Yenişehir Wiki
Register
Advertisement
Bakınız

D. {{Alıntı|konum=sağ|{{RNK}}|10px|30px}}
<div style="font-size:150%;">'''Büyük Punto'''</div> Şablon:Risale bakınız


RNK şablon sayfası
Arapça font problemi

Risale
Risale:Risale
Risale:Risale-i Nur

Hizb ve dualar
Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri
Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî
Risale:Hizb-i Nur'il Ekber (Zülfikar)
Risale:Hizb-ül Hakaik
Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi
Risale:Celcelutiye
Risale:Cevşen-ül Kebir
Risale:Cevşen-ül Kebir (Hizb-ül Hakaik)
Risale:Çocuk Taziyenamesi (Siracünnur)

Risale: Mukaddime (Muhakemat)
Risale:Lemeat (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Makaleler (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Lemeat'tan (Kastamonu)
Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Divan-ı Harb-i Örfi (Asar-ı Bediiyye)
Risale:İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Mektubat)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (2) (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Tarihçe-i Hayatın Zeyli (Asar-ı Bediiyye)
Risale
Risale:Hutbe-i Şamiye
Risale:Hutbe-i Şamiye (Asar-ı Bediiyye)

RNK : Risale-i Nur Külliyatı’ndan
Kuran:Kur'an .
Risale:Evrad .
Risale:33 Hadis .
Risale:Hazret-i Üstadın Tashih ve Tasarrufları Hakkında (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Vukufsuz Ehl-i Vukufa Cevap (Asar-ı Bediiyye)
Tüm risaleler :
Risale:Risale-i Nur :
Evrad
Büyük boy kitaplar:
Sözler - Mektubat - Lem'alar - Şuâlar - Tarihçe-i Hayat - İşarat-ül İ'caz - Mesnevi-i Nuriye - Asâ-yı Musa - Barla Lahikası - Kastamonu Lahikası - Emirdağ Lahikası-1 ve Emirdağ Lahikası-2 -Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Mesnevi-i Nuriye
*İ’tizar
*Mukaddime
*Lem'alar Risalesi
*Reşhalar
*Lasiyyemalar
*Katre
*Hubab
*Habbe
*Zühre
*Zerre
*Şemme Risalesi
*Onuncu Risale
*Şule
*Nokta
*Münderecat Hakkında
*Fihrist
Orta boy kitaplar:Muhakemat - İman ve Küfür Muvazeneleri
Küçük boy kitaplar: Âyet-ül Kübrâ - Bediüzzaman Cevap Veriyor - Divan-ı Harb-i Örfî - Elhüccet-üz Zehrâ - Ene ve Zerre Risalesi - Esma-i Sitte - Gençlik Rehberi - Hakikat Nurları - Hanımlar Rehberi - Hastalar Risalesi - Haşir Risalesi - Hizmet Rehberi - Hutbe-i Şamiye - İçtihad Risalesi - İhlas Risalesi - İhtiyarlar Risalesi - İman Hakikatleri - Konferans - Küçük Sözler - Lâtif Nükteler - Meyve Risalesi - Miftâh-ul İman - Mi'rac ve Şakk-ı Kamer Risaleleri - Mirkat-üs Sünnet - Mu'cizât-ı Ahmediye - Mu'cizât-ı Kur'aniye - Münâcât - Münazarat - Nur Aleminin Bir Anahtarı - Nur Çeşmesi - Nur'un İlk Kapısı - Otuz Üç Pencere - Rahmet ve Şefkat İlaçları - Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri - Sünuhat-Tulûat-İşârât - Sünuhat - Tulûat - İşârât Sünuhat - Tulûat - İşârât Tabiat Risalesi - Uhuvvet Risalesi - Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar - Üstad Hazretlerinin Mehmet Kayalar Ağabeye Gönderdiği Mektuplar Yirmi Üçüncü Söz - Zühret-ün Nur
Diğer risaleler ve parçalar: Âsâr-ı Bedîiyye - Tılsımlar - Sirac-ün Nur (*3. Şua (Münacat Risalesi) 25. Lem'a (Hastalar Risalesi) 25. Lem'a'nın Zeyli 17. Mektub (Çocuk Taziyenamesi) 26. Lem'a (İhtiyarlar Risalesi) 26. Lem'a'nın Zeyli 21. Mektub 4. Şua (Ayet-i Hasbiye Risalesi) 13. Lem'a (Hikmet-ül İstiaze Risalesi) 33. Mektup (Aynı Zamanda 33. Söz Pencereler Risalesi) Eski Said'in Yeni Said'e İnkılabı Zamanındaki Hazin Münacatı 12. Şua (Denizli Müdafaanamesi) 5. Şua Hasan Feyzi'nin Manzumesi)- Fihrist Risalesi - Zülfikâr - Ta'likât #Kızıl İcaz #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Abdurrahman) #28. Mektup'un 6. Meselesi (Vehhabi meselesi) #18. Lem'a #Şualar, 14. Şua, Hata-Savab Cedveli #Maidet-ül Kur'an (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #Hazinet-ül Bürhan (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #İnna A'tayna'nın Sırrı #Gayrı Münteşir (Neşredilmemiş) Kısımlar *Gayrı Münteşir Mektuplar *Risalelerden Gayrı Münteşir Kısımlar *Barla Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Kastamonu Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-1 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-2 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Denizli Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar *Afyon Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar #Risale:Müdafaat Üstad Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaaları ve Resmi Makamlara Dilekçeleri *Birinci Millet Meclisinde Neşredilen Beyanname *Barla ve Isparta Hayatı (1926-1934) *Eskişehir Mahkemesi (1935) *Isparta ve Denizli Mahkemesi (1944) *Denizli Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Denizli Hapsinden Sonra) *Afyon Mahkemesi (1948 - 1949) *Afyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Afyon Mahkemesi Kararnamesi *Temyiz Mahkemesi *Temyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Afyon Hapsinden Sonra) *Urfa Ehl-i Vukufuna Cevap (1951) *Gençlik Rehberi Mahkemesi (1952) *Samsun Mahkemesi (1952 *Isparta Mahkemesi (1956) *Emirdağ Hayatı (Isparta Mahkemesinden Sonra) *Diğer Talebe Müdafaaları
