Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Önceki Risale: Lem'alarMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Lasiyyemalar: Sonraki Risale

Peygamber'in (A.S.M.) Bahr-ı Marifetinden ([1]) Bazı Reşhalar[]

1. Reşha([2])[]

Tenbih: Rabbimizi bize tarif eden delil ve bürhanların haddi hesabı yoktur. Lâkin büyük bürhanlar ve küllî hüccetler üçtür.

Birisi: Sabıkan bazı âyetlerini işittiğin şu kitab-ı kebir olan kâinattır.

İkincisi: Şu kâinat kitabının âyet-ül kübrası ve divan-ı Nübüvvetin hatemi ve künûz-u mahfiyenin miftahı olan Hz. Muhammed'dir (A.S.M.).

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin müfessiri ve hüccetullahi ale-l enam (Allah'ın benî Âdeme karşı bir hücceti) olan Kur'an-ı Hakîm'dir.

Şimdi biz şu ikinci bürhan-ı nâtık olan Zat-ı Muhammediye'nin (A.S.M.) mahiyetini tanımalıyız. Ve Sonra onu dinlemeliyiz. İşte onun bahr-i ma'rifetinden birkaç 'Reşehatı' zikrediyoruz:

2. Reşha[]

Bil ki, şu bürhan-ı nâtık (olan Zat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.)) bir şahsiyet-i azîme-i maneviyesi vardır.

Eğer desen: "O zat, nasıl birisidir ve mahiyeti nedir?"

Elcevab: Evet o zatın azamet-i maneviyesinden dolayı yeryüzü onun mescidi, Mekke mihrabı, Medine minberi olmuştur. O zat ise, bütün mü'minlerin imamı olup, onun arkasında saf saf dizilmişlerdir. Ve bütün nev'-i beşere hatib olarak onlara saadetlerinin düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün Enbiyaya reis olup, onun dini, dinlerinin esaslarını cami' olduğu için, onları tezkiye ve tasdik ediyor. Ve bütün Evliyaya seyyid olup, risaletinin güneşiyle onları terbiye ve irşad ediyor. Hem enbiya, ahyar, sıddîkîn ve ebrardan mürekkeb bir halka-i zikrin dairesinde bir kutubdur ki, onun tekrar ettiği aynı kelimede ittifak ederek, onlar da hep beraber onu söylüyorlar. Ve öyle nuranî bir şeceredir ki, semavî esasat ile hayattar ve metin olan kök ve damarları, Enbiya (Aleyhimüssalatü Vesselam)'dırlar. Ve dalları ise, maarif-i ilhamiye ile yeşillenen ve tazelenen ve nuranî ve latif meyveler veren Evliyadırlar.

Demek bu zatın iddia ettiği hiçbir dava yoktur ki, mu'cizatlarına istinad eden bütün enbiya şehadet ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik etmesin. Öyle anlaşılıyorrki, bu zatın bütün davaları üzerinde bütün kâmilîn-i nev'-i beşerin imzaları vardır. Zira görüyorsun ki bu zat, 1 لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ diyor ve tevhidi iddia ediyor. Eğer mazî ve müstakbelde saf bağlamış olan mezkûr o iki saf-ı nuranîyi dinleyebilsek, yani, nev'-i beşerin güneşleri, yıldızları olan bütün kâmil insanların, iki saf halinde aynı kelime-i tevhidin zikri dairesinde oturup, meslekleri birbirine muhalif ve meşrebleri birbirine mübayin olduğu halde, aynı kelime üzerinde ittifak edip onu tekrar ettiklerini işiteceksin. Adeta bütün onlar hep beraber, icma' ile Zat-ı Ahmediye'ye 2 صَدَقْتَ وَ بِالْحَقِّ نَطَقْتَ diyorlar. İşte acaba hangi vehmin haddi vardır ki, mu'cizat ve keramat ile tezkiye edilmiş, hadsiz şahidlerin şehadetleriyle müeyyed bir davaya red parmağını uzatabilsin.

3. Reşha[]

Bil ki, tevhide delil olup nev-i beşeri ona irşad edip yol gösteren şu bürhan-ı nuranî, nasılki iki cenahında bulunan nübüvvet ve velayetin icma' ve tevatürleriyle teeyyüd ediyor. Öyle de Tevrat, İncil, Zebur ve eski suhufların yüzlerce beşaretli işaretleri dahi onu tasdik ediyor. Ve keza binlerce irhasatın meşhur ve pek çok remizleri dahi onu tasdik ediyor. Ve keza tevatürle menkul kâhinlerin bir çok şehadetleri de onu tasdik ediyor. Ve keza hatiflerin şüyu' bulmuş müteaddid beşaretleri dahi onu tasdik ediyor. Ve keza şakk-ı Kamer ve parmaklarından kevser gibi suyun nebeanı ve ağaçları çağırdığı zaman yanına gelmeleri ve yağmur için dua ettiği aynı anda yağmurun gelmesi ve az bir parça taamdan çoklarını doyurması ve keler, kurt, ceylan, deve ve taşların kendisiyle tekellümleri gibi, ruvat-ı sikat ve muhakkik muhaddisînin beyan ettikleri bine baliğ mu'cizatının delâletleri dahi onu tasdik ediyorlar. Ve keza saadet-i dâreyni cami' olan şeriat-ı garrası onu tasdik ediyor. Geçmiş derslerde bütün saadetlerin menba-ı feyzi olan şems-i şeriatından bazı şuaları gördün ve işittin. Eğer gözünde perde, kalbinde pas ve mürde yoksa, bu kadar kâfidir, biz de burada kısa keseceğiz.

