Yenişehir Wiki
Advertisement
Bakınız

D. {{Alıntı|konum=sağ|{{RNK}}|10px|30px}}
<div style="font-size:150%;">'''Büyük Punto'''</div> Şablon:Risale bakınız


RNK şablon sayfası
Arapça font problemi

Risale
Risale:Risale
Risale:Risale-i Nur

Hizb ve dualar
Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri
Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî
Risale:Hizb-i Nur'il Ekber (Zülfikar)
Risale:Hizb-ül Hakaik
Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi
Risale:Celcelutiye
Risale:Cevşen-ül Kebir
Risale:Cevşen-ül Kebir (Hizb-ül Hakaik)
Risale:Çocuk Taziyenamesi (Siracünnur)

Risale: Mukaddime (Muhakemat)
Risale:Lemeat (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Makaleler (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Lemeat'tan (Kastamonu)
Risale:Teşhis-ül İllet (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Divan-ı Harb-i Örfi (Asar-ı Bediiyye)
Risale:İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Mektubat)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Hakikat Çekirdekleri (2) (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Tarihçe-i Hayatın Zeyli (Asar-ı Bediiyye)
Risale
Risale:Hutbe-i Şamiye
Risale:Hutbe-i Şamiye (Asar-ı Bediiyye)

RNK : Risale-i Nur Külliyatı’ndan
Kuran:Kur'an .
Risale:Evrad .
Risale:33 Hadis .
Risale:Hazret-i Üstadın Tashih ve Tasarrufları Hakkında (Asar-ı Bediiyye)
Risale:Vukufsuz Ehl-i Vukufa Cevap (Asar-ı Bediiyye)
Tüm risaleler :
Risale:Risale-i Nur :
Evrad
Büyük boy kitaplar:
Sözler - Mektubat - Lem'alar - Şuâlar - Tarihçe-i Hayat - İşarat-ül İ'caz - Mesnevi-i Nuriye - Asâ-yı Musa - Barla Lahikası - Kastamonu Lahikası - Emirdağ Lahikası-1 ve Emirdağ Lahikası-2 -Sikke-i Tasdik-i Gaybi
Mesnevi-i Nuriye
*İ’tizar
*Mukaddime
*Lem'alar Risalesi
*Reşhalar
*Lasiyyemalar
*Katre
*Hubab
*Habbe
*Zühre
*Zerre
*Şemme Risalesi
*Onuncu Risale
*Şule
*Nokta
*Münderecat Hakkında
*Fihrist
Orta boy kitaplar:Muhakemat - İman ve Küfür Muvazeneleri
Küçük boy kitaplar: Âyet-ül Kübrâ - Bediüzzaman Cevap Veriyor - Divan-ı Harb-i Örfî - Elhüccet-üz Zehrâ - Ene ve Zerre Risalesi - Esma-i Sitte - Gençlik Rehberi - Hakikat Nurları - Hanımlar Rehberi - Hastalar Risalesi - Haşir Risalesi - Hizmet Rehberi - Hutbe-i Şamiye - İçtihad Risalesi - İhlas Risalesi - İhtiyarlar Risalesi - İman Hakikatleri - Konferans - Küçük Sözler - Lâtif Nükteler - Meyve Risalesi - Miftâh-ul İman - Mi'rac ve Şakk-ı Kamer Risaleleri - Mirkat-üs Sünnet - Mu'cizât-ı Ahmediye - Mu'cizât-ı Kur'aniye - Münâcât - Münazarat - Nur Aleminin Bir Anahtarı - Nur Çeşmesi - Nur'un İlk Kapısı - Otuz Üç Pencere - Rahmet ve Şefkat İlaçları - Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri - Sünuhat-Tulûat-İşârât - Sünuhat - Tulûat - İşârât Sünuhat - Tulûat - İşârât Tabiat Risalesi - Uhuvvet Risalesi - Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar - Üstad Hazretlerinin Mehmet Kayalar Ağabeye Gönderdiği Mektuplar Yirmi Üçüncü Söz - Zühret-ün Nur
Diğer risaleler ve parçalar: Âsâr-ı Bedîiyye - Tılsımlar - Sirac-ün Nur (*3. Şua (Münacat Risalesi) 25. Lem'a (Hastalar Risalesi) 25. Lem'a'nın Zeyli 17. Mektub (Çocuk Taziyenamesi) 26. Lem'a (İhtiyarlar Risalesi) 26. Lem'a'nın Zeyli 21. Mektub 4. Şua (Ayet-i Hasbiye Risalesi) 13. Lem'a (Hikmet-ül İstiaze Risalesi) 33. Mektup (Aynı Zamanda 33. Söz Pencereler Risalesi) Eski Said'in Yeni Said'e İnkılabı Zamanındaki Hazin Münacatı 12. Şua (Denizli Müdafaanamesi) 5. Şua Hasan Feyzi'nin Manzumesi)- Fihrist Risalesi - Zülfikâr - Ta'likât #Kızıl İcaz #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Abdurrahman) #28. Mektup'un 6. Meselesi (Vehhabi meselesi) #18. Lem'a #Şualar, 14. Şua, Hata-Savab Cedveli #Maidet-ül Kur'an (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #Hazinet-ül Bürhan (Tılsımlar Mecmuasının Zeyli) #İnna A'tayna'nın Sırrı #Gayrı Münteşir (Neşredilmemiş) Kısımlar *Gayrı Münteşir Mektuplar *Risalelerden Gayrı Münteşir Kısımlar *Barla Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Kastamonu Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-1 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Emirdağ-2 Lahikasından Gayrı Münteşir Kısımlar *Denizli Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar *Afyon Hapsinden Gayrı Münteşir Kısımlar #Risale:Müdafaat Üstad Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaaları ve Resmi Makamlara Dilekçeleri *Birinci Millet Meclisinde Neşredilen Beyanname *Barla ve Isparta Hayatı (1926-1934) *Eskişehir Mahkemesi (1935) *Isparta ve Denizli Mahkemesi (1944) *Denizli Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Denizli Hapsinden Sonra) *Afyon Mahkemesi (1948 - 1949) *Afyon Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Afyon Mahkemesi Kararnamesi *Temyiz Mahkemesi *Temyiz Mahkemesi Talebe Müdafaaları *Emirdağ Hayatı (Afyon Hapsinden Sonra) *Urfa Ehl-i Vukufuna Cevap (1951) *Gençlik Rehberi Mahkemesi (1952) *Samsun Mahkemesi (1952 *Isparta Mahkemesi (1956) *Emirdağ Hayatı (Isparta Mahkemesinden Sonra) *Diğer Talebe Müdafaaları
#İşarat-ül İ'caz (A. Badıllı Tercümesi) İşarat-ül İ'caz اشارات الاعجاز فى مظانّ الايجاز İşarat-ul İ'caz KUR'AN'IN ÎCÂZ YERLERİNDEKİ İ'CÂZ İŞARETLERİ *Mütercimin İzahları *Mukaddeme *Fatiha Suresi Tefsiri *Bakara 1: Huruf-u Mukattaa *Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği *Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat *Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İman *Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı *Bakara 6: Küfrün Mahiyeti *Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi *Bakara 8: Münafıklar Bahsi *Bakara 9-10: Münafıkların Aldatması *Bakara 11-12: Münafıkların Fesad Çıkarması *Bakara 13: Münafıkların İmanda İkiyüzlülüğü *Bakara 14-15: Münafıkların Müminlerle Alay Etmesi *Bakara 16: Hidayeti Verip Dalaleti Satın Almaları *Bakara 17-18: Münafıklar Hakkında Ateş Temsili *Bakara 19-20: Münafıklar Hakkında Yağmur Temsili *Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi *Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi *Bakara 25: Cennet Bahsi *Bakara 26-27: Temsil Bahsi *Bakara 28: Yeniden Yaratılış *Bakara 29: Yedi Kat Sema Bahsi *Bakara 30: Hilafet-i İnsaniye *Bakara 31-33: Talim-i Esma *İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır
#Mesnevi-i Nuriye (A. Badıllı Tercümesi) Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye (Türkçe Tercümesi) Müellifi Bediüzzaman Said-i Nursî Mütercim: Abdülkadir Badıllı Tenbih: (Mesnevî-i Nuriye) ismi, Türkçe tercümesine Hz. Üstad tarafından konulmuştur. Arapça ismi her ne kadar "El-Mesneviyy-ül Arabiyy-ün Nurî'dir. İsim, ism-i müzekker olduğundan, Mesnevî'den sonra (Nuriye) değil, (Nurî) gelmesi lâzımdır. Fakat bu sıfat Türkçe telaffuzunda ağır ve nâmüsta'mel bir sıfat olduğu gibi; "El-Mesneviyy-ül Arabî Li-r Resail-in Nuriye" yani, "Nur Risalelerinin Arabî Mesnevîsi" manasında dahi olduğu için, "Risale"nin müfredi veya Risalelerin cem'i için sıfat olarak Nuriye gelmesi lâzım olduğundan "Mesnevî-i Nuriye" ismi tam yerindedir. (Mütercim) *Takdimler, Mukaddeme, Tenbih, İhtar, İtizar *Lem'alar *Reşhalar *Lasiyyemalar *Katre *Katrenin Zeyli *Habab *Hababın Zeyli *Habbe *Habbenin Zeyli *Habbenin Zeylinin Zeyli *Zehre *Zehrenin Zeyli *Zerre *Şemme *14. Reşha *5. Ders *Şule *Şulenin Zeyli *Nur *Kızıl İcazdan Bazı Parçalar
#Rumuzat-ı Semaniye Bu risalenin sebeb-i telifi, Kur’ân’ın tercümesini Kur’ân yerinde camilerde okutmak olan dehşetli suikastına karşı bir nevi mukabeledir. Ziyade tafsilât ve lüzumsuz bahisler girmiş. Fakat o mücahidâne ve heyecanlı mukabelede kıymettar bir gaybî anahtarı hissedip meczubâne arattırmak içinde, lüzumsuz tafsilât ve zaif ve pek ince emareler dahi girmiş. Kalbime geldi ki: Yirmi Dokuzuncu Mektubun gayet ehemmiyetli ve lüzumlu ve parlak ve îcazlı olan Birinci Makamı, bu İkinci Makamın bütün kusûratını ve israfatını affettirir. Ben de kemâl-i sürurla şükrettim, o kusurları unuttum. *Birinci Parça: 28.Mektubun 7.Meselesinin Hatimesi *İkinci Parça: 28.Mektubun 8.Meselesi *Üçüncü Parça: 29.Mektubun 3.Kısmı *Dördüncü Parça: 29.Mektubun 4.Kısmı *Beşinci Parça: 29.Mektubun 8.Kısmı
#Tefekkürname: 29. Lem'a-yı Arabî #Arabî Münacat Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Otuz birinci Lem'a'nın Üçüncü Şuaı olan Risale-i Münacattan Arabi bir parçadır. Gelen âyet-i uzmanın A'zamî bir tefsiridir." dediği Arapça bir münacat. #Arabi El-Hüccet-üz Zehrâ Risalesi: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Çok ehemiyetli Arabi bir risaleciktir. El hüccet-üz zehrâ risalesinden bir kısmının bir hülasasıdır" dediği Arapça bir parça. #Hizb-ül Mesnevi-ül Arabî: Bediüzzaman Hazretlerinin hakkında "Risale-i Nur'dan ehemmeyetle intişar eden Arabî Mesnevi-i Nuriye'nin içindeki kıymettar risalelerde eski Said'in yeni Said'e inkılabı zamanında dergh-ı ilahiyeye karşı münacatları, istiğfarları, tesbihatları ilm-el yakin derecesinde imanî şehadetlerinden parçalardır" dediği Arapça bir parça. #Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi': Yirmidokuzuncu Lem'a-i Arabiye'nin İkinci Babı olarak te'lif edilmiştir. 29. Lem'a'daki kısım ve meali için 'buraya', Şualarda geçen ve bir kısmının Abdülmecid abi tarafından yapılan tercümesi için 'buraya' bakabilirsiniz. #Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Hamza) #Kur'an Hattı Risaleler #Ayet ve Hadis Mealleri
S=Risale:Sözler . SÖZLER . Birinci Söz . İkinci Söz . Üçüncü Söz . Dördüncü Söz . Beşinci Söz . Altıncı Söz . Yedinci Söz . Sekizinci Söz . Dokuzuncu Söz . Onuncu Söz . On Birinci Söz . On İkinci Söz . On Üçüncü Söz . On Dördüncü Söz . On Beşinci Söz . On Altıncı Söz . On Yedinci Söz . On Sekizinci Söz . On Dokuzuncu Söz . Yirminci Söz . Yirmi Birinci Söz . Yirmi İkinci Söz . Yirmi Üçüncü Söz . Yirmi Dördüncü Söz . Yirmi Beşinci Söz . Yirmi Altıncı Söz . Yirmi Yedinci Söz . Yirmi Sekizinci Söz . Yirmi Dokuzuncu Söz . Otuzuncu Söz . Otuz Birinci Söz . Otuz İkinci Söz . Otuz Üçüncü Söz . Lemeat . Konferans . Fihrist
M=Risale:Mektubat . MEKTUBAT . Birinci Mektup . İkinci Mektup . Üçüncü Mektup . Dördüncü Mektup . Beşinci Mektup . Altıncı Mektup . Yedinci Mektup . Sekizinci Mektup . Dokuzuncu Mektup . Onuncu Mektup . On Birinci Mektup . On İkinci Mektup . On Üçüncü Mektup . On Dördüncü Mektup . On Beşinci Mektup . On Altıncı Mektup . On Yedinci Mektup . On Sekizinci Mektup . On Dokuzuncu Mektup . Yirminci Mektup . Yirmi Birinci Mektup . Yirmi İkinci Mektup . Yirmi Üçüncü Mektup . Yirmi Dördüncü Mektup . Yirmi Beşinci Mektup . Yirmi Altıncı Mektup . Yirmi Yedinci Mektup . Yirmi Sekizinci Mektup . Yirmi Dokuzuncu Mektup . Otuzuncu Mektup . Otuz Birinci Mektup . Otuz İkinci Mektup . Otuz Üçüncü Mektup . İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz . Hakikat Çekirdekleri . Gönüller Fatihi Büyük Üstada . Fihriste-i Mektubat . Hakikat Işıkları . Dua
L=Risale:Lem'alar . LEM'ALAR . Birinci Lem'a . İkinci Lem'a . Üçüncü Lem'a . Dördüncü Lem'a . Beşinci Lem'a . Altıncı Lem'a . Yedinci Lem'a . Sekizinci Lem'a . Dokuzuncu Lem'a . Onuncu Lem'a . On Birinci Lem'a . On İkinci Lem'a . On Üçüncü Lem'a . On Dördüncü Lem'a . On Beşinci Lem'a . On Altıncı Lem'a .On Yedinci Lem'a . On Sekizinci Lem'a . On Dokuzuncu Lem'a . Yirminci Lem'a . Yirmi Birinci Lem'a . Yirmi İkinci Lem'a .Yirmi Üçüncü Lem'a . Yirmi Dördüncü Lem'a . Yirmi Beşinci Lem'a .Yirmi Altıncı Lem'a . Yirmi Yedinci Lem'a . Yirmi Sekizinci Lem'a .*Yirmi Dokuzuncu Lem'a . Otuzuncu Lem'a . Otuz Birinci Lem'a .Otuz İkinci Lem'a . Otuz Üçüncü Lem'a . Münâcat .Fihrist . Dua
Ş=Şualar .Risale:Şuâlar . ŞUÂLAR . İkinci Şuâ . Üçüncü Şuâ .Dördüncü Şuâ .Altıncı Şuâ . Yedinci Şuâ . Dokuzuncu Şuâ . On Birinci Şuâ . On İkinci Şuâ . On Üçüncü Şuâ . On Dördüncü Şuâ .Beşinci Şuâ . On Beşinci Şuâ . Birinci Şuâ . Sekizinci Şuâ *Yirmi Dokuzuncu Lem’a’dan İkinci Bab . Eddâî .Dua . İçindekiler
TH =Risale:Tarihçe-i Hayat . BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ TARİHÇE-İ HAYATI . Ön Söz .Giriş . İlk Hayatı . Barla Hayatı . Eskişehir Hayatı .Kastamonu Hayatı .Denizli Hayatı .Emirdağ Hayatı - Afyon Hayatı - Isparta Hayatı - Hariç Memleketler - Bedîüzzaman ve Risale-i Nur - Dua - İçindekiler
İİ. İŞARATÜ’L-İ’CAZ . Risale:İşarat-ül İ'caz . Tenbih . İfadetü’l-Meram . Kur'an'ın Tarifi . Fatiha Suresi . Bakara Suresi 1-3. âyetler . Bakara Suresi 4-5. âyetler . Bakara Suresi 6. âyet . Bakara Suresi 7. âyet . Bakara Suresi 8. âyet - Bakara Suresi 9-10. âyetler . Bakara Suresi 11-12. âyetler . Bakara Suresi 13. âyet . Bakara Suresi 14-15. âyetler . Bakara Suresi 16. âyet . Bakara Suresi 17-20. âyetler . Bakara Suresi 21-22. âyetler . Bakara Suresi 23-24. âyetler . Bakara Suresi 25. âyet Bakara Suresi 26-27. âyetler . Bakara Suresi 28. âyet Bakara Suresi 29. âyet . Bakara Suresi 30. âyet . Bakara Suresi 31-33. âyetler . Ecnebi Feylesofların Kur’an Hakkındaki Beyanatları . Mehmed Kayalar’ın Bir Müdafaası . Dua . Fihrist
MN= MESNEVÎ-İ NURİYE . İ’tizar . Mukaddime . Lem'alar Risalesi . Reşhalar . Lasiyyemalar . Katre . Hubab . Habbe . Zühre . Zerre . Şemme Risalesi . Onuncu Risale . Şule - Nokta . Münderecat Hakkında - Fihrist
AM=ASÂ-YI MUSA: Risale:Asa-yı Musa .Mukaddimat - Asa-yı Musa’dan Birinci Kısım - Birinci Mesele - İkinci Meselenin Bir Hülâsası - Üçüncü Mesele - Dördüncü Mesele - Beşinci Mesele - Altıncı Mesele - Yedinci Mesele - Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası - Dokuzuncu Mesele - Onuncu Mesele - On Birinci Mesele - Asa-yı Musa’dan İkinci Kısım - Birinci Hüccet-i İmaniye - İkinci Hüccet-i İmaniye - Üçüncü Hüccet-i İmaniye - Dördüncü Hüccet-i İmaniye - Beşinci Hüccet-i İmaniye - Altıncı Hüccet-i İmaniye - Yedinci Hüccet-i İmaniye - Sekizinci Hüccet-i İmaniye - Dokuzuncu Hüccet-i İmaniye - Onuncu Hüccet-i İmaniye - On Birinci Hüccet-i İmaniye - Fihrist
BL BARLA LÂHİKASI- Risale:Barla Lahikası - : Takdim - Yedinci Risale olan Yedinci Mesele - Mukaddime - Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri - Yirmi Yedinci Mektup'un Zeyli ve İkinci Kısmı - İkinci Zeyl - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Zeyli - Yirmi Yedinci Mektup'un Üçüncü Kısmı ve Üçüncü Zeylin Nihayetidir - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (1) - Mektubat'ın Üçüncü Kısmı (2) - Kastamonu ve Emirdağ'da Yazılan Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 1 .Risale:Emirdağ Lahikası-1 . Yirmi Yedinci Mektup’tan Takdim - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
EL-2 EMİRDAĞ LÂHİKASI – 2: Risale:Emirdağ Lahikası-2 . Yirmi Yedinci Mektup’tan (Emirdağ’ında ve Isparta’da Son İkametlerinde Yazılan Mektuplardır) Giriş - Birinci Kısım Mektuplar - İkinci Kısım Mektuplar - Üçüncü Kısım Mektuplar
KL Risale:Kastamonu Lahikası. Yirmi Yedinci Mektup’tan KASTAMONU LÂHİKASI: Takdim - Lemeat'tan Önceki Mektuplar - Lemeat'tan - Lemeat'tan Sonraki Mektuplar
STG SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1 *Birinci Şuâ *Sekizinci Şuâ *On Sekizinci Lem'a *Yirmi Sekizinci Lem'a *Sekizinci Lem'a *Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2 *Dua

