına hizmetkâr etmiş ki dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.

Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.

Evet ben, bin gafil ve âmî Kürt’ü bir Türk olan Hulusi’ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürt’ü birer Türk olan Âsım ve Re’fet’e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Hüsrev’i bin âmî Kürt’le değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvalime muttali olanlar tasdik ettikleri halde; Frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir milliyet-perverlik suretinde ve hodfüruşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki: Ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi, binler Türk şahittirler. İşte bana Kürt diyen ve ittiham eden, zahir hamiyet-perverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.

Bu firavuncukların enaniyetini kabartan mahviyetkârane söz söylemek caiz olmadığından bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenab-ı Hakk’ın affına güvenerek izhar ettim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

31. Parça[]

(Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Bu elîm hâdisat hususunda sabır ve tevekkülden bahsetmek bilirim ki zaiddir. Esasen bizim gibi hayatın cüz’î ızdırabından âh u enîn eden kemterlere, sabır ve tevekkül gibi define-i saadet ve necatın kıymetini siz öğrettiniz. Hamdolsun, günden güne bu kelimelerin mefhumunu daha iyi kavrıyoruz ve takdir edebiliyoruz. İlk zamanlarda yani Nurlara çok uzak olduğumuz gaflet zamanlara, hayatta, hâdisatta, her şeyde (sabır ve tevekkül) bizlere zahiren acı ve kabil-i hazım değil gibi geliyordu, öyle görüyorduk. Fakat bu hususatı bihakkın telkin ve tenvir buyuran Üstadımızın irşadı, bizim nazarımızda sathî ve zahirî şeyleri silmektedir. Bu fakirin ve günahkârın en ziyade medar-ı süruru olan bir şey varsa o da ancak akıl ve fikir ve bahr-i muhit-i kebirden bir katre nisbetinde kalp gözüyle hakiki nurları görüp muvakkat bir an ve zaman için mütelezziz olmasıdır.

Sevgili Üstadım, hamdolsun kardeşlerimiz fikren ve ruhen hal-i terakkidedirler. İnşâallah, manen ve nazar-ı İlahîde de terakki ediyorlar. Yirmi Yedinci Mektup gittikçe coşan berrak bir şelale gibi çağlamaktadır. Yegâne arzum ve emelim tarîk-ı selâmet sâliklerinin kesretini ve elimizdeki mecmua-i hakaikin daha çok kıymetli ve temiz ellerde dolaştığını görmektir. İnşâallah zaman bu mukteza-yı hak ve hakikati icra edecektir. Âcizleri bu ümit ve intizar ile hayırlı âkıbeti Cenab-ı Hak’tan temenni ediyor ve şimdilik gayyur, sadık, müttaki ağabeylerim ve kardeşlerimin meziyetleriyle ve temiz kalpleriyle ve hüsn-ü niyetleriyle iftihar ediyorum.

Nurlarla, projektörlerle, semavî yıldızlarla ezelî bir iman gibi manevî toplarla mücehhez olan sefine-i maneviyemizin şu zamanın dalgalarından, kasırgalarından âzade kalmasını Cenab-ı Hallak-ı âlem’den yalvarırken müteveccih olduğumuz, hilkat-i âlemlere bâis ve bâdî olan iki cihan serveri, âcizlerin senedi Cenab-ı Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin ve etbaı ervahının sefinemizin erkân ve etbaıyla müttefik olduğu ümit ve imanını besliyorum.

Âcizleri ise manen her an zarar ve ziyan içinde bir taraftan ıslah-ı hal edememiş, hasara uğrayan mukaddes bilgilerin tashih ve takviyesine muhtaç, diğer taraftan nefsin hücumuna maruz ve huzuzatına müptela, öbür taraftan günahlarına mukabil olmayan cüz’î bir ubudiyetin saadet-i ebediyeyi bihakkın temine kâfi gelemeyeceğinden korkup kusurlarımın cezasının tahayyülünden an be-an müzmahilim. Bizler kendi ubudiyetimiz ve bu nâkıs hizmetimizle bize delil bir mürşid ve bir şefî olmadıkça saadet-i ebediyeye vâsıl olmak ne kadar uzak. Heyhat! Hayat-ı dünyeviye dümdüz değil. Hissiyat-ı beşeriye tebeddüle pek müstaid.

Aziz Üstadım! Mademki bizi talebeliğinize ve kardeşliğinize, hattâ kabule lâyık olmayan vatandaşlarınızı ve mecruhları huzurunuza ve arkadaşlığınıza kabul buyurdunuz. Ve bizim yaralarımıza deva olacak semavî eczahane-i kudsiyeden ilaçları bize gösteriyor ve istimal ediyorsunuz. Lütfen şu âciz talebelerinizin feryatlarına acıyarak bir an evvel bizi tedavi edin de yaralarımız kabuklansın, kurusun. Ondan sonra esas mühim vazifelerimizi îfa etmeye başlayalım. Bizim yaralarımıza deva olacak iksirler ve tiryaklar sizde mevcud iken, şifayı ve delâlet-i âliyelerini zat-ı fâzılanelerinden umarız.

Sefine-i maneviyenizin ilanat müvezzii talebeniz Zekâi

Galib’in Farisî fıkrası. Keramat-ı Gavsiye münasebetiyle yazmış[]

كٖيسْتَمْ مَنْ چُو يَكٖى عَاجِز و بٖى تَاب و زَبُونْ § دِلْ حَزٖينْ سٖينَه پُرْ اٰلَام و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ

اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارْ بَسٖى پُويَنْدَمْ § كَسْ نَمٖى بُودْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهْنُمُونْ

سَالْهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرْ پَرٖيشَانْ بُودَمْ § نَه يَكٖى يَارِ مُوَافِقْ نَه يَكٖى جَامِ سُكُونْ

رَاهِ بِهْبُودِئِ مَنْ گُمْ شُدَه بُودْ اٰنْ بَاٰنْ § دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَب و رُوزْ فُزُونْ

عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمْ شُدْ § هِمَّتِ زُمْرَۀِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَه نُمُونْ

چِه نَوَازِشْ كِه : دِلَمْ يَافْتَه دَرْ سَايَۀِ پٖيرْ § شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْ دَوْلَت و لُطْفَشْ مَاْمُونْ

بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِئِ اِقْبَالْ رَسٖيدْ § دِلِ بٖيچَارَۀِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ

نٖيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْل شَوَدْ دَرْ پٖيشَشْ § نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اٖينْ نَه فِسَانَه نَه فُسُونْ

دَرْ زَمٖينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلَّاىِ خُدَاسْتْ § پٖيشِشَانْ مَاضٖى و اٰتٖى هَمَه يَكْ نُقْطَۀِ نُونْ

اٰنْچِه مَاضٖيسْتْ بِخٰوانَنْد بَدِلْ هَمْچُو كِتَابْ § حَال و اٰتٖى هَمَه يَكْ شٖيوَه شَوَدْ كُفّ و كُمُونْ

دِلِ شَانْ اٰيٖينَۀِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ § زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ

اٰنْچِه دٖيدَنْد و بِگُويَنْدْ خُدَا اٰمُوزَدْ § اٰلَت و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ

هَانْ دَرْ نُسْخَۀِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ § هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسٖيحَا اَفْزُونْ

وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنْجٖيلَسْتْ § اٖينْ چِه بٖينِشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بٖيچُونْ

بَازْ دَرْ اَهْلِ وَلَايَتْ تُو بٖينٖى اٖينْ رَازْ § دَادَه اَزْ خَبَرِ اٰتٖى پَيَامِ مَقْرُونْ

خَبَرِ گُلْشَنٖى مٖى دَادْ جَلَالِ رُومٖى § شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرٖى دِهَدْ اَمْرِ يَكُونْ

اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقٖى خَبَرْ § مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادْ فُزُونْ

هَرْ يَكٖى گُفْتَه خَبَرْ رَمْز و اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ § پٖيشِيَانْ اَزْ پَسِيَانْ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ

بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَۀِ كُنْ فَيَكُونْ

پَسْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ اٰتِىِ جِهَانْ § هَرْ چِه دٖيدَسْتْ بِگُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ

گُفْت دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرٖيدْ § اَزْشَرّ و فِتْنَه نِگَهْبَانِ مُرٖيدَمْ مَاْمُونْ