4. Reşha[]

Bil ki, afakî deliller nasılki o zatı (A.S.M.) tasdik ediyorlar. Onun gibi enfüsî deliller de onu tasdik etmektedirler ki, kendi zat-ı mübareki, güneş gibi kendi zatına delildir. Çünkü bil'ittifak bütün ahlâk-ı hamîde onun zatında içtima' etmiştir. Hem vazife-i risaletindeki şahsiyet-i maneviyesi de bütün âlî ve yüksek seciyeleri ve pâk ve nezih hasletleri kendinde cem'etmiştir. Hem onun kuvvet-i imanını gösteren zühd, takva ve ubudiyetinde fevkalâde kuvvetli olması, ve keza tarih-i hayatının şehadetiyle kemal-i metanet, kemal-i ciddiyet ve kemal-i vüsûku; hem kuvvet-i itminanının şehadetiyle harekâtındaki kuvvet-i emniyetidir. İşte şu mezkûr deliller gösteriyorlar ki: O zat (A.S.M.) davasında hakka mütemessik ve hakikat üzerine sâliktir. Evet nasılki yeşil yapraklar, revnekdar çiçekler ve taze meyveler, ağaçlarının hayattarlığına delil olduğu gibi; bu zat dahi davasında öyledir.

5. Reşha[]

Bil ki, akılların muhakemesinde zaman ve mekân muhitlerinin büyük te'siratı vardır. Şimdi istersen gel! Şu muhit, asır ve zamanın hayalâtından soyunacağız. Ve bu mülevves libastan tecerrüd edeceğiz. Sonra seyyal olan zamanın denizine dalacağız. Ve yüze yüze bütün asırlar ve dehirler arasında yemyeşil ada olan saadetler asrına çıkacağız. İşte o cezire-i zamaniyye içinde bir medine-i şehba olan Ceziret-ül Arab'a bakalım. Hem o zamanın bizim için dokuduğu ve o muhitin bize diktiği libası da giyeceğiz. Tâ ki, merkez-i daire-i Risaletin kutbunu, vazifesi başında çalışırken -velev hayalen olsun- bir ziyaret edeceğiz.

Şimdi gözünü aç, bak! Şu memleketten en evvel nazarımıza ilişen ve gözümüze çarpan raik bir hüsn-ü sîret içinde, faik bir hüsn-ü suretle, mümtaz hârika bir şahıstır. İşte bak, elinde bir Kitab-ı Kerim-i Mu'ciznüma tutmuş, lisanında mûcez, hakîm bir hitabla bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Ve o hutbeyi bütün Benî-Âdem'e, belki bütün ins ve cinne, hattâ belki bütün mevcudata karşı tilavet ediyor.

S: Feya lil-aceb! Nedir acaba o söylediği şey?..

C: Evet pek cesim bir işten sözediyor ve pek büyük bir haberden bahsediyor.. Evet sırr-ı hilkat-ı âlemin muamma-yı acibanesini hail ve şerhedip, kâinatın sırr-ı hikmetinin tılsım-ı muğlakını feth ve keşfediyor. Ve bütün ukulü hayret içinde meşgul eden, üç sual-i müşkilden bahsedip izah ediyor. İşte, bütün mevcudattan sorulan o üç sual-i azîm şudur: 1- Sen nesin? 2- Nereden geliyorsun? 3- Nereye gidiyorsun?

6. Reşha[]

Bu Zat-ı Nuranî'ye iyi bak, nasıl hakikattan nur saçan bir ziya ve haktan gelen ziyadar bir nur neşrediyor ki, o nur ile beşerin kışını bahar ve gecesini nehar eylemiş. Hattâ o nur ile kâinatın şekli değişip, âlemin yüzü nur-u imandan evvel, nazar-ı dalaletle abus, kamtarîr iken, o nur ile meserret-bahş olmuş.

Eğer biz, onun neşrettiği nuruyla ziya almaz ve aydınlanmazsak, kâinatın tamamında bir umumî matem gördüğümüz gibi; onun mevcudatını birbirine ecnebi, düşman gibi ve birbirini tanımaz, belki birbirine mütecaviz vaziyetinde görürüz. Ve onun camid mevcudatını ise dehşetli birer cenaze suretinde müşahede ederiz. Hem insan ve hayvanatı firak ve zeval darbeleriyle ağlıyan yetimler şeklinde görürüz. Ve kâinatın hey'et-i umumiyesini harekâtıyla, tenevvüatıyla, tagayyüratıyla ve nukuşlarıyla tesadüfün oyuncağı olarak; manasız, başıboş ve abesiyete incirar ediyor, durumunda müşahede ederiz. Ve insanı da, müz'iç acziyle ve muacciz fakrıyla beraber, onun başına mazinin hüzünlerini ve müstakbelin korkularını nakleden aklıyla bütün hayvanlardan en edna ve en perişan bir surette görürüz. İşte o zatın (A.S.M.) daire-i nuruna girmeyenlerin nazarında kâinatın mahiyeti böyledir.