Önceki Risale: Lem'alar'ın FihristiFihrist RisalesiŞualar'ın Fihristi: Sonraki Risale

Fihriste'nin 2. Cildi

{(Haşiye): [1] }

Onuncu Şuâ

On Altıncı Lem'a[]

Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevaplarını muhtevidir. Şöyle ki; en başta, merakâver "Dört Sual"e cevaptır.

Birincisi: "Ehl-i Sünnet ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütûhat olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?" diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevaptır.

İkincisi: "Risale-i Nur'un müellifi, kendisini şiddetli tazyikat altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilşimemesinin sebebi nedir?" sualine gayet latif bir cevaptır.

Üçüncüsü: "İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harp aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki, bu gibi hadiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic etmekle, şeâir-i İslâmiyenin ihyasına ve bid'aların ref'ine bir derece medar olur" diye vaki sualine verilen pek letafetli bir cevaptır.

Dördüncüsü: "Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için, arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?" sualine verilen pek hoş, pek güzel bir cevaptır.

Hatimesinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suale karşı şüpheleri izale eden gayet mukni bir cevaptır.

Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç meseleye dair sorulan suallere verilen üç cevaptır.

Birinci sual:

حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

Âyet-i kerimesinin meali olan: "Zülkarneyn, Güneşi, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş?"

İkinci sual:

Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye'cüc ve Me'cüc kimlerdir?..

Üçüncü sual: Hazret-i İsa Aleyhisselâm, âhirzamanda gelip Deccalı öldüreceğine dair suallere o kadar ulvi cevaplar verilmiş ki; hem ehl-i imanın imanlarını takviye eder, hem belâğatiyle edipleri susturur, hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar.

Nihayetinde, mugayyebat-ı hamse'den yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevaptır.

Rüşdü

On Yedinci Lem'a[]

Zühre'den gelmiş "On Beş Nota"dan ibarettir.

Birinci Nota: Nefs-i insaniyetin müptelâ olduğu âfil ve nâfil şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlarını gösterip, kalbin rabıtasını kesip, yüzünü beka ve âhirete çevirir.

İkinci Nota: Bir düstur-u Kur'âni olan tevazuu emir ve tekebbürden meneder.

Üçüncü Nota:

كُلُّ اۤتٍ قَرِيبٌ

sırrıyla; mevtin hakikatını, güzel ve ayn-ı hakikat bir temsil ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy ve Kayyûm ve Bâkî ve Dâim ve Biyedihi'l-Hayr'a her umuru teslim eder.

Dördüncü Nota: Muttarid bir kanun-u Âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceğini, kat'iyyen ispat eder.

Beşinci Nota: Şu asr-ı felâket ve helâketin en büyük musibeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakimenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve Cehennem-nümun mahiyetini, hüdâ-yı Kur'ânî ile müvazene suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı ona temayülden şiddetli tenfir ettirip, sâri bir vebayı teşhis ile, eczahane-i Kur'âniyeden zemzem-i tiryakı içirir.

Altıncı Nota: Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan; kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını vesvese suretiyle göstererek, şüpheleri ve dine karşı lâkaydlığı, ayn-i hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesen ve Tûba-i Cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nuranidir.

Yedinci Nota: Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu olan ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirasat-ı dünyeviyeye ehl-i imanı sevkeden sahtekâr haniyetfuruşları, Kur'ân'ın elmas kılıncıyla öldürerek, irtidada yüz tutan veyahud mertebe-i fıska inen ehl-i imanı Kur'ân-ı Hakimin hastahanesine alır, tedavi eder.

Sekizinci Nota:

وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ

nin bir sırrını,

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

nin bir hakikatını,

اِنَّمَاۤ اَمْرُهُ اِذَاۤ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

nun bir düsturunu,

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

nin bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar herşey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa'y ve hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini ispat ve izah ile; mevcudatın en mükemmeli ve ziyahatın reisi ve arzın halifesi olan insan, tenbellik edip gaflete düşerse; cemadattan daha câmid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile, insanları vazife-i fıtriyelerine sevkedip, ulûhiyet-i mutlakayı ispat eder.

Dokuzuncu Nota: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemâlatı şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev-i insanın hakikatını taşıyan nebilerde gösterdiğini; ve nebilere intisap eden hayır ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi, ubudiyet cihetiyle de, bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet ve o intisap cihetiyle, ağzından çıkan

اَللّٰهُ اَكْبَرُ

sadâsı, Küre-i Arzın büyük bir

اَللّٰهُ اَكْبَرُ

hükmüne geçtiğini, hakkalyakin bir beyan ile, hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip; dalâlet, şer, hasâret; dinin muhalifinde olduğunu kat'i ispat eder.

Onuncu Nota: Cenab-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyat ve şahitlerin ayinelarında berahin ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup; takarrübün tarifini ve bu'diyetin vartalarını beyan eder.

On Birinci Nota: Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini, hem üslub-u Kur'âniyedeki cezâlet ve selâsetteki fıtrîliği gösterir.

On İkinci Nota:

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

kavl-i şerifine imtisâlen,

كُلُّ اۤتٍ قَرِيبٌ

sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acip asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevap, "imanın takviyesine medar Risale-i Nur Talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak" olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır.

On Üçüncü Nota: Medar-ı iltibas olmuş "Beş Mesele" dir.

Birincisi:

اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاۤءُ

sırrıyla, tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmamaları lâzıım geldiğini ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mâbudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip, haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir meseledir.

İkinci Mesele: Ubudiyetin menşei, emr-i İlâhî ve neticesi, rıza-yı İlâhî ve semeratı ve fevâidi uhreviye olduğunu ve dünyaya ait faydalar ve semereler ve menfaatler, ubudiyete, vird ve zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, ubudiyeti kısmen iptal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir meseledir.

Üçüncüsü:

طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ

hadis-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip, ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlâhinin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlâs ciheti olduğundan, insan, hareketinde rıza-yı İlâhiyi düşünüp, vazife-i İlâhiyeye karışmamasıyla âla-yı iliyyine çıkacağını yol gösteren mühim bir meseledir.

Dördüncü Mesele:

وَلاَ تَاْكُلُو مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ

âyetinin mânâ-yı işarisiyle, Mün'im-i Hakîkiyi hatıra getirmeyen ve Onun nâmıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını; eğer muhtaç ise, esbab-ı zâhiriyenin başı üzerinde Mün'im-i Hakîkinin rahmet elini görüp, "Bismillah" deyip alınacağını; hem esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz izahla, yüzleri Mün'im-i Hakîkiye çevirir.

Beşinci Mesele: Bir cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir netice veya şerefi o cemaatin reisine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi, Cenab-ı Hakkın nur ve feyzine ma'kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telâkki edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile ispat edip, hakikat-ı hâle pencere açıp gösterir.

On Dördüncü Nota: Tevhide dair dört küçük remizdir.

Birinci Remiz: Dar nazarlı, kâsır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdaniyet-i İlâhiyyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde

لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لآَ شَرٖيكَ

der, tevhidi ispat eder.

İkinci Remiz:

يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى

nin bir sırrını tefsir edip, aşk-ı mecâziye müptela olan insana, aşk-ı hakikiyi ve Mâbud-u Bilhakkı gösterir.

Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sermedi manzaralara namzed, yüksek makamda halkolunan istidadat ve letaif-i insaniye, bazen hiç ender hiç olan hevâ-yı nefse esir bulunduğundan, ikaz ve inzar ile insanı teyakkuza sevkeden büyük bir hakikatın küçük bir ucudur.

Dördüncü Remiz: Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp,

لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ

kelime-i kudsiyesinin şifâyab ve rahmetbahş hazinesine teslim eder.

On Beşinci Nota: "Üç Mesele"dir.

Birincisi: İsm-i Hafîz'in tecelli-i etemmine işaret eden

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

âyetiyle, Hafîz-i Zülcelâlin Küre-i Arz tarlasında ezel ilmiyle halkedip zer' ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i bürûdet karşısında mukavemetsiz, nihayetsiz zayıf ve küçük oldukları halde, muhafaza edip haşr-ı baharîde başka bir âlemden gelmişler gibi, evâmir-i tekviniyeye imtisal ile gelmeleriyle, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef'al ve âsar ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğini kat'i ispat edip, haşri bazı sebepler neticesi baid gören insanlara, bilmüşahede nümûnesini gösterir.

Hâfız Ali

Rahmetullahi Aleyh

On Sekizinci Lem'a[]

Unutulmuş, yazılmamış mübarekeler hey'etinin çalışkan kahramanı Küçük Ali'nin hissesidir. Ve hakkıdır ki yazsın. Onun için unutulmuş.

On Dokuzuncu Lem'a[]

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا

âyet-i kerimesini "Yedi Nükte" ile tefsir eden iktisadı emredip, israf ve tebzirden nehyeden ve bilhassa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymettar ve çok mübarek bir risaledir.

Birinci Nükte: Cenab-ı Hak, beşere ihsan ettiği bilcümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir "şükür" istediğini; iktisat hem nimetlere karşı bir ihtiram, hem Cenab-ı Hakka bir şükr-i mânevî, hem nimetin bereketlenmesine bir vesile olduğunu, israf ise; Mün'im-i Hakikinin nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahim neticeleri bulunduğunu beyan eder.

İkinci Nükte: Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcı, et'imenin verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisad ile te'min edildiğini, israf ise müvazenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini beyan eder.

Üçüncü Nükte: Kuvve-i zâika, maddi cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından; israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takip edilebileceğini ve bu hakikat, harika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylâni (K.S.) Hazretlerinin ihyayı emvat keramet-i azimesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hakim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder.

Dördüncü Nükte: İktisad sebeb-i bereket olduğundan muktesitlerin hayatları izzetle geçtiğini; israf edenlerin her vakit sefalete, hatta dilenciliğe kadar düştüklerini, hatta haysiyet ve namuslarını ve hatta mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini ve iktasadın menafi-i azimesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnâsını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır.

Beşinci Nükte: Gayet merak-âver bir bal vâkıasıyla, iktisattaki izzet ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrûmiyetin bir sırrını, pek hakikatlı bir sûrette izah eder.

Altıncı Nükte: Hisset ile, hissetten ayrı olan iktasad haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer'in oğlu Hazret-i Abdullah'ın (R.A.) bir vâkiasıyla öyle izah eder ki, iktisadın hisset olmadığını ve israftan ayrı olan sehavetin derece-i kemalini gösterir.

Yedinci Nükte: İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet ve hasâreti ve hem ihlâsı kaçırmakla âmâl-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini ve zekâvetleri yüzünden maruf ediplerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dîk-ı maişete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki, fevkinde beyan ve izah tasavvur edilmez.

Hüsrev

Yirminci Lem'a[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّاۤ اَنْزَلْنَاۤ اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ

ilâ âhir.. âyet-i kerimesiyle,

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ

Hadis-i şerifi mucibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden "Beş Nokta" ile tefsir ile izah eder.

Birinci Nokta: "Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidayet rekabetli ihtilâf ediyorlar?" diye vaki pek mühim ve pek müthiş ve ehl-i hak ve ehl-i hamiyeti hakikaten kan ağlattıran bir suale, çok esbaptan yedi sebep ile cevap verilmiştir. Şöyledir:

Ehl-i hak ve ehl-i hidayetin ihtilâfatı hakikatsız, zelil olduklarından ve himmetsiz, aşağı ve akibeti düşünmeyerek kasirünnazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya haris olduklarından olmadığı gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin de kuvvetli ittifakları, hakikatlı ve âkıbeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olduklarından olmadığını o kadar âli bir üslûpla ve hakikatlı bir ifade ile beyan ve izah eder ki; "Fesübhânallah, sebepleri bilinmediğinden, her an için üç yüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âli İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört firenk hükûmetin elinde esir olmuşlar?

Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki, Allah! Allah! Her fırsatta öyle dehşetli şenaetler yapılmış ki, engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, biçâre ehl-i İslâma tatbik edilmiş gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kanlar akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin boyunları, gaddar zâlimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o biçare Müslüman hamiyet-perverlerinin bir kısmı, darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş, hem hayat-ı dünyevileri parça parça edilmiş, hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş, bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş, nedendir?" diye vâki olacak sualin cevapları, elmas hazinesine değer kıymetindeki bu risalenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.

İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderlerken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlâsları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihad yerine tefrika ve ihtilâf girmiş; binnetice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü etmiş; bu halleri gören ehl-i dalâlet, ehl-i İslâmın bu ihtilâfat ve tefrikasını ganimet bilmiş, desiselerle âlem-i İslâma hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâmı pek müthiş bir esaret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte, asırlardanberi üç yüz elli milyon ehl-i İslâmı zincirler altında, her gün, her saat, her an inim inim inleten hâletlerin sebepleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatlı bir surette izah edilmiş. Fakat, heyhât! Zaman ve zemin müsait değilmiş ki, Beş noktadan, yalnız bir Noktası yazılmış; diğerleri te'hir edilerek, yazılmamış.

Hüsrev

Yirmi Birinci Lem'a{(Haşiye): [2]}[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَ قُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا

وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

وَلاَ تَشْتَرُوا بِاۤيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, hususan uhrevi hizmetlerde ihlâsın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risaledir. Bu risale, evvelâ, bu müthiş zamandaki Kur'ân hâdimleriyle konuşarak, der ki: "Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikat altında, müthiş dalâletler ve savletli bid'alar içinde, sizler gayet az ve gayet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve gayet büyük ve umumi ve kudsi bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye, sırf bir ihsan-ı İlâhi olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyleyse, herkesten ziyade ihlâsı kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlâsı zâyi eden esbaptan şiddetle kaçmalısınız" der ve ihlâsı kazanmak için "Dört Düstur"u beyan eder.

Birinci düstur: "Doğrudan doğruya rıza-yı İlâhiyi maksad yapmalısınız" der.

İkinci düstur: "Rekabetsiz, tahakkümsüz, gıptasız, atâletsiz hakiki bir tesanütle, faaliyetlerini umumi maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız" der. Ve Saadet-i Ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dünya ve âhirette sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet ettirildiğiniz için ihlâsa, ittifaka, tesanüde samimiyetle sarılmalısınız" diye emreder.

