Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (1)Barla LahikasiKastamonu ve Emirdağ'da Yazılan Mektuplar: Sonraki Risale

Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (2)[]

Mesail-i Müteferrika[]

Birinci Mesele[]

Sual: Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetinin dertleriyle alâkadar ve saadetlerine nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü’l-âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetinin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.

Hem Resul-i Ekrem; hem abd hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki ubudiyet halktan Hakk’a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَلصَّلَاة ifade eder. Risalet Hak’tan halka bir elçiliktir ki selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakıyet ister ki سَلَام lafzı onu ifade ediyor.

Hem biz سَيِّدِنَا lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki bize sirayet etsin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

İkinci Mesele[]

(Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevaptır.)

Eğer desen: Nedir şu tabiat ki ehl-i dalalet ve gaflet ona saplanmışlar, küfür ve küfrana girip ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut etmişler?

Elcevap: Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyedir ki mevcudatta zuhur eden ef’al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdâtullahın mecmu-u kavanininden ibarettir. Malûmdur ki kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet sâikasıyla Kâtip ve Nakkaş-ı Ezelî’yi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtip ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, sanatı sâni’ tevehhüm etmişler.

Nasıl ki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid hareketini temaşa etse maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir camiye dâhil olsa görse ki Müslümanların cemaat ve iydlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse seyretse maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.

Öyle de vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı ezel ve ebed’in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabud-u Ezelî’nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o Sultan’ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık tezahürattan ibaret tahayyül etse elbette ona insan demek değil belki vahşi hayvan dahi denilmez.

Çünkü o tevehhüm ettiği tabiat için geçen Sözler’de ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Söz’de gayet kat’î bir surette ispat edildiği gibi; her zerrede, her sebepte bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcibü’l-vücud’un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal-ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız hezeyanlardır.

Elhasıl: O Sözlerde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş ki tabiat-perest adam bir İlah-ı Vâhid’i kabul etmediği için gayr-ı mütenahî ilahları kabul etmeye mecburdur. O ilahlar her birisi her şeye muktedir olmakla beraber, bütün ilahlara hem zıt hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiçbir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ferman-ı kat’î, şirk ve iştirakin esasatını kat’î bir bürhanla keser.

Üçüncü Mesele[]

Küfür, manevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Söz’de ve Sekizinci Söz’de ve başka Sözler’de ispat edildiği gibi maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme duhûlüne sebep olduğu gibi cehennemin vücuduna dahi sebeptir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celali bulunsa; bir edepsiz ona dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır.

Halbuki kâfir, cehennemi inkâr ile nihayetsiz gayret ve izzet ve celal sahibi ve gayet büyük bir zatı tekzip ve taciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celaline serkeşane ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa o derece tekzip ve tacizi tazammun eden küfür için cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

Dördüncü Mesele[]

Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galip oluyor?

Elcevap: Çünkü küfrün divaneliğiyle ve dalaletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için en a’lâ cam ve en eclâ cemed alınır.

Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altın verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altın alıyorlardı.

Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. Şahane emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki bâki meta yerine fâni metaı alır. İşte şu sırdandır ki ehl-i dalaletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şedittir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye, bir sene inat eder.

Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir latîfe-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir.

Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez. رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Beşinci Mesele[]

Mühim bir sırr-ı âyet:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, mecmuu mu’cize olduğu gibi her bir suresi dahi bir mu’cize hattâ pek çok âyetlerin her birisi birer mu’cize veya bir lem’a-yı i’cazı gösterir bir tarzdadır.

Mesela, sahabeden bahseden âhir-i Sure-i Fetih olan âyeti ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakat-ı meşhuresinin ki Ashab-ı Bedir, Şüheda-i Uhud, Ashab-ı Suffa, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi şöhretgir-i âlem tabakatın esmasının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذٖٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ettiği gibi bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin adedini gösterir.

İşte âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, Şüheda-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud Şühedasından bulunan bir tek sayılmak hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla iki yüz altmıştır.

Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki Hulefa-yı Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâ’dan dördüne işaret vardır. Âyette her bir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffa’nın esmasına ne derece muvafık adet göstermesinde, gelecek hurufata dikkat et:

Hemze lafzî 9, gayr-ı melfuzu 15 muvafık geliyor. ب 4, ت 8, ث 2 muvafık. ج 8 muvafık. ح 3, خ 10, د 6, ذ 3 muvafık. ر 16 muvafık, ز 6 muvafık. Uhud ve Suffa’dan س 7 muvafık. Suffa’dan ش 2 muvafık. Suffa’dan ص 2 muvafık. Bedir’den ض 2 muvafık. Suffa’dan ط 1, ظ 3; Uhud’da Abâdile-i Seb’a, Hulefa-yı Selâse ع 10 muvafık. Suffa’dan غ 6, ف 14, ق 1 muvafık. Bedir’de ك 6, ل 34, م 24 muvafık. ن 16 muvafık. ه 16, و 15, ى 12 muvafık, لا 2, elif 18 muvafık.

İşte şu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki gayr-ı muvafık olanlar başka tabakatın adedine muvafıktır. Mesela, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi tabakat-ı meşhureye.

Hem cây-ı dikkattir ki ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak o hurufatın tekraratı acib bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakmıyor, kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin manasını teyid ederek bahsettiği sahabelerin esmasına bakıyorlar.

Evet, şu âyet-i kerîme cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı manaya işaret eder. Mesela, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi kayıtları da Ashabın sıfât-ı meşhuresine bakar. O sıfâtı göstermekle, o sıfât sahiplerine parmak basıyorlar.

Mesela وَالَّذٖينَ مَعَهُ daki maiyet-i hâssa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebubekiri’s-Sıddık’ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor.

اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffara galebe-i kat’iyesi ile şöhret-şiar olan Hazret-i Ömer’i âyine gibi gösterir.

رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmane ile meşhur-u enam olan Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e parmak basıyor.

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyü’l-Murtaza’ya işaret ediyor.

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا cümlesiyle Ehl-i Biat-ı Rıdvan’a, سٖيمَاهُمْ فٖى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya, ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ fukaha ve ulema-i sahabeye, وَمَثَلُهُمْ فِى الْاِنْجٖيلِ Ashab-ı Huneyn ve Fetih, Uhud ve Bedir’deki sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ettiği gibi enbiyadan sonra benî-Âdem içinde en yüksek, en namdar, en mümtaz olan sahabelerin medar-ı rüçhaniyetleri, menşe-i imtiyazları ve maden-i meziyetleri olan secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ve muamelat-ı gâliyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyor.

O kayıtlarla diyor ki: Sahabelerin halka karşı vaziyetleri, düşmanlarına şedittirler ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk’a karşı rükû ve secdede kemal-i itaattedirler. Her işlerinde Cenab-ı Hakk’ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar.

Hem sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil’i işhad ederek mu’cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizane mazi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile sahabelerin i’cazkâr ahvalini haber vermekle, şu âyette bir lem’a-yı i’cazı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

İşte madem şu âyet hem cümleleri hem kelimeleri hem hurufatıyla ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mana-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acibeyi câmi’ olduğu anlaşılmaz mı?

Altıncı Küçük Bir Mesele[]

Otuz üç adet Sözler’in ve otuz üç adet Mektuplar’ın mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiştir. Ezcümle: Karyem Nurs’tur. Merhume validemin ismi Nuriye’dir. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kādirî üstadım Nureddin. Kur’an üstadlarımdan Nuri. Talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misalidir. Kur’an-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meş’ul eden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ âyetidir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkülatımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi imamım Zinnureyn’dir.

اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ

سُبْحَانَكَ يَا لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ اَجِرْنَا (وَ عَلٖى) مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا (وَ اَدْخِلْ عَلٖى) الْجَنَّةَ مَعَ الْاَبْرَارِ وَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قَلْبَهُ وَ قُبُورَنَا وَ قَبْرَهُ بِاَنْوَارِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ يَا رَحٖيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَ اٰلِهِ الْاَطْهَارِ وَ صَحْبِهِ الْاَخْيَارِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

Said Nursî

Hulusi Bey’in sualine cevaptır[]

(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevap)

1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevap veremiyorum. Fakat bu mesele ile münasebettar bir iki mesele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:

Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar. İmam-ı A’zam ile İmam-ı Muhammed (radıyallahu anhüma) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umumü’l-belva suretinde o derece intişarı var ki ref’i kabil değil. Ümmeti bu belva-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım fakat bu umumü’l-belva zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi; böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umumü’l-belvada eğer bilerek sû-i ihtiyarıyla olsa o zaruret ibaheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zaruret için elbette cevaz var.

Said Nursî

Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır. Yani Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali[]

Otuz Birinci Mektup’un On Yedinci Lem’a’sının On Yedinci Nota’sının yedi meselesinden İkinci Meselesi iken Yirminci Lem’a olan İhlas Risalesi’ni aldım. Kuleönü’nde kardeşim Ali Efendi ile Yirmi Birinci Lem’a namıyla projektör-misal, geceleri gündüze çeviren, pek mübarek ve çok kıymettar ve gayet müessir bir risale ile Yirmi İkinci Lem’a olan On Yedinci Nota’nın Üçüncü Meselesi iken Lemaat’a karışmakla, sosyalizm ve Bolşevizm oyunlarıyla, âlem-i insaniyetin fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsavat-ı esasiye namıyla kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi esassızlığa attıkları gazlı bombalarıyla bir nevi geceyi getirdikleri gibi güya istila ettiği manevî toprakta, kuvve-i inbatiyeye medar olacak bir hayat dahi bırakmayarak ihrak ettikleri bir anda, şu Lem’a o âlemi tenvir ile güneşi gösterip âb-ı hayatı ile o yanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.

Muhterem Efendimiz! Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve manen büyük bir name-i mergubelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hesapsız hamd ve şükür olsun ki bizim gibi âciz, zayıf, fakir, kusurlu kullarını, hiçbir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ısıttırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Muhterem Efendim! Şu yazılan risaleleri nasıl buldunuz buyuruyorsunuz? Yâ Hazret-i Üstad! Ne diyelim? Bizim manevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup öldürmemek için her nevi mualeceleriyle memzuç hem mugaddi hem müessir tiryaklarını Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla gönderiyorsunuz. İhlas hakkında evvelce ve bilhassa sonra ihsan edilen risaleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddid yaralardan tevellüd eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler.

Şu Sözler bi’t-tecrübe yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz ikaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyetiyle güya o ferde hitap eder gibi bir ulviyetle mâ-i zemzem içiriyor. İhlası tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi latîf, nesebi tahir kardeşlerimiz, bu ikaz ile Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e niyaz edip “Yâ Rab, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halâs et ve ihlas-ı tamme ihsan et!” dualarında, sâlifü’l-arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddid nuru karıştıran ve zahir haliyle sebeb-i risale olup umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfürû ve serfeda edenleri; Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, Habib-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Kur’an-ı Hakîm ve hizbü’l-Kur’an hürmetine mağfiret buyurup niyet edip talep ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun, âmin!

Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde ufak bir kapta ise karnına koymak, büyük göl ve deniz ise içine girmek istediği gibi; şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine karşı ihlas denizini göstermekle harareti kesmek hem her nevi cevahir ve elmas içinde bulunduğunu beyan etmekle o denize davet ediyor. Nefsin talibi olduğunu riya ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibadet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip kabir kapısında hatasını bildiği ve teveccüh-ü nâsa muhabbetten, firavun gibi gark olurken dönmek isteyip kimseye müyesser olmadığını ve daha teferruatı ile o âlemleri bu lem’alar öyle tenvir ediyorlar ki eğer murad-ı İlahî olsa bu zamanın şöhret-perest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücudlarına zemherir getiren buzları atıp ihlas ile iman edip Kur’an’ın elmas cevahirlerini alırlardı.

Muhterem Efendim! Keramet-i Aleviye Risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi Risale-i Nur şakirdlerini intibaha ve teşvike, sa’y ü gayrete, cesaret ve şecaate sevk ile hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın yalnız onların düşmanı olmayıp belki mazide duran ve bize pek yakından bakan ervah-ı âliyenin de düşmanı olup o âlî ruhlar önümüzde pişdar, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zayıflara kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecaat, kavîlere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye ve mümessil-i din ve rehber-i millet perdeleri ile ilmi eneye, dini dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ulemaü’s-sûu haber vermekle, ehl-i iman ve irfanı insafa, ittifaka, ittihada davet ediyor.

Cümlemiz, hâk-i pây-i ekremîlerine yüzler sürerek mübarek dest-ü dâmen-i kerîmanelerini öperiz efendim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

İslâm karyesinden Ali (rh)

Kuleönü’nden Ali

Hüsrev’e hitaben yazılan bir mektuptur[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ وَ عَلٰى وَالِدَتِكَ وَ عَلٰى اَخٖيكَ وَ عَلٰى اِخْوَانِكَ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!

Evvela: Sözler’e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rüya çok güzeldir hem hakikattir. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur’an-ı Hakîm’in cennetinden, gül-ü Muhammedî (asm) namında, hadsiz nurani hakikatlerin fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur’aniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-i mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtip tayin edildiğine o rüya beşaret verdiği gibi biz de beşaret ediyoruz.

Sâniyen: Bu defa bize yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki manevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.

O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar imanlarını kuvvetleştiriyorlar. Muhabbet-i Ahmediye (asm) kalplerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şüpheleri kalmıyor. O sevap da senin defter-i a’maline geçiyor. Kur’an ve Resul-i Ekrem (asm) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimat çok manidardır hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. Hem gösteriyor ki bütün o tevafukatı dahi riayet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki o risalelerin hatt-ı hakikisini sen buldun veyahut yakınlaştın.

Sâlisen: Mabeynimizde münasebet manevî, ruhî, hakiki olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlahîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç defa, Hüsrev yanımda bir cihette hazır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektup’taki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hal ve mevsim pek müsait görünmüyor. Onun için kardeşimi bir miktar yanımda bulundurmak ile sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşâallah bir vakit kaza edeceğiz.

Râbian: Şu mübarek şehr-i ramazan, Leyle-i Kadri ihata ettiği için kendisi de ömür içinde bir Leyle-i Kadirdir ki muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir. Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci validem ve kardeşimin muhterem validesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum, siz de benim duama âmin hükmünde olarak dua ediniz.

Kardeşimiz Ali Efendi’ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyam-ı mübarekede bana dua etsinler. Galib der: “Hüsrev’le manevî bir irtibat hissediyorum.” Çok selâm ediyor. Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendi’ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin, âmin âmin âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.

Mâşâallah, hâtem-i Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler ile alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanaati olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız tâ o nura hissedar olsunlar.

Şükre dair nüshanız Kuleönlü Mustafa bir adama verip o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcup olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi.

Hem size Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinin Hâtime’sini gönderiyorum. O Hâtime, hâtem-i i’caza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözlerle alâkadar olan zatlardan münasip gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Mirzazade Said Nursî

1. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’an’da yoldaşım Hulusi-i Sânî ve Sabri-i Evvel!

Mâşâallah Yirminci Mektup’un kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.

Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakiki ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbanî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhir zamanda ilm-i kelâmı yani ehl-i hak mezhebi olan mesail-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki umum ehl-i keşif ve tarîkatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî kendisini o şahıs gibi görmüştür.

Senin şu âciz ve fakir ve hiç-ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki sen de yazılan şeylerden o acib kokusunu aldın.

Hem mektubunda اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ ye ait olan esrarı sual ediyorsun. Evet, o âyetin büyük bir denizinden çok Sözler’de kataratı, reşehatı vardır. Bâhusus Yirminci Mektup’ta, Otuz Üçüncü Mektup’ta, Otuz İkinci Söz’de, Yirmi İkinci Söz’de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakat var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki o âyetin bazı envarını yazayım fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifa edilmiş.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said

2. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!

Kardeşlerim, bu ramazan-ı şerifte size âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise, zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisan-ı kāl ve hal ile meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah istiyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için o hâdiseyi iki kısım olarak bir parça beyan edeceğim.

Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hâdiseyi, Cenab-ı Hak inayet ve rahmetiyle başka surete çeviriyor. Evet, cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki vechi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi, cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu ramazan-ı şerifte hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı A’zam’ın dediği gibi inayet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan, çok cihetlerle hakkımızda lemaat-ı rahmet göründü.

İkincisi: Bu ramazan-ı şerifte acz ve zaafı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı şerifte şimdi okuduğum münâcatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münâcat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.

Hâşiye: Bu mektubun bir maksada binaen mütebâkisi buradan kaldırılmış ve tayyedilmiştir.

Said Nursî

Hulusi Bey’e hitaptır[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

Evvela: Biraderzademin (Halil Naci’nin) dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsan eylesin, âmin! Nur’un eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fâni vaziyetleri karşısında telaş etmez, mağlup olmaz inşâallah.

Sâniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l-Küfrevî kuddise sırruhunun hulefasından Alvarlı Hoca Muhammed Efendi’ye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakıyetlerine dua ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

3. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşim!

Beni merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun, benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulusi, benim her bir amel-i uhrevimde hissedarsınız. Mâh-ı ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duanız ile yardım ediniz.

Said

İşarat-ı Aleviye’yi tam tasdik ettiniz mi? Haşir Risalesi’ni çok kuvvetli buldunuz mu?

4. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek manevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risaletü’n-Nur hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği daima sana kazandırıyorlar.

Kardeşiniz Said Nursî

Yıldız Mektubu[]

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Size cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semaviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:

Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın zuhuru zamanında وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin bir numunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyatîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında; o zaman vahiy zamanı geldiğinden vahye şüphe gelmemek için kâhinler gibi gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara set çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm cin ve inse mebus olarak teşrifine semavat ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir. Hem o mebus zat, ehl-i küfür ve dalalet için bir nîran-ı muhrika ve ehl-i hidayet için envar-ı muşrıka menbaı olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir.

Şimdi şu cemaziye’l-âhirde emsali görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi, ehemmiyetli bir hâdise-i semaviyedir. Semavatın hâdisatı zeminimize baktığı cihetle, herhalde o hâdisatın dahi küre-i arzda bir eseri olacaktır. Cenab-ı Hakk’ın rahmetine sığınmalıyız ki nîran-ı muhrika yapmasın, envar-ı muşrıkaya çevirsin.

Evet, nasıl ki Kur’an-ı Hakîm’in surelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de Cenab-ı Hakk’ın bir Kur’an-ı Kebir’i olan şu kâinatın ulvi, süflî sureleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini izhar eder. Sema suresinde bizim gibi lafz-ı Celal’i yalnız kırmızı yazmak değil belki nur yaldızıyla lafza-i Celal gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nurani noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilan ettiğini, o mu’ciz-nüma semavî suresinin şanındandır. Kendimizce bir fâl-i hayır addetmeliyiz.

Sâniyen: Size semavatın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur’an’daki ism-i Celal’in iki bin sekiz yüz altı (2806) defa tekerrürü, Kur’an semasını o nurani yıldızlarla ziynetlendirmiş ve o adetlerin sahifeler, yapraklar, sureler itibarıyla birbirine manidar münasebat-ı tevafukiyeleri, daha ziyade letafetini, ziynetini güzelleştirmiş.

Bu defa size kendi nüsha-i Kur’aniyemi gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celal ve ism-i Rabb’e ayrı ayrı işaret vaz’edildi.

İsm-i Celal’in tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır hem manidardır fakat bir parça dikkat ister. Çünkü risalelerde görünen tevafuk gibi daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazen sahife mukabiline değil belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazen bir yaprak atlar, bazen bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar.

Mesela, Otuz beşinci sahifede on üç adet lafza-i Celal gelir. Arkasına sekiz, sonra beş geliyor. Demek o on üç adet bu iki rakama birden bakar ki o da on üç ediyor ve hâkeza…

Hem bazen bir sahife, iki sahifenin mecmuuna bakmakla beraber aynı suretinde iki adet gelir, her biri onun bir cüzünü gösterir. Mesela, Sure-i Tevbe’de 188. sahifede on altı lafza-i Celal geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur, tevafuk eder.

Sure-i Ahzab’ın yine sahife dört yüz yirmi ikide on altı ism-i Celal geliyor. Zahirî tevafuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var, terkip edilse on altı olur tevafuk eder.

Hem bazen ism-i Rab ile beraber tevafuk eder. Bazen sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazen sahife rakamına bakar. Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevafuktan çıktığını hissettim (Hâşiye[1]). Her ne ise siz de tetkik edersiniz, sonra meşveretinizle gizli tevafukatı gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur’an’dan tensib ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz.

Başta yüz elli sahifede elli bir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmi sekizde sekizdir, yirmi üçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş, yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur’an’da mühim sırları bulunduğu hissedilir.

Sâlisen: Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhisselâm nasıl bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiya ve Evliya ve Sıddıkîn, o şecere-i nuraniyenin meyveleri ve mesalik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cetvelde mahareti bulunan zatları istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa’da bulunan ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hâfız Ali’nin haber gönderdiği vakit gelsinler.

Râbian: Yirmi Yedinci Mektup’a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tembel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise… Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir miktardır sizlere mektup yazdığım zaman birbirinden uzak meseleleri topluyorum. Her mektup bir aşure olur.

Hâmisen: Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha bir şey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Validesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrur oldum. Cenab-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Orada Hüsrev’in kardeşi Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed gibi Sözler’le alâkadar olanlara selâm ediyorum.

Kardeşiniz Said Nursî

Numune için gönderilen kâğıt zayi olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihab edersiniz. Sulfato geldi fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnettar ediyor. Cenab-ı Hak yazdığı her bir harfe mukabil bin sevap ihsan eylesin, âmin âmin!

5. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَ اَسْرَارِهَا

Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyar-ı gurbette enislerim ve esrar-ı Kur’aniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferasetli muhataplarım!

Sizlere, yalnız bir iki dakika temaşa etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs bir hat ile çalıştığımı ve sizin kıymettar kalemleriniz, ne kadar bana ehemmiyetli olduğunu ihsas etmek için kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki sizler bir iki dakika değil, saatlerce baktınız ve günlerce zapt ettiniz. Bundan anladım ki siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.

Fakat bunu biliniz ki bu fihriste muvakkat bir me’haz olmak için takribî bir tarzdadır. Ben kolaylık için kısmen eski mahfuzatıma, kısmen iki mikyas ile yeniden hesap ile dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki bu vâdide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele ettik. Ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk etmişiz, birkaç büyük yekûnlerde on on beş küçük yerlerde muhalefet oldu. Tahkikat neticesinde, tefsirin matbaa ve müstensihlerin eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatası olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik fakat edemedik. Çünkü sahibi büyük bir müdakkik ve matbaa da Camiü’l-Ezher yanında ve kurbünde, Ezherî ulemasının nazarı altında olduğundan tashihe cüret edemedim.

Aynı tefsiri, tebyiz ile beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız fakat tenkide uğraşmayınız. Çünkü benim listem takribîdir, daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sure-i Mekkiye’de Medeni âyetler girmiş. Belki hesaba dâhil etmemiş. Mesela, Sure-i Alak’ta hurufu yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. O doğru söylemiş. Ben ise eski mahfuzatıma istinaden mecmu-u sureyi zannettiğim için onun savabında hata etmişim.

Hem tevafuktaki esrar, küllî yekûnlere bakar. Takribî fihriste bize kâfidir. Kenzü’l-Arş’ın üç nüktesinde yazılan tevafukat, küsuratın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnlerin değişmesiyle dahi o tevafukat bozulmaz. Mesela, Sure-i Kehf ile otuz dokuz sure, 1000 adedinde ittifak ediyorlar. Bir iki tane 1000 adedini kaybetse o mühim tevafuk bozulmaz. Ve hâkeza…

Küsuratın çendan esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşâallah açıldığı vakitte, fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.

Said Nursî

6. Parça[]

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir numunesini izah eden hâdisat-ı semaviye ile Kur’an’ın semasında parlayan lafza-i Celal yıldızlarının acib ve tatlı tevafuklarını ders veren o kıymettar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dâhil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisat-ı semaviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak Mele-i A’lâ’nın bayramlarına biz de iştirak etmiştik.

Nasıl ki bu hâdise-i semaviyenin birinci defa vukuu, başta insan suretinde yapılmış Hubel tabir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilah kabul eden müşrikîn-i Kureyş’in helâkine netice vermişti. İnşâallah bu ikinci vuku da on dördüncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde, ehl-i fetretin putperestliğinden daha feci bir surete giren suret-perestliğinin kökü kesileceğini, bize ilan ediyordu.

Bu ilan, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalplerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. Dimağımızda asr-ı saadetin o cazibedar hayatını canlandırmış, güya maziyi istikbale çevirerek bir müddet o âlemde ve o nezih ruhlu, ulvi düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.

Sâniyen: Lafza-i Celal’in manidar ve münasebettar tevafukatını temaşaya koyulduk. Bu tevafukat, ihtiyarsız nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevazün ettirilen adetler, o kadar şirin idi ki okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu.

Dikkatimizi artırmak için yan yazı ile yazılan, Kur’an-ı Kerîm’in 150 sahifesine kadar 7, 8 adetler tevafukatını muhafaza ederek 51 defa gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar garibdir ki bu rakamların hem yazılmaları birdir hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevafukları birdir.

Ey sevgili Üstad! Cenab-ı Hak sizden çok razı olsun, yeni yeni meyveler ve fakihelerle tagaddi suretiyle takviye-i ezhana hem de def’-i cû’ suretiyle ızdıraplarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.

Hüsrev

7. Parça[]

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!

El ve eteklerinizden öperek sıhhat ve âfiyetiniz için duacıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmaline muvaffak olabildiğim Yirmi Altıncı ve Onuncu Cüzleri ve Kur’an-ı Kerîm’in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden şu arîzamı takdim ediyorum.

Sevgili Üstadım! Bu hususta maruz kaldığım, o Furkan-ı Ezelî’nin bazı inayatından bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica ederim. Şöyle ki:

Lafza-i Celal ve lafz-ı Rab tevafukatı ile kelime tevafukatını muhafaza etmek suretiyle bir Kur’an-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüzün başlangıcında, o kadar müşkülatla yazı yazıyordum ki sevincimi yeis, şevkimi fütur doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, yeisimi teşdid, füturumu tezyid ediyordu.

Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’ın yardımı imdadıma yetişti. Müşkülatın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için namaz vaktinin uzamasını veyahut gurûbun olmamasını temenni ediyordum. Bazen olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim. Bazen olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur’an’dan istimdad ederdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazen en kolay yazılacak sahifelerde istimdadı bırakırdım, elimde kalem güya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi. Hattâ bazen yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim olurdu.

Bu kadar teshilat arasında, Arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok meyus oldum. Sonra da sevincimden mesrurane şükürler ettim.

Kur’an’da mevcud tevafukatı ile beraber yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe şevkim artıyordu. Ümidin fevkinde bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inayetin bir kısmı kalbe tulû ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taalluk ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku buluyordu. Mesela, son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:

En son yazdığım Sure-i Tevbe’nin 197’nci sahifesinde altı lafza-i Celal mevcud. Dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُ اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ âyet-i celilesindeki iki tane lafza-i Celal, tevafuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktâ ki فَمَا كَانَ اللّٰهُ daki lafza-i Celal’i yazdım. Düşündüm ki istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevafuk olsun dedim. Ben tevafuk edecek lafza-i Celal’e yaklaştıkça lafza-i Celaller tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hal-i hazır vaziyet vücuda geldi.

Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak sahifeyi yırtmadım. 198’inci sahifeyi yazdıktan sonra dikkat ettim. 197’nci sahifede tevafuk harici bir satırdaki iki lafza-i Celal, 198’inci sahifede aynı satır üzerindeki iki lafza-i Celal ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek cüz’î bir inhiraf ile –belki yarım santim kadardır– diğer bir lafza-i Celal’in üstünde olduğunu gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى diyerek Cenab-ı Hakk’ın benim gibi alîl ve pek çok masiyet ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum.

Bu inayet ve muvaffakıyetler, fazilet ve mübecceliyette her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvar bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelî’nin hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mu’cizelerinden kıvılcım-misal küçük bir lem’ası idi. Cenab-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa benim gibi zillet ve meskenet her tarafını kaplayan kusurlu, âciz bir abd için ne büyük bir saadet.

İşte sevgili Üstadım! Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ hitab-ı izzetine mazhar olan menba-ı füyuzat aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin himemat-ı kudsiyeleriyle ve refik olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kerametleriyle ve Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed için vasıta olup yazdırılan bu Kur’an-ı Kerîm’i size takdim ederken; fakir talebeniz size ciddi bir talebe, hakiki bir kardeş, mutî bir evlat ve Peygamber-i Zîşan Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallak-ı Kerîm’e de kemter bir kul olabilmek dilekleriyle, el ve eteklerinizden kemal-i tazim ve hürmetle öperim Efendim Hazretleri.

Fakir talebeniz Ahmed Hüsrev

Milaslı Halil İbrahim’in fıkrasıdır[]

Efendim!

İsterim ki Yirmi Yedinci Mektup’un tatlı sadâları içerisinde benim de boğuk sesim çıksın. Lâkin heyhat, o maden-i esrar bahrinden dem vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyakım, o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden koklamak. Yoksa onun tavsifinde âciz ve kāsırım. Gerçi kalbimde galeyan eden manalar çoktur. Lâkin her nedense lisan, hissiyatımın tercümanı olamıyor.

Şu kadar diyebilirim ki elimde mevcud risaleler ve fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir ki dalları aktar-ı arza neşr-i envar ediyor ve ilâ-nihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise Risale-i Nur eczaları da odur.

Bahr-i dalalet mevcleri arasında, sefine-i Nuh (as) necat verir; her kim dâhil olsa tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır ve bahar kadar letafetlidir ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblere taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i safilînden, a’lâ-i illiyyîne yükseltir. Otuz Üçüncü Söz’ün Yirmi Dördüncü Mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hasıl ediyor. Ve kalbinde Sâni’-i Hakîm’in hikmetine karşı pencereler açıyor. Risale-i Nur eczaları, insanın sıkıntılı vaktinde imdadına yetişir ve teselli eder. Bu ciheti aynen gördüm.

Velhasıl: Risale-i Nur eczaları hakkında her ne desem yine o Nur’a karşı sönüktür. İşte o fihristeler fihristesi böyle olunca daha ilerisini ehli olan anlar.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Halil İbrahim (rh)

8. Parça[]

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Bugün hayreti mûcib, nazarı cazip, dikkati câlib, manası latîf, tertibi zarif, tevafuku nazif, envarı zahir, i’cazı bâhir, zübde-i bürhan, erkân-ı iman, bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz ile melfufu cidden çok mühim meseleleri câmi’ ve bedî’ cevapları hâvi On Altıncı Lem’a’yı ve benim gibi tembellere mükemmel bir ders-i ikaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenab-ı Hallak-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim.

Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’an’a, imana, Nur’a, hakaike müteveccih halime baktım ve kanaatlerimi yokladım. Ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanaat getirmiştim.

1- Ehl-i dalalete karşı mücahede: اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

2- Neşr-i hakikatte üstada yardım: وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى ۞ وَ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ

3- Müslümanlara iman cihetinden hizmet: اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ ۞ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ۞ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ gibi âyetlerle اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ hadîs-i şerifi.

4- Kalemle ilmi tahsil: نٓ وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ Mademki hakikat ilmi tedris edilmiyor. Elbette mahfî hikmetlere binaen mahdud insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi derslerin ciddi tahsili için bilhassa okuması yazması olanların bizzat yazmak suretiyle, bu neticeyi bulacaklarına şüphe edilmemelidir. Bir şeyi yazmak; okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki bu tarzla matlub istifadenin temin edileceği muhakkaktır.

5- Bir saati bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür: Evet Nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim hepimizin meşhudu olmuştur. Sözler’deki hakaiki tefekkür, aynen Kur’an’ın künuzunu manen taharridir ki Fettah ismi imdada yetişerek, öyle muhayyirü’l-ukûl kapılar açıyor ki zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vasıtasız Kur’an’a bakınca zülâl gibi hakaikin tecelli ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semada bedirlenmiş kamer gibi müşahede olunuyor.

Benim gibi bir isyankârın vaziyeti, hali, kabiliyeti, istidadı aslâ müstaid değilken, Allahu Zülcelal’in nihayetsiz kerem ve rahmeti, fazıl ve inayeti ile iki kere iki dört kat’iyetinde kat’î kanaatim gelmiştir ki Hazret-i Gavs’ın ve onun üstadı, iki cihan fahri Nebiyy-i Efhamımız (asm) Efendimiz Hazretlerinin dua ve himmetleri, Hazret-i Kur’an’ın şakirdleri üzerindedir. Sû-i ihtiyarımızla bozmazsak bu himayet ve sahabet elbette devam edecektir, kat’î kanaat ve imanındayım.

Şu satırları bana yazdırtan âsâr-ı Nur’un şeref-i vürûdları ve feyizleri, inşâallah içinde gizlenmiş olan aşr-ı âhir-i ramazandaki Leyle-i Kadrin ihya edilmiş sevabını verir ve rıza-yı Samedanîye mazhariyetle, saadet-i ebediyeyi kazanmaya bir vesile olur.