Şimdi o zatın nuruyla ve dininin mirsadıyla ve daire-i şeriatı içinde olarak, kâinata bir bak! nasıl göreceksin?.. İşte bak, âlemin şekli değişti. Âlem umumî bir matemhane iken, bir mescid-i zikir ve fikir ve bir meclis-i cezbe ve şükre tahavvül etti. Ve birbirine ecnebî ve düşman olan mevcudat, birbirine ahbab ve kardeşler şekline girdi. Ve alemin camidat-ı meyyite-i samiteleri olan büyük ecram, birer ünsiyetkâr hayatlı ve birer müsahhar me'mur olarak, Halikının âyetlerini lisan-ı halleriyle tilavet eden birer nâtık vaziyetine dönüştü. Ve müştekî, ağlayıcı yetimler vaziyetindeki zîhayatlar ise, tesbihatları içinde zâkir ve vazifeden terhislerine şâkir haletine girdi. Ve keza, kâinatın harekât, tenevvüat ve tagayyüratıda manasız, başıboş, abesiyet ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, mektubat-ı Rabbaniye ve sahaif-i âyât-ı tekviniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olmasına terakki etti. Hattâ âlem, o nur ile öyle bir terakki etti ki, bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye derecesine çıktı.

Gel şimdi insana bak; âciz, fakir, zelil bir hayvaniyet derekesinde iken, zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, fakrının şevkiyle, ihtiyacının şevkiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şulesiyle, aklının haşmet-i imaniyesiyle nasıl evc-i hilafete terakki ediyor, gör.

Sonra bak ki; acz, fakr ve akıl, insanın esbab-ı sukutu iken; şu zat-ı nuranînin nuruyla tenevvür ettikleri zamanı, nasıl esbab-ı suud ve terakki oluyorlar.

Sonra mazi cihetine bakki; Nazar-ı dalaletle zulümat içinde bir mezar-ı ekber suretinde görünürken, bak nasıl enbiya güneşleriyle ve evliya yıldızlarıyla ziyadar ve nuranî bir alem olmuştur.

Sonra istikbal cihetine nazar etki; Yine (nazar-ı dalaletle) kendi zulümatı içinde en karanlık bir gece vaziyetinde görünmekte iken, nasıl ziya-yı Kur'an ile nurlanmış olarak, Cennet bostanları üzerinden perdeler ref olmuştur gör!..

İşte bu minval üzere, eğer bu zat olmasaydı; kâinat ve insan, hattâ her şey hiçliğe sukut edip kıymetsiz ve ehemmiyetsiz bir vaziyette kalacaktı. Demek ki, bu güzel ve bedi' kâinat için böyle muhakkik ve muarrif, yüksek ve hârika bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflak olmamalıdır. Çünkü o zaman bize göre bu kâinat, manasız ve abes bir şey görünecekti. Mülk sahibi (C.C.) o zat hakkında hak olarak ne kadar doğru söylemiş:

لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ

7. Reşha[]

Eğer desen: Kâinatın güneşi olmuş olan ve kâinatın kemalâtını ilmiyle ve nuruyla keşfeden o zat kimdir? Ve ne diyor?

Cevaben sana denilir ki: Bak dinle! O zat ise, bir saadet-i ebediyeden haber verip, onu müjdeliyor. Ve bir rahmet-i bînihayeyi keşfedip ilan ederek, insanları ona davet ediyor. Ve onun zatı ise, mehasin-i saltanat-ı rububiyetin bir dellalı ve nezaret edicisidir. Ve hem künûz-u esma-i İlahiye mahfiyatının keşşafı ve tarifçisidir.

Şimdi ona vazifesi ve risaleti cihetiyle bak! Onu bir bürhan-ı Hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet ve bir vesile-i saadet göreceksin. Sonra ona şahsiyeti ve zatı cihetiyle bak! Onu, muhabbet-i Rahmaniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, hakikat-ı insaniyenin şerefi ve şecere-i hilkat meyvelerinin en parlağı ve en nuranîsi olarak göreceksin.

Sonra bak ki, nasıl onun nuru ve dini, berk-i hatif sür'atinde şark ve garbı kapladı, ve yeryüzünün yarısına yakın kısmı ve insanların beşte birisi onun hediye-i hidayetini iz'an-ı kalb ile kabul etti. Hem öyle bir derecede ki, ruhlarını ona feda eder bir vaziyetle kabul ettiler. Şimdi acaba hiç imkânı var mı ki; mugalata karışmamak şartıyla nefis ve şeytan böyle bir zatın müddeiyatlarına karşı münakaşa edip bir şey diyebilsinler. Hususan bu zatın bütün müddealarının başı ve esası olan davası ki, bütün meratibiyle لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ in hakikati olsa...

8. Reşha[]

Eğer bu zatı harekete getiren şey'in ne olduğunu bilmek, anlamak istiyorsan, bil ki: Onun muharriki yalnız ve yalnız bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, onun şu cezire-i vasiadaki hârika icraatına bir bak, göreceksin ki; şu acib sahrada âdetlerine son derece mütaassıb ve hem taassub ve husumetlerinde çok inatçı ve hattâ kızlarını diri diri defnederlerken hiç müteessir olmayan kasî kalbli olan bu vahşi akvamı, görki nasıl bu zat, bütün bunların ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini az bir zaman zarfında kal' ve ref edip, bunların yerine onları ahlâk-ı âliye-i hasene ile teçhiz ettirip, medenî ümmetlere üstad ve âlem-i insaniyete muallim eyledi. Hem bak, bu zatın saltanatı (başka padişahlar gibi) yalnız zor ve korku kuvvetiyle olan zahirî bir saltanat değil, belki bak, akıl ve kalbleri fethedip, nefis ve ruhları o derece teshir ediyor ki, mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah olmuş!..