Üçüncü düstur: Hem birkaç misâl ile ihlâsın bir sırrı-ı mühimmini izah eder, hem İmam-ı Ali (R.A.) ve Şah-ı Geylânî (R.A.) gibi kudsi, harika kahramanların, Nur Talebelerinin başlarında Üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının veçhini beyan eder.

Dördüncü düstur: Kardeşler arasında "tefâni" sırrını, yani, "kardeş kardeşte fâni olmak" esasını ikame eder.

Ve ihlâsı kuvvetlendiren bir vasıtanın "rabıta-i mevt" olduğunu ve zedeleyen sebeplerin "riya ve tûl-i emel" gibi merdut hasletler olduğunu bildirir.

İhlâsı kazanmanın ikinci sebebi, daima huzur-u İlâhide olduğunu düşünmektir. Bu suretle, hem riyadan kurtulma çaresini, hem kazanılan ihlâsta çok meratib olduğunu beyan eder.

Daha sonra, ihlâsı kıran sebeplerden üç mâniden birincisinin "maddi menfaatler" olduğunu ve âmâl-i uhreviyedeki teşrik-i mesaide muazzam menfaat olduğunu, hem bu uhrevî kazanç, dünyevi şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlâhi ile, terâküm eden sevap ve yekûnlerinin bir misli, iştirak eden fertlerin herbirinin defter-i âmâline aynen gireceğini beyan ederek, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder. Mâniin ikincisi, ihlâsı kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhi olup şirk-i hafiye yol açan "teveccüh-ü âmme"den şiddetli kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü Mânide de "korku ve tama" yüzünden gelecek zararlar ile ihlâsın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumat-ı Sitte'de izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymetdar risaleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latîf ve çok âli ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risale-i mübarekedir.

Hüsrev

Yirmi İkinci Lem'a[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا

gibi âyetlerle, üç işaretle, Risale-i Nur müellifine ve Risale-i Nur'a ait çoklar tarafından deniliyor ki: "Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ, hiçbir hükûmet târiki'd-dünya ve münzevilere karışmıyor?" mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevap veriyor.

Birinci işaret: Risale-i Nur müellifi ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın hususan Isparta vilâyetinin mânevî terakkiyatlarına ve imanlarının inbisatına mühim bir medar olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, hususan Isparta vilâyetinin insanlarının hakları olduğunu kat'i gösterir.

İkinci işaret: Tenkit ve istifsarkârane, mimsiz medeniyet tarafından deniliyor ki "Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın muktezası olarak hususi düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana kabul etmiyorsun. Halbuki Cumhuriyet devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen, hocalık ve inziva perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin ve hükûmetin rejimine karşı hilâfına çalıştığını macera-yı hayatın gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibahı ile sosyalizim ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. Prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor?" deyip dinsizce sualine karşı:

Ne mümkün zulm ile; bidâd ile imha-yı hakikat

Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.

düsturuyla Cenab-ı Hakkın fazl-ı keremiyle ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini ve bu ihsanı kaldırmaya uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu, birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhad ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muameleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i beşer küseceğini ve anâsırın hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevap veriyor.

Üçüncü işaret: "İki sual"in cevabıdır.

Birincisi: Ehl-i Felsefe, zındıka, hesabına diyorlar ki: "Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburi cumhuriyetin kanunlarına inkıyat edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun?" demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.

İkinci sual: "Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?" demelerine karşı, eğer insan, bir cesetten ibaret olsaydı, lâyemûtâne dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddi askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki, böyle mânevî ve gayet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı; ""Elmevtü Hakkun" dâvâsını, hergün cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhaldir; öyleyse, mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinat eden mânevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder.

Şu risalenin hatimesinde, "Enaniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassasiyet var ki; eğer şuurları olsaydı, dehâ derecesinde bir muamele olurdu" diye ehl-i imana onların o hassasiyet ve desiselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların bu hâli bir istidrac olduğunu haber verir.

Küçük Ali

Yirmi Üçüncü Lem'a[]

Otuz Birinci Mektup'un Yirmi Üçüncü Lem'a'sı olan "Tabiat Risalesi"dir.

Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden; ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul, mudıll efkârı, insaflı kafilelerden tardedip, çıkaran ve saadet-i ebediyenin o hakikatlı yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, burhanlarıyla ispat eden ve müellifine ebedi rahmet okunmasına vesile olan, âlî, gayet kıymettar bir risaledir. Bu risale,

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

âyet-i kerimesinin bir tefsir-i vâzıhı olup, "Cenab-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı" demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlâhiyeyi bedahet derecesinde gösterir. Şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, bin üç yüz otuz sekiz senesinde ordu-yu İslâmın Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içine gayet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gayesiyle Ankara'da Arapça olarak tabedilmiş olan bu risalenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.

Mukaddime: İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın bilmeyerek istimal ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder.

Birinci kelime: "Evcedethü'l-esbab" yani; esbab-ı âlem icad ediyor.

İkinci kelime: "Teşekkele binefsihi" yani; kendi kendine oluyor.

Üçüncü kelime: "İktezathü't-tabiat" yani; tabiat iktiza edip, yapıyor.

Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal doksan muhalâtı tazammun eden üçer muhalden dokuz muhal ile, açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan "Tarik-i Vahdaniyet" ile, bilcümle mevcudat, bir Kadir-i Zülcelâl'in kudretiyle vücud bulduğunu, hakiki ve letafetli temsilleriyle ispat eder.

Birinci Kelime: "Evcedethü'l-esbab" Teşkil-i eşya, esbab-ı âlemin içtimaiyle vücud bulmasının pek çok muhalâtından üç tanesini zikreder.

Birincisi: "Herhangi bir zihayatın icadı Vâhid-i Ehad'e verilmeyip, esbaptan talep edilse, bir eczahane-i kübrada mevcut kavanozların içindeki maddelerin garip bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması" temsiliyle gösterilen vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini beyan eder.

İkinci muhal: Mevcudattan bir sineğin inşası Vâcibü'l-Vücuda verilmeyip esbab-ı âlem yapıyor denilse; kâinatın ekserisiyle alâkadar olan bu sineğin herbir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi ve anâsır ve tabayii, usta gibi, o sineğin hem zâhirinde hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhal, sofestaileri dahi, eblehane meslekleri içinde utandırıyor.

Üçüncü muhal: "Bir vâhidin vahdeti varsa, herhalde bir elden sudur ettiği" kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan ve şu câmi, hayata mazhar olan bir mevcut, eğer Vâhid-i Ehad'ın bir masnuu kabul edilmezse; câmid, câhil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi bir hayata malik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.

İkinci Kelime: "Teşekkele Binefsihi" yani, kendi kendine teşekkül ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalâtlardan üç muhali, nümûne olarak zikrediyor.

Birincisi: Her mevcut, basit bir madde olmadığı gibi câmit ve tegayyürsüz dahi olmadığından ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acip bir makine ve gayet harika bir saray olmakla beraber, zâhiri ve batınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte, herbir mevcud Hâlık-ı Külli Şey'e isnat edilmeyip, "kendini kendine teşekkül ediyor" denilse, o vakit herbir mevcudun herbir zerresine, bir Eflâtun'a bedel binler Eflâtun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan edip ispat eder.

İkincisi: Herbir mevcut, bilhassa ferd-i insan, birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve herbir kubbesi binler zerratın başbaşa vermesiyle teşekkül etmiş acip nakışlı garip bir san'at-ı hârika olduğu halde, "Bu masnuat bir Sâni-i Vahidin eser-i san'atı değildir. Kendi kendine teşekkül ediyor" denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki, bu mefkûre sahiplerini cehlin en müntehasında oturtarak, echeliyetle techil eder.

Üçüncü muhal: Sâni-i Zülcelâlin icadı olan her bir masnu, kalem-i kader-i Ezeli'nin bir mektubu olmazsa, "esbab-ı âlem icad ediyor" denilse, o vakit o esbab, evvela o masnûun bedenindeki hüceyrelerinden tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hatta bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için, keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenâhi muhalatı intaç eden bu fikri kabul edenler, bu hakikattan yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der.

Üçüncü Kelime: "İktezathü't-tabiat" yani; tabiat iktiza ediyor. Bu idlâl edici mudill fikrin pek çok muhalâtından üç muhalinin;

Birincisi: Şudur ki: Şems-i Ezeli'nin kalem-i kader ve kudreti olan alîmâne, basîrâne, hakîmâne san'at-ı icad, o Zât-ı Zülcelâle verilmez de hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnuatı yapmak için, ya herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut herşeyde kâinatı halkedip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. Bu ise, herbir mevcutta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdeta bir İlâhı içinde kabul etmek lâzım gelir ki, bu ise, kâinattaki muhalâtın en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı kâinatın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyatına "tabiat" namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.

İkincisi: Gayet intizamlı ve mizanlı ve hikmetli olan şu mevcudat, nihayetsiz Kadir ve Hakîm bir zatın icadıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebatatın menşei ve meskeni olan ve nebatata saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makinaları ve matbaaları yerleştirmeli ki; o toprak, her türlü nebatatın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dahilinde verebilsin. İşte bu hurafeyi ve hadsiz muhalâtı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suûbetli ve müşkilâtlı acip muhalâtın; nasıl sühûletli vücuda inkılap ettiği hakkındaki suale hakikatlı ve gayet mâkul bir cevap verilmiştir.

Üçüncüsü: İki misâli var.

Birincisi: Hâli bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattır. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu'cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, ulûhiyeti inkâr eden vahşi tabiiyyunlar girerler. Gördükleri mevcudatın, daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun eser-i san'atı olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlâhiyenin tebeddül ve tegayyür eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i Âdetullaha ve bir fihriste-i san'at-ı Rabbaniye olan İlâhi kanunlara yanlışlıkla "tabiat" namını verip, eşyanın icadını ona tahmil ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehasında en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.

Üçüncü muhalin ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir camie giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattır. Sultan-ı Ezel ve Ebed'in hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki, bütün mevcudat iş başında vazifededirler. Sâni-i Zülcelâl'in Zât-ı Akdesinden i'raz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl'in bir cilve-i Rabbâniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadir telâkki ederek mânevî kanunlarını birer maddi madde tasavvur etmekle beraber o kanunların ellerine icad vererek "tabiat" namını taktıklarından, bütün gördükleri şu harikulâde mevcudatı tabiata isnad edip, vahşilerin en vahşisi olduklarını ilân ederler.

İşte taksim-i akli ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yollar hadsiz ve hesapsız muhalleri icap eden dokuz muhal ile kapatılarak, bilbedahe ve bizzarure, dördüncü yol olan vahdet yolu kat'i bir surette sabit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbab-perest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terkettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet latîf bir beyandan sonra, sorulan iki şüpheli sualin birincisine, "redd-i mudahale ve men-i istirak kanunları"nın muktezasiyle; ikincisine de Hâlık-ı Zülcelâl bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i Rubûbiyetini inkâr ettirecek

bir tarz olan mahlûkatın ibadetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubudiyetini başkalara vermeye rıza göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevaplarla mukabele edilmiştir.

Hâtimesinde, tabiat fikr-i küfrisini terkeden ve imana gelen zâtın, merak-âver üç sualinden:

Birincisi: "Tenbelliklerinden dolayı namazı terkedenlerin Cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?"

İkincisi: "Gözle görülen bu nihayet derecede mebzuliyet ve icad-ı eşyadaki intizamlı sûret, hem vâhdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve suhûlet, hem nass-ı Kur'ân'la

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

وَمَاۤ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?"

Üçüncüsü: "Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey idam edilmediği gibi hiçten birşey de icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?" demelerine karşı, pek dakik ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni ve müskit olarak serdettiği delâil-i akliye ile, esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatlı ve musib cevaplar vardır.

Hüseyin

Yirmi Dördüncü Lem'a[]

"Dört Hikmet" i hâvidir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَاۤ اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاۤءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ

ilh. gibi âyetlerle, Kur'ân-ı Hakim, tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise, Kur'ân'ın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtri görmediğinden, "bir esarettir" deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur'ân-ı Hakim'in bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî olduğunu, çok tecrübe ve misallerle izah ve isbat edip onları iskat ve tesettüre kat'i emrediyor.

Birincisi: Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Çünkü, hilkaten zaife ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihama maruz kalmamak için fıtri bir meyli bulunduğunu, hem kadınların ondan altısı; ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini, hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise, pis ve şehevani ve sakil insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini ve Kur'ân-ı Hakimin tesettüre emri fırti olmakla beraber, o nazik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmeleri için, tesettürle zahiri ve batınî zilletten ve mânevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât ediyor.

İkinci hikmet: Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedi bir hayatta ciddi bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedi arkadaşı olan kocasının ebedi arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat'iyyen ve fıtraten iktiza ettiğini; ve sefih, gaddar medeniyetin "gayr-ı fıtri ve esarettir" demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre kat'i emrediyor.

Üçüncü hikmet: Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir muhabbetle devam ettiğini ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını ve açık saçık kadının on'dan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden açık saçıklık ve hayvani nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hatta o hayvani, süfli ve pis görünmek, akrabalık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünüş akraba misilli olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu gayet kat'i bir surette ispat eder.

Dördüncü hikmet: Kesret-i nesil her cihetle matlûb olup, her millet ve her hükûmet buna taraftar olduğu, hatta Resul-i Ekrem Aleyhissalât Vesselâm

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ الْاُمَمَ

yani: "İzdivac ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim" buyurmasını, tesettürsüzlük izdivacı çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünkü, serseri asri bir genç dahi refikasının gayet namuslu olmasını istediğini ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve herşeyine dahilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu, tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadakatı ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat ve sehavet o sadakat ve emniyeti ihlal ettiğini ve memleketimizin Avrupaya kıyas eldilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zâfına ve kuvvetin sukutuna sebep olacağını ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maişet meşgalesiyle uğraştığından, san'at ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat'i ispat eder.

Rüşdü

Yirmi Beşinci Lem'a[]

"Yirmi Beş Deva"yı hâvidir.

Bu risale,

اَلَّذِينَ اِذَاۤ اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُواۤ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّاۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

gibi âyetler, ehl-i imanın musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhani ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir. Gayet mukni bir tefsir ve o ehl-i imanın on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı mânevî bir tiryak ve gayet nâfi bir eczahane gibi olduğunu, hattâ herbir deva, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın eczahane-i kübrası olan,

وَالَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِى وَيَسْقِينِ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ

gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devalı bir mübarek mâkes ve bir mâ-i zemzeme-i Kur'ân hükmünde olduğunu gösterir.

Birinci Deva: İnsanın hastalığı zâhiren bir nevi dert gibi ise de, dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve afiyet ve istiğnadan gelen bir gafletle zâyi olduğundan, hastalık o zâyiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır.

İkinci Deva: İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibadettir ki, namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki, hastalıklar insana aczini, zâfını hissettirdiğinden, halis, riyasız mânevî bir ibadet olduğunu ve bu hastalıkların, Allah'tan şekva etmemek şartıyla, mü'min için, bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır.

Üçüncü Deva: İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahid olduğunu; hem, insan zîhayatın en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belâları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini, hastalık ise, sağlık ve afiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır.

Dördüncü Deva: İnsan, hastalıktan şekva değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünkü o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından ve mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla o sayade güzel bir mahsûl aldığından, o eza, o bağın hakkında eza değil, belki mahsûlünün yetişmesine medar olduğundan, şikâyete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da, hastalıkla yapılan tasarruftan şikâyet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman "Ya Sabûr" deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.

Beşinci Deva: Bu zamanda, hususan gençler hakkında, hastalık o gençleri gençlik sarhoşuluğundan menettiği için, onların hakkında o hastalık mânevî bir sıhhat ve afiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır.

Altıncı Deva: Musibetin gitmesiyle mânevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünkü, "Elemin zevali lezzettir" diye, o elemli musibetler, zeval ile ruhda bir lezzet-i irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır. Hatta bu devanın ehemmiyetindendir ki, te'lifatında iki kere aynı numara tekrar etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini ispat eder.

Yedinci Deva: Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünkü, birşey devam etse; tesirini kaybeder, usanç verir. Hatta ehl-i hakikat demişler:

اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا

yani: "Herşey zıddiyle bilinir" "Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz" diye mâkul ve şirin bir devadır.

Sekizinci Deva: Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki ettiriyor. Çünkü; hastalık, sabun gibi, günahları siler, temizler; güzel bir keffaretü'z-zünub olduğu hadis-i şerifle sabit olduğunu; hem imanlı olan bir insanın maddi hastalığı, mânevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirisinin hatasıyla şahs-ı mânevîsi hasta olduğundan, zâhir hastalığı o hatalardan geri koyup, mânevî istiğfara sebep olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir.

Dokuzuncu Deva: Cenab-ı Hakkı tanıyan bir insan için, ölüme sebep olan hastalıktan korkmak olmadığını ve ölüm, insanın tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i iman olan ahbaplarına kavuşmak olduğunu; hem ölüm mukadder olup, bazen hastalıklıların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması; hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalâlet için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye olduğunu bildiren gayet mülâyimane güzel bir devadır.