كَرْدَه اَزْ فِتْنَۀِ جَنگٖيز و هُلَاگُو اِخْبَارْ § بِنْگَرَدْ لٖيكْ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ

خَبَرِ فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْرِ زِنُطْقَشْ پَيْدَا § يَافْتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقٖينْ سَرْ فُزُونْ

فِتْنَۀِ دَوْرِ كُنُونْ چُونْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ § زِشِرَارِ شَرّ و فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ

اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْ جَيْبِ قَبَا مٖيكَرْدَنْدْ § عَرْصَۀِ دٖينْ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالٖى مَشْحُونْ

دٖيدَۀِ دَهْرْ نَدٖيدَسْتْ بَدٖينْ دَغْدَغَه هٖيچْ § مٖى رَوَدْ رُودِ فِرَاتْ خَلْق هَمَه تَشْنَه نُمُونْ

دَرْ هَمَه هٖيچْ عَصْر فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْر نَبُودْ § اَكْثَرِ خَلْق شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ

مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبْ اٖيجَادِ فِتَنْ مٖى كَرْدَنْدْ § زَهْرِ خَنْد نَكُنَدْ بَلْكِه بِگِرْيَدْ مَجْنُونْ

بَرْ بَدٖينْ فِتْنَه و شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعٖيدْ § جَبْهَه بِگِرِفْتْ خُوشَا مَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ

تٖيغِ سَرْ تٖيزْ شُدَه دَرْ كَفِ اُو چُونْكِه قَلَمْ § كِلْكِ اُو زُمْرَۀِ اِلْحَادْ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ

هَيْبَتِ دٖينْ زِگُفْتَارِ خُوشَشْ پَيْدَا شُدْ § هَرْكِه اٖينْ نُورْ نَبٖينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشْ دُونْ

كِلْكِ اُسْتَادْ اَزْ لَدُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مٖيكَرْدْ § تَا اَبَدْ اَزْ فَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ

بِفَرْمُودْ مَگَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ § دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادْ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ ( لَا تَخَفْ قُلْهُ )

حَبَّذَا رَمْزِ كِه گُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعٖيدْ سَعْدِ نُمُونْ

اٰنْ كِه دٖيدَسْتْ پَسَنْدَسْت بَيَانْ مٖى كَرْدَسْتْ § حَقْ پَسَنْدَسْت شَوَدْ تَشْنَۀِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ

بَعْد زٖينْ غَالِبِ بٖيچَارَه دُعَا مٖى گُويٖيمْ § بَادْ رَاضٖى زِسَعٖيدْ ذَاتِ خُدَاىِ بٖيچُونْ

هِمَّتَشْ عَالٖى و فَيْضَشْ هَمَه اَعْلَا بَادَا § بِدِهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَۀِ غَيْرِ مَمْنُونْ

تَا فَلَكْ دَائِر و اٖينْ اَرْضْ هَمٖى شُدْ سَائِرْ § عَظَّمَ اللهُ لَهُ الْاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ

غَالِبْ

32. Parça[]

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Otuz Birinci Mektup’un Dördüncü Lem’a’sı olan Minhacü’s-Sünne, elhak çok kıymettar ve emsali bulunmayan bir risale-i şerifedir. Takdir ve tahsine bihakkın elyak, medh ü senaya şayeste olup ne kadar medhedilse yine azdır. Her gören ve her okuyan ve dinleyen meftun oluyor. Hattâ meşrepçe Alevîlik, Sünnîlik cihetinde müfrit olanlar bile son derece takdir etmektedirler. Müfrit meşreplerin birbirine karşı adamları dahi hiç itiraz edemeyip münakaşa kapısı açamıyorlar.

Âsım

33. Parça[]

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin meşrebini izah edip noksaniyetini beyan eden nurlu beyanatınızdan çok istifade ettim. O meseleye ait evvelki dersinizden anlayamadığım cümleler ve karanlık noktalar, bu defa başka bir tarza çevrilerek karşıma çıktığını hissettim. Ve güzel yüzlü hakikatlerini görmeye başladım. Elhak pek çok tefeyyüz ettim. Kardeşim Re’fet Bey’le beraber okuduk. Üstadımıza minnettarane teşekkürler ettik. Cenab-ı Hak, size lâyık olduğunuz ecr-i kesîri ihsan etsin, âmin!

Ahmed Hüsrev

34. Parça[]

(Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır.)

Ey benim ruh-u canım Üstadım Hazretleri!

Size karşı hakkıyla talebelik vazifesini îfa edemiyorum ve Risale-i Nur’a tam hizmet edemiyorum. Çünkü Risale-i Nur’la tezahür eden kuvvet ve kudret, zekâvet, esrar ve envarı düşündükçe, tefekkür ettikçe kendimden geçip bîhuş kalıyorum. Öyle yüksek yerlere çıkamıyorum. İnşâallah Cenab-ı Hakk’ın izniyle, kullarına bahşetmiş olduğu en kıymettar cevahirden bin kat ziyade kıymetli bulunan Kur’an-ı Hakîm’in sırlarını izhar eden risalelerden gücüm yettiği kadar istifadeye çalışacağım. Gündüz derd-i maişetle vakit bulamadığımdan gecenin bir kısmını o Nurlarla ışıklandıracağım.

O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhanî bir sevinç hissediyorum. Cenab-ı Hakk’a nasıl hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum. Bazen o Risale-i Nur’un envarına karşı ihtiyarım elimden gidiyor. Gafletli geçmiş zamanımı düşündükçe mahzun ve mükedder bulunuyorum. Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkaha ile gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah oluyorum. On beş senedir böyle bir hizmeti arzu ediyordum. Dünyanın çok safahat-ı hayatını ve zevkiyatını gördüm. Bu ebede karşı arzuyu tatmin ve işbâ etmiyordular.

İşte tam o arzuyu tatmin ve temin edecek gıdayı Risale-i Nur’da buldum, elhamdülillah. Şimdiye kadar nefsim dünyanın zahirî zevklerine kapılmış ve beni diğer bir âlemin zindanlarına kadar sevk etmeyi kurmuş ve bir derece muvaffak olmuştu ve bana binmişti. Şimdi وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ olan Cenab-ı Mevla ve Takaddes Hazretlerine hadsiz hamd ve şükrediyorum ki Said isminde bir zatın vasıtasıyla esrar-ı Kur’aniyeyi benim imdadıma yetiştirdi. Nefs-i emmarenin o beliyyesinden kurtuldum.

On beş senedir hakikate giden yolu aramak için çok kapılar çaldım. Çoklarında dünyaya ait ziynetleri gördüğümden geri çekildim fakat lillahi’l-hamd tam bir kapı buldum. Cenab-ı Hak beni o kapıya tam hizmetkâr yapıp sebat versin. Bu zulmetli asırda hakaik-i imaniyenin envarını neşreden Risale-i Nur, ne derece parlak olduğu ve herkese menfaatli bulunduğu inkâr edilmez. İnkâr edilse bilmemezlikten ve anlamamazlıktandır. “Anlayana sivrisinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir.” Cenab-ı Hak gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakaiki hakkıyla bize göstersin, âmin!

Babacan Mehmed Ali

35. Parça[]

(Binbaşı Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım Efendim!

Her defa olduğu gibi bu kere de nâmüstehak olduğum halde hakk-ı fakiranemde lütuf ve ibzal buyurulan iltifatat-ı bînihaye bu fakiri mest ediyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ancak Cenab-ı Lemyezel Hazretlerinin lütuf ve kerem ve ihsanına hamd ve şükür ve sena ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. Ve lezzet alıp siz Üstadımı karşımda ve yanımda bulup mütehayyir ve mütefekkir olarak bahr-i sürura dalıp gidiyorum. Ve bu halin devam ve tezyidini eltaf ve inayet-i Sübhaniyeden niyaz ediyorum.

Nasıl etmeyeyim? Yâ Hazret! Fakire bunca iltifattan başka hele bu defaki lütufnamelerinin başına birçok tavsiften sonra “Hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşım ve tarîk-ı Hakta ve ebed yolunda enis yoldaşım” kelimat-ı latîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bir kardeşinize karşı ibzal ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl iman etmeyeyim?