9. Reşha[]

Malûmdur ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir milletten tamamen kaldırmak, büyük bir hâkimin büyük bir himmeti de olsa yine çok müşküldür. Halbuki görüyoruz ki; bu zat, kısa bir zamanda, zahirî az bir himmetle, cüz'î bir kuvvetle; hissiyatlarında inatçı, âdetlerine mütaassıb, pek büyük ve pek çok âdetleri, pek büyük kavimlerden külliyyen kaldırıp, yerlerine tam bir rüsûh ile âlî ahlâkları, gâlî hasletleri, seciyelerinde tesbit ediyor. İşte numune için Hz. Ömer'in (R.A.) İslâmiyetten evvel ve İslâmiyete girdikten sonra iki haline bak! Evvelce bir çekirdek halinde iken, sonra muhteşem bir ağaç olduğunu görürsün. Ve hakeza, bu zatın icraat-ı esasiyesinin hârikalarından gördüğümüz ancak binde biridir. İşte asr-ı saadeti görmeyenlere, biz Ceziret-ül Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Kendilerini tecrübe etsinler. Yüz feylesoflarını da beraber alıp Ceziret-ül Arab'a gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. Acaba o zatın o zamana göre bir senede yaptığı icraatının yüzden birisini de bu zamanda yapabilirler mi?

10. Reşha[]

Bil ki, eğer sen beşerin seciyesinin marifetine aşina isen, bilirsin ki; akıllı bir insan, münazaralı bir davada, yalanının zuhur etmesiyle hacil olacağı bir meselede, yalan bir şeyi pervasız iddia etmesi mümkün değildir. Hele hicabsız, pervasız, teessür göstermeden -ki en edna bir teessürü de hile-i haline işaret eder- heyecansız, tasannusuz -ki, en küçük bir heyecan ve tasannuu yalanını ima eder- tenkidçi husumet karşısında; velev küçük bir şahıs olsun, velev küçük bir vazifede bulunsun, velev hakir bir haysiyet sahibi olsun, velev küçük bir cemaat içinde olsun, velev ufak bir mes'eleye dair olsun, asla mümkün değildir ki, yalan bir müddeayı söylemekte muvaffak olsun.

Şimdi bak, bu zat-ı muazzama ki; en büyük bir vazifede, en büyük bir vazifedar olarak, en büyük bir haysiyet sahibi iken, hem pek büyük bir emniyete muhtaç olduğu bir halde, pek büyük bir cemaat karşısında, pek büyük bir husumet mukabilinde, pek büyük bir mes'elede, pek büyük bir davada pervasız, tereddüdsüz, hicabsız, korkusuz, telaş göstermeden, samimî bir safvetle, halis bir ciddiyetle ve düşmanlarının damarlarına dokundurarak, akıllarını tezyif edip, nefislerini tahrik ederek, izzetlerini kırıp; gayet şedid ve ulvî bir üslûbla iddia ettiği davalarında hiç hile karışması mümkünmüdür? Kellâ!..

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى

Evet, hak aldatmaktan müstağnidir. Hakikatin nazarı, aldanmaktan münezzehtir. Evet o zatın hak olan mesleği, aldatmağa tenezzül etmez. Ve onun nazar-ı nakkadı, hayali hakikata karıştırmaktan münezzehtir.

11. Reşha[]

Bak ve dinle! O zat (A.S.M.) ne diyor? İşte bak, hakaik-i müdhişe-i azîmeden bahsedip beşeri inzar ediyor. Yani korkutuyor. Hem kalbleri cezbeden ve akılların ona müncelib olup, pürdikkat kesilmeleri lâzım gelen mes'elelerden bahsederek insanları müjdeliyor.

Malûmdur ki, eşyanın hakikatlarını keşfetme iştiyakı, merak ehlinden bir çoğunu, ruhlarını feda etmek derecesine kadar sevkeder. Hattâ eğer sana denilse, yarı ömrünü ve yarı malını feda etsen; Kamer'den veya Müşteri'den bir şahıs inecek, Kamer ve Müşteri'nin garaib-i ahvalinden sana haber verecek, hem başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek. Zannederim ki, fedaya razı olacaksın. İşte acaba sırf bir merakını defetmek için, yarı ömrünü ve yarı malını vermeğe razı olursun da; bu zatın (A.S.M.) icma-i ehl-i şuhûd ve tevatür-ü ehl-i ihtisasın (yani enbiya ve sıddîkîn, evliya ve muhakkikinin) tasdik ettikleri ahbarını dinleyip ehemmiyet vermezsin?!..

Bak o zat, (A.S.M.) öyle bir sultanın şuûnundan bahsediyor ki; Kamer onun memleketinde bir sinek gibi bir pervane etrafında pervaz eder. Ve o pervane olan küre-i arz ise, o sultanın kendi misafirleri için hazırladığı binlerce menzillerinde yaktığı binler lâmbalarından birisinin etrafında uçar. Ve hem acaib ve garaib mahalli olan öyle bir âlemden haber veriyor ve öyle bir inkılabdan bahsediyor ki; faraza küre-i arz bomba olup infilak etse, dağları bulutlar gibi uçuşsalar, yine o zatın haber verdiği o inkılabın garaiblerinin yüzden birisi kadar da olamaz. İşte istersen onun lisanından:

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ

اِذَا السَّمَاۤءُ انْفَطَرَتْ

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا

gibi sureleri işit.