Ey Üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları inşâallah âhiret âleminde de yoldaşları olacak olan aziz ve kıymetli kardeşlerim! Şu anda kalbim şöyle inliyor, ben de ihtiyarsız yazıyorum:

Hazret-i Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur’an’ın cadde-i kübrasıdır; ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû-i kesbimiz ile kazanılan ve bugün tevarüs eden fena şeylere karşı, kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim. Biz abdiz. Sebeb-i hilkatimiz; seyyidimizi, yaratanımızı, râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal ve ikram buyurulan Kur’an’ın ahkâmına ve o Hazret’in sünnetine tevfik-i harekete bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbi, yanımızda muarrif. Aramızda Nurları neşre, mürebbi ve muarrifimizi dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı Hâlık-ı Rahîm’imize bırakalım. Yekdiğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.

Zühre, Habbe, Katre ve Zeyli’nin Arabî bir nüshası bu fakire ihda buyurulmuş, bir gün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek, zamanı geldi ve benim gibi Arabî bilmeyen kardeşlerin manevî arzuları, Zühre’nin tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar olarak duygularımı arz edeceğim:

Birinci Nota: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i tevhidi ile Mabud-u Hakiki’ye bağlanmalı.

İkinci Nota: اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ tekbir-i ekberi ile kibriya ve azamet sahibi ancak Allahu Zülcelali ve’l-kemal olduğunu…

Üçüncü Nota: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nass-ı azîmi ile madem her şey helâk olacak, ey zayıf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaratılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömr ü hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir hakikatini…

Dördüncü Nota: كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ۞ قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ gibi âyetlerle müeyyed olduğu üzere ba’de’l-mevt ثُمَّ نُفِخَ فٖيهِ اُخْرٰى فَاِذَاهُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ âyetinin sırrı zahir olacak ceza ve hesap gününde, Mâlik-i Yevmi’d-din’in huzurunda, mahlukat ve mevcudatın en kıymettarı olan insanın aynen halk olunarak bulundurulacağını…

Beşinci Nota: Avrupa’nın surî medeniyetinin hakaik-i Kur’aniye ile butlanını وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ âyetinin bir muhavere şeklinde tedrisini…

Altıncı Nota: اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ ۞ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً gibi âyetlerle hem iman tacını giyen hizbullahın galebesini ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev’i olan, her şeyi inkâr edenlerin Kur’an nazarındaki kıymetlerini…

Yedinci Nota: وَلَا تَنْسَ نَصٖيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا ۞ اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ ۞ وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى gibi âyâtın manasını hatırlattığını…

Sekizinci Nota: Sonunda zikrolunan dört âyet-i celilenin bir nevi tefsiri…

Dokuzuncu Nota: Bugünün Dokuzuncu Söz’ünün bir çekirdeği olduğunu…

Onuncu Nota: Marifetullaha yol açacak, bid’aların kesreti zamanında Risale-i Nur unvanını alacak ve en evvel “Ey ehl-i iman! Öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesap günü var, uyanın!” hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söz’e mahfî işaret ettiğini…

On Birinci Nota: On Bir, On İki, On Üç, On Dördüncü Sözler gibi Kur’an’dan fazlaca bahseden Nur risalelerine, bilhassa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden Yirmi Beşinci Söz’ün geleceğine îma eylediğini…

On İkinci Nota: Bütün Müslümanlara, muhtelif tarîkatlarda sülûk ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkında besmele olacak bir ders verdiğini…

On Üçüncü Nota: Yirmi Altıncı Söz’ü اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ âyetlerini, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsini, Birinci Söz’ü, mecazî muhabbetteki makul dereceyi göstererek taklitten tahkike geçmek lüzumunu…

On Dördüncü Nota: Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan Yirminci Tevhid Mektubunu…

On Beşinci Nota: Üç meselesi ile Kur’an’daki emir ve nehyin ne kadar yerinde olduklarını ve şeriat-ı Ahmediye desatirinin ne kadar makul ve mantıkî esaslara istinad ettiğini ayân beyan göstermektedir.

Çok kusurlu ve âciz talebeniz aldığı feyizleri ancak metindeki yazıları tekrarla ifade edebilir. Hatayı azaltmak için sözü itnaba düşürmemek daha makul düşüncesiyle, maruzatımı kısa kesmeyi daha faydalı görüyorum.

Hulusi

Mu’cizat-ı Ahmediye’yi yaldızla yazan Doktor Abdülbâki Bey’in fıkrasıdır[]

Sevgili, müşfik Üstadım, Efendim Hazretleri!

Kıymetine nihayet olmayan ve her vecihle medih ve takdire ve sitayişe şâyan bulunan Risale-i Nur eczalarından bir parçası olan On Dokuzuncu Mektup’u, bu mektubun mazhar olduğu intişarındaki inayetine mâsadak olan kalemimle, iki gün evvel ikmal edip sevgili Üstadıma takdim ediyorum. Bu risale hakkında aziz Üstadıma kalbî ihtisasatımı arz etmek istiyorum. Fakat ne kalemim ve ne de kalbim ifadeden âcizdir.

Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülatı tarif imkânsızdır. Hakikaten ruhumun asr-ı saadete ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurları ile fakir talebenizi öyle bir hale getirmiştir ki bu kusurlu talebenizin Cenab-ı Hak’tan istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkten kurtarıp saadete davet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu’cizatı ile yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşan’a ümmet olabilmek ve sevgili Üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime verilmesidir. El ve ayaklarınızdan öperim, efendim.

Abdülbâki

Ehl-i dünyanın Üstadımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle, bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevaptır[]

Üstadımız Barla’da kimsesiz kaldığı için mütalaa edecek kitapları olmadığından dünyadan ümidini kesip âhiret noktasından iman cihetinde, kendi nefsiyle olan mükâlemelerini, düşündüklerini çok defa “Ey nefsim! Ey nefsim!” diye kaleme almış. Ne vakit o vaziyetten, o beladan kurtuldu. Buraya geldi, altı ay zarfında oradaki altı gün kadar bir şey yazmadı. Zaten neşriyat yapmıyor. Ancak kendi nefsi için nota nevinden kaydettiği mesaili, iman cihetinde vesveseye düşmüş bazı has dostlarının istemelerine binaen, güçlükle onlar alıp mütalaa ediyorlar. Yazdığı en mühim bir eseri; bir müdür, vesveseli ve onun hakkında muannid bir valiye şikayet tarzında vermiş. O muannid vali tetkikatında, bu eserde ve bunun neşriyatında siyasete taalluk edecek bir cihet yoktur, sırf mesail-i imaniyeye aittir diye hakikati anlamakla, o müdürü tekdir etmiştir.

Hem hocamız tarîkat zamanı olmadığını, mütemadiyen dostlarına söylüyor. İmanı kurtarmak zamanıdır, diyor. Buna delil, dokuz senedir hiçbir kimseye tarîkat talim etmemesidir. Yalnız mezhebi Şafiî olduğu için namazdan sonraki tesbihatı biraz fazlacadır. O fazlalıkta otuz üçer tesbihattan sonra mezheb-i Şafiî’de sünnet olan bazen on, bazen otuz üç ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve üç defa da salavat okumaktan ibarettir. Hususi ibadetinde yanına hiçbir kimseyi bırakmaz, en has hizmetçisi de yanına giremez ve diyor ki: “Ben şeyh değilim ancak bir hocayım. Eskiden dünyaya karıştığım için günahlarım çoktur. Onlara istiğfar ediyorum.” diyor.

Üstadımız hakkında ehl-i dünya ve ehl-i hüküm tarafından çok defa “Ne ile yaşıyor?” diye endişekârane soruluyor. Bu sual altında, acaba başkaların hediye ve sadakalarıyla mı yaşıyor deniliyor.

Elcevap: Bizler daimî hizmetindeyiz. Hiçbir kimsenin sadaka ve hediyesini ihtiyarıyla kabul etmez. Mecbur kaldığı zaman, mukabilini vermek suretiyle alır. Barla’da köy halkı az olduğundan men’edip kendini kurtarıyordu. Buraya geldikten sonra Barla gibi “Ben bir şey istemiyorum.” diye olan musırrane redde muvaffak olamadı. Hatırları kırılmayacak bazı dostların getirdikleri yemekleri birkaç defa yedi. Sonra birden bire, hasta olmadığı halde iştihası tam kesildi. Bizim kanaat-i kat’iyemiz geldi ki başkasının hediye ve sadakasını yedirmemek için manevî bir ihtar ve bir itabdır.

Evet iki sene evvel, bütün ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç francala, bir ramazan yine kâfi gelmişti. Bu ramazan-ı şerifte otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir francala yediğini (yalnız bir iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik (Hâşiye[2]).

Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin hatırını kırmamak hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiyatını almadığı için iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdıraptan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiyatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte Üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.

Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü

9. Parça[]

(Hulusi Bey’in mektubudur.)

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ بِلَا اِنْقِطَاعٍ

Eyyühe’l-Üstadü’s-Said!

Risale-i Nur şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyelerinde en âciz, en zayıf ve en menfaatsiz bir uzuv olmakla beraber, bu intisabın verdiği kuvvetle, manevî efradının dualarının ve kudsî himayelerinin himmetine ve Rabb-i Rahîm’in kerem ve inayetine dayanarak, nâil olduğumuz son nurlu âsârın mütalaa ve zavallı muhitimizdeki neşrinden mütevellid hâlis sürurumuza ve nihayetsiz manevî duygularımıza tercüman ve lisan-ı acz ile hissiyatı izhara vasıta, başta muhterem ve çok müşfik ve aziz üstada ve onun tevfik-i Hudâ ile en kıymetli muînleri ve Risale-i Nur şakirdlerinin manevî cisimlerinde daima faal ve nevvar nâkil ve nâşirleri olan kardeşlerimize şükran ve dua borcumuzu iblağ etmek emel ve niyeti ile şu arîzacığı yazmaya başlıyorum.

Evvela ulvi ve gaybî kerametten bahsedeceğim: Mecmuatü’l-Ahzab’da Ercuze namındaki kaside-i mübareği, Fethi Bey’de buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tetkik edemedim. Ancak Sekine namı verilen ve ism-i a’zamı tazammun eden altı isim فَرْدٌ ، حَىٌّ ، قَيُّومٌ ، حَكَمٌ ، عَدْلٌ ، قُدُّوسٌ جَلَّ جَلَالُهُ olarak buldum. Bu esma-i mübarekenin vird edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza ettiğine emrinizi istirham ederim.

Merhum ceddimin Hazret-i Ali radıyallahu anh Efendimiz hazretlerine matuf ve evvelce arz ettiğim: كَرَامَاتُ الْاَوْلِيَاءِ حَقٌّ düsturunu tasdik sadedindeki keramat hâdisesinin ifade edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması; cidden hayreti mûcib olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, Mu’cize-i Kübra-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan nebean ettiği için i’cazkâr hâdisat eksik olmayacağına işarettir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Bu ulvi eserin sonuna Risale-i Nur şakirdleri namına bu âciz talebenizin ismini koymakla, sıddıkınızın yazılmış ve yazılacak bütün Risale-i Nur lemaatına karşı, tasdikte tereddüt etmeyeceğine işaret olduğunu, şükranla karşıladım.

Sure-i Rahman’daki فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesindeki tekrarlar gibi Risale-i Nur’un mebde-i neşrinden bu zamana kadar enva-ı keramat ve gaybî i’caz izhar edilmekte ve bu feyizli hâdisat, Risale-i Nur şakirdlerini gayrete ve himmete teşvik eylemekle beraber, onları manevî silahlarla teçhiz ederek, kuvve-i imanlarını tezyide vesile olmaktadır.

Allahu Zülcelal Kur’an-ı Kerîminde, Peygamber-i Zîşan hadîs-i nebevîlerinde, Cihar-ı Yâr-ı Güzin, Sahabe-i Kiram ve Âl-i Beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evladından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhir zamandaki en mühim ve Kur’anî harekete remiz, delâlet, işaret, belki sarahatle parmak bastıklarını Risale-i Nur nâşiri, bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse tereddüt ve şüpheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Aslâ ve kat’â. Allah’ın ihsanına yüz binler hamd ve şükürler olsun.

Münasebet gelmişken tahdis-i nimet maksadıyla, mazhar olduğum, bütün acz ve noksanıma rağmen, gördürülmekte olan kudsî hizmetin şerefi, manevî vahdetteki ihlasın ikramı addedilmeye seza, gaybî himaye ve sıyaneti, Risale-i Nur şakirdleri kardeşlerime mücmelen arz ve iblağ edeyim.

1- Allah’a malûm çok kusurlarımı bilmeyen büyük ve küçük bütün halkın hakkımdaki teveccühleri,

2- İktiza ettikçe, soruldukça, münasebet geldikçe, pervasızca daima aldığım derslerden öğrendiğim hakikatleri söylediğim halde, bütün meslektaşlarımın hakkımda muhabbet göstermeleri ve cevap verememeleri,

3- Ahkâm-ı diniyece gücüm yettiği kadar mutavaat gösterdiğimi bildiklerine ve gördüklerine rağmen, ekser meslek büyüklerimin hususiyet ve gidişlerini beğenmediğim halde, alenen takdirlerini izhar eylemeleri,

4- Elaziz’de maddeten hayli uzakta bulunmaklığıma rağmen, Risale-i Nur feyiz menbaından nebean eden lemaatın, izn-i Hak’la arızasız gelebilmeleri,

5- Eski hocalarımın âsâr-ı Nur’u bu âcizden dinlemeleri, vasıtamla okumaları,

6- Elhamdülillah buraya gelen Nurlu eserlerin, hususiyet ve mahremiyet kayıtlarına bir derece dikkat ederek intişarına çalıştığım halde, yüz bin kere şükür ve minnet ol Hâlık-ı Azîm’e, bir mani ve şer zuhur etmemesi ilh…

Açık, zahir, bâhir ve kat’î bir himaye ve sıyanet-i maneviye neticesi ve Risale-i Nur şakirdleri arasındaki hakiki ihlas ve tesanüdün parlak bir tecellisidir.

Sun’î bir tevazu için değil, hakikati ifade için derim ki: Bundan evvel Sabri Efendi kardeşimize yazdığım küçük mektubumda da zikrettiğim vecihle, Risale-i Nur şakirdleri vücud-u manevîsinde ancak küçük bir ayak parmağı kadar bir kıymeti olan bu bîçare kardeşinizi, Hâlık’ımız bu günahkâr abdini nihayetsiz in’am ve ihsanına lâyık görmüş ki Risale-i Nur nâşirine bir talebe, Risale-i Nur şakirdlerine bir kardeş, Kur’an hâdimlerine bir arkadaş etmiştir. Arabî ve Farisî bilmeyen, ilim ve medrese görmeyen bir âsi abdine, hikmet-i Samedaniyesiyle böyle bir ikramda bulunuşu, elbette bir hikmete müsteniddir. O da her halde Risale-i Nur’la alâkadar olanlar arasındaki safvet ve ihlas ile Risale-i Nur’un ind-i İlahîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine atfolunur.

İşte Risale-i Nur şakirdlerinden en gayr-ı nâfi’ bir uzva, misal olarak zikredilen bu kadar açık himaye ve sıyanet-i İlahî vaki olursa diğer münevver unsurlara ne derece ikram ve inayet olacağı kıyas olunabilir.

Allah’ın inayetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi vesellem Efendimiz hazretlerinin imdad ve ruhaniyetlerine istinad ederek Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini manevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur nâşiri ile onun şakirdlerini فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ ۞ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقٖينَ âyetlerinin sırlarının tezahürü inşâallah karşılayacaktır.

İktisat hakkındaki risale hem insanî hem içtimaî hem dinî hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş imanî, çok değerli nurani bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının, âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki: Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden “Bundan daha yüksek eser olamaz.” dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki bu, evvelkinden daha ulvi ve nurludur.

Ben de diyorum ki: Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse Allah tevfik verirse imanını kurtaracak hakikatleri onda bulur. Çünkü her cüzün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: “Bu okuduğun kitapta bizdeki hakikatlerin de uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.”

İhlasa dair Yirminci, Yirmi Birinci Lem’alar: Yirminci Lem’a muhtelif meslek ve meşrepte mü’minler arasındaki rekabetkârane ihtilafların esbabını öyle bir teşrihtir ki tavsif edebilmek için bu mübarek eseri aynen nakleylemekten başka çare yoktur. Allah cümlemizi muhlis kullarından eylesin, âmin!

En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmi Birinci Lem’a, evrad edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki kale içinden fetholunur. Bugünkü muvaffakıyete sebep olan ihlas kalkarsa maazallah o zaman çok vahim neticeler tevellüd eder. En büyük düşmanımız nefsimizdir. Onu susturmak için zannedersem şu ihtar kâfidir: “Ey nefs-i nâdan! Beni kandıramazsın. Mademki bir Peygamber-i Azîmü’l-Kadr ve bir Nebiyyullah olan Hazret-i Yusuf aleyhisselâm وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسٖٓى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّٖى demiştir. Aldatamazsın. Senden ve senin samimi yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid’a ve ulemaü’s-sû şerlerinden Allah’a sığınırım.”