Nasıl ki bu defa Gavs-ı A’zam’ın ihbarat-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı A’zam, a’zam-ı aktab olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyh’e iman ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı. Nasıl bağlanmayayım? Bu keramet ve ihbar-ı gaybiyesi ki hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden Sözler’i söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba-ı keramat ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı A’zam, Üstadımın üstadıdır.

İşte bu keyfiyet, Üstadıma olan incizab, merbutiyet ve teslimimi bir kat daha tarsin etti ve yıkılmaz ve tahrip edilmez bir kale hükmünü aldırdı. Madem bu fakir, bu muhkem kaledeyim, hariçten ve hiç kimseden pervam yok. Ve haricin taarruz ve kıyamına da mukabil taarruz ve hücumlar his ve kuvvetini elde ettim. Lütuf ve inayet-i Bâri ile Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve duasıyla siz Üstadıma kavuştum. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Bâri-i Teâlâ ve Takaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endaz olayım ve buyurulduğu gibi “Sıddık, fedakâr, hakiki âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarîk-ı Hakta ve ebed yolunda enis yoldaşınız” olmaya bihakkın kesb-i istihkak ve liyakat edeyim. وَ مِنَ اللهِ التَّوْفٖيقُ

Yâ Üstad-ı ekremim! Size yani Risale-i Nur’a hüsn-ü hat ve daha doğrusu tazim, tekrim, hürmet, samimiyet, muhabbet ve teslimiyetimin binde birini takdim edemiyorum. Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor.

Ruhumun siz Üstadıma karşı incizab ve meclubiyeti, yüzde beş şahsınıza karşı ise doksan beşi neşr-i envar-ı hakikat ve dellâllığında bulunduğunuz Kur’an-ı Hakîm şerefine tazim ve tekrimdir. Öyle kanaat ve imanım var ki sizin nur ve hakikat fışkıran Sözleriniz, Kur’an-ı Hakîm’den muktebes tefsiridir. Takdir, tahsin, medih ve sitayiş etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet beslemeyen insan değildir ve daha doğrusu merdud-u İlahî ve Peygamberî olanlardır. Cenab-ı Hâlık-ı Lemyezel Hazretleri bu gibilere de tarîk-ı hakkı nasibedar eylesin, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Sevgili Üstadım! Hemşirenizin hastalığının had devresi geçmiş. Evvelce arz etmiştim, yüzde yirmisi mevcuddur. Henüz yataktan kalkmadı. Kuvvet ve iktidarı yok. Namaz kılabiliyorsa da vücudu titremekte ve ara sıra arızaya maruz kalmaktadır. Lehü’l-hamdü ve’l-minne, çok şükür Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremine ve bugününe. Mazinin sıkıntı ve elemi geçti. Hal-i hazırına şükür ve istikbale tevekkülle meşguldür.

Ve siz Üstadıma dualar ediyor ve diyor ki: “Şu nur ve hakikat-i Kur’aniye risale-i şerifeleri imdadıma yetişti.” Hele Otuz Birinci Mektup’un İkinci Lem’a’sındaki sabır ve tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki mezkûr risale-i şerifeyi evvel ve âhir ve bilhassa hastalığı sırasında müteaddiden fakire okutmuş ve Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena etmiş ve diğer Üçüncü Lem’a’yı ve sair risale-i şerifeleri okutup dinlemekte ve gözyaşları dökmektedir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Bunlar ve diğer risale-i şerifeler hakikat fışkıran, nurlar saçan bir feyizdir. Şu kadar diyebilirim ki ehl-i dalalet ve bid’aların en ileri gidenleri ve mülhidlerin en şenîlerini bile imana getireceğine kanaatim var. Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin.

Çok şükür sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena’im oluyoruz. Hele Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerinin keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup “Yâ Abdülkadir-i Geylanî! Yâ Veysel Karanî, meded!” diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle tesir etti ve sürur gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta. Sa’y ü gayret, mahmidet ve şevkimi artırdı. Şükrümü nasıl îfa edeceğimi bilemiyorum.

Hâlık-ı Lemyezel Hazretlerine karşı vazife-i ubudiyetim noksan, iki cihan serveri Seyyidi’l-mürselîn Fahr-i Âlem (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Efendimize karşı ümmetlik vazifesinde kusur ve noksanım ziyade ve hizmet-i Kur’aniyeye karşı bihakkın sa’y ü gayret ve çalışmakta kusur ve noksanım çok olmakla beraber, fakiri siz Üstadımla beraber bulundurup hâdim-i Kur’an kardeşlerle birleştirip hizmet-i Kur’aniyeden –velev ki bir bahr-i ummandan bir katre olsun– fakire hisse verilse kendimi mesud ve bahtiyar addederim. Hamd ü sena ve şükrüme hadd ü pâyan göremem.

Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-i kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur’an’a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar. Cenab-ı Hâlık ümmet-i Muhammed’in kalplerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saadet-i dâreyn ihsan buyursun.

Kardeşiniz, fakir ve muhtaç Âsım

Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır[]

Üstadım!

Beş vakit namazdan sonra, hakk-ı fâzılanelerinize duacıyım ve duanızı rica ediyorum. Mesleğinize ve neşrettiğiniz Risale-i Nur’a karşı hissiyatımı, dilimle beyan edemiyorum. Ben ümmiyim, sair kardeşlerim gibi ifade-i meram edemem. Fakat felillahi’l-hamd, kalp ve ruhum Risale-i Nur’un tesiratıyla intibaha gelmişler. Kalbimin intibahını rüyalarımla anlıyorum. Zaten bu gaflet ve zulmet zamanının yakaza âlemini, ağır bir uyku âlemi ve uyku âlemini ise bir derece yakaza âlemi görüyorum. Onun için siz Üstadıma karşı rüyalarımla size arz ediyorum.

İşte bir rüyamın hülâsası şudur ki: Bir camide sizinle beraber bulunuyoruz. Avlusunda bazı talebe arkadaşlarımla temizlik yapıyoruz. Bir otomobil zuhur etti. Mescidin yakınında duruyor. İçinde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bulunuyor. Sonra bir dere açıldı, fâsıla verdi. Tabirini siz Üstadıma havale ediyorum.

Yalnız ben bundan hissediyorum ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesini ihyaya çalışan ve neşreden Risale-i Nur, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın takdir ve tahsinine mazhar olmuş ki imdad-ı ruhanî ile camimiz olan bu vilayete manevî teşrif etti. Fakat ehl-i dalalet desiseleriyle, sünnet-i seniye hizmetkârlarını müşevveş ediyorlar. Üstadlarıyla görüşmemek için maniler teşkil ediyorlar.

İkinci rüyamın hülâsası şudur ki: Bir mezaristanın nihayetlerinde kesretli harmancıların buğday savurduğunu ve ileride iki kapılı muhkem bir kale gibi yapılmış bir saray içinde Hazret-i Gavs-ı Geylanî oturmuş, gayet kalabalık insanlar varmış, gördüm. Ziyaret ettim.

Tabirini siz Üstadıma havale edip fakat bundan hissediyorum ki mezaristan geçmiş zamandır. O harmanlardaki kesretli buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nur’un nâşirleri ve talebeleridir ki ruhların manevî rızkını yetiştiriyorlar. Hakikat tanelerini evham ve hayalat samanlarından tasfiye ediyorlar. Bu talebelerin üstadının en mühim bir üstadı olan Hazret-i Gavs-ı Geylanî, muhkem kale gibi bir sarayda oturduğunu ve onlara üstadlık ettiğini ve o etrafındaki kalabalık da ve kendi fazla meşguliyeti, keramet-i Gavsiyesiyle izhar ettiği gibi Risale-i Nur talebelerine karşı himmet ve duasıyla fazla meşgul olduğunu fehmediyorum.

Ümmi talebeniz Mustafa

36. Parça[]

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım!

Birinci, İkinci Sözler çok ellerde dolaştıkları için okunmaz bir halde idiler. Keza istinsah ettim. Kalbime geldi ki: “Acaba şu İslâm ve iman hücceti olan Sözler’de bir sırr-ı tevafuk var mı?” diye baktım, gördüm اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى dedim. Anladım ki risalelerde umumiyetle bir kitle-i i’caz ve Şems-i Sermedî’nin sönmez bir ziya-yı hakikati görünüyor.