#İşarat-ül İ'caz (A. Badıllı Tercümesi) İşarat-ül İ'caz اشارات الاعجاز فى مظانّ الايجاز İşarat-ul İ'caz KUR'AN'IN ÎCÂZ YERLERİNDEKİ İ'CÂZ İŞARETLERİ *Mütercimin İzahları *Mukaddeme *Fatiha Suresi Tefsiri *Bakara 1: Huruf-u Mukattaa *Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği *Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat *Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman *Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı *Bakara 6: Küfrün Mahiyeti *Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi *Bakara 8: Münafıklar Bahsi *Bakara 9-10: Münafıkların Aldatması *Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarması *Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü *Bakara 14-15: Münafıkların Müminlerle Alay Etmesi *Bakara 16: Hidayeti Verip Dalaleti Satın Almaları *Bakara 17-18: Münafıklar Hakkında Ateş Temsili *Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsili *Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi *Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi *Bakara 25: Cennet Bahsi *Bakara 26-27: Temsil Bahsi *Bakara 28: Yeniden Yaratılış *Bakara 29: Yedi Kat Sema Bahsi *Bakara 30: Hilafet-i İnsaniye *Bakara 31-33: Talim-i Esma *İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır
#Mesnevi-i Nuriye (A. Badıllı Tercümesi) Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye (Türkçe Tercümesi) Müellifi Bediüzzaman Said-i Nursî Mütercim: Abdülkadir Badıllı Tenbih: (Mesnevî-i Nuriye) ismi, Türkçe tercümesine Hz. Üstad tarafından konulmuştur. Arapça ismi her ne kadar "El-Mesneviyy-ül Arabiyy-ün Nurî'dir. İsim, ism-i müzekker olduğundan, Mesnevî'den sonra (Nuriye) değil, (Nurî) gelmesi lâzımdır. Fakat bu sıfat Türkçe telaffuzunda ağır ve nâmüsta'mel bir sıfat olduğu gibi; "El-Mesneviyy-ül Arabî Li-r Resail-in Nuriye" yani, "Nur Risalelerinin Arabî Mesnevîsi" manasında dahi olduğu için, "Risale"nin müfredi veya Risalelerin cem'i için sıfat olarak Nuriye gelmesi lâzım olduğundan "Mesnevî-i Nuriye" ismi tam yerindedir. (Mütercim) *Takdimler, Mukaddeme, Tenbih, İhtar, İtizar *Lem'alar *Reşhalar *Lasiyyemalar *Katre *Katrenin Zeyli *Habab *Hababın Zeyli *Habbe *Habbenin Zeyli *Habbenin Zeylinin Zeyli *Zehre *Zehrenin Zeyli *Zerre *Şemme *14. Reşha *5. Ders *Şule *Şulenin Zeyli *Nur *Kızıl İcazdan Bazı Parçalar
#Rumuzat-ı Semaniye Bu risalenin sebeb-i telifi, Kur’ân’ın tercümesini Kur’ân yerinde camilerde okutmak olan dehşetli suikastına karşı bir nevi mukabeledir. Ziyade tafsilât ve lüzumsuz bahisler girmiş. Fakat o mücahidâne ve heyecanlı mukabelede kıymettar bir gaybî anahtarı hissedip meczubâne arattırmak içinde, lüzumsuz tafsilât ve zaif ve pek ince emareler dahi girmiş. Kalbime geldi ki: Yirmi Dokuzuncu Mektubun gayet ehemmiyetli ve lüzumlu ve parlak ve îcazlı olan Birinci Makamı, bu İkinci Makamın bütün kusûratını ve israfatını affettirir. Ben de kemâl-i sürurla şükrettim, o kusurları unuttum. *Birinci Parça: 28.Mektubun 7.Meselesinin Hatimesi *İkinci Parça: 28.Mektubun 8.Meselesi *Üçüncü Parça: 29.Mektubun 3.Kısmı *Dördüncü Parça: 29.Mektubun 4.Kısmı *Beşinci Parça: 29.Mektubun 8.Kısmı
#Tefekkürname: 29. Lem'a-yı Arabî #Arabî Münacat Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Otuz birinci Lem'a'nın Üçüncü Şuaı olan Risale-i Münacattan Arabi bir parçadır. Gelen âyet-i uzmanın A'zamî bir tefsiridir." dediği Arapça bir münacat. #Arabi El-Hüccet-üz Zehrâ Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Çok ehemiyetli Arabi bir risaleciktir. El hüccet-üz zehrâ risalesinden bir kısmının bir hülasasıdır" dediği Arapça bir parça. #Hizb-ül Mesnevi-ül Arabî: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Risale-i Nur'dan ehemmeyetle intişar eden Arabî Mesnevi-i Nuriye'nin içindeki kıymettar risalelerde eski Said'in yeni Said'e inkılabı zamanında dergh-ı ilahiyeye karşı münacatları, istiğfarları, tesbihatları ilm-el yakin derecesinde imanî şehadetlerinden parçalardır" dediği Arapça bir parça. #Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi': Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'nin İkinci Babı olarak te'lif edilmiştir. 29. Lem'a'daki kısım ve meali için 'buraya', Şualarda geçen ve bir kısmının Abdülmecid abi tarafından yapılan tercümesi için 'buraya' bakabilirsiniz. #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Hamza) #Kur'an Hattı Risaleler #Ayet ve Hadis Mealleri
S=Risale:Sözler . SÖZLER . Birinci Söz . İkinci Söz . Üçüncü Söz . Dördüncü Söz . Beşinci Söz . Altıncı Söz . Yedinci Söz . Sekizinci Söz . Dokuzuncu Söz . Onuncu Söz . On Birinci Söz . On İkinci Söz . On Üçüncü Söz . On Dördüncü Söz . On Beşinci Söz . On Altıncı Söz . On Yedinci Söz . On Sekizinci Söz . On Dokuzuncu Söz . Yirminci Söz . Yirmi Birinci Söz . Yirmi İkinci Söz . Yirmi Üçüncü Söz . Yirmi Dördüncü Söz . Yirmi Beşinci Söz . Yirmi Altıncı Söz . Yirmi Yedinci Söz . Yirmi Sekizinci Söz . Yirmi Dokuzuncu Söz . Otuzuncu Söz . Otuz Birinci Söz . Otuz İkinci Söz . Otuz Üçüncü Söz . Lemeat . Konferans . Fihrist