Hem o zat, tahkik ile öyle bir istikbalden haber veriyor ki; şu dünyevî istikbal, ona nisbeten menfaatsiz bir katre serabın, sahilsiz bir bahr-i ummana nisbeti gibi de olamaz. Ve hem şuhuda dayanarak öyle bir saadetin şuhudundan müjde veriyor ki: Bütün dünyevî saadetler ona nisbeten, ancak bir berk-i zailin bir şems-i sermede nisbeti gibi olabilir.

Evet, şu acaibli kâinatın perdesi altında öylesi acaibler bize bakıyor ve bizi bekliyorlar. Ve şu acaib ve hârikaları ihbar etmek için, hârika ve acib bir zat lâzımdır ki, o acaibleri görüyor, sonra gösteriyor. Bakıyor, sonra haber veriyor. Evet bu zatın şuûnatmdan, etvarmdan anlaşılıyor ki; o görüyor, sonra gösteriyor. Ve ona göre korkutuyor ve müjdeliyor.

Ve keza, Rabb-ül Âlemin'in bizden ne istediğini ve marziyatı ne olduğunu haber veriyor. Ve hakeza daha bunlar gibi öyle büyük mes'elelerden haber veriyor ki; onlardan kurtuluş çaresi yoktur. Ve öyle acib hakikatlardan bahsediyor ki, halâsa mecal bulunamaz. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, ondan gayrı saadet, saadet değildir.

İşte hasretler olsun gafillere, hasaretler olsun dâllîn güruhuna ve yazıklar olsun ekser insanların belahetine ki, bu hakka karşı nasıl kör olmuşlar ve şu hakikata karşı sağır olmuşlar ki, bu zat-ı zîlacaibin ahbarma ehemmiyet vermezler. Halbuki dünya ve mafîhayı terkedip, sür'atle ona koşmak ve ona ruh u canını feda etmek elzem ve elyaktır.

12. Reşha[]

Bil ki, âlemde ulvî şuûn ve âsârıyla meşhur olan, şahsiyet-i maneviye-i meşhuresiyle bize görünen zat, nasılki vahdaniyete bir bürhan-ı nâtık-ı sâdıktır ve tevhidin hakkaniyeti derecesinde bir delil-i haktır. Öyle de saadet-i ebediyenin de bir bürhan-ı katı'ı ve bir delil-i satı'ıdır. Belki o zat, nasılki davetiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Kezalik o zat, duasıyla ve ubudiyetiyle, o saadet-i ebediyenin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.

Eğer istersen, salât-ı kübrada namaz kılar iken o zata bak! Öyle bir namaz ki, azamet-i vüs'atinden şu cezire, belki küre-i arz, iştirak edip beraber namaz kılıyorlar. Hem bak! O zat, o namazı şöyle bir cemaat-i uzma içinde kılıyor ki, güya kendisi asrının mihrabında imam olarak durmuş, arkasında bütün efazıl-ı benî-Âdem, Âdem'den (A.S.) tâ asrımıza, tâ kıyamete kadar asırlar saflarında saf saf dizilip ona iktida edip duasına âmîn diyorlar. Hem dinle o zat, o cemaat-ı uzma ile kıldığı namazda ne yapıyor, işit. İşte bak, öyle azametli, şiddetli bir hacet-i amme için dua ediyor ki, sanki yer ve gökler, belki bütün mevcudat beraber duasına iştirak ederek, lisan-ı halleriyle "Oh, evet ya Rabbena duasını kabul et!.. Biz dahi, bize mütecellî olan bütün esma-i hüsnan ile beraber onun istediği muradının husulünü istiyoruz." diyorlar.

Hem o zatın tarz-ı tazarruatı içindeki tavrına bak! Nasıl şiddetli bir iştiyak içinde, büyük bir iftikar ile; ve hazin bir mahbubiyet içerisinde derin bir hüzün ile mutazarriâne yalvarıyor, öyleki; kâinatı heyecan ile ağlatıp, duasına iştirak ettiriyor. Hem sonra bak! Hangi maksad ve ne gibi bir gaye için tazarru' ediyor?! Evet o, öyle bir maksad için dua ediyor ki, eğer faraza o maksad husul bulmazsa, insan belki âlem, belki bütün mahlukat manasız ve kıymetsiz kalıp, esfel-i safilîne sukut edeceği halde, o maksadın husulü ile birden mevcudat makamat-ı kemalâtına terakki eder.

Hem bak! Nasıl istirhamkârane tavır içinde, hazîn bir teveddüd ile ve şedid bir istigase içinde, uzun ve derin bir istimdad ile tazarru' edip öyle yalvarıyor ki; arşa ve semavata işittirip, onları vecde getirip, âdeta semavat ve arz, duasına "âmîn, Allahümme âmîn" diyor.

Hem bak, bu zat, matlubunu kimden istiyor?. Evet bak o, matlubunu Semi' ve Kerim bir Kadir'den ve Rahim, Basîr bir Alîm'den istiyor. Zat-ı Kadir ve Rahim ise, en gizli bir hayvanın, en hafi bir haceti içindeki en gizli olan duasını işitir, meded eder. Çünkü bilmüşahede onun hacetini kaza etmekle, (yani hayatına, vücuduna ve bekasına lâzım olan hacetlerini ve istidad lisanıyla istediği meramlarını kaza etmekle) duasına cevab veriyor. Hem en edna bir zîhayatın, en edna bir gayesinin, en edna bir emelini görür, (riayet eder.) Çünkü bilmüşahede umulmadık bir tarzda onun emelini ona yetiştiriyor. Ve muntazam bir tarzda ve hikmetli bir surette ona ikram ve merhametler ediyor. Bu ise, bizzarure gösteriyor ki, bu terbiye ve tedbir, bir Semi' ve Alîm'den ve bir Basîr ve Hakîm'den olduğuna şüphe kalmıyor.