Nasıl ki Kur’an-ı Hakîm bütün dünyaya, ins ve cinne bin küsur seneden beri nida edip düşmanlarını iskât ve dostlarını müferrah edip hükmü kıyamete kadar bâkidir. Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in hakiki müfessiri olan Risale-i Nur ve eczaları, bu zulümatlı perdelerin altından kendilerini gösterip neşr-i envar ettikleri gibi inşâallah bir zaman olacak zulümat perdelerini yırtarak, bütün dünyaya hitap edip Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mu’cize-i bâhiresini ispat edecektir. Cenab-ı Hak ilâ yevmi’l-kıyam neşr-i envara hizmet eden hâdimlerinin teksirini ihsan buyursun.

Hâfız Ali

37. Parça[]

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Âlîşanım Efendim Hazretleri!

On bir nükteyi hâvi Mirkatü’s-Sünne’yi istinsaha muvaffak oldum. Bu ziyadar Lem’a şu zamanda şirk ile imanın ve kötü ile iyinin temyiz ve tefriki için öyle bir gevher mihenk ki memduhu gibi gözler hakikatini görmekte ve akıl hakikatine ermekte hayran ve âcizdirler. Zaten şu zamanın pek şiddetli zulümatını yırtacak, zıddının pek fevkinde bir nur-u lâyezalî, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden ümit edilirdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى O nur, bilfiil Risale-i Nur’da nebean ettiği, her aklı başında olanlarca görülüyor. Değil böyle en büyük bir hakikati izah ve tefsir eden bir risale, hattâ bir ferdi ikaz için yazılan bir mektubun bile her meşrebe bakar bir gözü, herkese yarar bir sözü bulunuyor.

Ey aziz Üstad! Bizler nasıl şükretmeyelim, nasıl minnettar olmayalım ki Cenab-ı Hak şiddetli muhtaç olduğumuz dünyanın o koca güneşi gibi Kur’an güneşinin hakiki bir müfessirine bizleri kavuşturdu. Nasıl salât ü selâm olmasın ki ol Hazret-i Sipeh-sâlâr-ı enbiya olan Şah-ı Levlâke ki bizlerin görmez gözlerimizi nuruyla şuledar edip tarîk-ı müstakime sevk eyledi. Nasıl duagû olmayalım ol Hazret-i Dellâl-ı Kur’an’a ki isyanımıza bakıp bizleri halka-i irşadından hariç ve hal-i aslîmizde bırakmadı ve inşâallah iki cihanda da bırakmayacaktır.

Sevgili Üstad! Her iki parçayı istinsah ederken kalbime geldi ki asıllarını taklit etmeyeyim. Zira üzerlerinde zahir olan ezhar-ı tevafuku, cilve-i bedayi’ başka tarzda kendini nasıl gösterecek dedim. Ve takdim-i âcizanem olan iki nüshadaki sanat-ı bedîa, akıl ve istidad-ı beşerden pek uzak bir tarzda güya tezgâhında ölçülerek, biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gösteriyor. Ve şu zamanın akıldan uzak eblehlerine manen diyorlar ki bizim halen üzerimizde tecelli eden cilve-i cemali, aklınızla ölçemezsiniz, yalnız gözleriniz varsa görebilirsiniz.

Evet, baharda zeminin yüzünde sanat-ı Rabbaniye ile her tarafta sündüs-misal çiçeklerin açılmaları; cüz’î şuuru olan kimse bir kādir-i mutlak olan Zat-ı Zülcelal’den başkasına veremez. Öyle de risaleler umumiyetle Kur’an ömrünün asırlar, senelerinden on dördüncü asır nevruz-u sultanî misillü bir baharı taşıyorlar. Arı kadar aklı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne denir? Ve koca baharı görmeyen ehl-i basîrete ne denir? Ve görüp de kendini kışta zemherire atana ne denir? Heyhat! Kendine zîşuur ve ehl-i fikir ve ehl-i basîret süsü verenlere…

Var ol, ey sevgili Üstad! Sen bu Kur’anî elmaslar ile o koca baharın mübeşşirisin. “Cenab-ı Hak, maksud ve muradınıza nâil buyursun, âmin!” duasıyla dest ü dâmen-i muallâlarını öperim Efendim Hazretleri.

Fakir talebeniz Ali

38. Parça[]

Sâlifü’z-zikir eserler hakkında bir arîzacık da bu fakir ve âciz talebeniz takdim-i huzur-u fâzılaneleri niyetinde isem de esasen emel ve gayelerimiz bir olduğu için Hâfız Ali Efendi kardeşimin şu mektubunun mealini tekrar ile iktifa eylediğimi arz ve hâk-i pây-i ekremîlerini öperim Efendim.

Pür-kusur talebeniz Hulusi-i Sânî

39. Parça[]

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım!

Nurların intişarında berk gibi bir sürat lâzım gelirken cüz’î bir betaetten her zaman esefle bahsettiğim, malûm-u âlîleridir. Yakın vakitte bazı müştaklar daha Söz dairesine iltihak ettiler. Kalbime gelen bir ihtarla keyfiyet-i intişarı düşündüm ve şu hakikatleri hissettim, hattâ kani oldum:

Mübarek Sözler ve Mektuplar tamamen olmasa bile bu muhitte de hem de yazılmadan hayli intişar etmişler. Civar diğer vilayet kazalarında, bu âsârı görmek ve işitmek isteyenler çok varmış. Fesübhanallah, bu kadar cüz’î ve nâkıs hizmetten, bu derece fayda elde edilmesi de gösteriyor ki bu Sözler ve Mektuplar hakikaten Nur isminin tecellileridir ki suhuletle intişar ediyorlar.

Bu hal karşısında hayretle tefekkürde iken “Bismillah” ismini alan Birinci Söz hatırıma getirildi. Ve şöyle düşünmeye başladım:

Dünyaya arkasını çeviren Üstad, Hazret-i Gavs’ın teşvikiyle belki delâletiyle Kur’an’ın gayr-ı mekşuf bir hazinesinden “Bismillah” ile giriyor, Kur’anî tarlaya “Bismillah” diyerek Sözler tohumunu ekiyor, Furkanî bahçeye “Bismillah” diyerek Nurlu Mektuplar çekirdeğini dikiyor. Emr-i İlahîye imtisalen ekilen tohum ve dikilen çekirdeklerin inkişaf ve intişarları şüphesiz hârika-âsâ olur.

Birinci Söz’deki temsilde seyahat eden mütevazi zat, tamamen Üstadımızdır. Nebat, ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök, damarları nasıl “Bismillah” tesiriyle, yer altında sert taşı toprağı delip geçiyorsa aynen onun gibi “Bismillah” ile mevki-i intişara vaz’olunan Sözler de hârika bir tarzda arza yayılıyor. Ve en münevver ve mükemmel meyve olan beşerin mü’minlerinin kalplerine nüfuz ediyorlar. Bu bid’atların kesreti ve muharriblerin bolluğu devrinde “Bismillah” ile gars olunan Nur fidanının yaprakları olan diğer Sözler ve Mektuplarla, bu kudsî fidanın dal ve budakları olan hizbü’l-Kur’an ve bu hizbin esası ve seyyidi olan muhterem Üstad da bir hıfz-ı gaybîye mazhar bulunuyorlar.

Şems-i Risalet’ten gelen Kur’anî Nurların evvelen Üstada ve buradan da biz bîçarelere, bizlerden de diğer müştaklara ilh. intikal etmekte olduğunu tasavvur ettim, “Elhamdülillah” dedim. Mühim bir rüyamda arz ettiğim vecihle, Sözlerinizin mü’minlere intişarına küçük cemaatiniz inayet-i İlahî ile âhize, vasıta olmuşlar. كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِ sırrına mazhariyetle manevî galebeyi temin, merkezdeki mürşidlerine müteveccih ve murakıb küçük bir halka-i tevhidi teşkil edenler gibi; bu küçük cemaatinizin her biri arkasında, bir nisbet-i mütezayide-i muntazama ile artan, mahrut şeklinde zümre-i muvahhidîni görür gibi oldum. “Allahu ekber” dedim.

Bu kudsî tasavvuru kardeşlerimize aşağıdaki levha ile daha ziyade izaha çalışacağım. Bu nurlu tefekkür, bana büyük bir ümit bahşetti. Muallim Cûdi’nin kasidesindeki şu mısraı da derhatır ettirdi:

Cem’etti kabail ve şuûbu

Bir kıbleye bağladı kulûbü

Mevlaya muhabbeti müsellem

Sallallahu aleyhi ve sellem.