M=Risale:Mektubat . MEKTUBAT . Birinci Mektup . İkinci Mektup . Üçüncü Mektup . Dördüncü Mektup . Beşinci Mektup . Altıncı Mektup . Yedinci Mektup . Sekizinci Mektup . Dokuzuncu Mektup . Onuncu Mektup . On Birinci Mektup . On İkinci Mektup . On Üçüncü Mektup . On Dördüncü Mektup . On Beşinci Mektup . On Altıncı Mektup . On Yedinci Mektup . On Sekizinci Mektup . On Dokuzuncu Mektup . Yirminci Mektup . Yirmi Birinci Mektup . Yirmi İkinci Mektup . Yirmi Üçüncü Mektup . Yirmi Dördüncü Mektup . Yirmi Beşinci Mektup . Yirmi Altıncı Mektup . Yirmi Yedinci Mektup . Yirmi Sekizinci Mektup . Yirmi Dokuzuncu Mektup . Otuzuncu Mektup . Otuz Birinci Mektup . Otuz İkinci Mektup . Otuz Üçüncü Mektup . İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz . Hakikat Çekirdekleri . Gönüller Fatihi Büyük Üstada . Fihriste-i Mektubat . Hakikat Işıkları . Dua
L=Risale:Lem'alar . LEM'ALAR . Birinci Lem'a . İkinci Lem'a . Üçüncü Lem'a . Dördüncü Lem'a . Beşinci Lem'a . Altıncı Lem'a . Yedinci Lem'a . Sekizinci Lem'a . Dokuzuncu Lem'a . Onuncu Lem'a . On Birinci Lem'a . On İkinci Lem'a . On Üçüncü Lem'a . On Dördüncü Lem'a . On Beşinci Lem'a . On Altıncı Lem'a .On Yedinci Lem'a . On Sekizinci Lem'a . On Dokuzuncu Lem'a . Yirminci Lem'a . Yirmi Birinci Lem'a . Yirmi İkinci Lem'a .Yirmi Üçüncü Lem'a . Yirmi Dördüncü Lem'a . Yirmi Beşinci Lem'a .Yirmi Altıncı Lem'a . Yirmi Yedinci Lem'a . Yirmi Sekizinci Lem'a .*Yirmi Dokuzuncu Lem'a . Otuzuncu Lem'a . Otuz Birinci Lem'a .Otuz İkinci Lem'a . Otuz Üçüncü Lem'a . Münâcat .Fihrist . Dua
Ş=Şualar .Risale:Şuâlar . ŞUÂLAR . İkinci Şuâ . Üçüncü Şuâ .Dördüncü Şuâ .Altıncı Şuâ . Yedinci Şuâ . Dokuzuncu Şuâ . On Birinci Şuâ . On İkinci Şuâ . On Üçüncü Şuâ . On Dördüncü Şuâ .Beşinci Şuâ . On Beşinci Şuâ . Birinci Şuâ . Sekizinci Şuâ *Yirmi Dokuzuncu Lem’a’dan İkinci Bab . Eddâî .Dua . İçindekiler
TH =Risale:Tarihçe-i Hayat . BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ TARİHÇE-İ HAYATI . Ön Söz .Giriş . İlk Hayatı . Barla Hayatı . Eskişehir Hayatı .Kastamonu Hayatı .Denizli Hayatı .Emirdağ Hayatı - Afyon Hayatı - Isparta Hayatı - Hariç Memleketler - Bedîüzzaman ve Risale-i Nur - Dua - İçindekiler
İİ. İŞARATÜ’L-İ’CAZ . Risale:İşarat-ül İ'caz . Tenbih . İfadetü’l-Meram . Kur'an'ın Tarifi . Fatiha Suresi . Bakara Suresi 1-3. âyetler . Bakara Suresi 4-5. âyetler . Bakara Suresi 6. âyet . Bakara Suresi 7. âyet . Bakara Suresi 8. âyet - Bakara Suresi 9-10. âyetler . Bakara Suresi 11-12. âyetler . Bakara Suresi 13. âyet . Bakara Suresi 14-15. âyetler . Bakara Suresi 16. âyet . Bakara Suresi 17-20. âyetler . Bakara Suresi 21-22. âyetler . Bakara Suresi 23-24. âyetler . Bakara Suresi 25. âyet Bakara Suresi 26-27. âyetler . Bakara Suresi 28. âyet Bakara Suresi 29. âyet . Bakara Suresi 30. âyet . Bakara Suresi 31-33. âyetler . Ecnebi Feylesofların Kur’an Hakkındaki Beyanatları . Mehmed Kayalar’ın Bir Müdafaası . Dua . Fihrist
MN= MESNEVÎ-İ NURİYE . İ’tizar . Mukaddime . Lem'alar Risalesi . Reşhalar . Lasiyyemalar . Katre . Hubab . Habbe . Zühre . Zerre . Şemme Risalesi . Onuncu Risale . Şule - Nokta . Münderecat Hakkında - Fihrist
AM=ASÂ-YI MUSA: Risale:Asa-yı Musa .Mukaddimat - Asa-yı Musa’dan Birinci Kısım - Birinci Mesele - İkinci Meselenin Bir Hülâsası - Üçüncü Mesele - Dördüncü Mesele - Beşinci Mesele - Altıncı Mesele - Yedinci Mesele - Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası - Dokuzuncu Mesele - Onuncu Mesele - On Birinci Mesele - Asa-yı Musa’dan İkinci Kısım - Birinci Hüccet-i İmaniye - İkinci Hüccet-i İmaniye - Üçüncü Hüccet-i İmaniye - Dördüncü Hüccet-i İmaniye - Beşinci Hüccet-i İmaniye - Altıncı Hüccet-i İmaniye - Yedinci Hüccet-i İmaniye - Sekizinci Hüccet-i İmaniye - Dokuzuncu Hüccet-i İmaniye - Onuncu Hüccet-i İmaniye - On Birinci Hüccet-i İmaniye - Fihrist
BL BARLA LÂHİKASI- Risale:Barla Lahikası - : Takdim - Yedinci Risale olan Yedinci Mesele - Mukaddime - Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri - Yirmi Yedinci Mektup'un Zeyli ve İkinci Kısmı - İkinci Zeyl - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Zeyli - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin Nihayetidir - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (1) - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (2) - Kastamonu ve Emirdağ'da Yazılan Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 1 .Risale:Emirdağ Lahikası-1 . Yirmi Yedinci Mektup’tan Takdim - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 2: Risale:Emirdağ Lahikası-2 . Yirmi Yedinci Mektup’tan (Emirdağ’ında ve Isparta’da Son İkametlerinde Yazılan Mektuplardır) Giriş - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
KL Risale:Kastamonu Lahikası. Yirmi Yedinci Mektup’tan KASTAMONU LÂHİKASI: Takdim - Lemeat'tan Önceki Mektuplar - Lemeat'tan - Lemeat'tan Sonraki Mektuplar
STG SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1 *Birinci Şuâ *Sekizinci Şuâ *On Sekizinci Lem'a *Yirmi Sekizinci Lem'a *Sekizinci Lem'a *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2 *Dua