İşte acaba şu arz üstünde durup ve bütün efazıl-ı Benî-Adem'i arkasına alıp, arş-ı azama müteveccihen ellerini kaldırıp dua eden ve duasına bütün ins ve cin "âmîn" diyen bu zat ne istiyor? Evet bu zatın şuûn ve icraatından anlaşılan o dur ki: O şeref-i nev'-i insan ve ferid-i kevn ü zaman ve şu kâinatın her zaman medar-ı iftiharı olduğu halde, bütün meraya-yı mevcudatta mütecellî olan esma-i kudsiye-i İlahiyeyi duasına şefaatçi yapıyor. Belki onun istediği şey, bütün esma-i hüsnanın dahi iktiza ettikleri ve istedikleri şeydir.

İşte dinle, bu Zat-ı Zîşefaat; beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor, rıza-yı Bari istiyor. Demek ki; saadet-i ebediyenin i'tası için, göz önündeki rahmet, inayet, hikmet ve adalet gibi hesabsız esbab-ı mucibe olmasa idi bile; (ki bunların rahmet, inayet, hikmet ve adalet olmaları ahiretin vücuduna mütevakkıftır.) Ve keza, ahiretin gelmesine bütün esma-i kudsiye dahi muktazî sebepleri olduğu halde, bütün bunlar olmasaydı bile; yine de bu zat-ı nuranînin duasının hatırı için; her baharda masnuatının mu'cizatıyla bize müzeyyen cinanlar inşa eden onun Rabb-i Kerîm'i, ona ve ebna-yı cinsine Cennet'i bina etmeye kâfi gelirdi.

Evet nasılki Zat-ı Risaletin peygamberliği ubudiyet ve imtihan için şu dâr-ı dünyanın açılmasına bir sebep oldu. Öyle de, onun ubudiyeti içindeki duası dahi, mükâfat ve mücazat için dâr-ı ahiretin açılmasına bir sebebdir. Acaba hiç mümkün müdür ki; şu intizam-ı faik-i kâinata ve şu rahmet-i vasiaya ve İmam-ı Gazali gibi zatlara لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dedirtmiş olan şu kusursuz hüsn-ü san'at içine ve şu kubuhsuz cemalin arasına haşin bir çirkinlik, muvahhiş bir zulüm ve büyük bir karmakarışıklık girsin, karışsın ve bunları tağyir edip bozsun, asla mümkün değildir.

Evet öyle bir zat ki, en edna bir mahlukun, en edna bir hacetinin, en edna bir sesini işitsin ve tam bir ehemmiyetle bakıp kabul etsin; fakat en büyük ve şedid bir hacet için edilen duayı, sesi işitmesin? Hem en güzel bir emel ve reca içinde istenilen en güzel bir matlubu kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ! Kabul etmemek ve işitmemek emsalsiz bir çirkinliktir ve benzeri olmaz bir kusurdur. Halbuki bilmüşahede görünen o kusursuz cemal ise, böyle bir çirkinliği kabul edip, çirkin olmaz. Yoksa zatî olan bir hüsün, bir kubh-u zatîye inkılab eder ki, bu da inkılab-ı hakaik olur. O ise muhaldir.

13. Reşha([3])[]

Ey şu seyahat-ı acibede benimle refakat eden arkadaşım! Gördüklerin sana kâfidir. Eğer bu zat-ı zîhavarıkın acaib-i icraatını, dekaik-i ahvalini ve garaib-i şuûnatını ihata etmek istiyorsan, o imkânsızdır. Hattâ biz, şu cezirede yüz sene kalsak da, onun acaib-i vezaifinin yüz cüz'ünden bir cüz'ünü dahi ihata edip doyamayız. Öyle ise, geri dönelim. Ve dönerken de, asır asır bakıp temaşa edelim. Bak, nasıl bütün geçtiğimiz asırlar, asr-ı saadetten istifade ile feyiz alıp yeşillenmişler.

Evet üzerinden geçip geldiğimiz bütün asırlar, asr-ı saadet güneşiyle çiçekler açtığını ve o zat-ı nuranî'nin feyz-i hidayetinden her asır ne gibi semereler verdiğini gördün. İşte bak: Ebu Hanife, Şafiî, Ebuyezid Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Şeyh Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabî, Ebu Hasen-i Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani gibi binlerce münevver meyveleri gör!..

Şimdi, şu geriye dönüşümüzdeki meşhudatımızın tafsilatını başka vakte ta'lik edip, bu zat-ı nuranî-i mu'cizekâra, (yani seyyidimiz olan Hz. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselam'a) beraberce bir salât-ü selâm getirmeliyiz.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى هٰذَا الذَّاتِ النُّورَانِىِّ الَّذِى اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ اْلحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَعْنِى سَيِّدَنَا مُحَمَّدً اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ

عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبوُرُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. سَيِّدِنَا وَمْوْلاٰنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ

عَلٰى مَنْ جَاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ، وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَاۤءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَسَبَّحَ فِى كَفَّيْهِ اْلحَصَاةُ وَالْمَدَرُ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالذِّئْبَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ

سَيِّدِنَا وَمَوْلاَنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى اْلكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاۤءِ عِنْدَ قِرَاۤءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّماَنِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَاۤ اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ

İhtar[]

Bil ki: Nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delâili, hadsiz ve hesapsızdır. Biz onlardan bir kısmını Ondokuzuncu Söz ile Ondokuzuncu Mektub Risalelerinde zikretmişiz. Ayrıca Yirmibeşinci Söz'de tafsil olduğu üzere, bine baliğ olan mu'cizatının şehadeti ve Kur'anın kırka karib vücuh-u i'cazının şehadeti beraberce risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) şehadet ettikleri gibi; şu kâinat dahi, bütün âyâtıyla nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) şehadet eder.