İşte ittiba-ı sünnete (Hâşiye[4]) pek büyük ehemmiyet veren muhterem Üstadımız da bu asırda اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْاَنْبِيَاءِ sırrınca, içlerine saçılan nifak tohumu yüzünden, her gün biraz daha tevhidi bırakanları bir kıbleye bağlamak için Sözler ve Mektubat namındaki nurlu eserlerle ehl-i imanı irşada çalışıyor. Küffara, hattâ cin ve şeytanlara dahi mebde-i nüzulündeki gibi nusus-u Kur’aniyeyi ilan ediyor. Mahfî i’cazı izhar ediyor.

Vahdetü’l-vücuda dair olan risaleyi mühim zatlara okuduktan sonra, bir sevk-i manevî ile ihtiyarsız bir yere daha gittim. Orada vahdetü’l-vücud meşrep sahibi âlim bir zatı hazır buldum. (*[5]) Vahdetü’l-vücud hakkındaki mektubu okudum. Daha doğrusu ihtiyarsız olarak okudum. Müstemi olan o mühim âlim, bidayette cüz’î itiraz parmağını uzatmak istedi. Sonuna kadar dinlemesini ihtar ettim. Tamamen okuduktan sonra o zat, hayretinden Sözler’in büyüklüğünü ve “Bu zamanda böyle büyük kelâmı, acaba kim yazabilir?” diye merakı ve suali üzerine Kur’an’ın feyzine mazhar olan Üstadımızı haber verince, o zat tamamıyla arz-ı teslimiyet eyledi.

İşte ihtiyarım olmayarak bu acib tesadüf ve teslimiyette, kader-i İlahînin bu cilvesi, davamıza sadık bir bürhan ve tesadüf oyuncağı olmadığımıza büyük bir delildir.

اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Hulusi

Bu gelecek iki fıkra, ikinci Sabri olan Hâfız Ali Efendi’nindir[]

Bu defa istinsahına muvaffak olduğum Yirmi Dokuzuncu Söz’ü istinsahım esnasında İkinci Esas’ın Medarlar namıyla “biner mumluk elektrik lambaları” hizasına geldiğimde, şöyle bir fikir kalbime geldi. Kalemi bırakarak düşündüm ve düşündüğümü aynen yazıyorum:

Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenab-ı Hak tarafından bize o hakaike giden yolu göstermiş. Gösterilen hakikatin yolunda hevesat-ı nefsaniyeye hoş gelmeyen şeyler vardı ki bize uzun ve karanlık.

İşte şimdi serâser nur olan Sözler ve o nur fabrikasının elektrik lambaları ve kuvve-i cazibeleri; o yolu pek parlak gösterdiği gibi pek yakından cezbedip hemen yakın ve yakından daha yakın olduğunu göstermekle beraber, havf yerine emniyet, zakkum yerine asel bahşediyorlar. Ve fevka’l-gaye hikmetlerini beyanda aczimi itirafla, lisanımın döndüğü kadar derim:

Yâ Rabbi bihakkı ismike’l-azîm ve bihakkı Kur’ani’l-Hakîm ve bihakkı Habibike’l-Ekrem, derya-yı Nur’un başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sabit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Ali

40. Parça[]

Serâser nur olan umum Sözler’in hakikatini beyandaki âlî, gâlî, el yetişmez makam-ı mana-yı mefhumunu, değil şimdi zamanın zındıkları, tâ eski inatçı ve bunlara müşabeheti olan firavunlar, nemrutlar anlasalardı iman ederlerdi, dedim ve size çok dua ettim.

Ali

41. Parça[]

(Hulusi Bey’in fıkrası)

Yirmi Beşinci Söz, i’caz-ı Kur’an’ı çok parlak bir tarzda ispat eden, ehl-i Kur’an’a mesned, melce ve mahzen-i esrar; ve güruh-u isyan ve tuğyan ve küfrana bütün levazımat-ı harbiyeyi câmi’, mühlik bir silahhane; yıkılmaz, aşılmaz, geçilmez bir sur, burç ve bârûsu muhkem, mahuf ve müthiş bir kale-i polat ve bedendir.

Hakikat böyle olmakla beraber Kur’anî sura dayanan, Kur’anî kaleye iltica eden, çok acib ve hârika Kur’anî esrarın tetkikine koyulan, Kur’an’ı kendilerine delil, şefî, imam, refik, muhafız bilen hâdimü’l-Kur’an namına esrar-ı Kur’an’a inayet-i Hak’la muttali, hakaik-i Kur’an’a lütf-u Hak’la aşina, rumuzat-ı Kur’an’a avn-i Hak’la vâkıf, müdakkik, muarrif, mübeşşir Üstadımdan şunu öğrenmek istiyor ve bunu kalben cidden çok arzu ediyorum.

Hulusi

42. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Mustafa Efendi!

Bazı emarelerle ve bazı zevatın hüsn-ü şehadetiyle bana kanaat gelmiştir ki zatınız dahi Müezzinzade Bekir Efendi gibi bana ciddi bir talebe ve samimi bir âhiret kardeşi olabilirsiniz. Hem senin merhum pederin Hacı Said Efendi, silsile-i duamda çoktan beri dâhildir.

Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i iman mabeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalalet başında sâıka gibi tesir gösteren Otuz Birinci Söz olan mi’rac ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nurani üç mevkıflı olan Otuz İkinci Söz’ü takdim ediyorum.

Eğer zatınız hattı güzel bir zatı bulup size (kendinize) istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın. Kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zatınız öyle iyi bir kâtip bulamadın, aslı sana kalmak ve birkaç defa Bekir Efendi ile beraber okumak şartıyla Bekir Efendi’ye veya Mehmed Efendi veya Hâfız Hidayet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zatlara ver, kendilerine yazdırsınlar.

Haber almışım ki Arabî olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tabedilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tabediniz. Tab masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü Haşir Söz’üne seksen banknotu sarf ettik, üç yüz banknotu kazandık.

Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa birisi tabedilse hem fiyatını çıkarabilir hem başka risalelerin de tabına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi kitaplarıma da sadakalarla tabını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi yalnız yanlışsız ve güzelce tabına ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tabettirdiğiniz risalenin masarif-i tabiyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.

Eğer tabına muvaffak oldunuz, zatınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahalisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşâallah.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

43. Parça[]

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim!

Sizler sabah ve akşam duamda dâhilsiniz. Siz dahi beni duanızda dâhil ediniz. Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez, onu şükre sevk etmek için tahdis-i nimet nevinden ona ait bir kısım ihsanat-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.

İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki: Ben Sözler’i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilatı, şuunat-ı askeriye nevinde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözler’i meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler hususan İ’caz-ı Kur’an ve Kader Sözleri. İnşâallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözler’i bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.

Merhum Muallim Cûdi’nin kasidesi mübarektir. Cenab-ı Hak o zatı şefaat-i Kur’an’a mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salavat-ı şerife ise onun hususunda bir şeye rast gelmedim. Fakat ondaki letafet ve nuraniyet gösteriyor ki o, onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki Onuncu Söz’den sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendi’ye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz. Tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.

Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum. Cenab-ı Hak, beni de sizi de tarîk-ı Hak’tan şaşırtmasın, âmin!

Şeyh Mustafa ve Hakkı ve Hüseyin ve Edhem Efendilere selâm ile dua ederim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

44. Parça[]

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ زَمَانِكَ الْمَصْرُوفِ لِكِتَابَةِ اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

Gayyur, ciddi, hâlis ve muhlis âhiret kardeşim!

Evvelen: Size Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ını gönderdim (Hâşiye[6]) dikkat ile okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazîn bir kalp ile yazıldığı için içinde müşevveşiyet bulunacaktır.

Sâniyen: Muvakkat bir fütur, bir tembellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemilerin kalpleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.

Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı ramazan-ı şerifte hissettim. Şimdi anladım ki şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in’ikasat vardır.

Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-i nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

Sâlisen: Otuz Üçüncü Söz’den başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer’an çok mübarek bu otuz üç adetten bazı esbaba binaen geçmeyeceğim. Hem de hakaik-i esasiye-i Kur’aniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarıyla yazılmıştır.