Mi'rac ve Şakk-ı Kamer Risaleleri

Müellifi

Bediüzzaman Said Nursî

Otuz Birinci Söz[]

Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

İhtar: Mi’rac meselesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz ederek ona karşı beyan edeceğiz. Ara sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı sözlerde hakikat-i mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatin aslıyla birleştirmek ve kemalât-ı Ahmediyenin (asm) cemaline birden bir âyine yapmak için inayeti Allah’tan istedik.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَى الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ ۞

اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى ۞ عَلَّمَهُ شَدٖيدُ الْقُوٰى ۞ ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوٰى ۞ وَ هُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰى ۞ ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰى ۞ فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى ۞ فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِهٖ مَٓا اَوْحٰى ۞ مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاٰى ۞ اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى ۞ وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى ۞ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ۞ عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰى ۞ اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى ۞ مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ۞ لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ۞

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız اِنَّهُ zamirinde bir düstur-u belâgata istinad eden iki remzin meselemize münasebeti olduğu için i’caz bahsinde beyan edildiği üzere yazacağız.

İşte Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem aleyhi efdalü’s-salâti ve ekmelü’s-selâmın mi’racının mebdei olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ der. Ve şu kelâm ile Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى da işaret olunan münteha-yı mi’raca remzeden اِنَّهُ deki zamir, ya Cenab-ı Hakk’a râcidir veyahut Peygamberedir (asm).

Peygambere göre olsa kanun-u belâgat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki tâ Sidretü’l-münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acayib-i sanat-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük, cüz’î seyahati hem küllî hem mahşer-i acayip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a râci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram’dan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidretü’l-münteha’ya tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

İşte çendan o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendini “Bütün eşyayı işitir ve görür.” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şâmil hikmetlerini göstersin.

Bu sırr-ı azîmin dört esası var.

Birincisi: Mi’racın sırr-ı lüzumu nedir?

İkincisi: Hakikat-i mi’rac nedir?

Üçüncüsü: Hikmet-i mi’rac nedir?

Dördüncüsü: Mi’racın semerat ve faydası nedir?

Birinci Esas[]

Mi’racın sırr-ı lüzumu:

Mesela deniliyor ki: “Cenab-ı Hak اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ dir. Her şeye, her şeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, kalbi içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı velayet-i Ahmediye (asm) mi’rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcata muvaffak oluyor?”

Elcevap: Şu sırr-ı gamızı iki temsil ile fehme takrib ediyoruz. On İkinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.

Birisi: Âmî bir raiyetiyle cüz’î bir iş için hususi bir hâcete dair, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri: Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evamir ile münasebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlık’ının ve Mâlikü’l-mülk ve’l-melekût’un ve Hâkim-i ezel ve ebed’in iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (asm) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki bütün kâinatın Rabb’i ismiyle, bütün mevcudatın Hâlık’ı unvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

İkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse güneşin kıymeti nisbetinde değil belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin daimî ziyası ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise âsârı mahduddur, o kayda göredir.

İşte Şems-i ezel ve ebed Sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûkune, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münâcatına mazhariyeti var. Galib esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zatıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki bu tezahür ve tecelli, mi’rac-ı Ahmedî (asm) sırrıdır ki onun velayeti, risaletine mebde olur.

Velayet ki zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risalette zıll yoktur, doğrudan doğruya Zat-ı Zülcelal’in ehadiyetine bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer.

Mi’rac ise velayet-i Ahmediyenin (asm) keramet-i kübrası hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan risalet ise akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş, gelmiş.”

Şimdi makam-ı istima’da bulunan mülhide deriz ki:

Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.

Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelal, bir Hâkim-i Zülkemal, bir Sâni’-i Zülcemal vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas ve duygularıyla umumuna münasebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni’-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvi, a’zamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âlî bir teveccühü olacaktır.

Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde âsârının şehadetiyle, yani küre-i arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i manevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi en a’zamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî (sallallahu aleyhi vesellem) göstermiştir. Öyle ise o münasebetin en a’zamî bir mertebesinden ibaret olan mi’rac, ona elyak ve ona evfaktır.

İkinci Esas[]

Hakikat-i mi’rac nedir?

Elcevap: Zat-ı Ahmediye’nin (asm) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkundan ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve unvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’ hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamervari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.

Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünü ile bakılabilir.

Birincisi: Yirmi Dördüncü Söz’de izah edildiği gibi nasıl ki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır.

Mesela, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza sair isim ve unvanları bulunur. Her bir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve unvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güya o hâkim, her bir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır.

İşte böyle bir sultan, istediği bir zatı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hâkimanesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

İşte bu misal gibi ezel ve ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır. Ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufatında başka başka fakat birbirini ihsas eder unvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır. Ve rengârenk sanatında ve masnuatında çeşit çeşit fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti vardır.

İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertip ile tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve semavatın birinci tabakasından tâ arş-ı a’zama kadar birbiri üstünde teşkilat var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet itibarıyla bütün esma bulunabilir, bütün unvanlarla tecelli eder. Fakat nasıl ki adliyede hâkim-i âdil unvanı asıldır, hâkimdir. Sair unvanlar orada onun emrine bakar, ona tabidir. Öyle de her bir tabakat-ı mahlukatta, her bir semada bir isim, bir unvan-ı İlahî hâkimdir. Sair unvanlar da onun zımnındadır.