Eski Said lisanıyla kaleme alınmış olan Yirmi İkinci Lem’a: Zaleme güruhunun hücumlarına pek mükemmel müdafaa ve elyak ve a’lâ bir cevaptır. فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Beşinci Lem’a’sı: Maddî ve manevî bütün hastalıklara mükemmel devadır. Altıncı Deva’nın iki defa yazılmasına merak ettim, hatırıma geldi. Birden yirmi beşe kadar devaları topladım 325 oldu. Tekrar eden 6 numaralı devayı da zammedince 331 çıktı. Söylenişte ve yazılışta ekseriyetle hazfedilen bu rakamlardaki kaldırılmış 1000 sayısını nazar-ı dikkate alırsak 1325 ve 1331’de İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu Lem’a’da mahfî işaret bulunduğuna hükmeyledim. Basîretli ve nurlu arkadaşların daha mahfî hakaik çıkardıklarını ümit ediyorum.

Eski talebenizden Hâfız Hüseyin Efendi’ye bu Lem’a’yı babasının vefatından birkaç gün sonra, arefe günü Hâfız Ömer Efendi ile evine gitmek suretiyle okumak nasib oldu. Maddî ve manevî hastalıklarına ilaç veren hekim-i hâzık aziz Üstada çok dua etti. Bu mübarek eserin bu zat üzerindeki tesirini şöyle telhis edebiliriz: Ehibba ve arkadaşlarından hastalığını soranlara “Çok mükemmel bir ilaç buldum. Doktorlara ilaç parası vermekten elhamdülillah kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum.” diyormuş. 17 Zilhicce 1353

Uhrevî kardeşiniz ve âciz talebeniz Hulusi

Risale-i Nur şakirdlerinden Kuleönlü Hacı Osman’ın bir fıkrasıdır[]

Muhterem Üstadım!

Risale-i Nur’u birkaç seneden beri dinleyip binde bir almış olduğum manevî yaralarıma bir ilaç vazifesi görüyordu. Fakat hastalara ait Yirmi Beşinci Lem’a ve ihtiyarlara ait Yirmi Altıncı Lem’a’yı Mustafa ve arkadaşlarımla beraber okuyup kemal-i şevk ile dinledim. Bakıyorum ki vücudumdaki yaralara güzel tesir ediyor, arkadaşlarıma dedim:

Madem Risale-i Nur’un tesiri bu kadar kuvvetlidir, ben yazmaya karar verdim fakat hiç okuyup yazmam yok ki böyle kıymettar Risale-i Nur’a yardım edeyim. Madem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz diye müteessirane söyledim.

O gece rüyamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefen ile başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip diğeri hemen beni yakaladı, acaba nereye götürecek diye bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden Üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.

Sonra asker olarak bir camiye bütün ahali toplandı. Bir asker geldi bana dedi: “Seni büyük bir kumandana hizmetçi tayin ettiler, gideceksin.” Ben dedim: “Benim gibi süflî bir nefer, nasıl o müşirin yanında hizmetçilik eder?” İtiraz ettim. Yine tekrar etti: “Gideceksin.” Ben korkarak gittim, baktım ki orada Üstadımı görünce mesrurane sevindim. Bana dedi: “Arkamdan gel.” Yüksek bir saraya çıktı, bana dedi: “Bu ufak hizmetleri gör.” Ben düşünmekte iken Barlalı Süleyman Efendi geldi. Beraber bulunurken Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur, bana dedi: “Sen bu gence hizmet edeceksin.” dedi. Hemen uyandım.

Ey kardeşlerim! Madem Üstadım bende bir şey yok, ben yalnız tayin olduğum cevahir dükkânından herkesin ihtiyacı var olduğunu ve Kur’an’ın dellâlı olduğunu sekiz dokuz senedir ilan ediyor. Biz Risale-i Nurları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var, onun için ey Müslümanlar! Manevî yaralarınıza ilaç ararsanız Risale-i Nur’da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teali edecektir. Hiç şüphe etmeyiniz.

Mübarek iki ellerinizden öperim ve bayramınızı tebrik ederim.

اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ

Cahil ve âciz talebeniz Hacı Osman

Âhiret hemşirelerimizden ve Risale-i Nur talebelerinden Müzeyyene’nin fıkrasıdır[]

Muhterem Üstadım!

Şu fâni dünyanın elemlerine gark olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve tesirli ve şifalı risalelerinize, can u gönülden merbut oldukça ve okudukça risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiçbir şeyle tarif edemem.

Evet şu dünyaya, şu zamana çöken zulmet ve gaflet perdelerini Sözleriniz yırtıyorlar, parçalayıp o zulmeti ve gafleti dağıtıyorlar. Hangi akıl var ki hakikat perdesini görüp de o hakikat perdesinde nur-u hakikat parlarken onlara gözünü yumup zulmet perdesine atılmış olsun. Ben de inşâallah zulmete atılmam. Artık güçlükle bahtiyar olup da tekrar bedbaht olamam.

Üstadım, ben sair kardeşlerim gibi sizden bizzat ders almaktan mahrumum. Fakat haftada veya bir ayda, âlî Sözlerinizden gıyabî bir ders alıyorum tasavvuruyla dinliyorum. Güya bizzat sizden ders alıyorum. Bütün gün ehl-i İslâm’ın selâmetini ve şu halimin zulmetten nura dönmesini, siz başta ve önde, biz arkada Cenab-ı Hakk’a yalvaralım. Cenab-ı Mevlam hayırlısıyla ihsan buyursun. Fazla söylemeye lisanım, aczim, kusurum bırakmıyor. Kusurumuzu Üstadımıza itiraf ediyorum.

İnşâallah risalelerin tesiriyle bir gün olur da müstakim Lütfü Efendi gibi ehl-i takva kardeşlerimiz misillü biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemeyerek işlediğimiz ahvalden Sözlerinizin irşadıyla kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden On Yedinci Söz, On Sekizinci Mektup, Yirminci Mektup ve Otuz Üç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalaa ediyoruz. Hakiki üstadımız olan Hazret-i Kur’an elimizdedir.

Müzeyyene

Müzeyyene’nin diğer bir fıkrası[]

Üstadım!

Kıymettar risalelerinizi okuyan, elbette kilitli sandık içinde münevver kalan sönük kalpleri, gümüşten yapılmış altın ile yaldızlanmış birer anahtar hükmündeki risalelerle açtığına ve kalbinin kurtulmasına ve parlamasına binaen kemal-i memnuniyetle Cenab-ı Mevla’ya şükürler ve risalelerin intişarına çalışanlara teşekkürler etmemek kabil değildir. Âh vefasız dünyanın telaşesi ve elemi ve kederi beni Nurlara hizmetten alıkoyuyor. Hakkıyla çalışamadığımdan ve kardeşlerim gibi Nurlara hizmet edemediğimden kalbim öyle muazzeb oluyor ki tarif edemem.

Bugünlerde dediler ki “Af varmış, Üstad İstanbul’a gidiyormuş.” demeleriyle bir cihette memnun oldum ki Üstadım esaretten kurtuldu. Ve bir cihette zannettim ki bütün Atabey’in dağları başıma düşüyor, müteessir oldum. Affınıza ve bedbaht insanların eziyetinden kurtulmanıza teşekkürlerle beraber tebrik ediyorum. Fakat bu nurlu ve kıymetli risalelerin sahibi bizden uzaklaşmasına gönül razı olmuyor. Barla dağlarında bizi ve bu etrafı nurlandıran, bizlerden uzaklaşmamalı. Uzaklaşmasını kim arzu eder? Barla çok bahtiyardır ki en evvel ve her vakit, o taze ve şirin risaleleri herkesten evvel, bizzat şifahen Üstaddan işitebilirler.

Müzeyyene

10. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Gayyur, zeki, ciddi, sıddık, hakiki kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!

Bu cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rüyaya benzer fakat rüya değil, hayalen gördüm ki: Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım! İnayat-ı Seb’a namıyla beyan edilen büyük inayetler varken Onuncu Söz’deki cüz’î inayete bu kadar ehemmiyet vermenin sebep ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise… Ben de Hulusi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hâfız Ali de dinlesin):

Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise benim o ciddi arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zat bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için birkaç gün lâzım. Çünkü risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki kısa hafif bir vesile elime geçip bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlasına itimat edip onların mükâfatını rahmet-i İlahiyeye havale ediyordum.

İşte Cenab-ı Hak evvel İşaratü’l-İ’caz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimat ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler. Fakat İşaratü’l-İ’caz’daki izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşaratü’l-İ’caz’ın iki saatte verdiği faydayı Onuncu Söz iki üç dakikada aynı faydayı verdi.

Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Söz’deki tevafuk bize ve misafirlere çok faydalıdır ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı Rabbanîdir.

Üçüncüsü: Bilirsiniz ki fazla iştigalattan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddi olan hakaik-i Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neşelendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden, latîf bir sanat-ı bedîiye suretinde bir lütfunu gösterdi.

Hem o latîf ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet, bir anahtar hükmüne geçip Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüp eden ve yardım eden inayet-i Rabbaniye o kadar çoktur ki eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Söz’ün hurufatındaki sır, hiç kimsenin sun’ ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için daha ehemmiyetli göründü.

Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilatını ehemmiyetle tetkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir iki saat zarfında nota nevinden işaretler koydum. Birinci defaya itimat edip daha tetkik etmedim. Halbuki tabiratımda bazı kusur var, fehmi işkâl eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünkü o ibare o maksudu ifade edemiyor.

“Madem öyledir, bu sözün latîf tevafukat-ı harfiyesindendir ki” mebhasındaki “Hem sahifenin yirmi iki olmak itibarıyla, yazı bulunanların” yerinde “yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin hakiki ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cilt üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üç yüz kırk iki (1342)” ilh. Hem o mebhastaki bu cümle “Hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki âyetin melfuz (altmış altı) hurufuna tevafuk ediyor.” Yerinde “Âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmış yedi) olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor. O âyet Sure-i İhlas’ın hurufatına hem lafzullahın makam-ı ebcedîsine tevafuk ediyor.” denilmeli.

Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

11. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, ciddi, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede samimi ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki sizleri hudutsuz bir sahra-yı hakikatte bana enis arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazen pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda malayani zannedilen bazı meselelerde, fazla takip ediyorum ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mesele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

Bir iltifat-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için ihtiyarsız olarak kemal-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak “Aman geliniz siz de görünüz.” diyorum. Evet, nasıl ki bir padişahın has bir edna işaretine mazhar olmak, kanun-u umumîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur. Öyle de Hâlık-ı Zülcelal’in hususi iltifatını îma eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise o yolda sarf edilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârane taşkınlıkla, dikkatsizlere malayani ve israf sayılan böyle tevafukata dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

Onuncu Söz, Kur’an’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şule-i i’caz-ı Kur’anîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emareler ile manevî i’caz-ı Kur’an hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmalen hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söz’e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

Bu defa lafzullahın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz’de öyle bir tevafuk gösterdi ki kat’iyen tesadüfe havale edilmediği gibi başka emareler ile o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medar olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.

Madem işaret-i gaybiye var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î rakamları da o işarete mal edilir. Madem mecmuunda işaret var, bütün eczası o işaretin hikmetine tabidir, tesadüf orada oynayamaz. Hattâ yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikat’teki elif sayılmamak lâzım gelirken sehven saymıştım. Sonra anladım ki bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için hakları sayılmaktı. Onların sair arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise… Kendimin tereddüdü için değil çünkü kat’î kanaatim gelmiş, belki başkasının şüphe ve tereddüdünü izale için bazı muvazeneler yaptım:

Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi altı yüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi telifatım Türkçe ve Arabî olan iki yüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.

Demek bu Onuncu Söz’de ve İşaratü’l-İ’caz’daki ekseriyet-i mutlakanın tevafukatı, gizli bir işaret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmuunda işaret bulunsa yeter. Her cüzünde işareti göstermek lâzım değildir fakat her cüz işaretin malıdır ve onun hikmetine tabidir. Size acele edip en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az hâşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile yine bu nüsha ile mukabele ederek sonra Âsım Bey’e gönderiniz.

Bu defaki Hulusi Bey’in mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavis içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektup’un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavisler haricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hâfız Ahmed ve Mehmed Celal ve Hâfız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakikatte sair kardeşlerimize selâm ediyorum. Hâfız Veli ile çendan geç görüştük fakat Hâfız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gayet ciddi bir kardeşim olduğundan, Hâfız Veli’ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektup yazmıştı, vakit bulamıyorum ki mektubuna cevap vereyim. Ehl-i kalp için bazen sükût dahi bir konuşmaktır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Kardeşlerim, affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, süratli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hali malûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektup perişan oldu, onun için kusura bakmayınız.

Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektupta size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Mesela benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.

Mesud’un garib bir fıkrasıdır[]

Kamer yeni tulû ettiği esnada, onun aydınlığına ve gecenin serinliğinden arpanın yumuşaması hasebiyle orak biçmekte iken, kamerin güzelliğine ve şeffaflığına bakarak ve orağın bitmemesi, Nurları yazmaktan mahrum kaldığımı tahayyürane ve meyusane düşünmekte iken bilmem iğfalat, bilmem tulûat, hatırıma gelen şu sözü söyledim: “Yâ Rab! İsmim Mesud, kendim bîsud, çok çalıştım olamadım mesud.” dedim ve arpa biçmeye devam ettim.

Aradan bir müddet geçtikten sonra yattım. Menamda dediler ki: “Bırakma Üstadın Said’in eteğini, eyler seni mesud.” Derhal uyandım, ay hemen kaybolmak üzere. Derhal “Yâ Rab! Ben saadet-i dünyeviye istemedim, tövbekâr oldum.” Saadet-i uhreviyemin, sizin duanızla olacağı telkin edilmiştir ve duanıza muhtacım. Bendenizi duadan diriğ buyurmamanızı temenni eder, el ve ayaklarınızdan öperim efendim hazretleri.

Mesud (rh)

Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın Birinci Mesele’sinin Evveli ve Âhiri[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık ve sadık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulusi Bey!

Mektubunda beyan ediyorsun ki Eğirdir gibi orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telaş etme. Orada öyle esbab var ki bütün bütün tevakkuf ve tatil neticesini verebilirdi. Cenab-ı Hakk’a şükür yine tevakkuf değil, muvaffakıyet var.

O manevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp Nurlara hizmetini tahdid etmek için sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.

Hem o havalide sâbıkan, müthiş ameliyat ve icraat olduğundan o muhitte bir ürkeklik hasıl olup senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı o Nurlar orada hiç ışıklandırmayacaktı. Fakat orada az hizmet de çoktur, kıymettardır.

Sâniyen: (Bu kısım, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’ndaki Dört Mesele’den Birincisi’nin “Sâniyen” kısmının sonuna ektir.)

“Rabbü’l-âlemîn” tabirinden sonra “Rabbü’s-semavati ve’l-arz” zikri, icmalden tafsile geçmektir. Nasıl ki “Memleket-i İslâmiye hâkimi” tabirinden sonra; “Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi” tabiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir. Öyle de rububiyet-i mutlakadan sonra, haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her ne ise… Şimdilik sualine tam cevap veremiyorum. Ona bedel Kur’an i’cazına ait iki küçük nükteyi söyleyeceğim.

Sen şu iki nükteyi On Dokuzuncu Mektup’un beşinci cüzünün On Sekizinci İşaret’inin Birinci Nükte’sinin âhirine hâşiye olarak ilâve ediniz.

İşte Birinci Nükte: (On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inin Birinci Nükte’sinin âhirindeki Hâşiye 2’dir, şu kısım ona ektir.)

Şu üç hakikate mukabil gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki bunları taklit etsin. Evet, nasıl ki bu tarz-ı ifade sun’î olamaz, öyle de taklit edilmez. Evet, kimin haddine düşmüş ki hadsiz derece haddinden tecavüz edip Hâlık-ı kâinat’ı bu surette konuştursun.

İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması hem lafzullah yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde ekseriya ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir emare-i i’cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki:

Âyâtın en büyüğü olan “Müdâyene” âyeti, sahifeleri için ve Sure-i İhlas ve Kevser satırları için bir vâhid-i kıyasî ittihaz edildiğinden Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’an’ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zatların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş’et etmiştir.

Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid’e veriyorsun.

Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiçbirisi benim Hulusi’me yetişmiyor. O mektuplar –ekseriyet-i mutlaka– senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalaa etmek için onu da teşrik et diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

21 ramazan-ı şerif

(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

Biraderlerine yazdıkları mektuptan[]

Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:

(Ney) gibi her dem ki geçmiş ömrümü yâd eylerim.