Ümit ediyorum ki Cenab-ı Hak kabul etse tevfik verse yazılanlar dalalet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devası içinde var demeyeceğim fakat mühlik dertlerin ağleb devası yazılanlarda vardır. Siz onların mütalaasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nevinde telakki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envar-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. Bâki selâm ve dua.

Kardeşiniz Said

Otuz Üçüncü’nün birinci makamına dair sen fikrini yazdın. Beğendiğini gösteriyorsun. Hakkı Efendi ile Müftü Efendi ve sair ihvanların da nasıl bulduklarını anla, bana yaz. Umum kardeşlerime selâm ve dua ediyorum ve onların duasını istiyorum.

Hulusi Bey kardeşime!

Senin selefin mektubunu oku ve ona acı ve ona dua et.

45. Parça[]

(Hulusi Bey’e hitaben yazılmış bir mektuptur.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حِسَابِ اَبْجَدْ اَعْدَادِ حُرُوفِ مَا قَرَاْتَهُ مِنْ اَجْزَاءِ رِسَالَةِ النُّورِ

Sevgili Kardeşim!

Seni teşvik için değil çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahir olmak için değil çünkü fahir ise ucub ve riyaya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki:

Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk’a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettarane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor.

Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka birkaç noktayı size beyan ediyorum:

Evvelen: Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım “Gördüğüm hakikat acaba hakikat mıdır?” diye sormuyorum. Belki “Hakikate açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?” diye soruyorum. Çünkü umumun telakkisini sizin kadar bilmiyorum.

Sâniyen: Misafir Müftüye ve Şeyh Mustafa’ya size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzadem olan o müftünün oğluna deyiniz ki benim tarafımdan âhiret kardeşim ve Kur’an hizmetinde arkadaşım ve meşreben celalli olan pederine yazsın: Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki beraber götürdüğü envar-ı Kur’aniyenin suhulet-i intişarları için irşad ve nasihatinde فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا âyetindeki lütf-u irşadı kendine rehber etsin.

Râbian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için Hanefî ulemasının kavillerini ve ehadîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence böyle efdaliyet meselesinde, kabul-ü âmmeyi ihsas eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.

Birinci Sualiniz: Eğer Kur’an okunurken namazın, tesbihatın tetimmesi ise kıbleye karşı duranlar vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin yahut çekilsin. Eğer Kur’an müstakil olarak okunursa okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.

İkinci Sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder (Hâşiye[7]).

Üçüncü Sualiniz: Üç İhlas bir Fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

Dördüncü Sualiniz: اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلَامُ وَ مِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَ الْاِكْرَامِ kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şafiîce sünnettir. Hanefîce dahi müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.

Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

46. Parça[]

(Hulusi Bey’e yazılan bir mektuptur.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

وَ عَلَيْكُمُ السَّلَامُ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِكُمْ فٖى عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ

Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem!

Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsız iken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hiffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnaya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünkü o mektubu bir gün iki üç zata, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zatın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki o günde o hakikatli mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükrettim ki bir iki senedir bazı emareler ve hâdiseler ile zannettiğim bir hakikat, bu tokat ile gayet kat’iyetle göründü.

Şeyh Mustafa’ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:

Eskide iki ciddi âhiret kardeşleri var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. Öyle ise sen kalk, ben yatacağım demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise… Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddileşmiş ki ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşâallah ona bir parça hiffet gelmiştir.

Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir teselli verdi. Vazifemin bitmediğine dair bürhanlarınız gayet kuvvetlidirler, lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenab-ı Hakk’a tevekkül edip o bürhanlara serfürû ediyorum.

Cemaate Sözler’i okumak zamanında, sendeki hissiyat-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârane hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:

Velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’an Said’in vekili belki manen aynı hükmüne geçtiğin içindir.

Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet mektubu, bütün dünyayı unutmak hissi ile yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbu’ olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki cevap yazamadı.

Öteki mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i maneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için safi, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzım idi. Halbuki benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazife ile meşgul olduğundandır ki o ulvi ve pek keskin zekâvetin o mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.

Said Nursî

47. Parça[]

بِاسْمِهٖ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık, vefadar, hakikatli, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid!

Çok mübarek hediyenizi açtık gördük ki Van hediyesi değil belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerife’nin mübarek kerametli hediyesidir. Hem fiyatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla manen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere namına, bu havalideki Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi etmek için –ale’r-re’si ve’l-ayn– kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yani Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki Kur’an’a ve Zat-ı Risalet’e hizmetimizin bir alâmet-i makbuliyeti nevinden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim.

O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtip ile kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik ile Mesud’a dedim: Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şam-ı Şerif tarafına ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı dedik. Biraz o mürekkebden taş üzerine döktük, siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayır addettik. Fesübhanallah dedik, bunda bir sır var. Sonra birdenbire hatırıma geldi; Şam-ı Şerif’te eniştem Molla Said var, bir kısım kitapları Ahmed Ağa’ya verip göndereceğim, dedikten sonra tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi.

Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul’daki kardeşlerin istemesiyle, siyah tali’imiz suretini değiştirip parlayacaktır diye mana verdik. Sonra Mısır’a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van’ı ve en sadıkı Nuh’u gördüm, ona göndereceğim diye Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur’a kadar gönderdim.

Sonra bu işte öyle bir muvaffakıyet ve teshilat göründü ki şüphe bırakmadı ki burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki evvelki mektupta size yazdığımız gibi İstanbul’da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey’in üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulusi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inayettir, bu tesadüfî değil.

Sonra Nuh’un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesap ettik ki biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk. Aynı tarihte Nuh habersiz olarak kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mana cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki bu Nuh Bey’in kerametidir. Acaba Nuh Bey’in kerameti var mı ki biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor dediler.

Dedim ki: İhlasın ve sadakatin dahi velayet gibi kerameti var. Belki bazen daha fevkindedir.

Hediyenin vürûdundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh’un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğna değil belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum.

كُلُّ شَىْءٍ مِنَ الْحَبٖيبِ حَبٖيبٌ sırrınca Habib’in diyarından gelen her şey mahbubdur. Ve onun içinde bir, bilhassa Ravza-i Mutahhara’nın levha-yı müzeyyene ve münevveresi var idi. Bir kısım sanat-ı İlahiyenin bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-yı mübarekeyi dahi ta’lik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştakane temaşaya başladım. Birden o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: “Bizler senin risalelerinin manidar işaretleriyiz.”

Fesübhanallah dedim, bu hediye içinde sırlar var. Tetkike başladım. Baktım ki gönderdiğim risaleler kaç parçadır, her bir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça hem risalelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip her neviden bir kısım alsın. Hem benim hesabıma Medine-i Münevvere’nin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin. Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır.

Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevleri birbirine tevafuk ediyor. Öyle ise her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise Mu’cizat-ı Ahmediye namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektup’a muvafakat münasebeti var. Çünkü şu levha o Ravza-i Mutahhara’nın ve Hücre-i Saadet’in suretini gösterdiği gibi, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi dahi asr-ı saadetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret ediyor. Şu kubbe, Mi’rac Risalesi’ne bakıyor.

Öyle ise sair nevlerin dahi risalelerin nevlerine işaret eder diye dikkat ettim ki yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhanallah dedim, yedi nev’i göndermekte ne mana var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billaha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van’a gönderilmiş. Dikkat ettim, evet mevzu vahdaniyet-i İlahiye olduğu halde Yirminci Mektup ile sureti küçük, manası pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz her biri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf her biri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envar-ı marifetullahtan bir şems-i hakikatin ziyasındaki elvan-ı seb’a gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevvere’nin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Bey’in eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi Nur’a tevafukla, bir makbuliyet işareti veriyor dedik, Allah’a şükrettik.

Hem o neviden birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi Otuz Üç Pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç defa otuz üç olması, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’undan otuz üç penceresine muvafakatı; Nuh’u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zahirî olarak bize gösterdi. Nuh’a değil belki Ravza-i Mutahhara’ya karşı minnettarane, müteşekkirane baktık.

Sonra o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nurani bir surette içinden çıkması… Dedik ki: Madem o levha-yı mübarek Mu’cizat-ı Ahmediye’ye, o yedi nevi hurma marifetullaha ve resail-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur’an-ı Mübin’in menbaı ve birinci mahall-i nüzulü bi’r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’a işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telakki ediyoruz.