Onuncu Deva: İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağını, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zâhir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını, hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devadır.

On Birinci Deva: Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu âna kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile, bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu: hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek mânâsız olduğunu ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak fayda vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber veren en âlâ bir devadır.

On İkinci Deva: Hem, insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kaldığına teessüf etmemesini; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibadet ve evradının sevabı aynen ve daha halis bir surette verileceği hadisçe sabit olduğu ve insan o sayede aczini ve za'fını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal ve lisan-ı kaliyle dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmesine sebep olduğundan,

قُلْ مَا يَعْبَؤُ بِكُمْ رَبِّى لَوْلا دُعَاوءُكُمْ

sırrını anlattığından, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir.

On Üçüncü Deva: Hastalıktan şikâyet edilmeyeceğini; ve hastalık bazılarına bir define olduğunu; ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf ve reca ortasında bulunmak lâzım olduğunu; ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devadır.

On Dördüncü Deva: Hem, ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında -yani kör olmasında- pek mühim bir nur ve mânevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazinane fâni bir güzelliğini fâni bir sûrette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedi gözler ile ebedi bir surette Cennette Cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder.{(Haşiye): [3]}

On Beşinci Deva: Hastalığın sûretine bakıp "ah!" eylemek câiz olmadığını, belki mânâsına bakılsa "oh!" diye mânevî lezzetler akıtacağını; çünkü "Mânevî sevap lezzeti olmasaydı, Cenab-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi" diye hadis-i şerifte

اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َالْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْاَوْلِيَاءُ َالْاَمْثَلُ فَالْاَمْثَلُ

-ev kema kal- hadis-i şerifinin sırrını ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını bâhusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehid olacaklarını en güzel bir sûrette haber verir.

On Altıncı Deva: Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünkü, sıhhat ve afiyet, nefs-i emmareye, her cihetçe istiğna gösterdiğinden; hastalık, o istiğna yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devadır.

On Yedinci Deva: İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir olmak caiz olmadığını, çünkü, en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini; çünkü, imanı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel teselli etmek, hususan ana ve baba olsa, onların dualarını kazanmak en âlâ bir hayrat ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir.

On Sekizinci Deva: İnsan şükrü bırakıp şekvaya gitmeye ve bir hakkının zayi olmasından şikâyete hiç hakkı olmadığını; çünkü senin üstünde Cenab-ı Hakkın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını ifa etmediğinden dolayı Cenab-ı Hakka karşı bir haksızlık ettiğini; hem, sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki biçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani, bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa, iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu; çünkü, sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve afiyet görüp yüksek bir dereceye nail olduğun halde, bazı ârızalarla ve kendi sû-i ihtiyarınla ve sû-i istimalinle elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekva etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet olduğunu gösterir bir devadır.

On Dokuzuncu Deva: Cemil-i Zülcelâl'in bütün isimleri, "Esma-i Hüsna" tabir-i Samedanisiyle güzel olduklarını ve mevcudat içinde en latîf, en câmi' âyine-i Samediyet de hayat olduğunu ve güzelin ayinesi güzel olduğunu ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o ayineya da o güzelden ne gelse, güzel olduğunu ve hayat daima sıhhat ve afiyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir ayine olacağını ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni-i Hakim sair azaları o uzva muavenetdarane teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine afiyete bırakıp gittiğini ispat eder.

Yirminci Deva: Hastalık iki kısım olup; bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmi olduğunu; hakiki kısmına Şâfi-i Zülcelâl Küre-i Arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva istif ettiğini; ve o devalar ise, dertleri istediğinden, onları istimal etmek meşru olduğunu, fakat devanın te'sirini Cenab-ı Haktan bilmek lâzım olduğunu; vehmi hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder.

Yirmi Birinci Deva: Hastalıkta maddi bir elem olup, o elemi izale edecek mânevî bir lezzet ihata ettiğini ve zâhiren peder ve valide ve akrabaların şefkatları, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbetdarane baktığından o elem çok ucuz düştüğünü; maddi ve mânevî çok yardımcıları bulunduğundan, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu ispat eder.

Yirmi İkinci Deva: Nüzul gibi ağır hastalıklar mü'min için pek mübarek sayıldıığını ve ehl-i velâyetce mübarekiyeti meşhud olduğunu ve Cenab-ı Hakka vasıl olmak için iki esasla gidildiğini, nüzul gibi hastalıklar ise o iki esasın hassasını verdiğini; o iki esasın birisi; râbıta-i mevt, yani, dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi kendinin de fani ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir. İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, bir kısım ehl-i iman çilelerle nefs-i emmareyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu suretle kazandıklarını ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hassa bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü ispat edip gösterir.

Yirmi Üçüncü Deva: Hastalık, gurbette ve kimsezilikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en katı kalblerin dahi rikkatini celbettiğini ve Kur'ân'ın bütün sûrelerinin başlarında "Errahmanirrahim" sıfatıyla kendini bize takdim eden Allah, bir lem'a-i şefkatiyle, umum yavruların yardımına validelerine koşturduğunu ve her baharda, bir cilve-i rahmeti ile nimetlerini bize gönderdiğini ve o nimetlere nail olmak, iman ve intisabla ve Onu tanımakla olduğunu ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise, Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametini celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir.

Yirmi Dördüncü Deva: Mâsum çocuklara ve mâsum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevi büyük bir ticaret olduğunu ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için birer şırınga-i Rabbaniye olduğunu ve o şırıngalardan gelen sevap ve ücret, onlara bakanların ve bilhassa validelerinin defter-i âmâline yazıldığını ve bu hakikatın ehl-i hakikatça meşhud olduğunu ve bilhassa ihtiyar peder ve valide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar olduğunu ve onlara bakanların da, ileride kendi evlâdlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azab-ı uhrevi olduğu gibi, dünyaca da çok felâketlere maruz kaldıkları ve kalacakları vukuat ile sabit olduğunu ve akrabası olmazsa bile, yine onlara bakman İslâmiyetin iktizasından olduğunu gayet kat'i ispat eder.

Yirmi Beşinci Deva: Bütün hastalıkların gayet nâfi ve mânevî bir devası ve hakiki ve kudsi bir tiryakı ise, imanın inkışafı olduğunu; tevbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile, o tiryak-ı kudsi olan iman ve imandan gelen ilâcın istimal edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan mânevî büyük dünyalarının tedavisi, kudsi bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o iman ilâcının tesiri ise ferâizi yapmak ile olduğunu ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrûa, o tiryakın tesirini menettiğini göze gösterip, gayet kat'i bir surette izah ve ispat eder.

Hafız Mustafa (R.H.)

Yirmi Altıncı Lem'a[]

كۤهَيَعۤصۤ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا اِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاۤءً خَفِيًّا قَالَ رَبِّ اِنّىِ وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَاۤئِكَ رَبِّ شَقِيّاً

Yirmi Altıncı Lem'a, "Yirmi Altı Rica"dır

Birinci Rica: Her şeyin aslı, nûru, ziyası, menbaı, mâdeni, çeşmesi iman olduğunu; herşeyden evvel, o kudsi, münezzeh, mualla nûru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, icazlı bir ricadır.

İkinci Rica: Hakikatta sabi hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahim'e iman ve intisap ve itaatla, sabiler gibi Rahmanirrahim isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nur-efşan bir hakikattır.

Üçüncü Rica: Nev-i beşerin ister istemez müptelâ olduğu sevkiyat-ı berzâhiye ve inkılâbat-ı uhreviyede, iki cihanın serveri ve enbiyanın seyyidi ve rahmet ve merhamet-i İlâhiyenin timsâli olan Peygamber-i Zişanımız Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder.

Dördüncü Rica: Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, yakınlaştıkları kabir kapısını düşündükleri ve o zâhiren karanlıklı görünen âlemleri, nuruyla tenvir eden ve aydınlaştıran ve insana bir harfi on sevap ve hayır ve bazan yüz ve bazan bin sevap ve hayır kazandıran ve hazine-i rahmetin miftahı olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanı nur-u iman ile dinleyip, evâmirine itaat ve nevâhisinden içtinap edenlerin âlem-i ebedide müferrah olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir rica kapısını gösterir.

Beşinci Rica: Her ferdde ve her şahısta cüz'i külli tesirini gösteren teselli-i iman-ı bil-âhiret, ihtiyarlara daha azim ve kuvvetli bir rica ve teselli verdiği için, ithiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnut olmak ve Cenab-ı Hakka şükür ve hamd edilmesini tavsiye eder.

Altıncı Rica: Nur-u iman ile kâinatın tabakaları ve arzın mevcudatı ve mahlukatı, munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahim'e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale ettiği gibi, ihtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat zamanında kitab-ı âlemin harfleri sayısınca şahidleri ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olan cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetin delilleri bulunan en makbul bir şefaatçı olan acz ve zaafın dürbünüyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, rica yolunu gösterir.

Yedinci Rica: Fani dünyaya eblehâne bâki süsü veren ve payitaht-ı hükûmette görülen bina-yı evhamı altı cihetten çürütüp, dalâletten gelen müthiş zulmeti, nur-u Kur'ân ve sırr-ı iman ile dağıtıp, biçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat vadilerinden çıkarıp sahil-i selâmete ve rahmet-i Rahmân'a yetiştiren mücahid bir ricadır.

Sekizinci Rica: Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re'fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedi bir hayat için halkettiği nev-i insanı nisyan-ı mutlaktan kurtarmak için, Kur'ân-ı Azimüşşanda,

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

ferman-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi, o ölümün bir emaresi ve bir müjdecisi ve insanın daimi arkadaşı ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başı aşağı olmaya hazırlanmış olan ve gaflete daimi meyyâl ve fâniye müptelâ olan insanı, sırr-ı iman ve nur-u Kur'ân ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica düsturunu eline verir.

Dokuzuncu Rica: Acz ve za'fı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık, rahmet ve inayet-i İlâhiyenin celbine vesile olduğu gibi, emr-i Kur'ân ve işaret-i nebeviye ile (A.S.M.), küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerimin teveccühüne mazhar, hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica kapısını açar.

Onuncu Rica: Kur'ân-ı Hakim'in nûruyla, hakikat ve vâkiü'l-hal olan mevt, hayata tercih edilip sevildiği gibi; âlem-i berzahta olan emvâtın, elbette dünyada muvakkat misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet ve ülfete lâyık olduğu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden, imanlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlâhiye olduğunu ve bazan seyrü sülûk ile derecat-ı evliya gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricadır.

On Birinci Rica: İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzet olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek, bir melce, bir istinatgâh, taharriler neticesinde, Kur'ân-ı Hakîmin lisanından çıkan "Lâ ilahe illâ Hu" ferman-ı kudsiyesi imdada yetişip, kâinatta esbap ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfri olduğunu gösteren ayn-ı hakikat bir iki temsil ile zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihata-i ilminde olan bir Kadir-i Ezelînin vücub-u vücudunu ispat edip, nur-u imana vesile olan kuvvetli bir rica kapısını ihsan eder.

On İkinci Rica: Rahmetullahi aleyh Abdurrahman'ın vefatı üzerine,

كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyet-i kudsiyesinin sırrıyla,

يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى

يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى

hakikatıyla,

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

âyetinin tesellisiyle birtek cilve-i inayeti bütün dünya yerini tutan ve birtek cilve-i nûru bütün zulmeti izale eden Bâki-i Zülcelâl ve Sermedi-i Zülkemal ve Rahim-i Zülcemal'in teveccühü bâki ise, yeter. Gidenler Onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki bir hakikatla gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete müptelâ olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülecelâle çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalblere iman nuru bahşeden elektrik-misâl bir ricadır.

On Üçüncü Rica: Harb-i Umumide Van şehrinin, Rus'un istila etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması ve ekser ahâlisinin şehadet ve muhaceretle kaybolması ve Medrese-i Horhor'un harap olup vefatı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, "Horhor'un başında duran ve yekpâre bir taş olan Van Kal'ası" kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kal'asının başında, şiddet-i me'yusiyet ve matem içinde iken, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın

سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetinin hakikatı tecelli edip; o rikkatlı, hırkatli, dehşetli hâlattan kurtarıp; nazarı, âfâka, Âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun'i bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelinin herbir harfinde bir kitap yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izale edip, bilâhare de Medrese-i Horhor yerine Isparta'yı medrese ve müfarakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahim'in dergâhına yakınlaşan o dergâhta makbul birer abd olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifânesinden mükedder ve me'yus olmamalarını; o kudsi imanı ve müsellem İslâmiyeti ihsan eden bir Muhsin-i Kerim'e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymettar bir ricadır.

Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten

Hâfız Mustafa

On Dördüncü Rica: Ehl-i dünya, Üstadımızı herşeyden tecrid edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, me'yusane olarak başını eğdiği zaman,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Âyet-i Hasbiyesi imdadına yetişerek, "Beni dikkatle oku" demesi üzerine.. günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz mertebe-i Hasbiyenin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişaf ettiğini...

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı beka, mutlak kemal sahibi Zât-ı Zülcelal ve Zülcemal'in bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını.. ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasında ve Ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Üstadımız ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrid içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desiseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman, "Eli bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?" diye kalbine hitab edip

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona: "İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan'a intisab edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin" diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

dediğini ifade etmiştir.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzed olduğunu, fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak'ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona:

حَسْبُنَا

daki

نَا

ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile

حَسْبُنَا

yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

in manasını yâdettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğini ve iman dûrbîni ile baktığında; ölümün firak değil visal olduğunu, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sünbüllenmesi olduğunu beyan etmiştir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, Âyet-i Hasbiyeden aldığı imdad ile der: Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça; beka bulur, hem bâki meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir.

Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatını anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şua'daki bu mertebenin dört mes'elesine baksınlar, dirilsinler.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Daimî tahribatçı olan zeval ve fena; ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için, bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğinde "Beni oku ve dikkatle manama bak!" demesi üzerine, Sure-i Nur'daki

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

âyetinin rasadhanesine girip, imanın dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dûrbînle gördüğü esrarı zikretmektedir.

Bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat; Cemil-i Zülcelal'in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risale-i Nur'un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir.

On Beşinci Rica: Bu rica Denizli hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip, tedkik edilmesi neticesinde; değil tenkid edip düşmanlık göstermek, belki tedkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkid yerine takdir ettirdiğini.. ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebeb olduğunu..

ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek; büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna "Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun" diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle "Elhamdülillah" diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.

Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini.. ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiç birisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını.. ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının "Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar." diye olan itiraflarını.. ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur'an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın "Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyecekler inşâallah!" dediğini beyan etmektedir.

On Altıncı Rica: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan'a ve Nur'un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde.. bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü.. ve Üstadımız müteellim ve Nur'lara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını ve yine Denizli hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını.. ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini.. ve onun yerine merhum Hâfız Ali'nin şehid olarak Berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevab vermesi.. ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi.. ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra, gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil; bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur'an ve imanın hakikatlarına mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini.. ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.

Yirmi Yedinci Lem'a[]

Müdafaatın çok kısacık fihristesidir

Risale-i Nur'u mahvetmek ve yüzer şakirdlerini imha etmek için suikast ile tertip ve ihzar edilen gaddar ve müthiş bir planı akim bırakan mülayimane bir müdafaadır.

Bu lem'a, Risale-i Nur şakirdlerinin bir kuvve-i müdafaası ve muhafazasıdır. Bu lem'a hayretbahş (sekiz safhayı) havidir.

Birinci safha: Sorgu hakimlerinin suallerine karşı akılları durduran hakiki ve kat'i cevapları havidir.

İkinci safha: Sorgu hakimlerinin nâhak ve fuzuliyane suallerine ve isnad olunan ittihamları hiçe indiren son müdafaat namıyla umum suallerine müskit cevapları muhtevidir.

Üçüncü safha: Son müdafaatın gayet mühim iki tetimmelerini mündericdir.

Dördüncü safha: Müdde-i umumi ve sorgu hakimlerinin tahkikatına istinaden yirmi dokuz sayfalık iddianameye karşı on dokuz ferman hükmünde edille-i kat'iyye ve berahin-i sübutiyyeyi câmi on dokuz sayfalık bir itiraznamedir.

Beşinci safha: Sorgu hakimlerinin altmış üç sayfalık lüzum-u muhakeme kararlarını Risale-i Nur naşirine okumasını müteakip o kararı çürütecek beş umdeli müskit ve mülzim bir cevaptır.

Altıncı safha: Müdde-i umuminin tecziye talebine dair olan iddianamesine mukabil iki mühim noktadan ibaret ve Risale-i Nur'un tam tebriesini mucib, üçüncü bir itirazname olduğu halde, esefle karşılanan haksız ve indî bir hüküm ve karara uğrayan safhaya aittir.

Yedinci safha: Haksız ve icapsız tebliğ-i mahkumiyetten sonra mahkeme-i temyize verilen müsbet ve müberhen ve müdellel ve müessir bir temyiz layihasını havidir.

Sekizinci safha: Adliyeyi velveleye veren çok ehemmiyetli layiha-i tashihi havidir.

Şu lem'a çok şevk ve merak ile mütalaa edilerek pekçok intişar ettiğinden fihristesi gayet kısa bırakılmıştır.