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryat eylerim.

Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sine biryan, akıl hayran, bîhaber

Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi ettik. Çok mübarek zatlar, ahbaplar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.

Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin İkinci Nüktesi[]

Eğer denilse: Şu tevafukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâgat olsa idi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan belâgatların envaından en ileride olduğu gibi bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâgat değil, neden büyük bir ikram-ı İlahî sayıyorsunuz? Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesadüfat içinde çok bulunabilir.

Elcevap: Kur’an-ı Hakîm اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde manen yazdırmak lâzım geldiği için hıfzı çok işkâl edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevafukat-ı müteşabihe, Kur’an-ı Hakîm’de çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı mukteza-yı hal bir manevî belâgatı, bu meziyet-i belâgatın terkiyle yapmıştır. Çok defa kısa kesmekle, çok uzun manaları ifade etmesi gibi.

Hem şu tevafukat-ı belâgat olmasa da madem içinde eser-i kasd ve şuur görünür; kasd ve şuur ise bilmüşahede ve bi’l-itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise alâmet-i kabuldür ve rızaya emaredir. Ve bu emare de remzeder ki yazılan hakikatler kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir.

Amma sair kitaplarda şu nevi tevafukat bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevafukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zatların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih derler: Değil ki bir risalenin umumunda; bir tek sahife kanaat verir ki tesadüf karışamaz, haddi değildir. Çünkü misil olarak iki üç kelime bulunur; birbirine bakar öyle bir vaziyette ki zahiren bir kasdı irae ediyor.

Mesela şimdi bakıyoruz, şu sahifede “yaş” lafzı, üç defa tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki şüphe bırakmaz ki bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı “hüzün” kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle latîf iki kavisi teşkil etmiş ki neşeli bir hüznü görene verir.

Hem işaret-i gaybiye olmak için başka hiçbir kitapta bulunmamak lâzım gelmez. Mesela nasıl ki belâgat-ı Kur’aniye derece-i i’caza vâsıl olduğu için bir mu’cize-i risalet olduğu halde; sair ehl-i belâgatın umum kitaplarında, derecatlarına göre belâgat vardır. Onlarda belâgat bulunması, i’caz-ı Kur’an’a münafî olamaz.

Öyle de i’caz-ı Kur’an’ın yüzer kısmından bir kısmının cilvesi, bir nevi ikram-ı İlahî nevinden, Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de, hakaik-i Kur’aniyenin hüsn-ü intizamına işareten görünüp tecelli etmesine, sair kitaplarda tevafukatın bulunması zarar vermez. Çünkü o dereceye yetişmezler. Çünkü Sözler’deki o nevi tevafukat, o dereceye gelmiş ki dikkat edenlere kat’î kanaat verir ki beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarıyla da olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’an i’cazının gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlahî suretinde temessül ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Üçüncü Nüktesi[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ۞ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ عَلٰى رُفَقَائِكُمْ فٖى دَرْسِ الْقُرْاٰنِ

Aziz Kardeşim!

Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mebhas’ını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

وَ كَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ diyen ve Kur’an’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın ittibaına mükellef olduğumuza işaret eden فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.

Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazarla, vâhî bazı tenkidatı, Onuncu Söz’ün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zatın sathî sualine, sathî olarak cevap vermiş:

Birincisi: O zat demiş ki: “Onuncu Söz’ün hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfât ve esma-i İlahiyeye bina edilmiş.”

Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri hakikatlerden evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra hakikatleri dinlettiriyor.” mealinde cevap vermiş.

Hakiki cevabı şudur ki: Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.

İşte “Hakikat”ler bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”lerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş.

Abdülmecid’in ikinci nâkıs cevabı şudur ki:

O zatın yanlış sualine mümaşat edip yanlışını kabul ettiği için yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Söz’ün “Hâşiye”sinde, ism-i a’zam, yalnız her ismin a’zamî mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: “İsm-i a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eder.” İsm-i a’zamı ispat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i a’zamı var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i a’zam da onlara bakıyor. Mesela ism-i Hâlık meratibi, benim Hâlık’ımdan tut tâ Hâlık-ı külli şey’e kadar olan mertebe-i a’zama kadar meratibi var.

O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle mutasavvıfe-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır.” ve hâkeza. Her ne ise… Bu mesele bu kadar yeter.

O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki Onuncu Söz’ün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişebilir.

İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulusi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.

Üçüncüsü: O zat müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin bir güzel mealini ya sen ya Abdülmecid kaleme alıp benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz.

Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendi’ye selâm et ve de ki ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddi dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seyda namındaki zat, pederinizin intisap ettiği zat değil, ondan evvel gelmiş, iştihar etmiş mühim bir zattır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik, bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.

Kardeşiniz Said Nursî

12. Parça[]

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık kardeşim!

Sana bu defa Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Üçüncü Kısmını ve Beşinci Kısmını gönderiyorum. Üçüncü Kısım’da bir sır var. Ramazanda bir saatte, benimle müsevvid zat hasta iken süratle yazılmış. Göreceğiniz tarz aynen bulunmuş, biz hayret ettik. Anladık ki o kısımda Kur’an’a dair niyetimiz tam haktır ve lâzımdır ki böyle olmuştur.

Hem Mu’cizat-ı Ahmediye’deki tevafukata bir sened-i kat’î olarak iki parça –o mektuptan dördüncü, beşinci cüzlerini– gönderdim. O iki parça o risalenin telifinin akabinde, acemi bir müstensih müsvedde-i aslîden acele yazdığı, hattâ salavatları (asm) işaretiyle geçtiği halde, iki sene sonra tetkik ettik, ümidimiz fevkinde acib bir tevafuk gördük.

Sonra ondan daha acemi bir müstensihe dedim: “Resul-i Ekrem (asm) kelimesiyle, Kur’an kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsah et.” Halbuki ikinci müstensih çok acemi idi. Evvelki müstensihin nüshasındaki tevafuku kısmen bozmuş, şuuru taalluk ettiği için letafetini ihlâl etmiş. Fakat yine tevafukata bir hüccet olur. Siz de güzelce kendinize tebyiz ediniz. O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid’de mahfuz kalsın.

Felillahi’l-hamd şimdi Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz ecza-i i’cazından bir cüzünü göze gösterecek birkaç Kur’an’ı yazdırıyoruz. Birisi tamam oluyor. İçinde (2806) lafza-i Celal’den, yüzde bir müstesna, umumen tevafuku, gaybî tarzında görünüyor. Lafzullahı kırmızı ile yazdırdık, gören “Kur’an’ın i’cazını gözümle görebiliyorum.” diyebilir. İnşâallah bu cüz-i i’caz, hatt-ı Kur’anîyi muhafaza edecek, tahriften kurtaracak.

Elmas kalemli kardeşlerimize taksim ettim. En birinci kardeşimiz Hakkı Efendi birinci cüzü yazdı. İkincisini, üçüncüsünü senin bedeline yazmaya hâhişkârdır.

Başta valideyninize, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Bey, yeni talebem İmam Ömer Efendi olarak Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum, dualarını isterim.

Sâbık Müftü Kemal Efendi’ye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibadet hükmündedir. Şu zamanda hayatın en iyi sureti böyledir. Biz dergâh-ı İlahîde onun hakkında en hayırlısını niyaz edip dua ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duası makbuldür. Bana dua etsin.

Hoca Abdurrahman ile Fethi Bey, ikisi has talebelerin daire-i duası içinde duada kazancıma hissedardırlar. İkisi bana dua etsinler. Eskide benim Ömer isminde talebem vardı, senin şimdiki orada Ömer Efendi ona duada arkadaş olmuştur.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Mirzazade Said Nursî

13. Parça[]

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dördüncü Kısmı hem uzundur hem bir tek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’caz-ı Kur’an’ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, Galib sizlere selâm ederler.

On Dokuzuncu Mektup’un Dördüncü Cüzünü, On Beşinci Nükteli İşaret’e kadar tashih ettim. Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım tam tashih edeyim. Sen evvela On Beşinci Nükteli İşaret’ten sonra kendi nüshanızla mukabele edip tashih ediniz, sonra tebyiz ediniz.

Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinde acib bir tevafuk görüldü. Şöyle: İki sahife baştan başa, yalnız baştaki satır müstesna, yirmi dokuz satır şuur ve ihtiyarımızın haricinde, bütün “elif” gelmiş. Bu bütün “elif” Yirmi Sekizinci Mektup’tan Yirmi Dokuzuncu Mektup’a ehemmiyetli bir işaret-i gaybiyedir, diyordu. Sonra numunesini size göndereceğiz.

Said Nursî

14. Parça[]

(Said Nursî’nin bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, hakikatli âhiret kardeşim ve ciddi ve kuvvetli arkadaşım!

Kur’an-ı Hakîm’in baş hâşiyelerinde, âyât-ı Kur’aniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı (6666) olmakla, envar-ı Kur’aniye ve hakikat-i Furkaniye eyyam-ı şer’iye ile altı bin altı yüz altmış altı (6666) sene kadar küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için izahlı bir cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevap ver. Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

Birinci Esas: Nasıl ki nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fatihası hem hâtimesidir. Bütün enbiya, onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları o nur-u Ahmedî (asm) cephe-i Âdem’den tâ Zat-ı Mübarek’ine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette ispat edildiği gibi şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-i Kur’aniye, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hakikat-i Muhammediye (asm) ile beraber müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur’an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.

Bütün enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’an’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den tâ kıyamete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen yedi bin (7000) seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı (6666) sene kadar din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-i Kur’aniye küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, demektir.

İkinci Esas: Malûmdur ki küre-i arzın mihveri üstündeki hareketiyle gece gündüzler ve medar-ı senevîsi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şemsü’ş-şümus’un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı arz ve semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki:

Furkan-ı Hakîm’de

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ۞ تَعْرُجُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَ الرُّوحُ اِلَيْهِ فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetler ispat ediyor. Evet, kış günlerinde ve şimal taraflarında gurûb ve tulû mabeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre tâ “Rabbü’ş-Şi’ra” tabiriyle Kur’an’da namı ilan edilen ve şemsimizden büyük “Şi’ra” namında diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden tâ Şemsü’ş-şümus’un mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır.

İşte semavat ve arzın Rabb’i, o Şemsü’ş-şümus ve Şi’ra’nın Hâlık’ı hitap ettiği vakit, o semavat ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyamın lisan-ı şer’îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i tabakatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca nev-i beşerin yedi bin sene değil belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin altı yüz altmış altı (6666) sene nur-u Kur’an hüküm-ferma olduğuna münafî olamaz, cerh edemez. Çünkü eyyam-ı şer’iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefsü’l-emirdeki eyyamın hakikati o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil.

Üçüncü Esas: لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ Şu meselede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve küre-i arzda yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, küre-i arzın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyam ile olduğu gibi; zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan şemsin hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-şümus’un hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam iledir.

Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i arziye ile olsa küre-i arzın hayata menşe olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şemsü’s-şümus’a tabi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü –Şemsü’s-şümus’un işarat-ı Kur’aniye ile her bir günü elli bin sene olmasıyla– yedi bin sene o eyyam ile yüz yirmi altı milyar sene yaşarlar. (Hâşiye[3]) Demek eyyam-ı şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’aniyede bunlar dâhil olabilirler.

Evet semavat ve arzın Hâlık’ı, semavat ve arza bakan bir kelâmıyla, semavat ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zata hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’an’ın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır… وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهٖ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Said Nursî

On Beşinci Nota’nın Üçüncü Meselesi[]

Ey insan ve ey nefsim! Muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, azaların, malın ve hayvanatın ibahedir; temlik değildir. Yani istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibahe etmiş. Senin gibi idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden cahil bir şahsa temlik etmemiş. Çünkü mülk olarak verse idi idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.

Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dâhil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?

Madem sana verilen hayat ve hayatın levazımatı temlik değil, ibahedir. Elbette ibahenin düsturuyla hareket etmek lâzımdır. Yani nasıl bir zat, ziyafete misafirleri davet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibahe ediyor, temlik etmiyor. İbahe ve ziyafetin kaidesi ise mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi edemez. Eğer temlik olsa idi yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

Aynen bunun gibi Cenab-ı Hak, sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkeza kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazatı harama sarf etmekle manen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tazip edip katledemezsin. Ve hâkeza…

Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i Zülcelal’in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.

Said Nursî

15. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Re’fet Bey!

Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulusi Bey’in ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulusi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası şudur ki yazılan Sözler’e kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblağına çalışmaktır. Mâşâallah hattın güzeldir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddi talebeler yazar, onlardan bilâhare alır yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesai edersiniz.

Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizin ile beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namındaki envar-ı Kur’aniye ise en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nevindendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

16. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Ciddi, sıddık, dikkatli, hakikatli kardeşim Re’fet Bey!

Cenab-ı Hak, yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ının âhirlerindeki Üçüncü İşaret’te, refika-i hayata dair vâde ve sıfata mazhar eylesin, âmin!

Bu defaki mektubun çok güzeldir. Arkadaşlarının fıkraları içerisinde “Yirmi Yedinci Mektup” içine dercedeceğim. Ara sıra yazı ile meşgul olsanız iyi olur. İnşâallah yeni hayatınız size risalelerin hakaikine karşı yeni bir şevk uyandıracak.

Kardeşim! Sen, Hüsrev, Âsım nazarımda çok kıymettarsınız. Cenab-ı Hak sizleri ve sizin gibileri Kur’an hizmetinde sabit-kadem ve fedakâr ve kemal-i sadakatte daim ve muvaffak eylesin, âmin!

Orada Şeyh Mustafa, Lütfü, Rüşdü gibi kardeşlerime çok selâm ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

17. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, ciddi, samimi âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede çalışkan bir arkadaşım Re’fet Bey!

Mektubunuz beni mesrur etti. Biliniz ki iki sene evvel mabeynimizde hararetli bir uhuvvet başladı. Sonra bazı arızalarla ileri gitmedi. Müjde şimdi ileri gidiyor. Çünkü Hüsrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla’dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.

Demek tam onunla ittihat ve teşrik-i mesai ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem her bir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’an öğretmek olduğundan sen bu vazifeyi yapmaya başladın. Sen birinci talebelerden olduğundan inşâallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlad-ı maneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise yarısı da benim hesabıma olmalıdır.

Senin rüyan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir camidir. Hüsrev, Re’fet, Lütfü, Rüşdü gibi zatların samimi mütesanid heyetin şahs-ı manevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risaleler ile verdiğiniz ders ise vaaz u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp acele ederek derse yetişmek tabiri; Sözler’in neşri haricinde bazı vezaif-i diniye hem bir parça tembellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip seni ikaz ediyor.

Her ne ise… Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak’ta hizmet-i Kur’aniyede sebat ve metaneti versin, âmin! Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendi’ye çok selâm ile Bedreddin’e ve hemşireme çok dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

18. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, gayyur kardeşim!

Süleyman Efendi’den anladım ki bazı hususi müşkülata maruz oluyorsun. Sizin gibi metin insanlara sabır tavsiyesi zâiddir. Hizmetin kudsiyeti ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususi müşkülata karşı gelir ve galebe eder tahmin ediyorum. Mümkün olduğu kadar aldırmamalısın. Kıymettar, kusursuz bir malın dükkâncısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın. خَيْرُ الْاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrınca azîm hayırların müşkülatı çok oluyor. Müşkülat çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşâallah siz de öyle metin ve sebatkârlardansınız.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

19. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Mâşâallah şimdi siz, ümit ettiğim tarzda risaleleri takip ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa’yi dahi çok hükmündedir. Çünkü çoklar size itimat edip sizi taklit eder. Sizin gibi ciddi kardeşleri, bu gurbet memleketinde bulduğumdan, burası benim için hakiki bir vatan hükmüne geçti, hakiki vatanımı unutturdu. Yazılan eserlerin yüksekliği, me’haz ve maden-i kudsîleri olan Kur’an’dan sonra sizler gibi muhatapların ciddi iştiyakları ve tam tefehhümleridir. Siz beni bulduğunuzdan bir şükretseniz ben sizi bulduğumdan dolayı bin şükrediyorum.

Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda Leyle-i Kadir gibi esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (ra) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnetü’l-Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de فَرْدٌ ۞ حَىٌّ ۞ قَيُّومٌ ۞ حَكَمٌ ۞ عَدْلٌ ۞ قُدُّوسٌ dür.

Keramet-i gaybiyenin ikinci parçasını tashih ederek bir parça daha ilâve ettik, gönderdim.

Bedreddin’in süratle ileri gitmesi, Kur’an-ı Hakîm’in feyz-i kerametindendir. Cenab-ı Hak muvaffak etsin.