Said Nursî

48. Parça[]

(Hulusi Bey’e yazılmıştır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Sual: İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir.” demesinin sebebi?

Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ ve يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umûr-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.

Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, ceset ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır.” demesinin sebebi ve izahı?

Elcevap: Sa’d-ı Taftazanî’nin اَلرُّوحُ الْاِنْسَانِيَّةُ لَيْسَتْ مَخْلُوقَةً demesi; قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى sırrıyla –beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi– ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i ism-i Hay, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahluktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerhü’l-Makasıd’da bütün muhakkikîn-i İslâm’ın icmaına ve âyât ve ehadîsin nususuna muvafık olarak “O kanun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir.” demiştir. Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahittir.

لَيْسَتْ بَيْنَهَا وَ بَيْنَ اللّٰهِ نِسْبَةٌ demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesetleri fena bulur. Mevt ise fena değil belki alâkanın kesilmesidir.

وَ لَا سَبَبَ demesi, esbab-ı zahiriyenin tavassutu ve Azrail aleyhisselâmın kabz-ı ervah hususundaki münâcatı bahsinde denildiği gibi ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız icad edilmesine işarettir.

اِسْتَقَلَّتْ بِذَاتِهَا demesi; beka-yı ruh ispatında denildiği gibi ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizatihî kaimdir. Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.

(Hususi kısmı)

Haşre dair, Sure-i Rum’da وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ.. haşrin ayrı ayrı çok kuvvetli bürhanlarını mu’cizane beyan eden o âyetlerin ilhamı ile o âyetlere bir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, latîf bir tevafuktur. وَ اَزْوَاجَهُمْ وَ اَوْلَادَهُمْ fıkrasını dua ve münâcatımda ilâve ettiğim dakikada hatırıma geldiniz. Bu nevi duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstahak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur etti ve bir beşaret oldu.

Said Nursî

49. Parça[]

(Hulusi Bey’e hitaptır.)

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

وَ عَلَيْكُمُ السَّلَامُ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ عُمْرِكُمْ عَمَّرَكُمُ اللّٰهُ بِالسَّلَامَةِ وَ الْعَافِيَةِ …

Aziz Kardeşim!

Evvela: Mektubun bana tesir etti. Fakat hakikati düşündüm, o teessür gitti. İşte hakikat şudur ki:

Mabeynimizdeki münasebet ve uhuvvet inşâallah hâlis ve lillah için olduğundan zaman ve mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilayet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücud iki hakiki dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri firakı düşünsün, bize ne?

Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan şu kardeşin ile ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlahîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderse اَلْخَيْرُ فٖيمَا اخْتَارَهُ اللّٰهُ hükmünce kemal-i rıza ile teslim ol. Hem senin gibi inşâallah kalbi selim, aklı müstakim, hakiki iman dersini veren zatlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Eğirdir’de lillahi’l-hamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir’den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır.

Sâniyen: Sorduğun birinci suale senin kalbini tevkil ediyorum. Nasıl fetva verirse ben de öyle razıyım. Meratib-i dünya, nokta-i nazarımda pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur’an’a medar edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartıyla hoş görüyorum.

İkinci sualin ise peder ve validenin arzuları pek mühimdir. Kur’an-ı Hakîm bir âyet-i kerîmede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmete emreder. Eğer suhuletle arzuları yerine gelmek kabilse yaparsınız.

Sâlisen: Aziz kardeşlerim! Bahar ve yazın meşgaleleri hem gecelerin kısalması hem şuhur-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması elbette bir derece neşeli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus siz daima bir iki hakiki kardeşi de bulursunuz.

Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlukatı vardır ki hakaik-i imaniyenin istimaından çok zevk alırlar. Sizin o kısım ders arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur. Hem mütefekkirane o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:

اٰسْمَانْ رَشْكْ بَرَدْ بَهْرِ زَمٖينْ كِه دَارَدْ

يَكْ دُو كَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نِشٖينَنْدْ

Yani semavat zemine gıpta eder ki zeminde hâlisen lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için bir iki adam, bir iki nefes, yani bir iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelal’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i sanatını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşâallah o cümledendir.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim müfarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz daha ziyade sevap kazanmak emaresi olarak daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenab-ı Hak, hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden surî iftirakımız vuku bulsa bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telakki etmeliyiz.

Râbian: Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakiki teselli ve esaslı sevinci bulmuş zatlara, envar-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur’aniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalaletin ve şeytanların desaisle tehacümünden neş’et eden müşkülat ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme demeye ihtiyaç hissetmem.

Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu; gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber; hıfz-ı Kur’anî her müşkülata galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye, her kederi unutturur itikadında olduğumdan seni teşci ve teşvike lüzum görmem.

Râkımu’l-huruf Hâfız Hâlid sana selâm eder, duanı ister.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Âhiret Kardeşiniz Said Nursî

Üçüncü Mektup’un baş kısmı[]

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ بِكَلِمَاتِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ وَالْاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمٰوَاتِ

Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım!

Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim:

Evvela: Evvelki mektubumda, bütün Sözler’e dair sual etmiştim ki içlerinde cerh edilecek hakikatler var mı veyahut avama izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Maksadı için değildi.

Sâniyen: Sana Nokta Risalesi’ni gönderiyorum. Acibdir ki Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki Yirmi Dokuzuncu Söz’de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında çok hakikatler Nokta’da yoktur, Yirmi Dokuzuncu Söz’de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acibdir.

Sâlisen: Şeyh Mustafa’ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid’e gönderiyorum. O, yüzlerce adama okutturacak, her birisinden sevap sana gelecek.

Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid’e bir mektupla bazı Sözler’i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: “Ergani-i Osmaniye’de esnaftan Vanlı Şahabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendi’ye” Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız. (*[8])

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Mektubat’ta On Sekizinci Mektup İkinci Mesele-i Mühimme’deki sualin cevabına bir zeyldir[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim Hulusi Bey!

Suallerinize dair bir cevap yazmıştım. Kardeşimiz Hüsrev bir izah istedi. O zat ruhen size benzediği için onun istizahına sen de iştirak ettiğini tahayyül ettim. Bu zeyli yazdım, size gönderdim.

Hem Keramet-i Gavsiye’nin birinci satırına dair bir parça gönderildi, onun âhirine yazarsınız. Hem Keramet-i Gavsiye ile münasebettar bir nükte-i Kur’aniyeyi gönderdik. Meşrebimize muhalif olan bu izhar-ı esrara beni sevk eden, manevî ihtar ile kardeşlerimizin sa’ye ziyade şevk ve gayrete gelmelerine bir vesile olmasıdır.

Hakikaten bir vakit fütur geldi; tevafuk çıktı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi; Keramet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu haletten anladım ki izharından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete feda olmaya hazırdır.

Başta muhterem pederiniz, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman, Kemaleddin, Ömer Efendi olarak risalelerle alâkadar olan zatlara selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said

Hulusi’nin ikinci sualinin cevabına bir zeyldir[]

Sual: Muhyiddin-i Arabî vahdetü’l-vücud meselesini, en yüksek bir mertebe telakki ettiği gibi ehl-i aşk bir kısım evliya-i azîme dahi ona ittiba etmişler. Bu meselenin en yüksek mertebe olmadığını hem hakiki olmadığını, belki bir derece ehl-i sekir ve istiğrakın ve ashab-ı şevk ve aşkın meşrebi olduğunu diyorsun. Öyle ise muhtasaran, sırr-ı veraset-i nübüvvetle ve Kur’an’ın sarahatiyle gösterilen tevhidin yüksek mertebesi hangisidir, göster.

Elcevap: Benim gibi hiç-ender hiç âciz bir bîçarenin kısa fikriyle, bu yüksek mertebeleri muhakeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden gelen, gayet muhtasar bir iki nükte söyleyeceğim. Belki bu meselede faydası olacak.