Zira, nasılki şu kâinatın içine serpilmiş olan masnuat' ta bulunan hadsiz âyetler, Zat-ı Ehad'iyetin vahdaniyetine şehadet eder; öyle de, onlardaki adetsiz beyyinat dahi, Zat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) risaletine de şehadet ederler.

Meselâ: Risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) şehadet eden kâinat âyâtının beyyinatından birisi; masnuattaki kemal-i hüsn-ü san'attır. Evet şu masnuattaki kemal-i hüsn-ü san'at, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) kat'î bir tarzda delalet ederler. Zira şu müzeyyen masnuatın cemalleri bilmüşahede temaşa edenlere bir hüsn-ü san'at ve zinet-i suret izhar ederler. Hüsn-ü sanat ve zinet-i suret ise, bunların saniinde gayet kuvvetli bir irade-i tahsin ve taleb-i tezyin var olduğuna kat'an ve bilbedahe delâlet ederler. Ve irade-i tahsin ve taleb-i tezyin ise, bizzarure gösterir ki; bunların san'atkârında san'atına karşı ulvî bir muhabbeti ve san'atının kemalatını izhar etmeğe kudsî bir rağbeti vardır. Ve o rağbet ve muhabbet ise, katiyetle masnuatın en ekmeli ve en ebdai ve mahlûkatın en güzeli ve camii olan insan olduğu için; o muhabbet ve rağbetin en cami' mazharı ve en üstün medarı insan olacak ve onda temerküz edeceklerdir. Hem insan, fıtraten masnuatın en camii ve en bedii olarak yaratıldığı için, şecere-i hilkatin en zîşuur meyvesi olmuştur. Yani, insan kâinat ağacının şuur sahibi bir meyvesidir. Madem insan, şecere-i hilkatin meyvesi gibidir. Öyle ise, şecere-i kâinatın eczaları içinde, hepsinden en cami' ve (kökten) en uzak bir cüz'dür. Madem ki insan, kâinat ağacının en cami' ve en uzak ve zîşuur bir cüz'üdür. Öyle ise, herhalde şuuru külli ve nazarı âmm olacaktır. Öyle ise, o, şecere-i hilkatin mecmuunu görebilecek âmm bir nazara mâliktir. Ve şuuru külli olduğundan, saniin makasıdını bilen, bildiren o olacaktır. Öyle ise, kâinat saniinin hâs bir muhatabı olacaktır. Hem küllî şuurlu ve âmm nazarlı olduğu içindir ki, hususî hitaba mazhar olmuştur.

Şimdi bak! İnsan nev'inden bir ferd ki, bütün bu umumî nazarını ve küllî şuurunu Sania taabbüd (kulluk) için ve kendini ona sevdirmek ve ona muhabbet etmek kasdıyla sarfetse; ve o Saniin san'atını teşhir ve takdir ve istihsan etmek için tamam şuurunu ve dikkat-i nazarını tevcih etse ve bütün nazarını ve şuurunu ve mecmu-u kuvvet ve himmetini, nimetinin mukabilinde şükür isteyen o Saniin şükründe istimal etse, ve kâffeten bütün insanları ubudiyet, istihsan ve şükre davet etse; elbette bilbedahe o ferd-i ferid, Sani-i Âlem'in en birinci muhatabı ve bütün mahlukatın en sevgilisi ve en akrebi olacaktır.

İşte ey insanlar! Acaba aklınızda imkân bulabiliyor musunuz ki; şu mezkûr ferd-i ferid Muhammed (A.S.M.) olmasın!. Hem şu makama elyak Muhammed (A.S.M.) dan gayri bir ferd-i âheri, tarihiniz gösterebiliyor mu?

Şimdi ey gözünde hastalık ve kalbinde körlük olmayan adam! Şu kâinat içindeki insan âlemine bak! Tâ ki ayan beyan mütekabil iki daire ile, birbirine nazır iki levha göresin. Bak dairelerden birisi, gayet ihtişam ve intizam içinde muhteşem ve muntazam bir Rububiyet dairesidir. Levhaların birisi de, gayet ittikan içinde, nihayet mizanlı olan musanna' ve murassa' bir levha-i san'attır.

Amma dairenin ikincisi ise; gayet istikamet ve inkıyad içinde münevver ve müzehher bir ubudiyet dairesi olduğu gibi, levhanın ikincisi de; nihayet vüs'at içinde bir tefekkür ve istihsan levhası ve gayet cem'iyetli bir iman ve teşekkür sahifesidir.