Sabri (Rahmetullahi Aleyh)

Yirmi Sekizinci Lem'a[]

Eskişehir hapishanesinin hatırası olup (Yirmi sekiz) nüktedir.

Birinci Nükte: Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhu, Kaside-i Ercûzesinde

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطيِرًاً

deyip, bu zamanda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifri ve ebcedi rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla vaki cereyan-ı küfriyâneye işaret ettiği gibi, hem Ercûzesinde, hem Ercûzeyi te'yid ve takviye eden Kaside-i Celcelûtiyesinde sarahate yakın

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur'a ve müellifine hususi iltifatını

اَقِدْ كَوْكَبِى بِالْاِسْمِ نُورًا وَ بَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَالْاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ

deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur'un bedi' bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın en mühim bir şâkirdi ve ulûmunun birinci nâşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhu, bidâyet-i İslâmda, Kur'ân'ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek İsm-i Azamı şefi' tutup kahramanane ve merdane hakâik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur'ân'a muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı İsm-i Âzamı şefi' ve melce ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur'ân'ın i'câzından gelen ve hâtem-i mu'cizeyi gösteren Risale-i Nur'un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, İsm-i Âzamın; kibriyalı, azametli nuruyla ve ism-i Rahman ve Rahim'in şefkatli ve re'fetli tecellisinden nebeân eden âb-ı hayat ile söndüren ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i burudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur'u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali radiyallahu anhın makam-ı velâyetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.

Hem Kaside-i Celcelûtiye'nin bir kerameti olan

فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ

dan başlayan üç dört satırda kuvvetli emâre ve delilden,

Birinci emâre:

فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ

cifir ve ebcedi hesabıyla bin üç yüz elli üç senesi ki, Risale-i Nur şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda "Sekine" tâbir edilen İsm-i Âzamı, yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa dâimi vird eden Risale-i Nur müellifinin isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i Âzamı hâmil Risale-i Nur Müellifinin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini Lillahilhamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviyyeyi tasdik ettiğini...

İkinci emâre:

فَقَاتِلْ وَ لاَتَخْشَ وَ حَارِبْ وَ لاَتَخَفْ

fıkrasıyla, eski Harb-i Umumiye iştirak ile; yara, bereye ve nihayetsiz korkulara mâruz kalıp, nihayet Rusya'ya esir giden, hem dehşetli bir harb-i âhirzamanda mühim bir vazife ile mükellef edilip, yılandan daha zehirli akreplerin bulunduğu bir memlekete düşen ve gece gündüz yılanlarla harbeden Risale-i Nur müellifine

فَقَاتِلْ وَ لاَتَخْشَ وَ حَارِبْ وَ لاَتَخَفْ

ile iltifatını ve mânevî siyanet ve muhafaza ve imdadını haber veriyor.

Üçüncü emare: Üç güz mevsiminde medâr-ı teselli üç keramettir.

Birincisi: Gavs-ı Âzam radiyallahu anhu.

يَا مُرِيدِى كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلَّهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا

tabiriyle on beş emâre-i kaviye ile;

İkinci güzde, aynı mevsimde, Hazret-i Ali radiyallahu anh,

يَا مُدْرِكًا لِذَلِكَ الزَّمَانِ

tabiriyle kuvvetli delillerle...

Üçüncü güzde,

فَيَا حَامِلَ الاِسْمِ الَّذِى

ilâ âhir.. diye yine Hazret-i Ali radiyallahu anh kerametkârane Risale-i Nur müellifine bakıp; Sekiz, Onsekiz, Yirmisekizinci (numaralı lem'alar olan) risalelerin kuvvetli ve i'câzlı telifleriyle havfe düşen ve teselliye muhtaç olan Risale-i Nur şakirdlerinin

لاَ تَخْشَ لاَ تَخْشَ

kelimeleriyle korkularını izale edip teşçi etmeleri, Kur'ân hizmetkârlarına bir ikram-ı İlahi olduğunu gösterir.

Hem

وَ اَقْبِلْ وَلاَتَهْرَبْ

fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhatabı Saidü'n-Nursî olduğundan, "Yâ Saidü'n-Nursî! Karşıla, kaçma!" deyip teşci ettiği gibi, aynı

وَ لاَ عَقْرَبَ تَرَى

Fıkrasının hususi muhatabı o Nursî olduğuna kuvvetli delil, Barla'da küçük mescidinde otururken emsali görülmemiş bir akrebin bulunması ve ekseriya insan akreplerinin aynı yılan ve akrep şeklinde maddî ve mânevî ona görülerek ziyade meşgul olmasıdır.

Ve

وَلاَ اَسَدٌ يَاْتِى اِلَيْكَ بَهَمْهَمَتْ

fıkrası

يَا كُرْدِى

diye nida ettiği bir kerametidir. İnsan şeklindeki canavarların o Nursî'nin ismini

كُرْدِى

diye çağıracaklarına bir işaret olduğu gibi, bir canavar dağ başında bir arkadaş gibi gelip musahebe şeklini göstermesiyle de bu fıkranın hususi muhatabı o Nursî'dir.

وَلاَتَخْشَ مِنْ سَيْفٍ وَلاَطَعْنِ خَنْچَرٍ

cümlesi bedahet derecesinde Risale-i Nur müellifini göstermesi, son zamana kadar üzerinde taşıdığı hançeriyle ve kavm-ı kabilesinin millî silahı olan seyf ve hançeri olduğu emaresiyle de bu fıkrada muhatap o olduğunu ispat edip başında parmağını gösterir.

Netice: Dokuz "hem hem" lerin gösterdiği dokuz hakikat, Risale-i Nurda ve müellifinde bilfiil icrası ve bilmüşahede görünmesi hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki, Hazret-i Ali radiyallahu anhın Kaside-i Ercûze ve Celcelûtiyesindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir Varis-i Nebi ve Mukavvi-i Din ve Hâmil-i İsm-i Âzam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğunu, çünkü, bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz; ekseriya hareketlerini görüyoruz ki hak ve hakikatte yanılmayan ve Kur'ân'ın hukukunu emrolunduğu gibi te'vilsiz muhafazaya çalışan "Risale-i Nur'dur" diye şek ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali radiyallahu anhın muhatabı o olduğunu kat'i ispat eder.

İkinci Nükte: Risale-i Nur şakirdlerinin mukadderat-ı İlâhiye ile tanzim edilen hapishanede toplanmaları, yakından birbirleriyle tesis-i uhuvvet ve yekdiğerlerinin yüksek ahlâk-ı şecaatkâranelerinden ders almak ve düşmanlarının fikirlerinde kuvveden fiile çıkaramadıkları en şeni' niyetlerini yüzlerinde görüp onlara karşı ne derece ihtiyatlı davranmak ve herşeyde bir vech-i rahmeti ve bir cihet-i ni'meti görmekle şükür etmek ve her me'yusiyet zamanında ye'se düşmemek lâzım geldiğini tavsiye eden, zahiren küçük, mânen çok büyük bir fıkradır.

Üçüncü Nükte:

يَاۤ اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوالَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوالَهُ وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لايَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ

âyet-i kerimesiyle Cenab-ı Hak ve Hakim-i Mutlak ekser mahlûkatın yüzlerini insanın menfaatına yarayışlı bir tarzda halk buyurduğu gibi, sineğin hilkatinde dahi o mefaatten mühimmini derc ettiğini beyan ile sineğe husumet değil, bilakis muhabbet edilmesi lâzım geldiğini, her sene hilkatiyle nisyan ve gaflete düşen insanlara haşr-i ekberi, sağ ve sağlam insandan ziyade, hasta ve mikroplu insanlarla meşguliyetleriyle tabibliğini{(Haşiye): [4]} ve yalnızlıkta ünsiyeti ve tenbellikte teharet ve nezafetiyle muallimliğini ders veren sineğin insana ne kadar menfaattar olduğunu göstermekle mücerreb, insana sineği sevdiren, herkese lüzumlu bir nüktedir.

Dördüncü Nükte:

وَأَنزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyetinin

أَنزَلْنَا

kelimesine gelen bir itiraza gayet müskit bir cevap ve gayet lüzumlu bir ilim ve Kur'ân'ın hikmetli dersini gösteren kıymetli bir nüktedir.

Beşinci Nükte:

يُخْرِجُ الْخَبْاَ فىِ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ

âyet-i kerimesindeki evsaf-ı İlâhiyeyi, san'atının mikyasçığıyla tarif eden Hüdhüd-ü Süleymani hakkındadır.

Altıncı Nükte:

قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا

Beş kelime ile, iki harf ile şu âyet-i kerimedeki nihayetsiz kelimat-ı İlahiyeye işaret edip kelamdan, kelimeden Mütekellim-i Ezeliye yüzleri çeviren bahr-ı hakaikın bir fihristesi ve âb-ı hayatın menba' ve me'hazı ve ilm-i hakikata mürşid bir nüktedir.

Yedinci Nükte: Vahdetü'l-vücud meşrebinin, bu zamanın esbab-ı maddiye içinde boğulan insanlarına üç mühim büyük zarar vereceğini izah ile ahirinde bir sual ve cevapla Hz. Muhyiddin'in hâdi ve makbûlînden olduğunu ve her kitabında mühdi ve mürşid olamadığını ve kavaid-i ehl-i sünnete muhalif sözleriyle muaheze edilmemesini iş'ar edip, Muhyiddin ve Muhyiddin makamında bazı evliyâ-i azimeye taş atanları iskat eden, adaletperver bir mikyas-ı hakikattır.

Sekizinci Nükte:

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

cümlesinin namaz tesbihatında inkişaf eden bir hakikatına dairdir. Şöyle ki: Herşeyin ve kâinatın çekirdek-i aslisi zat-ı Ahmediye (A.S.M.) olduğu gibi, herşeyin ruhu ve her menzilin nuru ve her makamın süruru yine bilmüşahede O Zat (A.S.M.) olduğundan her ruh Ona (A.S.M.) intisabla canlanacağına ve onunla (A.S.M.) biat yerinde de O'na (A.S.M.) salatü selam etmekle, rahmet ve selamet bulacağına işaret edip der: "Madem bütün cin ve ins ve melek ve nücumun parlaması Onun nuruyla ve Onun getirdiği hediye iledir. Onların lisan-ı kal ve lisan-ı hallerinden çıkan intisabın bir mânâsını niyet edip onların namına ve onların adetlerini zikretmekle nihayetsiz rahmete lâyık olan Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.)

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ

demeye teşvik ve terğib etmekle, salatü selamın kıymet ve ehemmiyetini ve Zât-ı Risaletin (A.S.M.) mahiyet ve kudsiyetini beyan eden, çok mühim ve herkesin muhtaç olduğu bir nüktedir.

Dokuzuncu Nükte:

اَوْ هُمْ قَائِلُونَ

âyet-i celilesinin

قَائِلُونَ

kelimesinin mânâsı olarak uykunun üç nev'ini ve menfaatli ve zararlı vakitlerini ve sünnet-i seniye dairesindekini gösterdiği gibi, insanın en mühim bir sermayesi olan ömrünün tezyidine ve mühim bir gayesi olan rızkının bereketine yardım eden vakitlerini ders vermekle ahsen-i takvimde yaratılan insanı yüksek ahlâk-ı haseneye çıkarıp ataletten, betaetten kurtarır.

Onuncu Nükte: Nev'i beşerin ağlanacak gülmelerine ait endişe-i istikbal ve akıbetbinlik adesesiyle ve

كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ

sırrıyla, hak ve hakikat muvazenesiyle görülen bir vaziyet-i me'yusane ile şa'şaalı bir bayram gecesinde hapishane penceresinden bakarken o gülenlerin hali, ağlanacak bir hal olduğunu ve ebedperest ve bekaya âşık insanların kalb ve ruhunu güldürecek ve sevindirecek meşru dairesinde müteşekkirâne, huzurkârane gaflesiz eğlenceler ve sevap cihetiyle bâki kalan sevinçler olduğunu ihtar eden ibretnüma bir fıkradır.

On Birinci Nükte: Risale-i Nur Talebelerine mühim bir düsturdur ki, binüçyüz senedir işarat-ı Kur'âniye ve sena-i Nebeviye ile beklenilen {(Haşiye): [5]} ve bu asrın karanlıklı peçesini kaldırıp dünyayı tenvir eden ve sahabenin sırr-ı veraset-i Nübüvvet meşrebini meslek tutan ve bütün âlem-i İslâm namına dinsizlikle mücahede eden Risale-i Nur'un haricinde onun talebeleri, onu bırakıp başka yerde nur aramamalı ve aramaz eğer arasa, nur yerine zulmet ve ticaret yerine hasarete uğrayacağını ihtar eden mücerreb ve muhakkaku'l-vuku hâdisatı görülen bir fıkradır.

On İkinci Nükte: Bir tenkid olmasından yazılmadı.

On Üçüncü Nükte: Risale-i Nur talebelerinden beş kardeşimizden üçünün ihtiyatsızlığı ve ikisinin şahıslarına başkaların garaz etmeleriyle Risale-i Nur'a düşmanlarının hücum ettiklerinden, herkes müdafaadan çekilseler, bu beş kardeşimizin çekilmemeleri lâzım geldiğini beyan eden küçük bir fıkradır.

On Dördüncü Nükte: Nasılki Mesnevi-i Şerif, şems-i Kur'ân'dan tezahür eden yedi hakikattan bir hakikatının ayinesi olmuş, kudsi bir şeref almış, Mevlevilerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş, öyle de Risale-i Nur şems-i Kur'ân'ın ziyasındaki elvan-ı seb'ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit yedi nuru birden ayinesinde temessül ettirdiğinden; inşaallah yedi cihetle şerif ve kudsi, yedi Mesnevi kadar ehl-i hakikata bâki bir rehber ve bir mürşid olacağını müjde eder. İnşaallah, Nur'un Arabi mesnevisi bu dâvâyı tam tasdik edecek.

On Beşinci Nükte: Hafîz-i Zülcelâl'in hıfz ve himayetiyle Risale-i Nur'un risalelerine muvafık olarak mevkuf bulunan yüz yirmi küsur nur talebelerinin mahrem evraklarında, dahili ve ecnebi muhalif komitelere intisab ile medar-ı ittiham olacak mevcut bir evrak bulunmaması, gayet zahir bir himaye-i Rabbaniye ve bir muhafaza-i İlahiyye ve imam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam radıyallahü anhüma gibi zatların, Risale-i Nur'a ait keramet-i gaybiyelerini cidden te'yid eden bir sıyanet-i Rahmaniye olduğunu ve bu büyük ni'mete karşı tahdis-i ni'met yerinde hakikat yoluna hayatımızı feda ve vakfetmemiz lâzım geldiğini beyan eden ve herşeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmaya teşvik eden beliğ bir nüktedir.

On Altıncı Nükte: Risale-i Nur talebelerinin hapishane sıkıntısından dolayı birbirlerinin galiz sözlerine tahammülü tavsiye eder.

On Yedinci Nükte:

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا....... اَخَذْنَاهُمْ

âyeti, ehl-i isyan hakkında nazil oduğu halde, bir işaretle Risale-i Nur şakirdlerine müteaddit ve müessir ve mukavemetli verilen ders-i ihlasta nisyan edip ayrı ayrı hatalarda bulunmalarından

اَخَذْنَاهُمْ

ün cifri tarihiyle gösterdiği bin üç yüz elli ikide tutturulmaları ve yine lillahilhamd umumun elemine iştirak edip maddi ve mânevî müdafaa ve yardım eden Risale-i Nur'un kudsi şahs-ı mânevîsiyle ve sarsılmaz dehası ile bu kaza-yı İlâhîden harika bir surette kurtulmalarına işaret eder.

On Sekizinci Nükte: Her başa gelen şeyin iki yüzü olup biri kader-i İlâhiye, diğeri insanın kisbine zahir baktığını ve insanın kisbi zahir bir perde olup kader-i İlâhi, hikmet ve adalet ile, mazi ve müstakbel vukuatıyla perde arkasında hükmettiğinden herşeyde dahi, kader-i İlâhiye rıza lâzım olduğunu tavsiye eden hikmetnüma bir nüktedir.

On Dokuzuncu Nükte: "Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?" sualine kanun-u beşerin muvazenesiyle adalet-i İlahiye ispat edilip kâfiri esfel-i safiline atan ve

خَالِدِينَ

de hapseden bir tahkiktir. Biaynilhakikat tam bir muvazene-i adalet ve müskit bir cevaptır.

Yirminci Nükte:

اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

âyet-i kerimesindeki yalnız emr ile icadının ve sûrelerin başlarındaki mukattaat hurufların hasiyetlerine ve fezaillerine ve te'sirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadislerin fehme takribi için dört unsurdan hava unsurunun insanda emir ve irade ile mübaşeretsiz, fiil ve icad cihetiyle insanın ağzından çıkan bir tek kelime zamansız ve mekânsız bir fırka asker kadar sümbül verip o fırkayı hareket ettirdiği gibi aynı havanın herbir zerresi emr-i künfeyekün'e karşı muntazam bir ordunun neferleri gibi kâinatta cereyan eden kudret-i İlâhiyye ve hikmet-i Sübhaniye ile o emir aynı kudret gibi cilveger olduğunu müşahede ile tarif ve ispat edip asrın akılsız, yularsız, gemsiz mahluklarını gemleyip kendi fenleriyle kendilerini iskat eden ve insaf ve imana dâvet eden kıymettar bir nüktedir.