Mesela, ism-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa aleyhisselâm, hangi semada Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştü ise işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak, Kadîr unvanıyla bizzat orada mütecellidir. Mesela, Hazret-i Musa aleyhisselâmın makamı olan sema dairesinde en ziyade hüküm-ferma, Hazret-i Musa aleyhisselâmın mazhar olduğu “Mütekellim” unvanıdır ve hâkeza…

İşte Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, çünkü ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır, elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek, hakikat-i mi’racı iktiza ediyor.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir sultanın unvanlarından olan “kumandan-ı a’zam” unvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususi her bir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Mesela bir nefer; o kumandanlık unvan-ı a’zamının numunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa o vakit kumandanlık numunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık unvanını görür.

Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye taalluk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devairi görüp ve görünecek bir makam vermek istese elbette o kumandan-ı a’zam, o neferi onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki padişah eğer âciz olmazsa, surî olduğu gibi manevî cihetinde de iktidarı olsa o vakit ferik, müşir, mülazım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzat her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar, çok dairelerde bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.

Şu temsil ile baktığımız hakikat ise acz, onun içinde olmadığı için doğrudan doğruya her bir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte şu temsil gibi Hâkim-i arz ve semavat “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük büyük, cüz’î küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulyâ ve netaic-i uzmayı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zat-ı Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek o zatın marziyatı ne olduğunu anlamak ve onun saltanatına dellâl olmak için alâküllihal o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i a’zamiyesinin unvanı olan arş-ı a’zamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zat-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki şu seyr ü sülûk ise mi’racın hakikatidir.

Her bir insan aklıyla hayal süratinde seyeranı, her bir veli kalbiyle berk süratinde cevelanı ve cism-i nurani olan her bir melek ruh süratinde arştan ferşe, ferşten arşa deveranı, ehl-i cennetin insanları, Burak süratinde haşirden beş yüz sene fazla mesafeden cennete çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalplerinden daha latîf ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammedînin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm), elbette onun ruh-u âlîsiyle arşa kadar beraber gidecektir.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz. Hatıra geliyor ki:

O mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl mi’raca inanacağım?”

Biz de deriz ki: Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz. Manidar bir kitap, kâtipsiz olmaz. Sanatlı bir nakış, nakkaşsız olmaz. Elbette şu kâinatı dolduran ef’al-i hakîmanenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be-mevsim tazelenen hayret-feza nukuşlarının, manidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.

Hem madem bir işte iki hâkimin bulunması, o işin intizamını bozuyor. Hem madem sinek kanadından tâ semavat kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise o hâkim birdir. (Bir olmazsa) çünkü her şeyde sanat ve hikmet o derece acibdir ki o şeyin sâni’i, her bir şeye muktedir olacak, her bir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise bir olmazsa, mevcudat adedince ilahların bulunması lâzım gelir. O ilahlar hem birbirine zıt hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acib intizam bozulmamak, yüz bin defa muhaldir.

Hem madem şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedahe görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ badem çiçeklerine kadar her bir taife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelî’nin o taifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tayin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor. Öyle ise şu kâinatın mevcudatı onun emrine bakar ve imtisal eder, perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlak’ı vardır.

Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelal’dir. Hem gösterdiği ihsanat ile gayet Rahîm bir Rab’dir. Hem izhar ettiği güzel sanatlarıyla, sanat-perver ve sanatını çok sever bir Sâni’dir. Hem gösterdiği tezyinat ve merak-âver sanatlarıyla, zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîm’dir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü’l-ukûl tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlukat nereden gelip nereye gideceğini, rububiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni’-i Alîm, rububiyetini göstermek ister.

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i sanat ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyatı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir. Öyle ise zîşuurlardan birisini tayin edip onun ile o rububiyetini ilan edecektir. Ve sevdiği sanatlarını teşhir için bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvi makasıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemalâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i rububiyeti manasız kalmamak için herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzarın temaşasına neşrettiği mehasin-i sanat, faydasız ve abes kalmamak için onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyatını zîşuurlara tebliğ etmek için birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyatını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve şu vezaife en elyak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Çünkü bilfiil en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise o zat, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip bir makama girmek lâzımdır ki bütün mahlukatın Hâlık’ı ile umumî, ulvi, küllî bir sohbet etsin. İşte mi’rac dahi bu hakikati ifade ediyor.

Elhasıl, madem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi çok azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde, şu umumî rububiyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı uluhiyeti, bütün hakaiki ile görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir.

Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor. O Hâkim’in küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; tâ iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûku olacaktır ki cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir mi’racı olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte mi’rac budur.

Yine hatıra geliyor ki:

Ey müstemi! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, her şeyden daha yakın bir Rabb’e binler sene mesafeyi katedip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de deriz ki: Cenab-ı Hak her şeye, her şeyden daha yakındır. Fakat her şey, ondan nihayetsiz uzaktır. Nasıl ki güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin.

Öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Zat-ı Zülcelal her şeye her şeyden daha yakın olduğu halde, her şey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı katedip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kateder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.

Hem mesela bir nefer, kumandan-ı a’zamın şahs-ı manevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını onbaşılıkta gördüğü küçük bir numune ile gayet uzak bir mesafede, manevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakiki onun şahs-ı manevîsiyle kurbiyet ise mülazımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok meratib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki kumandan-ı a’zam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle –sureten olduğu gibi manen de kumandan ise– bizzat zatıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat On Altıncı Söz’de gayet kat’î bir surette ispat edildiğinden ona iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Yine hatıra gelir ki:

Sen kalbinden dersin: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”

Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki körler de görebildiği için biz de deriz ki:

Feza-yı ulvi, bi’l-ittifak “esîr” ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latîfe, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sümbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi şu yıldızlar dahi bizzarure menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvide muhtelif teşkilat var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor. Öyle ise o ahkâmların menşeleri olan semavat, muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalp, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması vardır.