İşte madem o iki daire ile bu iki levhayı müşahede ettin. Şimdi daire ve levhaların birbirlerine karşı olan münasebetlerine de bak. Tâ ki zahir ve bahir göresin ki; ubudiyet dairesi bütün cihatıyla birinci daire olan Rububiyet dairesi namına hareket ettiği gibi, bütün kuvvetiyle onun hesabına çalışmaktadır. Hem tâ az bir dikkat ile göresin ki; teşekkür ve tefekkür, istihsan ve iman levhası da, bütün manaları ve işaretleriyle san'at ve nimet levhasına bakıyor. İşte acaba gözün şu hakikati müşahede ettiği halde, aklın için hiç imkân kalır mı ki, daire-i Rububiyet ile daire-i ubudiyetin reisleri arasında bulunan en büyük münasebeti inkâr etsin? Ve kalbin için hiç bir cevaz kalır mı ki, Sani'in maksadı olan san'atını teşhir ve takdir ettirmek istemesine mukabil, kemal-i ihlasla bu vazifelere azamî derecede hizmet eden şu daire-i ubudiyet reisi, daire-i rububiyet reisi ile pek büyük bir münasebeti olduğunu ve ona kavî bir intisabı bulunduğunu ve onun namına ve ondan ona bir Risaleti ve onunla bir mükâlemesi var olduğunu teyakkun etmesin?

Evet bilbedahe biliniyor, anlaşılıyor ki; o zat-ı habib, Mâlik-ül Mülk yanında en mahbub ve makbul bir zattır. Belki onun yanında mahlukatın en sevgilisi ve ona en yakınıdır.

İşte ey insan! Aklınca hiç imkân var mı ki, şu enva-i mehasinle müzeyyen masnuatın Sani'i ve mahlukatın ağızlarının en ince zevklerini bile müraat için ihsan ettiği şu türlü türlü nimetlerin Mün'imi olan zat, taabbüd ve tahabbüb için kemal-i iştiyakla ona müteveccih olan bu ecmel ve ekmel masnua; ve o Sani'in mehasin-i san'atını demdeme-i takdirat ve velvele-i istihsanatıyla, arş ve ferşi lerzeye getiren ve o Fâtır'ın ihsanatına karşı ve o Hâlık-ı Mün'im'in azamet-i saltanatına mukabil, zemzeme-i teşekküratıyla berr ve bahri cezbe ile ihtizaza getiren, bu ekrem mahluka ehemmiyet vermeyip lâkayd kalsın. Hâşâ ve kellâ! Hem hiç mümkün müdür ki; o iktidarlı ihsanperver Sâni-i Zülcelal, bu müteşekkir ve istihsankâr zata karşı alâkasız kalsın. Ve hiç imkânı var mı ki; ona müteveccih olmasın. Ve hiç kabil midir ki; onunla konuşmasın. Ve hiç ihtimal var mı ki; onu sevmesin. Ve hiç mümkün müdür ki; onu kurb-u huzuruna almasın. Ve hiç imkân var mıdır ki; onun güzel haletini ve vaziyet-i hasenesini umum halka sirayet etmesini istemesin. Ve hiç mümkün müdür ki; insanların onun manevî rengiyle ve güzel vaziyetiyle ve haletiyle renklenmeleri için onu insanlara imam ve kıdve yapmasın. Ve hiç imkânı var mı ki; onu kâffe-i nâsa Resul yapmasın. Ve hiç mümkün müdür ki; şu masnuat-ı muntazamanın nukuş-u san'atları, onun gayetsiz hikmetine, nihayetsiz ilmine delâlet eden Sani-i Mevcudat, kendi masnuatı içinde en güzel ve en mükemmel bir ferde şuur ve ıttılaı bulunmasın. Hem hiç mümkün müdür ki; o ferd-i mükemmeli görsün ve bilsin, fakat onunla konuşmasın. Hem hiç imkânı var mıdır ki; o Sani', masnuatının tezyinatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek istesin; ve bu zat da ona hakkıyla kulluk etsin ve sıdk ile kendini ona sevdirsin ve lâyıkı veçhiyle onu tanısın ve tam hakkıyla onu sevsin; fakat o Sani' ise, bu zatı tanımasın, sevmesin. Hâşâ ve kellâ!. ([4])

Önceki Risale: Lem'alarMesnevi-i Nuriye (Badıllı)Lasiyyemalar: Sonraki Risale

  1. Merhum Ceylan Çalışkan'ın elyazısı nüshasında böyle. A.B.
  2. Risale-i Nur'un bazı yerlerinde şu "Reşhalar" adlı eserdeki reşhaların adedi için "Ondört Reşahat" diye geçer. Mesnevî-i Arabi'de ise, "Tenbih"ten sonra 12 aded Reşha zikredilmiş. 13. Reşha ise görünmediği gibi, 14. Reşha da Şemme risalesinin sonuna eklenmiştir. Bu durumda biz burada, eserin başındaki "Tenbih"i "Birinci Reşha" olarak kaydettik. Bununla beraber, Tenbih bölümünü Birinci Reşha saymasak, o takdirde, 13. Reşha, "Lasiyyemalar" kısmı olarak ayrılmış olması mümkindir.(Mütercim)
  3. Onüçüncü Reşha'dan sonra Ondördüncü Reşha'nın gelmesi lâzım iken; Ondördüncü Reşha ise, bu kitabın 525. sahifesinde yer almıştır. Ve bu tasarruf da Hz. Müellif tarafından olmuştur. Hikmetini anlayamadığımızdan aynı vaziyetinde bıraktık. (Mütercim)
  4. Ondördüncü Reşha’nın sıra itibarıyla burada olması lazım iken, Mesnevi’nin ahirlerine ilhakının sebeb ve hikmetini bilemedim. (Mütercim)
Advertisement