Yirmi Birinci Nükte: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet bir dest-i inayetle tanzim edildiğini beş mânidar tevafukat-ı latife ile ispat eder, gösterir.

Yirmi İkinci Nükte: İki mühim ve herkese lüzumlu ve fıtratı bozulmamış her bir kalb-i selim ve vicdan sahibi, daima kendi ayine-i hayatında hissedip görebileceği nüktedir.

Birincisi: Ahlâka dair olup insanı

تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّٰهِ

mealindeki hadis-i şerife mazhar eder.

İkincisi:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

مَاۤ اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَاۤ اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ

âyet-i kerimesinin i'câzından süzülen bir mânâ ile beşerin en büyük ve hemen hemen umumi şeklini alan tahsil-i rızıkta şiddet-i hırs yüzünden şirk-i hafiye düşmekle beraber ibadeti terk ettiklerinden rahmet-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ve ilhâm-ı Rahmani ile beşeri tevekkül ve rızaya, teslim ve ricaya sevk eden ve darü's-selama dâvet eden ve çoklar üzerinde hayırhahlığını ve tesirini gösteren bir iksir-i nuranidir.

Yirmi Üçüncü Nükte: Risale-i Nur'un mühim erkânından bir şakirdinin tarafgirâne ve Risale-i Nur'a rakibâne söylenen sözlere karşı tatlı ve şirin bir mukabele ve hakikatbin bir tahkiki fıkradır.

Yirmi Dördüncü Nükte: Risale-i Nur'un müellifine şümûllü ve rümuzlu bulunan bir kardeşin rüyasıdır.

Yirmi Beşinci Nükte: Risale-i Nur'dan iman-ı tahkiki dersini alan ve ebede namzed ruhunun neş'e ve sevinmesinden gelen zevk ile ona söylettirilen elmas ve cevahir ile müzeyyen bir kardeşin fıkrasıdır.

Yirmi Altıncı Nükte:

وَأَنزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِن بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ

âyet-i kerimesiyle koyun, keçi, manda ve deve gibi hayvanların maddi hilkatlerinden ziyade mânevî her cihetle ni'met olup semadan rahmet hazinesinden inzal edildiğini göstermekle; her cihet-i istifade de, ni'meti ni'met bilip şükür kapısını açan, herkese lüzumlu bir i'câz-ı Kur'ânidir.

Yirmi Yedinci Nükte:

اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ

âyet-i kerimesinin ve

اَعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ

hadis-i şerifinin meâl-i kudsileri ile insanın en zararlı düşmanı nefsi olduğunu ve düşmanı sevmek ve okşamak ve malına ve bahçesine koymak ne kadar zarar olduğunu, ve bedahet derecesinde bir divanelik olduğu gibi nefsini sevmek ve mal bahçesi olan âmal-i uhreviyede tenbellik etmek ve neticesi soğuk hodfuruşluk ve tasannu ve tezellüle kapı açan riya gibi silâhlarıyla nefsini korumak ve karıştırmak kendi hanesini ihrak eden bir divane yerinde olduğunu ihtar ve inzar ile ihlas ve rıza-yı İlahi'yi tavsiye eden ve esfel-i safiline giden insanın yüzünü âlâ-yı illiyyine çeviren çok mühim bir ders-i hakikattır.

Yirmi Sekizinci Nükte:

لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ

دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ

اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاۤءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

gibi âyetlere gelen şübehat ve itirazatı; bir sual ve cevap ve mühim bir temsil ile tefsir ve izah ile beraber mukadderat-ı kâinattan olan Cennet; bir ağacın mukadderat-ı hayatını taşıyan çekirdeğinde dürbün gözlerin ağacı görmesi ve az bir fikirle meyveye vüsulu nisbetinde mukadderat-ı kâinatın fihristesi ve menbaının mahzeni ve me'hazi olan küre-i arzda şecere-i kâinatın bir dalı olan cennetin her yerde bulunması ve meyvesinin yenmesinin istibadını izale edip hakkalyakin gösterir.

Hem en büyük bir hâdise olan hâdise-i Kur'âniyye ve Risalet-i Muhammediyye Aleyhissalatü Vesselâm'la meşgul ve kâinatın ecram ve alemlerinde kulak hırsızlığı yapan şeytanların hiçbir cihetle müdahele edemediklerini ve Nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâmın bütün cin ve inse şümulunü, şeytanların melâikelerle o yüzden mübarezelerini mu'cizane ilan etmekle bütün kâinata meb'us olduğunu gösterir, ispat eder.

Hafız Ali

Rahmetullahi Aleyh biadedi hurufu ma ketebehü.. Amin.

Yirmi Dokuzuncu Lem'a-i Arabiyye[]

Risaletü'n-Nur'un içinde lisan-ı Cennet ve uslûb-u Hz. Muhammed (A.S.M.) ve tarz-ı Kur'ân bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek (Tefekkürname) ismiyle müsemma olan Yirmi Dokuzuncu lem'a-i mübareke (Yedi Bab) olup,

Birinci Bab, dahi (İki Fasıl)'dır.

Birinci fasıl: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm'ın mühim ve meşhur bir virdini havidir ki; marifet-i İlâhiyye ve tevhidin meratibinden altmış üç mertebeye işaret ederek o mertebelerin herbirisi vahdaniyyeti ve vahdetin iktiza ettiği esma-i hüsnadan tecellî eden âsâriyle ef'alini ve ef'aliyle esmasını ve esmasıyla vücub-u vücud ve vahdetini ispat eder.

İkinci fasıl: Ekser eazım-ı evliya ve bilhassa Gavs-ı Âzam'ın (Kuddise Sırrıhu) her sabah okudukları

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْبَاقِى الدَّيْمُومُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ

maba'diyle beraber virdlerinin mebdei olup tâzim ve temcidin intaç ettiği amik tefekküratın çekirdeği hükmünde olan doksan dokuz mertebe-i tevhide bir sünbül-ü mânevî veren meratibden yetmiş dokuz mertebesini münderic bulunan bu fasıl, iki vecihle Zat-ı Akdes'e bakıp biri hâzır ve meşhûd vaziyetle şehadet eder, mânâsında

لِلَّهِ شَهِيدٌ

ile neticelenir. Kalbe neş'e verir. Diğer bir cümle de biri diğerinin ardından gelip geçmesinden tezahür eden silsilesinin işaretine delalet eder mânâsıyla

عِلَى اللّٰهِ دَلِيلٌ

kaziyyesiyle tamam olur. Ruhu müstağrik, sürur ve hubur eder. Velhasıl bunlara mümasil birçok esma-i hüsna ve kelamların delalet ettikleri maani-yi hayret-efzanın latif haşiyelerle donanmış münferid ve müstakil bir rehber-i hayat-i bakiyedir.

İkinci Bab

Allahü Ekber cümlesinin meratibinden bahseder. Ki; ezan, kamet, namazların tekbiratı olan kelime-i tekbirin otuz üç mertebesinden alelihtisar yedi mertebesini hâvidir.

Birinci mertebe:

وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذ .. الخرة

âyet-i celilesiyle ibtidar edip zerrattan seyyarata, ferşten arşa, semavattan teşahhusata kadar bu mertebede icmalen, meratib-i sairede tafsilen bilumum mevcudat ile vücub-u vücud ve vahdet-i Bari'yi güneş gibi celi bir surette ispat; ve şirkin bin derece mümteni ve muhaliyyetini delail-i akliyye ve nakliyye ve berahin-i şuhudiyye ve sübutiyye ile gösterip muannidleri bile iskat ile insaf ve imana getirecek bir mahiyettedir.

İkinci mertebe: Cenab-ı Hak celle ve âla Hazretlerinin azamet ve kibriyasını

اللّٰهُ اَكْبَرُ

lafza-i Celal'inin cami' bulunduğu kudret-i kamilenin tezahüratı Hallak, Alîm, Sâni', Hakîm, Rahmân, Rahîm gibi Esma-i Celile-i muhitanın tecelliyat-ı şamilesiyle, hayvanat ve nebatat üzerindeki ihsanat-ı mârufe-i Rabbaniye ve Rezzakiyye ve onlardaki hayretbahş hilkat-ı acibe ve san'at-ı garibe ve gözleri kamaştıran ve akılları hayran eden müzeyyenat ve münakkaşat ve daha lâ-yuad ve la-yuhsa sanayi-i Rabbaniyye, delail-i kat'iyye ile serdedilip Cenab-ı Hallâk-ı Âzam Hazretlerinin vücub-u vücud ve vahdetini ilân ve ispat eder.

Üçüncü mertebe:

اللّٰهُ اَكْبَرُ

lafza-i Celal'inin mukteziyyat-ı sairesinden Mukaddir-ul Alîm-ül Hakîm, Musavvir-ul Kerîm-ül Latîf, Müzeyyin-ül Mün'im-ül Vedûd gibi Esma-i Celile-i muhitasının âlem üzerindeki tecelliyat-ı hayret-efzasını, misilsiz bir izah, nazirsiz bir ispat ile tasvir ve tefhim edip cüz'i bir çiçeği hasnâ bir kadını nazara havale eder. Bu mertebenin irae etmekte olduğu Esma-i Celile, ve fevaid-i münîfeyi muntazaman safahatıyla nazargâh-ı ammeye açar.

فَاعْتَبِرُوا يَا اوُلىِ اْلاَبْصَارِ

der.

Dördüncü mertebe: Cenab-ı Vâcibü'l-Vücud ve Feyyazü'l-Hayr-u Ve'l-Cûd Hazretlerinin

اللّٰهُ اَكْبَرُ

ism-i Celil'inin

اَلْعَدْلُ الْعَادِلُ الْحَكَمُ الْحَاكِمُ الْحَكِيمُ اْلاَزَلِىُّ

esma-i mütecelliyyesinin müştemilatını izhar ve şecere-i kâinatı inayet ve rahmetiyle kavainin-i âdet ve Sünnet'inin tanzimini, intizamat-ı mer'iyye ve meşhudenin şehadetiyle ve cilve-i esma ve sıfatının iaşe ve terzıkdaki taltifatını, inayat-ı tâmme ve rahmet-i vasianın şehadetiyle aşk-ı sâdık, incizab-ı zâhir, terbiye-i kerim, intizam-ı mükemmel ve münasip vakitlerde, muhtac-ı erzak olanlara envaının tekessürü ile umum hacetlerinin kazası, ve hayt u vuslat olan ibadetlerindeki münacat ve füzuyatın ve vahdetle kalbin itmi'nanı gibi pek çok lem'alar ile bir Hakim'in vücub-u vücud, Vahidiyet ve kudret-i kamilesine şehadet ve delalet ettiğini ifham ve ispat; ve nakş-ı hacerî gibi silinmez bir kanaat ve emniyet bahşeder.

Beşinci mertebe: Cenab-ı Fatır-ı Akdes Hazretlerinin

اللّٰهُ اَكْبَرُ

ism-i Celal'inden

اَلْخَلاَّقُ الْقَدِيرُ اَلْمُصَوِّرُ الْبَصِيرُ

Esma-i Hüsnasının tecellisi; hem

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ.. الخ

âyet-i celilesinin delalet ettiği ecram-ı ulviyye ve kevakib-i dürriyye, Uluhiyyet ve Azametinin yekta bir burhanı; ve Rububiyyet ve izzetinin muhkem şahidleri bulunan semada, sükûnet içinde sükût, hikmet içinde aslâ inhiraf etmez bir hareket, hem şemsin müstekarrında müstekarrane cereyanı ve kemal-i musahhariyet ve mutâvaatla alemlere serptiği nur ve ziya ve füyûzatı; hem kamerin tebdil-i mevasim için burçtan burca şuurdarane hareket-i intikaliyyesi; elhasıl, cemi'-i mevcudattaki mevzun intizamlar, muntazam mizanlar, hikmet-i hassa-i zahire, inayet-i tâmm-i bahire, takdirat-ı muntazama, mekadir-i müsmire; âcâl-i muayyene, erzak-ı mukannene; nutfeden vücud bulan insan cihazatıyla; yumurtadan husule gelen kuşlar cevarihiyle; tohumdan neşvünema bulan ağaçlar mütenevvi âzalarıyla ve hakeza; umum eşyanın icadının gayet suhuletli tezahüratı; Vücub-u Vücud, Vahid-i Ehad ve Samed'e şehadet ettiğini, ukul-u beşerin derecatına münasip, çok zarafet ve nezaketle ve kanaat-ı tamme verir bir surette beyan eder.

Altıncı mertebe: Cenab-ı Halık-ı Âzam Hazretlerinin ism-i Celili olan

اللّٰهُ اَكْبَرُ

lafza-i Celal'inin mukteziyatından,

اَلْعَادِلُ الْحَكَمُ الْقَادِرُ الْعَلِيمُ اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ السُّلْطَانُ الْاَزَلِىُّ

Esma-i şerifesinin mevsufu ve bütün eşya kabza-i tasarrufunda olduğunu bunlardaki nizam ve mizanın İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin ünvanıyla iki bab olduğunu ve ism-i Evvel ve Ahir'in tecellisi mebde ve müntehaya bakarak asıl ve nesil, mazi ve müstakbel, emir ve ilim, iman-ı mübine; ve ism-i Zahir ve Batın'ın tecellisi ise, eşya üzerinde Fatırıyyetin ve Hallakiyetin zımnında, kitab-ı mübine işaret ettiklerini ve bu mertebede gösterilecek fevaid-i kesirenin bir kısmı da Otuz İkinci Söz'de izah edilmiş olup burada da icmalen zikrolunduğu mukayyeddir.

Yedinci mertebe: Cenab-ı Rabb-i Yezdan Hazretlerinin herşeyden ilmen ve kudreten ve rahmeten azamet ve uluvv-ü şanını Hallakü'l-Fettah, Fa'alü'l-Allâm, Vehhabü'l-Feyyaz, Esma ve Sıfat-ı İlahisiyle kâinat, enva-ı mevcudatıyla, Hâlık-ı Âzam'ın Nur-u Cemal'inin tecelliyatını ve ef'al ve kemalinin inkişâfâtını izhar ve bu Esma-i Mübarekenin dürbünleriyle mevcudattaki gûnagün cilveleri altında ef'al-i ilahiyyeye ve âsârına nazar-ı ibretle bakılmakla, müsemma-i Zülcelal'e intikal ve kesb-i ıttıla edilir diye gayet güzel beyan eder.

Üçüncü Bab: Üç Fasıldır.

Birinci fasıl: On iki perde, perde üstünde; ve on beş delil, delil içinde bir burhan-ı bahirdir. Bir çiçekten tâ şecere-i Tuba'ya kadar muhtelif nağamat ve mütenevvî lemaat ile Nakkaş-ı Ezeli ve Ebedi'yi akıl ve kalbe gösterir. Aklın gözünü açtırır. Kemal-i intibahla Sani-i Zülcelal ve Fatır-ı Zülkemal'e baktırır.

İkinci fasıl: Bütün masnuatın ve cemi-i mahlûkatın ve umum mevcudatın tarifat ve tavsifat ve tesbih ve senasıyla, cemi-i zihayatın tahiyyat ve cemi-i evrak-ı mühtezze-i zâkirenin tahmidatıyla Cenab-ı Rabb-i izzeti zikr ve bu delalet-i vechile ibadete, zikir ve şükre, abdin ne kadar muhtaç, ne kadar müstehak olduğunu, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan ve tarz-ı uslûb-u Nebiyy-i Zişan (A.S.M.) ile telkin ve tavsiye eden bir define-i hikmet ve hazine-i Rahmettir.

Üçüncü fasıl: Şeriksiz, vezirsiz, şebihsiz ve nazirsiz Sultan-ı Ezeli ve Ebedi olan Bari-i Teâla ve Tekaddes Hazretlerinin, herbiri ayrı birer burhan-ı Vahdaniyyet olan Esma ve sıfat-ı İlâhiyyesinin tecelliyat-ı mesrudesiyle ve berahin-i muhkeme ve mersunesiyle, ehl-i dalalet ve kerâvân-ı tabiat ve hammal-ı belahet ve kafile-i hamâkatla, Firavunane ihtiyar ve Nemrudane iltizam, Haccacane ictisar etmekte oldukları enva-i şirki def' ve red ederek Allah-ı Zülcelâl'i takdis ve tenzih ve müstehak olduğu tesbih ve tâzim ve temcidin vücubunu talim ve tarif eder.

Dördüncü Bab: İki Makamdır.

Birinci Makam: Allah u Azimü'ş-Şan'ın vücub-u vücud ve Vahdaniyyetini ve Resul-i Zişan Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâmın nübüvvet ve risaletinin hakkaniyyetini, ism-i âzam ve esma-i hüsna; melaike-i ulya ve mahlûkat-ı şetta, cemi-i enbiya-i uzma ve cemi-i evliya-i kübra ve cemi-i asfiya-i ulya, hesapsız âyât-ı mükevvenat ve cemi-i masnuat-ı müzeyyenat ve cemi-i zerrat-ı kâinat gibi laakal on ehemmiyettar burhan-ı elmas misal ile ispat edildiği gibi daha birçok delail-i kat'iyyeyi cami' bir bahr-ı umman-ı hakikattır.