Hacı İbrahim Efendi’ye bilhassa selâm ediyorum. Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai Efendilere selâm ediyoruz. Âhiret hemşireme de dua ediyorum. Senin bu defaki mektubun bir parçası Mektubat içine dercedildi.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

20. Parça[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede hakikatli bir arkadaşım Re’fet Bey!

Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Re’fet tembel değildir, ispat ettiler. Onları tashih edip göndermiştim. Sonra işittim ki getiren adam İslâmköyü’nde bırakmış.

Otuz Birinci Mektup’un Üçüncü, Dördüncü Lem’alarını yazmaya vakit bulamadım. Korkuyorum ki onların da اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ sırrı gibi mevsimi geçerek sonra güzel yazılmamış olsun. İnşâallah sizlerin iştiyakı beni çalıştıracak.

Fakat bu şuhur-u selâse çok kıymettardır; Leyle-i Kadrin sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşâallah Kur’an’a ait mesaille iştigal, bir nevi manevî mütefekkirane Kur’an okumak hükmündedir. Hem ibadet hem ilim hem marifet hem tefekkür hem kıraat-ı Kur’an manaları risalelerin istinsah ve mütalaalarında vardır itikadındayız. Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.

Mu’cizat-ı Ahmediye’yi sizin için yazdırdım, tekmil oldu. Fakat başka bir nüsha ona göre yazdırmak lâzım olduğu için muvakkaten burada kalacak.

Senin mektubunda Hâfız Sezai bizimle ciddi alâkadar olduğunu gösteriyor. Ben bir zaman idi, Ağruslu Zekâi gibi samimi, hararetli, Isparta’da yeni bir kardeşimiz bulunacak, vicdanen hissediyordum. İnşâallah bu Sezai, o olacak. Ben onu işittiğim vakit, hissettiğim şahıs tevehhüm ettim. Eğer tasavvurum gibi ise zaten iyi, olmasa öyle olmaya çalışsın. Eğer Zekâi nasıl adamdır merak ederse Yirmi Yedinci Mektup’un fıkralarında Zekâi’nin mahiyetini ve ne derece samimi olduğunu gösterir fıkraları var, baksın.

Kayınpederin Hacı İbrahim Efendi’ye çok selâm ediyorum. O zatı ciddi bir âhiret kardeşi telakki etmişim. İnşâallah senin bu yeni gayret ve sa’yinden o da hissedardır.

Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşâallah Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bedreddin’in validesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünkü onun en birinci üstadı odur.

Bekir Ağa, Lütfü Efendi, Hâfız Ahmed, Sezai gibi kardeşlere selâm ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

21. Parça[]

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim!

Evvela: Bu yeni hâdisenin mahiyetini merak etmişsiniz, oraya gelen iki uzun mektup mahiyetini gösteriyor. وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ فٖيهَا اسْمُهُ âyeti o hâdiseye sebebiyet verenlerin başına sâıka gibi iniyor ve inecek. Fakat biz acûlüz. Her şeyin bir vakt-i muayyenesi var. فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فٖيهِ الرَّحْمَةُ وَ ظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ âyetine mâsadak olarak bu hâdise bize karşı vech-i merhametle bakıyor. Mülhidlere karşı olan vecih, azap ve kahr ile nazar ediyor. Her ne ise… Cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değildir.

Sâniyen: Bedreddin’i burada dinlemek arzu ediyordum, vakit müsaade etmedi. Ben manen orada hayalen dinliyorum. İnşâallah evlatlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor.

Sâlisen: Benim kendi hattımla mektup istiyorsun. Bir dudaksız adama, lambayı üfle söndür demişler. Demiş: En zahmetli işi bana gösteriyorsunuz, yapmayacağım.

Belî, Cenab-ı Hak bana hüsn-ü hat vermemiş hem bir satır yazmak bana büyük bir iş gibi usanç veriyor. Eskiden beri diyordum: “Yâ Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken bu iki nimet bana verilmedi.” diye teşekki değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat’î tebeyyün etti ki şiir ve hat bana verilmemekte, büyük bir ihsan imiş.

Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem kahramanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilse idim, hatta itimat edip mesail ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi.

Şiir ise çendan kıymettar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir. Bazen hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, kader-i İlahî bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrı buna bakar.

İşte kendi hattıma mukabil, sana iki nükte söyledim. İnşâallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. Galib Bey’in iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor, sol eli de kendine kalmış. Bu mektup o iki el ile yazılmıştır.

Hazır Mesud, Galib ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Bey’e ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

22. Parça[]

Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşım!

Evvela: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel hakaik-i âliye-i Kur’aniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

Hem bir hikmeti şudur ki itimat ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimal etmeleridir.

Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur fakat ekberü’l-kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarap, ukuk-u valideyn yani kat’-ı sıla-yı rahim, kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak”tır.

Sâniyen: Bu yaz mevsiminde hakaik-i Kur’aniyeye nisbeten, meyveler hükmünde tevafukata dair, hurufat-ı Kur’aniyenin nüktelerini beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş, huruftan ziyade hakaike ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar muvakkaten o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyanat ne derece hak olduğunu, Mevlana Câmî’nin Divan’ıyla kardeşlerimle tefe’ül ettik. Dedik: Yâ Câmî! Bu hurufat-ı Kur’aniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin? Bir Fatiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

جَامٖى اَزْ خَطِّ خُوشَشْ پَاكْ مَكُنْ لَوْحِ ضَمٖيرْ

كٖينْ نَه حَرْفٖيسْتْ كِه اَزْ صَفْحَۀِ اِدْرَاكْ رَوَدْ

Yani “Bu huruf öyle harf değildir ki akıl ve idrak sahifesinden gitsin. Öyle kudsî harf, öyle güzel şirin hat, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli.” Acibdir ki bütün Divanında bu fala benzer mealde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî’nin kerametinden bir nebze oldu.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said

23. Parça[]

Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (asm) sana güzel ve tevafuklu bir tarzda yazdırdım. Hüsrev kerametli kalemiyle, bana yazdığı gayet kıymettar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ’caz-ı Kur’aniye gibi bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hâfız’ın kalemi oradaki mevcud tevafuku tamamen muhafaza edememiş. Tevafukçu Hüsrev’in taht-ı nezaretinde, mabeyninizde taksim edip bana yadigâr bir İ’caz-ı Kur’anî’yi müştereken yazsanız çok iyi olur.

24. Parça[]

(14 Şevval 1352, Kânunusâni 1934) (*[4])

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim ve mütefekkir ve hakikatli arkadaşım Re’fet Bey!

Evvela: Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını her okudukça daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet kardeşim, o risaleler Kur’an’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Her gün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi her vakit bu gıda-yı ruhanîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zatlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’anî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nevinden değil ki usanç versin belki tagaddidir.

Sâniyen: Gavs-ı A’zam gibi memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususi ism-i a’zamı “Yâ Hay” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi; gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayatü’l-Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhur olmuştur.

Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi’nin hıfz-ı Kur’an’a çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenab-ı Hak onu muvaffak etsin. Elimizden geldiği kadar dua ile yardım edeceğiz.

Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her bir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhanîler kıraatını dinledikçe her bir harfi öyle bir çekirdek olur ki hasenat cihetinden öyle bir manevî sümbül teşekkül eder ki o sümbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir. Böyle her bir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir bir kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu aşikârdır. İnşâallah Bedreddin çoklara bir hüsn-ü misal olacaktır, daha çoklarını hıfz-ı Kur’an’a sevk edecektir.

Başta Bedreddin, kayınpederin Hacı İbrahim ve âhiret hemşirem olarak ihvanınızın bayramını tebrik ve selâm ve dua ediyorum. Babacan orada ise ona çok selâm ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

5 Şubat 1934[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, müştak kardeşim Re’fet Bey!

Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen Galib dahi men’edildi. Yalnız bîçare Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.

Hem bu yılanları yaralandırıp bize canavarcasına saldırıyorlar. Her fırsattan sıkıntı vermeye çalışıyorlar. Zaten ben mebuslardan hayır beklemiyordum. Bunlara iliştiler, kaldırmadılar, bütün bütün düşman ettiler. İşte maatteessüf bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için tulûat-ı kalbiye tevakkuf ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. Ben dünyanıza karışmıyorum, buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz, dediğim halde olamıyor.

Ben de Cenab-ı Hakk’a niyaz ettim ki bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan etsin ki düşünmeyeyim. Lillahi’l-hamd kalbime bu esas geldi ki: “Bu hizmet-i Kur’aniyede başa ne gelirse gelsin, hattâ her günde birer başım olsa da kesilse yine o hizmetin kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir.” diye kemal-i teslim ile kazaya rıza, kadere teslim ve Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr düsturunu rehber ittihaz ettim.

Nuh’a yazdığım gibi size de diyorum ki: Eskide bir zat, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan aldığı bir muhabbet ile diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek, kahramanane bir tavır gösterdiği gibi; acaba ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat ve bütün envar-ı hakaikin menba ve madeni olan hakikat-i Kur’aniyeye hizmetimizdeki kudsî lezzet, bu mülhidlerin muvakkat, ehemmiyetsiz iz’açlarına ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak ve merhem olamaz mı? Elbette olur ve olmuş ve oluyor.

Sâniyen: Yemen imamı olan Zeydîler Seyyidi hakkındaki sualiniz hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. Fakat meymenetsiz bir zamana rast geldi. Hem zihnim kapalı hem hal müsait değil hem ve hem… Yalnız bu kadar var ki meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt’tendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الرَّوَافِضُ deyip Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etbaları, Şîaların en mutedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhabîlerin tahribatını tamire sebep oldukları gibi Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesbedip Ehl-i Sünnet’e iltihak edip imtizaç edecekler. Bu âhir zaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhir zaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.

Risalelerle alâkadar arkadaşlara selâm ve Bedreddin ve hemşireme ve Hacı İbrahim’e dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

15 Şubat 1934[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, dikkatli kardeşim Re’fet Bey!

Evvela: Onuncu Söz’ün Birinci İşareti’nin âhirinde “Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak her şeyin Hâlık’ına has bir iştir.” Şu cümle hem Yirmi İkinci Söz’ün Lem’alarında hem Otuz Üçüncü Mektup’un Pencerelerinde hem Yirminci Mektup’un on bir Kelimelerinde izah ve ispat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî ve örfîdir.

“Bir şeyden her şeyi yapmak”taki murad, bütün dünyanın mevcudatını bir şeyden yapmak ve icad etmek değildir. Belki ondaki murad; bir şeyden yani bir katre sudan, bir insanın, bir hayvanın her şeyini, her eczasını, her bir cihazatını halk ediyor ve bir şey olan topraktan nebatat ve hayvanatın her bir şeylerini ondan halk eder demektir.

Hem “Her şeyi bir tek şey yapmak” cümlesindeki külliyet mukayyeddir, nisbîdir. Yani insanın yediği her nevi taamdan, o insanda basit bir cilt ve bir kan ve bir et ve hâkeza…

Elhasıl: Bu külliyetten maksat odur ki bir şeyi çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da bir tek şey yapmak ancak Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.

Sâniyen: Minhacü’s-Sünne’yi kendi hattınla yazdığına çok memnun oldum. Senin kalemin merhum Abdurrahman’ın kalemi gibi bana şirin geliyor.

Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi’nin hıfza başlaması mübarektir. Allah muvaffak etsin. Biz ona dua ile yardım ediyoruz. O da okudukça bize dua ile yardım etsin. Bedreddin’e ve validesine ve ceddine dua ediyorum. Sezai Bey benim nazarımda Isparta’nın bir Zekâi’sidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, manen kıştır. Zaten sizlere demiştim ki Said’in şahsının ehemmiyeti yoktur ki sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise her sabah akşam dergâh-ı İlahîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. Sezai Bey; üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir. تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said’i görenler bazı pişman olur, keşke görmeseydim der. Bu, davula benziyor; uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai, Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşlerinize selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

25. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Re’fet Bey!

Bu sabah namazdan sonra başımı çevirdim, Re’fet Bey’i gördüm zannettim. Geceleyin bir torba bal ve içinde dolu altın, mübarek bir talebeme veriyordum. Arkamdaki zat demek Re’fet Bey’in kalp ve ruhunu taşıyor. Hem dellâlı olduğum hazinenin en kıymettar, en tatlı şeyi bizim vasıtamızla satın almak istiyor. Sonra gördüm ki senin ikinci bir nüshandır yani Seyranî’dir. O rüyada ikiniz hissedarsınız, paylaşırsınız, her ne ise…

Sizin bu defa yazdığınız Söz ziyade hoşuma gittiği için evvelce sana dediğim gibi başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost göründüğünün sırrını anladım ki merhum biraderzadem Abdurrahman’ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli. İştiyakın oldukça böyle intihab ettiğin risaleleri yazsanız mübarek olur.

Hulusi, Abdurrahman’ın yerine çendan geçmiş. Şu yazı müşabeheti bana müjde ediyor ki bir Abdurrahman Re’fet’ten de çıkacak. Mürekkep hakkında düşündüğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun. Kendinize yazdığınız parlak olsun. Çünkü mütalaaya iştiyak ve iştihayı açar.

Yeni Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç Hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm hem dua ediyorum. Sebat etsinler; onları kardeş dairesine dâhil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar. Siz kimi intihab etseniz benim de kabulümdür. Hoca İsmail Hakkı Efendi’ye çok selâm ve dua ediyorum. Madem az adam ile konuşan İşaratü’l-İ’caz onunla hayli konuşmuş, ben de o zatı ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. İşaratü’l-İ’caz ile iktifa etmesin. İşaratü’l-İ’caz’ı tefsir eden ve hakaikini aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler’i, Mektuplar’ı okusun. Hususan Yirmi Beşinci, Yirmi Altıncı Sözler’i, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektupları gibi intihab ettiği risaleleri de okusun. Başta Bekir ve Hüsrev kardeşlerime selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.

Vehhabî meselesi dünkü gün elime geçti. Baktım, sana göndermek ruhum istedi. Başka bir surette Re’fet kendi geldi, kendi kitabını kendine götürdü.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

Senin ve Hüsrev’in yazıları beni hiç yormuyor. Çünkü yanlışları azdır. Fakat başkalar, bir defa kendileri tashih etmeden bana geliyor. Hâfızama itimat edip yalnız tashih edip yoruluyorum. Sairlerin yazdıklarını sizler mukabele edip ba’dehu bana gönderseniz daha iyi olur.

26. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, gayyur, ciddi kardeşlerim Re’fet Bey, Hüsrev Efendi!

Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misal oldunuz. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca vasıtanızla ve size iktida ile hizmet-i Kur’aniyeye girenlerin kazandıkları hasenatın bir misli, inşâallah sahife-i a’malinize geçer. Bu defaki, isimlerini yazdığınız Hâfız Bekir, Hâfız Tahir, Hâfız Şükrü Efendileri kardeş kabul ettim. Talebe olmaya da çalışsınlar, selâmımı onlara tebliğ ediniz. Size bu defa avam-ı mü’minîn hakkındaki keramete benzer işler nevinden ve maûnet-i İlahiye tesmiye edilen iki cüz’î hâdiseyi söyleyeceğim:

Birincisi: Bir iki arkadaşımız On Dokuzuncu Mektup’u yazmışlar. Birisinin dördüncü cüzünde salavat-ı şerife iki üç sahife müstesna üç dört salavattan başka bütün salavatlar birbirine bakıyor. Ben de hayrette kalarak işaretler koydum. Diğerinde ikinci, üçüncü cüzünde beş altı sahife müstesna, bütün sahifelerde salavatları birbirine muvazi, birbirine bakıyor, işaretler vaz’ettim.

Kime gösterdim, hayrette kaldı. Görenler müttefikan karar verdiler ki umum Sözler’de manevî i’caz-ı Kur’an’ın bir şuâı in’ikas ettiği gibi On Dokuzuncu Mektup’tan bilhassa Mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nevi şuâı salavat-ı şerife suretinde in’ikas etmiştir.

Hem görenler karar verdiler ki Sözler’e mahsus bilhassa On Dokuzuncu Mektup’a has bir tarz-ı hat var. Eğer o tarz-ı hatta tevfikan yazılsa çok garib letafetler görünecektir. Her vakit musırrane, her yazana “Seyrek ve güzel yazınız.” derdim. Şimdi anlaşılıyor ki o manevî has hattı tavsiye etmek için intak-ı hak kabîlinden bana söylettiriliyordu. Şu hakikati ve manevî tarz-ı hatta en yakın, Küçük Hâfız Zühdü’nün ve Eşref’in ve Kuleönlü Mustafa’nındır ki o muvafakat, muvazenet onların hattında daha ziyade görünüyor.

Her vakit ben görüyordum, dikkatli yazanlarda bazı bir satır atlıyor, bir kelime yanlış yazmayan bir satır yanlış yazıyordu. Meğerse Sözler’deki fevkalâde bir letafetin eseri olarak tevafukat atlattırıyor.