Birinci Nokta: Vahdetü’l-vücudun meşrebine ve saplanmasına çok esbab var, onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i rububiyetin hallakıyetini a’zamî derecesinde zihinlere sığıştıramadıklarından ve sırr-ı ehadiyetle her şeyi bizzat kabza-i rububiyetinde tuttuğunu ve her şey kudret ve ihtiyar ve iradesi ile vücud bulduğunu kalplerine tam yerleştiremediklerinden, her şey odur veyahut yoktur veya hayaldir veya tezahüriyetidir veya cilveleridir diye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan “aşk sıfatı”; her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp lika ve visali daimî zannederek ‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ‌ diye aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hali vahdetü’l-vücudda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için o vahdetü’l-vücud meselesini melce ittihaz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, aklın eli gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakaik-i imaniyeye yetişmediğinden ve ihata edemediğinden ve aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmediğinden ve ikinci sebebin menşei, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafından ve hârikulâde inbisatından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarahat-i Kur’aniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahv olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhid ise hem çok yüksektir hem rububiyet ve hallakıyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını hem bütün esma-i İlahiyenin hakiki olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin muvazenesini bozmuyor.

Çünkü derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zatiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi koca baharı o suhuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yok. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ının İkinci Maksad’ında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

لَا مُشَاحَةَ فِى التَّمْثٖيلِ kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.

Mesela, hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane sanatlar dercedilmiş olan bir tavus kuşu farz ediyoruz.

Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalp kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar. Birisi bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde her bir tüyündeki kudret nakışlarına bakar, gayet aşk ve şevk ile sever, dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki her gün o sevimli nakışlar, tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kayboluyor, zeval buluyor.

O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikiye ile rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zatıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı sanatıdır demek lâzım gelirken; o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki onun sâni’i onun içindedir veya o, o olmuş hem o ruh vücuduyla müttehid ve vücudu ise suret-i zahiriyle mümtezic olduğundan o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakiki ihtiyarıyla bir icad değil belki bir cilvedir, bir tezahürdür.

Diğer adam der ki: Bu mizanlı ve nizamlı gayet sanatkârane nakışlar, kat’î bir surette bir irade ve ihtiyar ve kasd ve meşiet iktiza eder. İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamaz. Evet, tavusun mahiyeti güzel ve yüksektir. Fakat onun mahiyeti fâil olamaz, belki münfaildir. Fâili ile hiçbir cihetle ittihat edemez. Ruhu güzel ve âlîdir fakat mûcid ve mutasarrıf değil belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü her bir tüyünde bilbedahe nihayetsiz bir hikmetle bir sanat ve nihayetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise iradesiz, ihtiyarsız olamaz.

Bu kemal-i kudret içinde kemal-i hikmeti ve kemal-i hikmet içinde kemal-i rububiyeti ve merhameti gösteren sanatlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip içinde olamaz, onunla ittihat edemez. Belki yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucu ile teması var; öyle ise o kâinat denilen misalî tavusun hârikulâde ziynetleri, tavus Hâlık’ının yaldızlı bir mektubudur.

İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku. Kâtibe “Mâşâallah, Tebârekellah, Sübhanallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatin hakiki suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücud meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim sebep, aşk-ı dünyadır. Mecazî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılab eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbubu, muhabbet-i mecazî ile seven sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştirmeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için Mabud ve Mahbub-u Hakiki’nin bir âyine-i cemalidir diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır.

Öyle de koca dünyayı ve kâinatı heyet-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe, daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılab ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder.

Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise Muhyiddin-i Arabî’nin emsali gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olur. Yoksa vartalara düşmek, maddiyata girmek, esbabda boğulmak ihtimali var. Vahdetü’ş-şuhud ise o zararsızdır. Ehl-i sahvın da yüksek bir meşrebidir.

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَ ارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

Kardeşiniz Said Nursî

Yirmi İkinci Mektup’un Hâtime’sindeki bahse bir zeyldir[]

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ … الخ

Gıybet, şu âyetin kat’î hükmüyle nazar-ı Kur’an’da gayet menfur ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şenî bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.

Evet Sure-i Nur, bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki vicdan sahibini titrettiriyor ve tüylerini ürpertiyor.

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَا سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظٖيمٌ

şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdudü’ş-şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.

Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.

Said Nursî

Yirmi Altıncı Mektup’un İkinci Mebhası’nın âhiridir[]

(Benimle görüşen veya görüşmek arzu eden dostlara bir düsturdur ki uzakta bulunan bir kısım kardeşlere yazılmıştır.)

Benimle görüşmek arzunuzu hissettim. Kardeşlerim, benimle görüşmek iki cihetle olur. Ya dünya cihetiyle yani hayat-ı içtimaiye-i insaniye itibarıyladır. Şu cihetteki kapıyı kapamışım. Veya hayat-ı uhreviye ve hayat-ı maneviye cihetiyledir. O da iki vecihledir:

Biri: Şahsıma haddimden fazla hüsn-ü zan edip şahsımdan bir istifade-i maneviyeyi niyet etmektir. Şu vechi de kabul etmem. Çünkü ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkânımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çıkarmayacağım ve çıkarmak istemiyorum. Çünkü Kur’an-ı Hakîm’in kudsî elmaslarının kıymetlerine şüphe îras etmemek için; perişan ve şahsî dükkânımda bulunan kırık cam parçalarını satsam hakiki sarraf olmayan müşteriler, dellâllık vaktinde elimde gördükleri elmaslara da şişe nazarıyla bakabilirler, zihinlerine bir iltibas, bir şüphe gelir. Onun için şahsî dükkânımı kat’iyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam daha hoşuma gidiyor.

İkinci vecih şudur ki: Kur’an hesabıyla ve dellâllığı ve hâdimliği noktasında benimle görüşmektir. Şu vecihte gelenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Fakat bu görüşmek için şark ve garp mâni olmaz. Belki yerin üstü ve altı dahi birdir. Sureten görüşmeye o kadar lüzum yok.

Şu münasebetin de ve manevî görüşmenin de üç meyvesi var:

Birincisi: Dellâllık ettiğim mukaddes dükkânın mücevheratını benden almaktır. İşte o dükkândan şimdilik on iki küçük cevherleri size gönderdim.

İkinci meyvesi: Beş farz namazını kılan ve yedi kebairi terk eden zatları şu manevî münasebet ve görüşmek neticesi olarak âhiret kardeşliğine kabul ediyorum. Ben her sabah manevî kazancım ne ise o âhiret kardeşlerimin sahife-i a’maline geçmek için Cenab-ı Hakk’ın dergâhına niyaz edip hediye ediyorum. Onlar dahi beni manevî hayratlarına ve dualarına hissedar etmelidirler tâ hisselerini kazancımızdan alsınlar.

Üçüncü meyvesi: Onları yanımda –ya hakikaten veya hayalen– hazır edip beraber dergâh-ı İlahîye el açıp dua ederek ve Kur’an’ın hizmetine dair el ele, kalp kalbe verip gayet ciddi bir surette rabt-ı kalp etmektir.

İşte kardeşlerim size şu üç meyve şimdiden hasıldır.

Said Nursî

Önceki Risale: Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin NihayetidirBarla LahikasiMektubat'ın Üçüncü Kısmı (2): Sonraki Risale

  1. Bu Re’fet’in bir keramet-i ferasetidir.
  2. “Ümmi ey alîm” tarzında okunduğuna göre.
  3. Garibdir ki Hulusi’nin bu sözünü belki yirmi defa tekrar etmişim. Süleyman gibi dostlar şahittirler. Demek, bir hakikat var ki ikimizi böyle söyletmiş.
    Said
  4. Hulusi’nin tekerrür etmiş min haysü lâ yeş’ur bir keramet-i ihlasiyesi şudur ki: Yeni yazılan ve daha ona gönderilmeyen risalelerin mevzuunu teşkil eden bir esası mektubunda yazar. Âdeta istiyor. Çok defa olduğu gibi şimdi de ittiba-ı sünnete dair Mirkatü’s-Sünne’ye sarîh bir surette bir hiss-i kable’l-vuku ile talep ediyor.
    Said
  5. Elazizli Hacı Şevket Hoca.
  6. Birinci Mevkıf’ı ise ramazan hediyesidir.
  7. İkinci Sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sure-i Haşr’in sonunda هُوَ اللّٰهُ الَّذٖى den başlamak sünnet iken لَا يَسْتَوٖى den başlanması efdaliyeti terk olur mu?
  8. Mektubun bundan sonraki “Hâmisen” kısmı, Mektubat’ta Üçüncü Mektup’tadır.
Advertisement