İkinci Makam: Bu makamın herbir kelam ve kelimesi Risalet-i Ahmediyye Aleyhissalatü Vesselâmın Risaletinin ayrı ayrı birer deliline işaret ettiği gibi Kur'ân-ı Mübîn'in en büyük mu'cize-i Nübüvvet olduğuna dair sadır olan burhanlara; ve Habib-i Zişan (A.S.M.) hem Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, her ikisi de Vahdaniyyet-i İlahiyye'ye gayet parlak delil olarak bu makamda gösterilmiştir.

Beşinci Bab: Beş nüktedir.

Birinci Nükte: {(Haşiye): [6]}

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

in mertebelerine dair olup zîşuurun ekseriyetle meftun ve merbut oldukları fani dünyanın fani, zail, âfil mahbuplarını, hem vefasız, kararsız, rüya misal olduğunu, delail-i mukni'a ve berahin-i kat'iyye serdiyle o kararsız mahbupları hakiki zan ederek yanılanları ikaz ile der: Mevcudatın zevalinde beis yoktur. Hem masnuatın zevalinden mahzun olma. Hem zeval-i mülkten müteessif olma. Hem mahbubun gaybubetinden mütehassir olma. Hem zahiri müşfik ve mün'imlerin zevaline ehemmiyet verme. Hem zahiren şefik ve latiflerin zevaline acıyıp yanma. Zira onların Sânii, Fâtır'ı, Mâlik'i, Bâki'si, Şâhid-i Âlim'i bâkidir. Ve onlar o Şâhid ve Nâzır-ı hakikinin daire-i ilmindedirler. O şahid ve Nazır-ı hakiki ise ebedidir, bakidir, tarzında sâdır olan beliğ hitaba îcazkâr senetler ve hakikatlarla parlak bir cadde-i kübra, salah ve felahı feth eden ebvab-ı cinandan nevvar ve ziyadar bir babdır.

İkinci ve Üçüncü Nükte: Şahs-ı insan, bütün eşyadan alakalarının kat'ı ile mukabilinde istinadgâh olarak Baki-i Hakiki'yi bularak teessüf, teessürden ve teellümden feragat ettikten sonra, kendi vücudunun zevalini birrıza imza etmeye arzu ve tamayül gösterip baki bir Zâta mal ve saadet-i ebediyyeye namzed olmak, hem ister istemez er-geç başa gelecek bir vakıadan ürkmek ve müteessir olmak faydasız olduğunu ve insaniyete lâyık olmadığını ihtar, hem zihayatın mevt ve zevali bir çok vücudları meyve verip arkaya bırakır. Sonra menziline gider. Binaenaleyh zahiren fani iken çok cihetlerle bakî kalacağını te'min ile nev-i beşeri hem mevte râzı eder, hem habl-ı İlâhiye ilme'l-yakîn ile rabteder.

Dördüncü Nükte: Zîşuura, Allah kâfidir. Fani şeylere lüzum yoktur. Zira insana yoktan vücud şeklini giydiren, insan suretini takan, göz, kulak gibi kıymettar hasseleri ihsan eden, cisimde iki mühim uzuv olan lisan ve cenanı derceden, bütün cihazat, hayat ve mâneviyat ve letâifi; tecelliyat-ı esma-i İlâhiyesiyle cemil rahmetiyle, kerim re'fetiyle, azim kudretiyle, latif hikmetiyle ihsan eden o Hâlık, Kerim ve Rahmanürrahim'dir. Binaenaleyh her şeyden kat-ı nazarla "ancak Rabbim bana kâfidir"demeye saik ve mefhumu herşeye lâyık ve her an ahkâmıyla amel etmeye muvafık, lâhûtî bir nükte-i mühimmedir.

Beşinci Nükte: Zişuur, hâlen ve kâlen ve müteşekkiren

حَسْبِىَ اللّٰهُ

demek mecburiyetindedir. Çünkü, ademden vücuda getirip hayat nimetiyle mütene'im ettiği gibi, enva-ı hayvanat meyânında efdal olarak insan yaratan ve insanlar içinde iman sıfatıyla müşerref kılan ve Resûl-i Zişanına (A.S.M.) ümmet olmayı müyesser eden ve kendi mahluku olan bahtiyar vücudu iman ve Kur'ân yolunda çalıştıran, hem muti ve münkad olanlara cennet gibi nazirsiz bir mükâfat veren Cenab-ı Hannan-ı Mennan'ın kabza-i ebvab-ı Rahmetine sarılmanın lüzumu vücubunu hakkıyla gösterir, kıymettar bir nüktedir.

Altıncı Bab

وَ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيم

Kelime-i kudsiyesinin füyuzatına otuz bir vecihten ilticat-i zaruriyeden muhtasar bir vechinin fehmedebildiği cümleleri;

"Ya İlâhi! Nihayetsiz fakrım, aczim, zerreden zayıf ihtiyarım ve iktidarım, dakika gibi ömrüm, kısa şuurum, kasîr hayatım, gayet harîs ve âfil kalbim, istinatsız fırtına-i seyelanım seri bir surette, acz ve zaafımla iktidar ve ihtiyarımdan feragat ve teberri ediyorum. Ve senin havl ve kuvvetine sığınıp iltica ediyorum.

Beni gaflet ve dalâlette bırakma. Acz ve fakrıma rahmet eyle. Kalbim müteellim, ömrüm zayi oldu. Sabrım yok, fikrim mağmum. Sen, Âlimü's-sır ve'l-hafiyyatsın, Allamü'l-Guyub'sun, Gaffarü'z-Zünubsun. İhvanımla ma'an gumum ve hümûmumu sürur ve hubura tebdil eyle. Usrumu yusra tahvil eyle;" gibi beşerin fıtraten Hâlık-ı Kerim ve Rabb-ı Rahim'ine ne derece muhtaç olduğuna bir nümune olup, sair otuz vecihle tazarruat ve niyazatın bilkıyas anlaşılacağı aşikâr olup şu bab-ı sâdisin ihsanı vâsi bir hazine-i Rahmet olduğu muhtac-ı izah değildir.

Yedinci Bab: Dokuz Noktadır

Birinci Nokta: Cihat-ı sitteye ârız olan zulmet, ye's ve füturu izale eder. Şöyle ki: Sağ cihet mazidir. Dalâlet gözüyle bakılsa mezar-ı ekber görünür. Halbuki sırr-ı iman ile zulmet zayi olur. Münevver bir meclise inkılap eder. Sol taraf ki, müstakbeldir. Sureten muzlim ve muvahhiştir. Kabre nazırdır. Nur-u iman ile ziyafet-i Rahmaniyye'nin güzergâhı olan cinan-ı müzeyyeneye intikal eder.

Üst taraf ki; Âlem-i semavattır. Felsefe nazarında tevahhuş ve tedehhüşü mucib iken; nur-u iman ile insana karşı güleryüzlü, teravetli, halavetli nevvar lem'alarla şefaatbahş ruhaniler ve nuraniler makamı ve dest-i teavünü uzatan feriştehler makarrıdır.

Alt taraf ki; zemindir? Bu dahi felsefe-i dalle indinde vahşet verir. Zira bütün mahlûkat ve bilhassa insan hemcinslerinin zahiren zeminde çürümekte olduğunu hisseder.

Nur-u iman ile bakılırsa enva-ı lezaiz ve mat'umatla memlu ve mücehhez ve zîruha musahhar çok mühim bir sefine-i İlahiyye olduğunu; hem beray-ı seyahat o gemiye gelen nev-i beşeri ve cins-i hayvanı alıp gezdirip baki bir menzile azîmet için teshir edilmiş bir konak mahalli olduğu fehm edilir. Karşı tarafı cephedir.

Ehl-i gaflet nazarında umum ziyahatın süratle gidip kaybolduğu idam-ı ebedi kuyusudur. Fakat nimet-i iman yâr olursa o makam idam-ı ebedi değil, dâr-ı fenadan dâr-ı bekaya intikal ve mahall-i zahmet ve meşakkatten mahall-i rahmet ve rahata terfi ve mekân-ı hizmetten makam-ı ahz-ı ücrete terakki mahalli olduğu zahir olur.

Arka taraf ki, ehl-i gafleti şaşırtır. Nereden gelip nereye gideceğini düşündükçe tahayyürde kalır. Lakin nur-u iman inkişaf ettikçe Sultan-ı Ezeli'nin me'mur muvazzafları, alamet-i farika ile, dâr-ı imtihandan ahz-ı ücret dârına gitmek için hazır olma mahalli, içtima yeri, bekleme salonu olduğunu derk ederek ehl-i gaflet ve dalaletin efkar-ı batılasını altı cihetle red ve nur-u imanı tecelli ve inkişaf ettirir.

İkinci Nokta: Nur-u iman, Cenab-ı Hakka âramsız hamd ve senayı iktiza eder. Beşer, nur-u iman sırrıyla zaman ve mekân-ı hazıranın tazyikatından tahlis-i giriban edip vasi bir aleme malik olur. Bütün alem mü'min için, o mü'minin müstakil bir hanesi ve bir me'vasıdır. Hem mazi, hal, müstakbel, mü'minin kalb ve ruhu için bir makarr-ı ebedi bulunduğunu, en selis beyanatla izah eder.

Üçüncü Nokta: Beşer acz ve zaafıyla kesretli a'dasına galebe ve gayet fakrıyla hadsiz hacatını te'min gayesiyle, nokta-i istinad ve istimdad arar. Buna yegane çare; imanla münevver ve mücehhez olmasının fıtrî ve insanî olduğunu ve illa kalb ve ruh ve vicdanın ebedi muazzeb olacaklarını kanaatbahş bir surette tefhim eder.

Dördüncü Nokta: Zîşuurda imanın mevyedar bir ağaç gibi olduğunu; Nasıl ki; semeredar bir ağacın baki maliki olan Zat, ağacın meyvesinin zevaliyle müteessir olmayıp daimi meyvedar ağacına istinad ve itimad ile müteselli olduğu gibi iman-ı kâmil dahi, fani vücudu, iman ile baki ve her türlü mehuf şeylerden siperi ve umum arzu ve ümitlerine muvaffak eder olduğunu telkin eder.

Beşinci Nokta: Nimet-i imanın ebeden hamd ve senayı iltizam ettiğini ve ehl-i gaflet ise, bütün mevcudatı her an menfaat-i maddiyesini göremediği takdirde düşman ve muzır tanıdığı kat'i ve hakikattır. Çünkü, ehl-i gaflette ve ehl-i dalâlette cemi-i evkatta rabıta-i iman olmadığından alaka-i uhuvvet yoktur. Onların münasebetleri muvakkat olup hazır zamana münhasırdır. Tûl-u müddet alakaları hiç hükmünde olup cüz'i bir infial ve hafif bir iğbirar, o imansız alaka ve münasebeti silip zir-ü zeber eder.

Ehl-i imanın ise

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

sırrıyla, uhuvvet ve vefaları daimidir. Mebde-i maziden münteha-yı istikbale kadar imtidad ettiğinden nur-u imanın saadet-i dareyne vesile olması hasebiyle, mucib-i hamd ve sena olduğunu muvazzahan ispat eder.

Altıncı Nokta: Nimet-i iman ile, dünya ve ahiret, mütenevvî nimetlerle donanmış bir sofra gibi olduğunu; ve mü'min, imanla, zahiri ve batınî hasseleriyle o sofralardan istifade eder. Çünkü iman, sahibine nisbeten güneş, bu dünya hanesinde bir elektrik vazifesini gören ciddi ve sebatkâr bir arkadaş ve yolculuğunda munis bir yoldaş hükmünde olduğundan daire-i istifadesi semavattan geniş olduğunu

وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ

ilh. âyet-i celilesiyle istidlal ederek kâmil imana malikiyyete teşvik ve tergib eder.

Yedinci ve Sekizinci Nokta: Zat-ı Ecell-i Akdes'e, değil nev-i beşer, belki kitab-ı kebir tesmiye edilen kâinat, bütün ebvab ve fusul, sahaif ve sutur ve umum kelime ve hurûfuyla, herbiri takdir-i nisbisiyle Nakkaş-ı Ezeli'nin kendi üzerlerinde lemean eden Esma-i Hüsna'sının mazhariyetleri mukabilinde nihayetsiz hamd ve sena ve tesbihatını talim ve tarif eder.

Dokuzuncu Nokta: Binbir Esma-i İlahiyye-i Celile'nin tecelliyat-ı külliyesiyle âlemleri müstağrak-ı ni'met ve feyz-i bereket eden Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ebedi ve daimi tesbih ve tahmide, tâzim ve şükrana zîşuurun medyun bulunduğu ezelden ebede kadar umum zamanların dakikalarının aşiratıyla, dünyanın mebdeinden müntehasına kadar zerrat-ı kâinatın hasıl-ı darbı adedince tesbih ve tahmid ve senayı irae eden bir tarik-ı âliye-i vasiayı açarak; mahlûku Hâlık'ına rabt eden bir mev'ize-i belagatkârane ile nev-i beşeri, fikren ve ruhen terakki ve tealiye müşevvik ve çok vasî bir mülahazat safhası açarak matlub ve maksudun Kadiü'l-Hacat tarafından kabule mazhariyyeti için Şümullü ve makbul şerait içinde mühim bir dua ile nihayet bulur.

وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

الحمد لله وحده والصلاة والسلام على من لانبى بعده

اما بعد فقد قُسِّم بعض رسالة النور بتقسيم الاعمال و ودع لى كتاب "التفكرنامه" لتحرير فهرستته فطالعتُ على قدر الاستطاعة فاذاً حقائقُ منيفةٌ و حِكم و فيرةٌ و فوائدُ كثيرةٌ و انا عاجزنٌ لفهمها حقًّا واُعيدَ لمؤلّفها الافتتاح حقائقها فاقول جزى اللّٰه تعالى المؤلّفَ خيرًا كثيرًا و اَسْكَنَهُ مع طلبة رسائل النور ورفقائهم بفضله جنّةَ النّعيم بالدار الاخرة انه هو اهلُ التقوى و اهل المغفرة آمين آمين آمين

بحرمة سيد المرسلين

M.Sabri

Rahmetullahi aleyh biadedi hurûfi Resailinnur

Otuzuncu Lem'a[]

"Sekîne" nâm-ı âlisiyle tabir edilen ve herbiri bir İsm-i Âzam olan veyahut altısı birden İsm-i Âzam bulunan esma-i hüsna'dan "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs" ism-i şeriflerine ait pek çok kıymettar ve Risale-i Nur'un şâheserlerinden biri olan bu lem'a, yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlarla kaleme alınmış; hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş; hem pek bariz bir surette mevcudiyet-i İlâhiyeye işaret eden şu hayretengiz fa'âliyyet ile, Müdebbiriyet-i Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki, ah ne olurdu, bu risalenin hakikatlarının âmâkına ulaşmak şöyle dursun, sathını bari olsun görebilseydim. Heyhât! Kasır fehmine bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsızlığımla beraber perişan hâlim böyle bir şâheseri fihristeye idhal edebilecek surette hulâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum.

Bu kıymetdar Lem'a, "Altı Nükte-i Mühimme" ye inkısam etmiştir.

Birinci Nükte

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ

âyetinin bir nüktesi ve "Kuddûs" İsm-i Âzamının bir cilvesi olup; hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi kemal-i zuhur ile hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir. Evet, şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika, bütün mevcudatiyle hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını ter temiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her mevcud, Kuddûs-ü Âzam'dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet fa'al ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa Cennet-nümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arzediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cephelerinde müşahede edilen şu dîlrubâ güzellik ve gayet müstahsen temizlik; bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve Sâni'lerini takdir ve tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar. Bu Kuddûs-ü Âzam ism-i şerifinin tecelli-i âzamından küçük bir cilvesini şaşalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, ter temiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüt gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arzediyorlar.

Câmid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni'lerinin nazarına takdim ediyorlar.

Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cin, ruhaniler ve melâikeler de hayran oluyorlar. "Mâşaallah, Bârekallah; bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!" deyip, Sâni-i Zülcelâllerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki' ve sâcid oluyorlar.

İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef'al-i İlâhiye gibi vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlâhiyeyi bedahet derecesinde ispat edip göstermektedir.

İkinci Nükte

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

âyetinin bir nüktesi ve "Adl" İsm-i Âzamının bir cilvesidir. Şöyle ki: Şu kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanmakta, her vakit harp ve hicret içinde kaynamakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır.

Bu hayret-engiz tebeddülât ve tahavvülât ise, dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden ve Küre-i Zeminin yüzündeki dört yüz bin nebati ve hayvanî zihayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerinden ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın dövüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye akıp gidiyor ki; fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek: "Bu saray-ı âlemin sanii; bu saray-ı âlemi, Adl isminin azami tecellisine mazhar etmekle beraber, hem Vâhiddir, hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki, en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telâkki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor.

Hem bu pek harika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni-i Zülcelâl'inden başkası müdahele edemeyecek."

Hem bütün esbap o Sâni-i Zülcelalin dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak... Ve o Sâni-i Zülcemalin hem Vahid olduğuna, hem mevcudiyetine hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek.