Hem melaike için deriz ki: Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymettar ve nurani olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifü’l-ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat’î bir surette İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, semavatın hem vücudu hem taaddüdü ispat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melaikelerin vücudunu ispat ettiğimizden onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl, esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalat-ı latîfenin medarı olmuş ve hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen “Mecerretü’s-Sema”dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, her bir tabaka âlem-i arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.

Hem hatıra gelir ki:

Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkülat ile tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?”

Biz de deriz: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi, bir senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelal; bir insanı, arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbanî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahman’a çıkaramaz mı?

Yine hatıra gelir ki:

Diyorsun: “Haydi çıkabilir, niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse yeter.”

Biz de deriz ki: Madem Sâni’-i Zülcelal, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temaşa ettirmek ve a’mal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temaşa eden kulağını, arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübareğini dahi tâ arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.

Nasıl ki cennette, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubudiyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette cennetü’l-me’va gövdesi olan Sidretü’l-münteha’ya urûc eden Zat-ı Ahmediye (asm) ile cesed-i mübareğini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir?”

Biz de deriz ki: Sâni’-i Zülcelal’in sanatında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Mesela, savtın süratiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefavit olduğu malûm. Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda süratli olan ulvi ruhuna tabi olmuş; ruh süratinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki o saatte on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz: Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir.

İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı katedip, acayib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki:

Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.

Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melaikenin makbulü olan Zat-ı Ahmediye’nin (asm) seyr ü sülûkuna medar bir mi’racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.

Üçüncü Esas[]

Hikmet-i mi’rac nedir?

Elcevap: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latîftir ki akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için kesret tabakatının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlukatında cemal-i sanatını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni’-i âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır. Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever çünkü masnuatının içinde cemalini, kemalini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli kemalâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir.

İşte Sâni’-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zatı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir mi’rac ile o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için iki temsil dürbünüyle tarassud edeceğiz.

Birinci temsil: On Birinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi nasıl ki bir sultan-ı zîşanın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envaı bulunsa hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı olsa; her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının hârikalarını hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin. Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i sanatının en güzel, en latîf sanatlarıyla ziynetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için onları seyre ve ziyafete davet eder.

Sonra birisini yaver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulatın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zatını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâni’ini, o sarayın müştemilatıyla, nukuşuyla, acayibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki sanatlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى ezel ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki her bir mevcud, pek çok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının her bir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitap, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faydasız olmamak için o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acayibin menbalarını ve netaicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

İşte mi’racın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin.

İkinci Temsil: Nasıl ki bir zat-ı zîfünun, mu’ciz-nüma bir kitabı telif edip yazsa; öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latîf manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa bütün o kitabın maânî ve hakaikleri, o kâtib-i mu’ciz-nümanın kemalât-ı maneviyesine baksa, işaret etse elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zahir olup kemalini bulsun ve cemal-i manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acib kitabı bütün maânîsiyle, hakaikiyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle her bir harfi, binler manayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikini ders vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile mi’racın ulvi hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. İşte hatıra geliyor ki:

Onun kalbi diyor: Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var.

Birincisi: Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?

İkincisi: O zat, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki âlem-i ulviye çıkmak; şu âlem-i arziyedeki âsârların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?

Elcevap:

Birinci Müşkülünüz: Otuz adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada Zat-ı Ahmediye’nin (asm) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nevinde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dair yüz on dört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (asm) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhir Zaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Veladet-i Ahmediye (asm) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarakat-ı Ahmediyeden (asm) deve gibi enîn ederek ağlaması وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile şakk-ı kamer gibi muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelatının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede; ve din-i İslâm’daki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.

Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşareti’nde işaret edildiği gibi uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zat-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.

Hem Hâlık-ı âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zattır.

Hem Sâni’-i âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i sanatı üzerine enzar-ı dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zattır.

Hem bütün âlemlerin Rabb’i, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan etmek istemesine mukabil –tevhidin en a’zamî bir derecede– bütün meratib-i tevhidi ilan eden yine bizzarure o zattır.

Hem Sahib-i âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zatîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zattır.

Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet kıymettar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva-ı acayip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülatındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zattır.

Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en a’lâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zattır.

Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zattır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zat; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian: Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise bizzarure o Sâni’de sanatına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve letaif-i sanatı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o sanat-perver ve sanatını çok seven Sâni’in nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalâta karşı “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahu ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile tefekkür ve teşhir ile zikir ve tevhid ile berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede o zattır.

İşte böyle bir zat ki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salavatı, onun manevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zat, elbette mi’rac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-münteha’ya, arşa ve Kab-ı Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima’daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki akıl ona ne ulaşır ne de yanaşır; illâ nur-u iman ile görünür. Fakat bazı temsilat ile o hakikatin vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin; anâsır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk etmesin veya edemesin?

İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûba gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var.

İşte mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalp ile o cadde-i nuranide, mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan ispat edildiği üzere şu kâinatın Sâni’i, birinci işkâlin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediye (asm) olduğu için kâinattan evvel Sâni’-i kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Halbuki Zat-ı Ahmediye (asm) hem en mükemmel meyve hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkülün o kadar geniştir ki bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet, âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netaic-i a’malleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avâlim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat cennetin meyveleri suretine, seyyiat ise cehennemin zakkumları şekline girdikleri, pek çok emarat ve pek çok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm’in iktizasıyla beraber, Kur’an-ı Hakîm’in işaratı gösteriyor. Evet, zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşaub etmiş ki bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pek çok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır.

İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki o küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve her biri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki o âlemlerin birisi de Sidretü’l-münteha’daki cennetü’l-me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o cennetin meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarıyla) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulatı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir “Elhamdülillah” kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i cennet olur?

Çünkü sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin, bazen rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.

Dördüncü Esas[]

Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevap: Şu şecere-i tûba-i maneviye olan mi’racın beş yüzden fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve[]

Erkân-ı imaniyenin hakaikini göz ile görüp melaikeyi, cenneti, âhireti, hattâ Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i cemal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.

Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcatı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı ezel ve ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hâssı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve cennet-i bâkiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

İkinci Meyve[]

Sâni’-i mevcudat ve Sahib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemîn olan Hâkim-i ezel ve ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in –başta namaz olarak– esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki o marziyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-averdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşke bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der.

Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve kemalât, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (asm) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı ezel ve ebed’in marziyatını doğrudan doğruya mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-mülk’ün memleketinde geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lambalar içinde bir lambadır ki o Mâlikü’l-mülki Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder.

İşte Zat-ı Ahmediye (asm) öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acayib-i sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve[]

Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle cenneti görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i can-hıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

Dördüncü Meyve[]

Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani her kalp sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz.

Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali ve’l-kemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

Beşinci Meyve[]

İnsan kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni’-i kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahir veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mesudiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez. Çünkü âdi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur.

Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana; birden ebedî, bâki bir cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan zata deriz ki:

İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

Mesela: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenazelerle dolu, işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile bize yabancı olanlar ahbap şekline girse düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse o yetimane ağlayışlar, senakârane “yaşasın”lar hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın.

İşte mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel, şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze, ecel herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i mi’rac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni’-i Zülcelal’ine zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zat, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur.

İşte semere-i mi’rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gayet kerîm bir zatın misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istima’da olan zat diyor ki: “Cenab-ı Hakk’a yüz binler hamd ve şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemal-i imanı kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şefaatine mazhar etsin, âmin!

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَاءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ اَجْمَعٖينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلٰى اٰخِرِ الْمَحْشَرِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ ۞ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا ۞ رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا ۞رَبَّنَٓا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Yirmi Dördüncü Mektup’un İkinci Zeyli[]

Mi’rac-ı Nebevî hakkındadır.

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى ۞ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ۞ عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰى ۞ اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى ۞ مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ۞ لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى

Mevlid-i Nebevînin Mi’raciye kısmında beş nükteyi beyan edeceğiz.

Birinci Nükte[]

Cennetten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi, hazîn bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat, ehl-i velayet olduğu ve rivayete bina ettiği için elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekanın mahlukları, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü onun getirdiği nur iledir ki cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı o saadet-i ebediye olmazdı ve cennetin her nevi mahlukatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacaktı.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi: Nasıl ki bülbülün güle karşı dasitane-i aşkı; taife-i hayvanatın, taife-i nebatata derece-i aşka bâliğ olan ihtiyacat-ı şedide-i aşk-nümayı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatın erzaklarını taşıyan kafile-i nebatata karşı ilan etmek için bir hatib-i Rabbanî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihab edilmiş ve onların nağamatı dahi nebatatın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nevinden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melaike nevinden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemal-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i cennetin hattâ cennetin hayvanat kısmının dahi o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.

İkinci Nükte[]

Mi’rac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenab-ı Hakk’ın Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum.” tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcibü’l-vücud’un kudsiyetine ve istiğna-i zatîsine, mana-yı örfî ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin Mevlid’i, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle o zat, ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattir; elbette irae ettiği mana sahihtir. Mana da budur ki:

Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hadsiz cemal ve kemali vardır. Çünkü bütün kâinatın aksamına inkısam etmiş olan cemal ve kemalin bütün envaı, onun cemal ve kemalinin emareleri, işaretleri, âyetleridir.

İşte her halde cemal ve kemal sahibi, bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi Zat-ı Zülcelal dahi cemalini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemalinin şuâatı olan esmasını dahi sever. Madem esmasını sever, elbette esmasının cemalini gösteren sanatını sever. Öyle ise cemal ve kemaline âyine olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemalini göstereni sever, elbette cemal ve kemal-i esmasına işaret eden mahlukatının mehasinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur’an-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.

İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlukat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem sanat-ı İlahiyeyi, bir velvele-i zikir ve tesbih ile teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esma-i İlahiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur’an ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâni’inin kemaline delâletlerini, parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’an’la beyan ediyor.

Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlahiyeye âyinedarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esma-i İlahiyeye bir mazhar-ı etem olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki Cemil-i Zülcelal, kendi cemalini sevmesiyle o cemalin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever.

Hem kendi esmasını sevmesiyle o esmanın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem sanatını sevdiği için elbette onun sanatını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semavatın kulağını çınlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilan eden Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve ona ittiba edenleri de sever.

Hem masnuatını sevdiği için o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bi’l-ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlukatının mehasin-i ahlâkiyelerini sevdiği için mehasin-i ahlâkiyede bi’l-ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve derecata göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gibi muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş.

İşte o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki “Habibullah” lakabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi “Ben sana âşık olmuşum.” tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir, bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber madem bu tabir, şe’n-i rububiyete münasip olmayan manayı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine: “Ben senden razı olmuşum.” denilmeli.

Üçüncü Nükte[]

Mi’raciye’deki maceralar, malûmumuz olan manalarla o kudsî ve nezih hakikatleri ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer unvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaike birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikine birer ihtardır ve kabil-i tabir olmayan bazı manalara birer kinayedir. Yoksa malûmumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nurani bir neşe-i ruhanî alabiliriz.

Çünkü nasıl Cenab Hakk’ın zat ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur, öyle de şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlukat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nevinden tutup deriz ki: Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasip bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki mi’raciye macerasıyla onu ihtar ediyor. Mi’rac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i mi’raciyeyi usûl-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz.

Dördüncü Nükte[]

“Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş.” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcibü’l-vücud mekândan münezzehtir, her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevap: Otuz Birinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü’l-vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede ondan uzaktır.

İşte mi’racın uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mi’racı, onun seyr ü sülûkudur, onun unvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasıl ki seyr ü sülûk-u ruhanî ile kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile belki hem cismiyle hem havassıyla hem letaifiyle kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle arşa çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bi’l-âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış; bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.

Beşinci Nükte[]

Mevlid-i Nebevî ile Mi’raciye’nin okunması, gayet nâfi’ ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet latîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic ve müessir bir vasıtadır.

Cenab-ı Hak, bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak rahmet etsin, yerlerini cennetü’l-firdevs yapsın, âmin!

Hâtime[]

Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk edip o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o fertte cem’edip kendine medar-ı nazar edecek. O fert her halde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve her halde zîhayat içinde o fert, zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o fert Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini, saltanat-ı maneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı maneviyesini devam ettirip bütün ehl-i kemale, bütün enva-ı hakaikte bir “Üstad-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi odur.

عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا

İşte böyle bir zatın mevlid ve mi’racını dinlemek, yani terakkiyatının mebde ve müntehasını işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı maneviyesini bilmek, o zatı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî telakki eden mü’minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla.

Yâ Rab! Habib-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hürmetine ve ism-i a’zam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalplerini, envar-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur’aniyeye nâşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver, âmin!

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin Zeyli[]

“Şakk-ı kamer” mu’cizesine dairdir

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ ۞ وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

Kamer gibi parlak bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olan inşikak-ı kameri, evham-ı fâside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsa idi umum âleme malûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi.”

Elcevap: İnşikak-ı kamer, dava-yı nübüvvete delil olmak için o davayı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiğinden hem ihtilaf-ı metali’ ve sis ve bulutlar gibi rü’yete mani esbabın vücuduyla beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir.

Şakk-ı kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik beş noktayı dinle:

Birinci Nokta[]

O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedit derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’an-ı Hakîm’in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’an’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat’î ve vaki bir hâdise olmasa idi, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamber’in (asm) iptal-i davasına hücum göstereceklerdi.

Halbuki şu vak’aya dair siyer ve tarih, o vak’a ile münasebettar küffarın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız وَ يَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ âyetinin beyan ettiği gibi tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar “Sihirdir.” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş.” demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: “Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem (asm) hakkında –hâşâ– “Yetim-i Ebu Talib’in sihri semaya da tesir etti.” dediler.

İkinci Nokta[]

Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediyeden (asm) ağlaması umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yani öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki kizbe ittifakları muhaldir. “Hâle” gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adası’nın vücudu gibi tevatürle vücudu kat’îdir, demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesailde teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.

Üçüncü Nokta[]

Mu’cize, dava-yı nübüvvetin ispatı için münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dava-yı nübüvveti işitenler için ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedahetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine münafî olduğu gibi sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.

Eğer Fâtır-ı Hakîm inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi o vakit sair hâdisat-ı semaviye gibi; ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (asm) hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı teklif zayi olacaktı.

İşte bu sır içindir ki hem âni hem gece hem vakt-i gaflet hem ihtilaf-ı metali’, sis ve bulut gibi sair mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

Dördüncü Nokta[]

Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir surette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bazı efrada görünse de gözüne inanmayacak. İnandırsa da elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

Bazı kitaplarda: “Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş.” ilâvesi ise ehl-i tahkik reddetmişler. “Şu mu’cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş.” demişler.

Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına…

Beşinci Nokta[]

İnşikak-ı kamer, kendi kendine bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîm’i, resulünün risaletini tasdik ve davasını tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i rububiyetin istediği insanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir.

O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dava-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktar-ı zemindeki insanlara göstermemek için sis ve bulut ve ihtilaf-ı metali’ haysiyetiyle; bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazıların güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mani pek çok esbaba binaen gösterilmemiş.

Eğer umum onlara dahi gösterilse idi o halde ya işaret-i Ahmediyenin (asm) neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti, bedahet derecesine çıkacaktı. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı. İman ise aklın ihtiyarıyladır. Sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semaviye olarak gösterilse idi risalet-i Ahmediye (asm) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.

Elhasıl: Şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Kat’î ispat edildi. Şimdi vukuuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına (Hâşiye[1]) işaret ederiz. Şöyle ki:

Ehl-i adalet olan sahabelerin vukuuna icmaı.

Ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı.

Ve ehl-i rivayet-i sadıka bütün muhaddisînin pek çok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi.

Ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti.

Ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemanın tasdiki.

Ve nass-ı kat’î ile dalalet üzerine icmaları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (asm) o vak’ayı telakki-i bi’l-kabul etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.

Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet tahkik öyle dedi, hakikat ise diyor ki:

Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu’cize-i kübrası olan mi’rac ile yani bir cism-i arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvi ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini ispat etti.

Öyle de arza bağlı, semaya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu’cize gösterildi ki Zat-ı Ahmediye (asm) kamerin açılmış iki nurani kanadı gibi risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn’e çıkmış hem ehl-i semavat hem ehl-i arza medar-ı fahir olmuştur.

عَلَيْهِ وَ عَلٰى اٰلِهِ الصَّلَاةُ وَ التَّسْلٖيمَاتُ مِلْأَ الْاَرْضِ وَ السَّمٰوَاتِ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِاِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبٖى وَ قُلُوبَ طَلَبَةِ رَسَائِلِ النُّورِ الصَّادِقٖينَ كَالْقَمَرِ فٖى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاٰنِ اٰمٖينَ اٰمٖينَ

Otuz Birinci Pencere[]

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ ۞ وَ فِى الْاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنٖينَ ۞ وَ فٖٓى اَنْفُسِكُمْ اَفَلَا تُبْصِرُونَ

Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilatını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’an’dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:

On Birinci Söz’de beyan edildiği gibi: “İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Tafsilatını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.

Birinci Nokta: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr u hâcatıyla, naks ve kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan vicdan, daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.

Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Mesela ben, nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkeza…

Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkeza… Bütün aza ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.

Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.

İkinci Nokta: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o evamirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüzü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise her bir cüzü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir ve hâkeza…

Üçüncü Nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresi’nde ve Yirminci Mektup’un Sekizinci Kelimesi’nde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı zatiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.

Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felakete Sebeptirler[]

Şu Jön Türk’ün hatası, bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemi (*[2]) bozuktu hem muzırdı, tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı.

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi

Milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenasi.

Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil[]

Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.

Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’an işaret eder. Sekeratı tatmamış her bir şehit, kendini

Hay biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:

İki adam, rüyada lezaiz envaına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor.

Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.

Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli![]

Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.

Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…

Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi

Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi,

Hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî

Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i.

Zaaf, Hasmı Teşci Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah’ını Tecrübe Edemez.[]

Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder.

Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.” der.

Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.” dese tecavüz eder.

İsa’ya demiş şeytan: “Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”

İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!”

  1. Yani altı defa icma suretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken maatteessüf kısa kalmıştır.
  2. Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz, zalim medeniyete bakıyor.
Advertisement