İkinci hâdiseyi yazmaya kâğıdımız müsait olmadığından kestim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

27. Parça[]

Re’fet Bey!

Senin çok antika iki mu’cize-i kudret, müzehanemi tezyin etti. Âdi zannettiğimiz şeylerde, ne kadar hârikulâde işler bulunduğunu ihtar ediyorlar. Şu On Dokuzuncu Mektup’ta ikinci, üçüncü cüzünde salavat-ı şerifenin her sahifede birbirine bakması tesadüf işi olamaz. Çünkü tesadüf, onda bir tevafuk eder. Bu ise onda dokuz tevafuk var.

Demek ne şuursuz tesadüfün işi ve ne de benim ve ne de kâtiplerin düşünüşüdür. Çünkü ben yeni anlıyorum, kâtipler benden sonra anladılar. Demek gaybî bir kasd ve irade ile umum Sözler’de ve bilhassa On Dokuzuncu Mektup’taki salavat-ı şerifede hârika bir letafeti irade etmiş. O tevafukat ise gaybî bir kasd ile dercedilen bir belâgat ve letafetin tereşşuhatıdır.

Said Nursî

11 Nisan 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Namınıza yazılan On İkinci Lem’a’nın izaha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksat, âyâta gelen evhamın def’ine kifayetidir. Ve bu nokta-i nazarda kâfi derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir. Mirkatü’s-Sünnet ve vahdetü’l-vücuda dair iki risaleyi nasıl buldunuz? Elbette kıymet-şinas nazarın onları takdir etmiş.

Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri, sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki cevap vereyim yahut her bir sırrın izharı kaleme gelmez. Çünkü hakikat-i Muhammediyenin bir cilvesi, o Âl-i Abâ’da tezahür ediyor.

İkinci cihet-i zahirîsi ise zahirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim’de Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddıka (r.anha)dan mervîdir ki demiş:

خَرَجَ النَّبِىُّ غَدَاةَ غَدٍ وَ عَلَيْهِ مِرْطٌ مُرَجَّلٌ مِنْ شَعْرٍ اَسْوَدَ فَجَاءَ الْحَسَنُ فَاَدْخَلَهُ فٖيهِ ثُمَّ جَاءَ الْحُسَيْنُ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ جَاءَتْ فَاطِمَةُ فَاَدْخَلَهَا ثُمَّ جَاءَ عَلِىٌّ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ قَالَ: اِنَّمَا يُرٖيدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهٖيرًا

İşte bu hadîs-i şerif gibi Kütüb-ü Sitte-i Sahiha’da bu mealde kesretli hadîsler vardır ki Âl-i Abâ’yı gösterir. Bir zat def’-i beliyyat için istişfâ (اِسْتِشْفَاءْ) ve istişfâ’ (اِسْتِشْفَاعْ) için böyle demiş:

لٖى خَمْسَةٌ اُطْفٖى بِهَا نَارَ الْوَبَاءِ الْحَاطِمَةِ

اَلْمُصْطَفٰى وَ الْمُرْتَضٰى وَابْنَاهُمَا وَ الْفَاطِمَة

Gücenme, şimdilik bu kadar. Senin mektubunda isimleri zikredilen her birerlerine ayrı ayrı selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Eûzü sırrına dair yazılan On Üçüncü Lem’a’nın yedi İşaretini gönderdim. Bakarsınız, izahı değil noksanı varsa bildiriniz.

9 Mayıs 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re’fet Bey!

Evvela: Nevzad-ı mübareğin dünyaya gelmesini, sizin için bir fâl-i hayır olarak tebrik ediyorum. İnşâallah وَ لَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰى sırrına mazhar olacak. Âsım Bey gibi senin de bir kız evladı dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahluk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenab-ı Hak onu sizlere medar-ı teselli ve ünsiyet ve evinize küçük bir melaike hükmüne getirsin. Rengigül ismi yerine Zeyneb olsa daha münasiptir.

Sâniyen: Hikmetü’l-İstiaze’nin, Besmele-i şerifenin sırlarına dair senin ve Şerif Efendi’nin ifadeleriniz kısadır. Tenkit mi, takdir mi anlaşılmıyor. Zaten mükerreren demiştim: Herkes her risalenin her meselesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.

Sâlisen: Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Mesela, âyinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi latîftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat’îdir. (Hâşiye[5]) Acayip ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzühgâhıdır.

Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki o vazifeyi görüyor ve hakikatlidir. Kuvve-i hâfıza Levh-i Mahfuz’dan haber verdiği gibi kuvve-i hayaliye dahi âlem-i misalden haber verir.

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfü, Hâfız Ahmed, Sezai, üç Hoca, üç Mehmed, hanenizdeki üç masum ve kayınpederin olarak oradaki kardeşlerimize selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

30 Mayıs 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Senin bende bir üstadın, bir kardeşin, bir dostun var. Üstadını her risale içinde görüp görüşürsün. Kardeşini sabah akşam dergâh-ı İlahîde manen ve hayalen o, seni dua ile gördüğü gibi sen de onu o suretle görebilirsin. Bendeki dostunu görebilmek için buraya gelmekle zahmet çekme. Çünkü o dostun ziyarete liyakati yoktur. O bir, siz çoksunuz. İnşâallah o gelir, sizi orada ziyaret eder.

وَ لَيْسَ الذَّكَرُ كَالْاُنْثٰى âyetine dair şimdi cevap vermeye vaktim müsait değil. Sıhhatini bilmiyorum fakat rivayet ediliyor ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Oğlan çocuğunu seviniz.” Demişler: “Kızları ne için istisna ettin?” Ferman etmiş ki: “Kızlar kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.”

Evet kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan erkek çocuğundan daha ziyade sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünkü tehlike-i diniyeye çok maruz olmuyorlar.

İkinci sualin: İbrahim Hakkı “Cû’ ism-i a’zamdır.” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.

Mübarek hanenizdeki masumlara dua ve ders arkadaşlarına umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

20 Haziran 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Mektubunda letaif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarîkatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-ı Nakşî muhakkiklerinin letaif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar olduğundan mevcud mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilat veremiyorum yalnız bu kadar derim ki:

Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbanî kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.

Ben kendimce görüyorum ki insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ulema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

Hattâ avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebettardır. Mesela vicdan, âsab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalp, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka sâika, şâika ve hiss-i kable’l-vuku gibi çok letaif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatin Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilatla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zata karşı, fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ dersin. Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir.

İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re’fet mana-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfîdir yani kendi için ona bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akistir. Akis mana-yı ismîdir. Yani دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فٖى نَفْسِهٖ olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فٖى غَيْرِهٖ olan harfin tarifine mâsadak olur.

Kâinat nazar-ı Kur’anî ile bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının manasını ifade ediyorlar. Yani esmasını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor.

Her ne ise… Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların bilhassa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

27 Haziran 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık ve ziyade müteharri ve müstefsir kardeşim Re’fet Bey!

Senin faik zekân ve dikkatin, sorduğun suallerin çoğuna cevap verebildiği için muhtasar cevap veriyorum, gücenme. Seninle çendan konuşmak istiyorum fakat vaktim müsaadesizdir.

Müslim-i gayr-ı mü’min ve mü’min-i gayr-ı müslimin manası şudur ki: Bidayet-i Hürriyette İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için gayet nâfi’ ve kıymettar desatir-i âliyeyi câmi’ olduğunu kabul edip bütün kuvvetleriyle şeriat-ı Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde mü’min değildiler. Demek müslim-i gayr-ı mü’min ıtlakına istihkak kesbediyordular.

Şimdi ise Frenk usûlünün ve medeniyet namı altında bid’atkârane ve şeriat-şikenane cereyanlara taraftar olduğu halde; Allah’a, âhirete, Peygamber’e imanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavaninini iltizam etmiyor ve hakiki tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor.

İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor belki necat veremiyor, denilebilir.

İkinci sualiniz: Ecel-i mübrem ile muallak, malûmunuz olan tabir-i diğerle ecel-i müsemma ve ecel-i kaza tabir edilir.

Üçüncü sualiniz ki Sözler otuz üç, Mektubat otuz üç, Pencereler otuz üç, mecmuu doksan dokuz olduğu gibi Arabî Katre Risalesi’nin başında beyan edildiği üzere, en evvel bu fakir kardeşinizin harekât-ı fikriyesi namazdan sonra otuz üç “Sübhanallah” ve otuz üç “Elhamdülillah” ve otuz üç “Allahu ekber”deki meratibe göre doksan dokuz mücahedat-ı fikriye ve makamat-ı ruhiyedeki tezahürat ve doksan dokuz esma-yı hüsna cilvesine mazhariyet sırlarını, hayal meyal bir surette uzaktan uzağa hissedilmesindendir ki bu otuz üç mübarek adedi ihtiyarım olmayarak çok harekât-ı ilmiyemde ve neşriyede hükmediyor.

Başta senin ders arkadaşların ve Hacı İbrahim olarak kardeşlerimize selâm ediyorum ve mübarek hanendeki masumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içine dercetmek üzere kardeşim Abdülmecid’in Hulusi Bey’e yazdığı mektubun işaret olunan baş tarafı ile arkasındaki Re’fet Bey’in mektubundan alınan fıkraları Hüsrev yazsın sonra Hâfız Ali’ye göndersin.

11 Temmuz 1934 Çarşamba[]

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Sizin gibi hoşsohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyordum. Çendan bu davette mazurum, belki mecburum. Çünkü bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki bir mektup yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağ suyu başında bularak uykusuz, yorgun buldum. Onu aldattım, az bir işim var dedim. Halbuki on dakika zannedip iki saat zarurî yazılar yazdırdım. Zaten kafam da yorgun ve istirahate muhtaçtır.

Fakat Re’fet gibi bir müştakı susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, latîf sualine bedel; Senirkentli arkadaşlarımız müz’iç, Eski Said’in kuvve-i hâfızasına havale edilecek acib sualleri sordular. Dedim kendi nefsime “Müstahak oldu, sen Re’fet’i dinlemedin, işte bunları dinle.”

Halbuki onlara cevap vermek lâzım geliyor; çünkü onlara, böyle meselelerde dinsizler ilişiyorlar. Mecburi gayet muhtasar ve nâkıs ve kısa cevap yazdım fakat yine Re’fet’in hatırı için yazdım. O cevabı, bundan evvel dört suale cevap ve mugayyebat-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hâfız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı, Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasip görürseniz üçü birden, ya On Altıncı Lem’a veya yazılmayan On Dördüncü Mektup makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise tashih edersiniz. Çünkü cevapların aslı sünuhat olmakla beraber tafsilatında fikrim karışarak yanlış edebilir.

Hâfız Ahmed Efendi On Dokuzuncu Mektup’u yazacaktı, acaba başladı mı? Ona çok selâm ediyorum. Yazı hizmeti ehemmiyetlidir, kaç cihette ibadettir. Senin mübarek hanenizdeki masumlara dua ediyorum ve malûm ders arkadaşlarına çok selâm ediyorum. Keçeci Şeyh Mustafa Efendi bazı risaleleri yazıyordu. İnşâallah böyle kudsî hizmete öyle mübarek zatlar iştirak ederler. Ona da bilhassa selâm ediyorum ve duasını istiyorum. Hacı İbrahim Efendi ve Bedreddin’i, Re’fet’i tahattur ettikçe ekseriyetle onları hatırlıyorum. Onlara da bilhassa selâm ediyorum.

Kardeşiniz Said Nursî

28. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re’fet Bey!

Sorduğun suale en kolay ve ruhsatlı cevap senin cevabındır. Mülteka Şerhi Damad’ın ve Merakı’l-Felâh ikisi demişler: İki ramazan için bir keffaret kâfidir. Müteaddid vakıalara bir keffaret kifayet eder. Çünkü tedahül vardır. Ve هُوَ الصَّحٖيحُ demişler.

Hakikat nokta-i nazarında bu meselede azîmet var, ruhsat var. Azîmet hali, kuvveti müsait ise her ramazan için ayrı bir keffaret var. Fakat ruhsat ciheti, tedahül sırrına binaen müteaddid ramazan için bir keffaret farz, ayrı ayrı keffaret müstehab derecesinde kalır. Bu keffarette mana-yı ukubetle mana-yı ibadet ikisi dahi münderic olduğu için hem kerhen icbar edilmeyecek hem tedahül eder.

Aziz kardeşim! Fıkhü’l-ekber olan esasat-ı imaniye ile meşgul olduğumuz için nakle ve ehl-i içtihadın medarikine ve meâhizine bakan dekaik-i mesail-i fer’iyeye zihnim şimdilik ciddi müteveccih olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi vaktim de yoktur ki müracaat edeyim. Hem ulema-yı İslâm o kadar tetkikat-ı sâibe yapmışlar ki füruata dair tetkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakiki ihtiyaç hissetseydim böyle füruata dair müçtehidînin derin me’hazlerine gidip bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de daha o nevi hakaike meşguliyet zamanları gelmemiş. Her ne ise…

Size bu defa Sure-i Feth’in âhirine ait ve onun münasebetiyle اُولٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَ الصِّدّٖيقٖينَ وَ الشُّهَدَٓاءِ وَ الصَّالِحٖينَ âyetine dair beyanatı ve Minhac-ı Sünnet namındaki Lem’a’da اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى sırrına dair muhakematı, nasıl buluyorsunuz? Kardeşin Hüsrev ile sen, Şeyh-i Geylanî’nin keramat-ı gaybiyesinin bütün parçalarıyla bir nüsha yazıp Hulusi Bey’e gönderseniz iyi olur. Âsım Bey’e de onlar bütün gitmelidir.

Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey) bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O, Kur’an’ı okudukça bana dua etsin. Öyle masumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür. Onun validesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlat sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i Kur’an’ın, on sevaptan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem validesinin defter-i a’maline hem hoca ve üstadının defter-i a’maline dahi o sevaplar kaydolunur.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Hüsrev, Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip bir meseleye dair müteessiren yazdığı mektubundan bir fıkradır[]

Sevgili ve kıymettar Üstadım!

Mektubunuzun mütalaasından mütevellid teessüratım arasında, kalbime çok havatır hutur ediyordu. Her tarafı ve her hali kusur ve ayıpla dolu talebeniz, sevgili Üstadının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hattâ Üstadı uğrunda, yüz bin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ-tereddüt hazır olduğunu, surî değil, kalbî bir itirafla müheyyadır.

Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlık’ından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a’malim tetkik edilse bu hususta ne kadar tazarru ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur’anî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa her birisini feda etmeyi, ne büyük saadet ve şeref kabul etmişim.

Ey sevgili Üstadım! Ey kıymettar Hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur’an!

Izdırablarımın sürura inkılab etmekte olduğunu hissediyorum. Uzakta olanın kusuru görülmez, tokat yakında olana vurulur. Kalbim bu cümlelere هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى‌ diyor. Fakat dimağımdan silinmeyen bir şey varsa o da aziz Üstadımın elemlerine iştirak etmekti.

Muhterem mürşidim! Kimin haddi var ki risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkit etsin veyahut bir kelimesine hattâ bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.

Bilâ-istisna her fert istihsan ederken böyle bir şey yapmak için bu cüreti kimden alayım. Yok, sevgili Üstadım, müsterih olunuz; senelerden beri çekmekte olduğunuz, kalebent cezasından pek şedit azabınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına taraftar olanlara bir parça meyletmek şöyle dursun, belki bu halin şiddetle ve belki fedaisi olarak aleyhte olduğuma, vicdanımın tasdiki kâfi bir şahittir.

Ahmed Hüsrev

29. Parça[]

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstad!

Bu asrın sisli, semli revacı (şecere-i kâinatın meyvesi olan insanın nüve, lüb, kışır gayelerini) zâil ve fâniye, zillet ve gurura, âfil firaka, zahir bâtıla, atalet ademe, hırs ve hayvaniyete, camid ve abesiyete, başıbozukluk ve hiçliğe sevk ile o meyvenin kısm-ı a’zamının ölüp ekallinin de ölmek ve tefessühü anında, mezkûr şecerenin merkez üzerine karib, Isparta dalına ta’lik edilen, Hakîm-i Mutlak’ın etem, ekmel şifahanesi olan Kur’an’dan nebean eden tiryak Notalar tesmiyesi ile her Nota’nın binler harfler damlalarıyla imdada yetişerek küre-i arz bahçesini iska ve binler meyvelere hayat bahşeden ve bu yüzden menbaı gibi kıyamete kadar hârika bir keramet ve taklit edilmez bir turra ile çağlayacak olan eser-i mübareği, elhamdülillah istinsah ettim.