Üçüncü Nükte

اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ

âyetinin bir nüktesi ve "Hakem" İsm-i Âzamının bir cilvesi olup, "Beş Nokta" ile izah edilmiştir.

Birinci Nokta: İsm-i Hakem'in tecelli-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki; o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sayfası ve her müzeyyen bahçe, bir satırı ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halketmiştir. O halde, şu kâinatın baştan başa Hakîm-i Zülcelâl'in eserleriyle süslenmiş. Hem kendi san'atını kendisi müşahede edip, hem de nâmütenahi gözlerle birbirine baktıran ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle nakkaşının vücuduna şehadet eden ve daima mizan ve intizam içinde tazelenen ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren ve her bahar sayfasını murassa nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip, huzurunda resmi geçit ettiren ve her an bu masnuatının lisanıyla medh-ü senâsını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin?

İkinci Nokta: "İki Mesele" dir.

Birinci mesele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, iman ile Onu tanımayı ve ubudiyetle kendini Ona sevdirmeyi ders veriyor.

İkinci mesele: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel, hem vahdeti, hem istiklâl ve infiradı iktiza ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval ve keyfiyatiyle mizan-ı adl ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak'a şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hatâ ve tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele olduğunu bildiriyor.

Üçüncü Nokta: Sâni-i Kadir, ism-i Hakem ve Hakim'iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve insan dairesi içinde de, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem'in parlak bir surette cilevesinin göründüğünü ve yüzer fenlerden herbir fennin bir cihette ism-i Hakem'in cilvesini tarif ettiğini; (meselâ fenn-i tıb, fenn-i kimya, fenn-i ziraat, fenn-i ticaret ve hâkeza) bu fenlerin herbirisinin kat'i şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti gösteren bu hadsiz intizamat ve hikmetleri o Sâni-i Hakim umum kâinata verdiği gibi, en küçük bir zihayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetmesiyle, Zât-ı Akdesi'nin Fail-i Muhtar olduğunu ve her şey Onun emriyle vücud bulduğunu ve Onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acip bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor.

Dördüncü Nokta: Sâni-i Hakîm, herbir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcutların nihayet hassasiyetiyle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok fayda ve gayeleri nihayet dikkat ile takip ettiği halde, Onun cemal-i rahmet ve kemal-i adaletine ve nihayet derecede hikmetine zıd olan ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor.

Beşinci Nokta: "İki Mesele"olup,

Birinci meselesi: Fıtratta israf ve abesiyet ve faydasızlık bulunmadığından,

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا

âyet-i kerimesiyle, iktisadsız hareket edenleri tehdit eder.

İkinci meselesi: Cenab-ı Hakkın "Hakem ve Hakim" isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ettiklerini ve esma-i hüsnâdan çok isimlerin dahi, herbiri bir cihette, cilve-i âzamiyle, âzami derecede ve mertebe-i kat'iyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor.

Dördüncü Nükte

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

âyetinin bir nüktesi, Vahid ve Ehad isimlerini tazammun eden "Ferd" İsm-i Âzamın tecelli-i âzamına dair tevhid-i hakikiyi gösteren "Yedi İşaret" tir.

Birinci İşaret: İsm-i Ferd'in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder.

Birinci sikke: Kâinatın mevcudatında ve enva'larında görünen; ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan "teâvün, tesânüd, tecâvüb, teanuk" sikkesidir.

İkinci sikke: Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen dört yüz bin nebati ve hayvani envaın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir.

Üçüncü sikke: Hazret-i Âdem'den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların âza-yı esaside bir olan simalarındaki sikke-i vahdaniyettir.

İkinci İşaret: İsm-i Ferd'in cilve-i vahdeti, kâinatın bütün envalarını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki, mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiğini ve çok birliklerle vahdaniyeti ilân ettiğini gösteriyor.

Üçüncü İşaret: Yine İsm-i Ferd'in cilve-i âzamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki; herbir mektupta hadsiz hâtem-i Vahdaniyet basılmış ve herbir mektup, kelimatı adedince kâtibini bildiren ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor.

Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd'in güneş gibi zâhir cilve-i âzamını gayet mâkul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren burhanlardan üç tanesini beyan ediyor.

Birincisi: Zât-ı Ferd'in hadsiz kudretine nispeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve suhûletli olduğunu, bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddit esbaba verilse, vahdetten kesrete girildiği için, en küçük birşeyin icadı, en büyük birşeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkilâtlı, pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle ispat eder.

İkincisi: Mevcudatın icadı ya ibdâ ve ihtira suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahut inşa ve terkip suretiyle anâsır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki sûrette icad-ı eşya Zât-ı Ferd-i Vâhid'e verilmez de esbaptan istenilse, hadsiz derece müşkilâtlı ve suubetli ve gayr-ı mâkul, belki de pek çok muhalâtı intaç edecek. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anâsır ve eşyadan toplamak sûretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmi kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve suhûletle eşyanın icad edildiği görülecek."

Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zât-ı Ferd-i Vâhid'e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilatlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.

Birinci temsil: Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zâbite havale edilse ve bir nefer de on zâbitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkilâtlı olduğunu...

İkinci temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşların muallâkta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suûbetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu...

Üçüncü temsil: Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid'in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hâsıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet suhûletle husûlü, vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için, Küre-i Arzdan milyonlar defa büyük, hadsiz hesapsız cirmleri hudutsuz bir mesafede Küre-i Arzın etrafında, hem Küre-i Arzın mihver-i yevmisi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir def'a; hem mihver-i senevisi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suûbet ve müşkilâtın en dehşetlisi olan bir vaziyeti kabul etmek lâzım geldiğini; ve esbap ve tabiata icad verenler "kitap, saat, fabrika ve saray misalleriyle" echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder.

Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden hâkimiyet-i İlâhiyedir.

لَوْ كَانَ فِيهِمَا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin sırrıyla ve

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ

âyetinin işaretiyle, zerrattan seyyarata kadar, ferşten Arşa kadar hiçbir cihette kusur ve fütur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, ferdiyetin cilve-i âzamını gösterip, vahdete şehadet eder.

Altıncı İşaret: Bütün kemalâtın medarı ve esası; ve kâinatın hilkatındaki hikmetlerin ve maksatların menşei ve mâdeni ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metâlib ve arzularının husûl bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, ferdiyet-i rabbaniye ve vahdet-i İlahiyye olmasıdır.

Yedinci İşaret: Tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip ispat eden ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti, o tevhidin kat'iyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.

Birincisi:

اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ

sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat'i makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyenin (A.S.M.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını...

İkincisi: Mâhiyet-i Muhammediye (A.S.M.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevkalhad istidat ve cihazatiyle âlem-i İslâmiyetin mâneviyatını teşkil eden kudsi kelimatı, tesbihatı, ibâdâtı en evvel bütün mânâlarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı rûhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) velâyeti, sair velâyetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O Zatın (A.S.M.) had ve nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir.

Üçüncüsü: Zât-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı kendine muhatap ittihaz etmekle; elbette O'nu hadsiz kemâlatda hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın mânevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur'ân-ı Kebir'in âyet-i kübrası ve o Furkân-ı Âzamın İsm-i Âzamı ve ism-i Ferd'in cilve-i âzamının bir ayinesi olduğunu ders verir.

Beşinci Nükte

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَانْظُرْ اِلَى اۤثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyet-i azimesiyle

اللّٰهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ

âyet-i aziminin bir nüktesi ve "Hay" İsm-i Âzamının bir cilvesi olup, muhtasaran "Beş Remiz" içinde gösterilmiştir.

Birinci Remiz: İsm-i Hay ve ism-i Muhyî'nin cilve-i âzamından olan "Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?" sualine karşı fihristevâri, yirmi dokuz mertebede, iki sayfa içerisinde, öyle güzel bir sûrette cevap verilerek tarif edilmiştir ki, bu nasıl acip bir izah, bu nasıl fesahetli bir tarz-ı beyan, bu nasıl garip tâbirattır ki, misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatların güzelliklerine meftun oluyor; hayretinden parmaklarını ısırıyor; daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor; takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor.

İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hassasından yirmi üçüncü hassasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i rabbaniyeye esbab-ı zâhiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor.

Üçüncü Remiz: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de, kâinatın sebeb-i hilkatı ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyûmu, hadsiz nimetleriyle kendini zihayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zihayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar san'atlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini ve herbir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor.

Dördüncü Remiz: Hayat, imanın altı erkânı olan

اۤمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلاۤخِرِ وَ بِالْقَدَرِ

rükünlerine bakıp ispat ettiğini o kadar latîf bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâğat-ı ifade, insanı hayran ediyor.

Beşinci Remiz: Birinci Remzin on altıncı hassasında zikredilen; hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz ise, küll gibi; cüz'i ise, külli gibi bir câmiiyet verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde; İsm-i Âzam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor.

Altıncı Nükte

Kayyûmiyet-i İlâhiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve "Kayyûm" ism-i âzamının bir cilve-i âzamına, muhtasar olarak "Beş Şua" ile işaret eder.

Birinci Şua: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli bizâtihi Kayyûmdur, Dâimdir, Bâkidir. Bütün eşya onun Kayyûmiyetiyle kaimdir, devam eder, vücutta kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyûmiyet bir an kesilse, bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzi ve inkısamı muhal, tegayyür ve tebeddülü mümteni; ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes'in bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalâlet kimseler, zerrattâki tahavvülât-ı muntazama içinde hissettikleri hayret-engiz hallakiyet-i İlâhiyenin ve kudret-i rabbâniyenin cilve-i âzamının nereden geldiğini bilemediklerinden ve kudret-i samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı Ulûhiyet mesleklerindeki yolların içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli yüzünü sırr-ı Kayyûmiyetin tecelli-i âzamiyle izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakik ve çok amik ve pek geniş bir ifade ile, tabiiyyun ve maddiyyun mesleklerini iptal edip, onları techil eden ve utandıran âli bir beyandır.

İkinci Şua: "İki Mesele" dir.

Birincisi: Had ve hesapsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan içinde, sırr-ı Kayyûmiyetle kıyam ve beka ve devamları; ve emr-i

كُنْ فَيَكُونُ

den gelen emirlere kemal-i inkıyadları, İsm-i Kayyûmun âzami cilvesine bir ölçü olduğu gibi; herbir zihayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her azasında o azaya göre toplanmaları ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkanan unsurların, dağılmayarak o cesette muntazaman durmaları ve o emr-i İlâhiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyûmiyeti ilân eden hadsiz diller olduğunu beyan eder.

İkinci meselesi: Eşyanın sırr-ı Kayyûmiyetle münasebattar fayda ve hikmetlerine işaret eden pek çok envâından üç nev'ine işaret eder.

Birinci nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.

İkinci nevi: Hem umum zîşuurun mütalâasına bakar, hem Fâtır'ının esmâsını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar.

Üçüncü nevi: Doğrudan doğruya Sâni-i Zülcelâle bakar. İşte bu üçüncü nevide bir saniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber,

اللّٰهُ الَّذِى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا

âyetinin işaretiyle; Kayyûmiyet-i İlâhiye, hadsiz ecrâma ve nihayetsiz zerrata nokta-i istinad olduğunu ve bilcümle mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin uçları

وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ

işaretiyle sırr-ı Kayyûmiyete bağlı bulunduğunu iş'âr eder.

Üçüncü Şua: Hallâkiyet-i İlâhiye ve Fa'âliyyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyûmiyetin bir derece inkişafına işaret eden mukaddemelerin birincisi; zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlûkatın bu hayret verici seyahat ve seyranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor.

Birinci şubesi: Fâaliyetin herbir nev'i, cüz'i olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla -tabirde hata olmasın- Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'da bulunan bir aşk-ı lâhûtinin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuunatı, hadsiz Fâ'aliyyetle ve nihayetsiz Hallâkiyetle kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını....

İkinci Şubesi: Herbir cemal ve hüner sahibi, kendi cemalini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilân etmesi kaidesiyle Cemil-i Zülkemalin binbir Esmâ-i Hüsna'sından herbir isminin herbir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki, o aşk-ı mukaddese-i İlâhiye, o sırr-ı Kayyûmiyete binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini...

Üçüncü Şubesi; hem Dördüncü Şua: Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenap olan zât, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mes'ud etmekten lezzet alması ve her âdil zât, ihkak-ı hak etmekten keyiflenmesi ve her hüner sahibi san'atkâr, yaptığı san'atını teşhir etmekten ve san'atının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni-i Hakîm'i, binbir Esmâ-i Hüsna'sının had ve nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallâkiyet-i daime ve hayret-engiz bir fâaliyet-i sermediye içinde sırr-ı Kayyûmiyet ile mütemadiyen tazelendirip tecdit ettiğini pek garip, pek şirin, pek latif, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalâletin, "Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden Zat'ın, kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lazım gelmez mi?" diye sordukları suale; bilâkis Zât-ı Zülcelâlin mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini gayet kat'i bir surette beyan eden bir cevapla mukabele edilmiştir.

Beşinci Şua: "İki Mesele"dir.

Birinci mesele: İsm-i Kayyûm'un cilve-i âzamına baktırmak için, hayâli iki dürbünden biriyle, en uzaklarda esir maddesi içinde sırr-ı Kayyûmiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tespit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dürbünle zihayat mahlûkat-ı arzıyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.

Hülâsası: Bu altı ism-i Âzam birbiriyle imtizac ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyûm cilve-i âzamı arkasında tecelli eden ism-i Hayy'ın; bütün o mevcudatı hayat ile ışıklandırdığını; ve İsm-i Hayy'ın arkasında tecelli eden ism-i Ferd'in, o mevcudatı bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hatem-i Ehadiyet bastığını; ve ism-i Ferd'in arkasında tecelli eden İsm-i Hakem'in o mevcudatı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine alıp süslendirdiğini ve ism-i Hakem'in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl'in, o mevcudatı yıldızlar ordusundan ta zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl içinde tutarak emr-i "Kün Feyekûn" den gelen emirlere kemal-i inkıyad ile itaat ettirdiğini ve İsm-i Adl'in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Kuddûs'ün o mevcudatı, Cemil-i Mutlak'ın cemal-i zatına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsna'sına lâyık ve münasip olacak gayet güzel ayineler şekline getirdiğini gösteriyor.

İkinci meselesi: Kayyûmiyetin, Vâhidiyet ve Celâl noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi, ehadiyet ve cemal noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu ve bu tecelli ile Zât-ı Zülcemal'in, beşere, melâikelerin fevkinde ettiği ihsanatını ve o ihsanatın câmiiyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyûmiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini tâdat eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zât-ı Hayy-ı Kayyûm'a ayinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu ayinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihdeki ayinedarlığının da iki yüzü olduğunu, birinci yüzüyle Esmâ-i İlâhiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlâhiyeye ayinedarlık ettiğini emsâli nâmesbuk bir talâkat-i lisan ile ifade ediyor ki, beşerin dâhilerini dahi bu hakikatlara meftun edip hayran eder.

Hüsrev

Önceki Risale: Lem'alar'ın FihristiFihrist RisalesiŞualar'ın Fihristi: Sonraki Risale

  1. Bu Onuncu Şua olan Fihriste’nin İkinci Kısmı için Hazret-i Üstad’ımız Kastamonu Lâhikası’nda şöyle buyurmaktadır: - “Fihristeyi taksim-ül a’mal tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı manevisine tevdi’iniz çok güzeldir. Tam daimi bir üstad buldunuz.” Hizmetinde bulunan talebeleri
  2. Bu risalenin on beş günde bir defa okunması hakkında tavsiye vardır.
  3. Bu devanın tesirindendir ki, misafireten bir köye gittiğimde, orada gözsüz Mehmet Ağa isminde bir zât, gözünün hastalığından şikâyeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risalesinin On Dördüncü Deva'sını okuyunca, onun mânevî tesiriyle o zât dedi: "Keşki ben bu sevabı ve mânevî bu kazancı; bana açan bu hastalığımdan şikâyet etmeseydim" diye nedametkârane, bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlâhiye olduğunu kat'i anladı.
  4. Şu nüktenin bir hakikatını ispat eden bir vakıa: Yakınımızda bir köyden bir kişi dağa gider. Dağda hayvanını yılan sokmasıyla hayvan şişer. Hayvanın köye gelmesi imkânsız olduğunu gören sahibi, nâümid olarak hayvanı bırakır, köye gelir. Ertesi gün derisini almak için gider. Hayvanı iyi olmuş bulur. Dikkat eder, görür ki, hayvanın yattığı yerde sineğin bir nev'i olan yeşil başlı sineklerden binler sinek cenazesi var. Ondan anlar ki, sinekler hayvanın kanını emmek ile kandaki semmi sormuşlar. Hayvanı kurtarmışlar. Fakat kendileri ölmüşler.
  5. Şehid merhum Hafız Ali'nin bu gibi makamlarda beyanatı, gerçi Risale-i Nur'a hizmetiyle sair kardeşlerime ve bana da haddimden çok fazla hisse veriyor. Fakat onun hatırı için sükût ederim.
  6. Risale-i Hasbiye olan Dördüncü Şua, hem bu nüktenin hem yazılmayan Beşinci Lem'a'nın hakikatını bir derece beyan etmesiyle o lem'a yerine geçmiştir.
Advertisement