Evet Üstadım! Nasıl ki وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ âyet-i kerîmesinin binler mâsadaklarından bir mâsadakı olan nev-i insanın her bir ferdinde sima, ses, etvar, ahlâk gibi daha çok latîfeler ve cihazat mevcud iken, birbirine benzemeyip her bir şahıs bir âlem olarak, Vâhid-i Ehad-i Samed’in malı ve masnuu ve muvazzaf memuru olduğunu, bilmecburiye şuuru olana kabul ettiriyor.

Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in hayattar semeresi olan Sözler ve Mektubatü’n-Nur’un her bir parçası, kendi âleminde nihayetsiz kudreti gösteren ve her mebhasları ile binler âlemler içinde bir âlem olan âlem-i şuhudun tılsım-ı acibini tam keşif ve hall ile her risale bir muammanın miftahı ve hayattar ervahı hükmündedir.

Bundan böyle, daha binler ihsan-ı İlahî ve rahmet-i Sübhanî olsa, yazılsa ihtiyaç görünüyor ve yerleri boş, karanlık bir âlem gibi o Şems-i Hakikat güneşinin şuâlarını bekliyorlar. Dilerim Cenab-ı Hak’tan, böyle anûd bir zamanda, böyle Asâ-yı Musa misillü çok cihetlerle hârika, fütuhata sebep olan ve inşâallah bundan böyle olacak olan Resaili’n-Nur’u teksir buyursun, âmin âmin âmin!

Kusurlu talebeniz Ali (rh)

30. Parça[]

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Rüşdü’nün gönderdiği otuz liradan yirmi yedisini posta ile size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için ehemmiyetli hayırlara sarf edilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım. Sizlere ve sizinle alâkadar olanlara pek çok selâm ve dua ediyorum.

Kardeşiniz Said Nursî

31. Parça[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

Isparta’ya nakl-i mekân hem tulûat-ı kalbiyeyi hem sizinle muhabereye bir derece fütur verdi.

Evvela: Kardeşimiz Sabri, Hakkı Efendiler arzularıyla, yine Eğirdir vasıtasıyla size emanet gönderilecek. On Yedinci Lem’a namındaki Notaları Sabri size göndermiş veya gönderecek. Bu defa da sırlı, kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz’ü size gönderiyorum.

Latîf ve manidar bir tevafuktur ki Hüsrev senin için Yirmi Dokuzuncu Söz’ü yazıyordu. Yazdığı vakitte Hüsrev vasıtasıyla çok mübarek ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hanen tarafına ve hanene geldiğimi rüyada gördüğüm gibi; iki gece evvel, elhak ikinci bir Hüsrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir.

Sâniyen: Şu Yirmi Dokuzuncu Söz, tarifnamelerde yazıldığı gibi bir müstensih hatt-ı hakikisine ihtiyarsız takarrubla, sırrı tezahüre başlamış ve diğer müstensih hatt-ı hakikisini bulmuş. Hakikaten ne fikirde bulunursa bulunsun, gören herkesi tasdike mecbur ediyor. Hattâ burada mühim ve müşkül-pesend ulemalar dahi güneş gibi inanıp tasdik ediyoruz, diyerek imza ediyorlar.

Şüphemiz kalmadı ki i’caz-ı Kur’an’ın yüz cüzünden bir cüzü, şu tefsirine in’ikas etmiş. Yalnız şu fark var ki i’caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez. Şu kitabın tevafuku ise fıtrî, ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Keramet sayılır. Kasdî ve sun’î bir surette muaraza edilmez. Her ne ise… Şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün, inşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah etmek niyet etse çok dikkat etmek gerektir. Çünkü bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.

Sâlisen: Kardeşimiz Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz? Ben ona çok dua ettim ve ediyorum. Sen bir muzır memurun yüzünden, onunla az görüşmen beni müteessir etti. Allah kabul etsin, ben de ona çok defa dua ettim. İnşâallah tam bir arkadaş, bir muhatabın olan Hâfız Ömer, Risale-i Nur’un intişarına mühim bir vasıta olacak ki her mektubunda onu ciddi alâkadar görüyorum.

On Altıncı Lem’a namındaki üç mühim meseleden ibaret bir risaleyi, sizin için yazdırıyorum. Yetişirse onu da gönderiyorum. Lillahi’l-hamd burada gittikçe Risale-i Nur’un şakirdleri ve yazıcıları çoğalıyor. Ne vakit az fütur başlasa bir teşvik kamçısı hükmünde bir şey zuhur ediyor. Ezcümle sofi-meşrep ve yazıda muvakkaten tembellik eden bir kısım kardeşlerimize yazılan bir mektubun nüshasını, melfufen gönderiyorum. Belki tembel olmayan fakat tembelleşen Abdülmecid de görür.

Muhterem valideniz ne haldedir? Onu da merak ediyorum, çok dua ediyorum. Hastalığın her bir saati, bir gün ibadet hükmünde olduğunu benim tarafımdan hem ona hem Hoca Abdurrahman’a söyle. Başta pederiniz, Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, İmam Ömer, Kemaleddin gibi dostlara selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Mesleğimizin Bir Medar-ı Şevki ve Zevki Olan Tevafuk Letaifinden Üç Dört Numune[]

Birincisi: İktisat Risalesi, birbirinden habersiz altı müstensihin yazdıkları altı nüshada, eliflerin elli üç adedinde tevafukları, telif ve istinsah tarihi olan elli üçe muvafık gelmesidir. Sonra baktım ki asıl müsvedde-i ûlâda çok çıkıntı ve tashihler ile beraber elli üç adet sırrını muhafaza ettiğini hayret ile gördük.

İkincisi: Risalelerin Fihristesi tamam yazıldıktan sonra, birinci müsevvid ihtiyarsız “Bu güzel fihriste tamam oldu.” deyip yazmış. O müsevvid hesab-ı ebcedi hiç bilmediği gibi hiçbir şey de düşünmemiş. “Bu güzel fihriste tamam oldu.” aynen bin üç yüz elli iki (1352) tarihini gösterip fihristenin tarih-i telif ve istinsahını göstermiştir.

Üçüncüsü: Yirmi Üçüncü Lem’a’nın müsveddeden tebyiz edilirken, hiç eliflerin adedini hatıra getirmeden, yazıldıktan sonra yüz yirmi sekizinci risale olduğuna işareten yüz yirmi sekiz elif olmasıdır.

Dördüncüsü: Dünkü gün Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) tashih edilirken küçük, latîf iki tevafukun on dakika fâsıla ile vücuda gelmesidir. Şöyle ki:

İkişer arkadaş Mu’cizat-ı Ahmediye ve Mi’rac’ı ayrı ayrı tashih ediyorlardı. Mi’rac’ın altı yüz satırı içinde bir tek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor. Mu’cizat-ı Ahmediye yüz elli sahife içinde bir sahife o bahse dairdir. Birden o iki kısım musahhihler aynı kelimeyi söylüyorlarken içlerinden bir efendi intikal etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki tashih aynı kelime üzerindedir.

On dakika sonra yedi mu’cizeye mazhar yedi çocuğun bahsi tashih edilirken umulmadığı bir zamanda, hazır zatların nazarında mübarek Meliha isminde beş yaşında bir çocuk geldi, oturdu. Çocukların bahsini zevk ile dinlemeye başladı. Çay verdik, çocuk bahsi bitinceye kadar içmedi. Hazır olan biz dört kişi şüphemiz kalmadı ki sırr-ı tevafukun birinci menbaı olan Mu’cizat-ı Ahmediye’nin telifçe ve istinsahça ve kıraatça ve hârika tevafukça kerametini gösterdiği gibi bu iki küçük tevafukla, yine o kerametin şuâ’ından iki latîfeyi gösterdi.

Hem bir sene evvel bir seyre giderken arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım beni geçmiyorlar, sıkıldım. Acele geçtim, bir bahçeye girdim, baktım onlar da bahçeye girdiler. Hem hiddet hem hayret ettim. Mu’cizat-ı Ahmediye elimde idi. Tefe’ül gibi açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede bir tek defa zikredilen bir isim ki aynı o kadının ismini o sahife içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım. Fesübhanallah dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için daha evvel o kitaba baksa idim, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hâdiseye hem ben hem hazır olan Şamlı Hâfız ve hâdiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

Said Nursî

32. Parça[]

Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hâfız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Said Nursî

Isparta Cumhuriyet Müddeiumumîliğine[]

Dokuz senedir, beni bu memlekette sebepsiz olarak ikamete memur ettiler. Hariçle ihtilattan menolduğum için çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. On üç seneden beri, beni bu vilayette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki:

On üç seneden beri, bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi sekiz sene oturduğum Barla halkı ile işhad ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilayette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taalluk eden hiçbir meseleye temas etmediğimi gösterebilirim.

Bu halimle beraber bu senenin Kurban Bayramında fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir iki satırlık yazı ile kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle benim gibi garib, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnad ederek tarassud ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâ-sebep taht-ı nezarette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi gelmiyormuş gibi; bu senenin nisanının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemadiyen harekâtımın takip ve tarassud edilmesinden dolayı harice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

İşte o günü, altı aylık ızdırabımı tahfif etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale etmek için havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim. Avdetimde bir komiser ile iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni takip ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye başladılar.

Dokuz seneden beri ihtilattan bilâ-sebep men’edildiğimden mesleğim itibarıyla Kur’an ve iman ile hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerden:

Birisi, Kur’an-ı Hakîm’deki iki bin sekiz yüz küsur lafza-i Celal’in bir sırr-ı kerametini ve bir nakş-ı i’cazını gösterecek, en müstesna bir hat ile yazılmış gayetle kıymettar yirmiden fazla Kur’an-ı Kerîm cüzlerini,

2- Beka-yı ruh ve melaike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmi Dokuzuncu Söz namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi,

3- Hazret-i Peygamber’in risaletini güneş gibi ispat eden ve hârika bir surette on iki saatte telif edilen yüz elli sahifelik On Dokuzuncu Mektup namı altında Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’ni –ki o mu’cizatın kerameti olarak o risalede tevafuk namıyla öyle bir sırr-ı azîm tezahür etmiş ki o risale tek başıyla maddeten bin lira kadar kendimizce kıymettardır–

4- Vahdaniyet-i İlahiyeyi güneş gibi ispat eden ve Kur’an’ın otuz üç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuz Üç Pencere namındaki Otuz Üçüncü Mektup ki sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibarıyla ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risaleyi,

5- Şirkin esasını ref’ edip vahdaniyeti nihayetsiz derecede kuvvetle ispat eden Otuz İkinci Söz namı altındaki eseri ki o eser bir âlim tarafından zayi edilse onu elde etmek için bin lira tereddütsüz vereceğini zannettiğim misilsiz risalemden mevcud her iki tanesini,

6- İsraftan kurtarmak ve bu fakir milleti iktisada alıştırmak için yazdığım, küçük fakat müstesna bir ehemmiyette olan İktisat Risalesi ismindeki risalemin mevcud olan her üç nüshasını,

7- Kendi ihtiyarlığımdan dolayı, iman noktasında Kur’an’dan bulduğum rica ve teselli nurlarından kaleme aldığım ve mevcudu tam üç nüsha ve iki nüsha da noksan olarak umum beş parçasını –ki bence bu risale benim gibi kabre yakınlaşmış bir ihtiyar adama kıymet takdir edilmeyecek derecede yüksek bir hakikat ile yazılmıştır–

8- On beş sene evvel Arapça olarak tabedilen, Harb-i Umumî’de ateş içinde yazıldığı için o zamandaki Başkumandanın bu yadigâr-ı harbin hayrına iştirak etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşaratü’l-İ’caz tefsirini,

Hem üç yüz otuz beş senesinde İstanbul’da tabedilen Katre, Şemme, Habbe, Habbe’nin Zeyli ve Ankara’da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin Zeyli ve Ankara Matbaasında tabedilen Hubab ve İstanbul’da tabedilen Zühre ve Şule gibi risaleleri hâvi Arapça matbu bir mecmuamı ve İstanbul’da on beş sene evvel tabedilen Sünuhat isminde kıymettar iki matbu risalemi ve hem biraderzadem Abdurrahman tarafından on beş sene evvel İstanbul’da tabettirilen Tarihçe-i Hayatımın bir kısmına ait matbu risalemden üç nüshası tamam ve beş altı nüshası noksan kitaplarımı ve hem de İstanbul’da yeni huruf çıkmadan evvel tabettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymettar, haşri ve kıyameti gündüz gibi ispat eden risalemi ve daha bilmediğim hususi ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

Bu taharriyatta o kadar ileri gidildi ki altı ay evvel oturduğum köşkten şimdiki oturduğum köşke nakledince sandalye, şişe, demir ve sair eşyaya ait listeye varıncaya kadar aldılar ve el-ân da iade edilmedi.

Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnad edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şüphe hiçbir emare vücud bulmadı ve menfîliğim de sebepsiz ve ancak ihtiyat ve tevehhüm yüzünden olmakla inziva ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim.

Bu müddet zarfında siyasetle ve dünya ile alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı hayatımın şehadetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şüphe bir şey bulamadıklarıdır (Hâşiye[6]). Eğer bir cürmüm varsa dokuz seneden beri mütemadiyen dikkat ettikleri halde, cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

Şu kitap zayiatımdan lâekall şahsî iki bin lira zararım var. Çünkü bunların hiçbirisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tabetmek için yalnız İşaratü’l-İ’caz tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edib yoktur ki “Bin lira kıymetindedir.” demesin.

Ve bir de on üç sene evvel hükûmet Dârülhikmette yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlama’ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilat ve gezmekten men’edildiğim gibi bir vâridatım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam, çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin bir şeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiblerinden tazminini dava ediyorum.

Tetimme: Hükûmetin kanunu, tarîkat dersi vermeye ve nusha yazmaya ve nüfuz temin etmeye müsaade etmediği ve ben de bunlarla alâkadar olmadığım ve hükûmet de yanıma gelen ziyaretçileri hoş görmediği için; bazı adam müteaddid defa tarîkat ve nusha niyetiyle yanıma gelmek istedi, ben de hükûmetin kanununa riayet etmek ve hükûmet memurlarını sebepsiz kuşkulandırmamak için kabul etmeyip reddettim.

Mesmuatıma göre bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnadatta bulunmuş. Böyle hükûmetin kanununa riayeten reddettiğim kimseler yüzünden beni böyle sıkıştırmaktan, hilaf-ı kanun hareket etmediğim için böyle azap vermek, kanunu dinlememeye mecburiyet vaziyetini veriyorlar, manası çıkıyor.

Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim, sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde böyle hayat-ı uhreviyeme sû-i kasd suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i davaya mecbur oldum.

Said Nursî

Önceki Risale: Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (1)Barla LahikasiKastamonu ve Emirdağ'da Yazılan Mektuplar: Sonraki Risale

  1. Elhasıl, bazı esrar-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lafza-i Celal’in diğer latîf ve cazibedar ve manidar bir tevafuku şudur ki: Başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz elli bir sahifede, elli bir defa yedi ile sekiz geliyor.
  2. Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ihtiyarıyla kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden maadasını, beş on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimdi dahi siyasetle ve ahval-i âlemle münasebettar olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat’î reddedecek şu halidir ki on üç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki bir tek gazeteyi bile ne okudu ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi.
    Münavebe ile yanında bulunan Süleyman Rüşdü, Münavebe ile yanında bulunan Hüsrev, Münavebe ile yanında bulunan Re’fet, Sekiz senelik bir arkadaşı Bekir, Barla’da daimî hizmetkârı Mustafa Çavuş, Sekiz senelik hizmetinde bulunan bir arkadaşı Barlalı Süleyman
  3. Bu hesap Şamlı Hâfız, Kuleönü’nden Mustafa ve arkadaşı Hâfız Mustafa’nın şehadetiyle bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene 360 gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.)
  4. Re’fet Bey’e vürûd tarihidir.
  5. Bence âlem-i misalin vücudu meşhuddur. Âlem-i şehadet gibi tahakkuku bedihîdir. Hattâ rüya-yı sadıka ve keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülat, bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.
  6. Cây-ı dikkattir ki sekiz dokuz seneden beri zulüm ve tazyikat altında gizlemeye mecbur olduğum en eski ve en mahrem evrakları âni olarak taharri edip hiçbir şey bırakmayarak alındığı halde, mûcib-i telaş ve dâî-i endişe ve medar-ı hicab ve hacalet bir şey bulunmaması; garazkâr, sû-i zanlı ehl-i dünyanın ona karşı ettikleri haksız tazyikat ve tarassud ne kadar çirkin ve hata olduğunu gösteriyor.
    Acaba onu ittiham eden ve kendini vatana ve millete sadık tevehhüm eden ehl-i dünyanın en büyük memurundan en küçüğüne kadar, değil sekiz dokuz sene, belki sekiz dokuz ay zarfında en mahrem ve en gizli evrakı meydana atılıp tetkik edilse ona telaş verecek ve utandıracak sekiz dokuz madde çıkmaz mı?
Advertisement