Yenişehir Wiki
Register
Advertisement

Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)Lem'alar: Sonraki Risale

Takdim (1. Baskı)[]

بِسْمِ اللهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

Birinci Baskının Takdim ve İfade-i Meramı

İlim ve kitabetle meşgul herkesin malûmudur ki, kıymetli kitapların, bilhassa zaman geçtikçe kıymetleri, hüsünleri daha da çok artan eserlerin üzerinde müteaddid tercümeler, şerhler ve haşiyelerin terettüb etmiş olduğu gayr-ı kabil-i inkâr bir vakıadır. Hattâ şerhlerin şerhi, haşiyelerin haşiyeleri de yapıldığı yine erbab-ı ilimce malûmdur.

İşte cihandeğer olan şu Mesnevî-i Arabi'nin tercümesini, elhak ulûm-u İslâmiyede oldukça rüsûha sahip, bilhassa ilm-i belâgat-ı Kur'aniyeye vukufıyeti meşhur ve Hz. Üstad'ın Eski Said zamanındaki biricik talebesi ve kardeşi olan merhum Molla Abdülmecid Efendi, ömrünün son yıllarında yaparak ortaya koydu. Şu anda elimizdeki eser, aynı zamanda Hz. Üstad'ın tasviblerine mazhar olarak neşredilen ve birçok istifadeye medar olmuş olan bu kitab, elbette daimî bir yadigâr-ı kudsî halinde ve daima esas olarak devam edip gidecektir.

Bununla beraber, o mübarek ve nurlu kitab, "En son tercümedir, onun üstünde ve ondan başka daha hiçbir tercüme yapılamaz, memnu'dur" diye bir şeyin mevzu-u bahis olmaması icab eder kanaatındayım. Ve bu hususta Hz. Üstad'ın mektub ve vasiyetlerinde herhangi bir şeye rastlanmadığı gibi, bilakis tercüme ve tekmiline dair tavsiyeleri vardır.

Binaenaleyh, Molla Abdülmecid Efendi'nin tercümesini (hâşâ!) beğenmemek, takdir etmemek değil.. Ama şu da vardır ki, bizzat kendisinin de müteaddit yerlerde beyan buyurdukları üzere; bir kısmının yalnız mana-yı mefhumunu almış, bir kısmını terkedip tercüme etmemiş, bir kısmını da çok kısa ve hülasalı tercüme etmiş olduğu açıktır. Oysa ki, Hz.Üstad, arapçasının tamamını neşrettirmişlerdi.

Ancak hemen i'tiraf edeyim ki; kudsî olan Mesnevî-i Arabi'yi lâyıkı vechiyle tercüme etmek, ne ben, ne de belki hiç bir âlim-i muhakkik iddia edemez. Kaldı ki bu fakir, usulüyle ulûm-u Arabiyede bîbehre iken, Risale-i Nur'un ve Arabî Mesnevî'nin mütalaalarından aldığım bir feyiz ve bereket ile, Arabî kitabları, bilhassa Hz. Üstad'ın üslûb-u Arabîsini anlamak ni'meti, mahz-ı lütf-u İlahî olarak ihsan edilmiş olduğunu da, -tahdisen linni'meti-izhar edebilirim.

Fakat ben, ulûm-u Arabiyenin müdevven olan sarf ve nahvini tahsil etmediğim için, o cihetten Mesnevî'nin içindeki bazı incelikleri tercümemde müraat edemedim. ([1]) Yalnız hakaik ve mana-yı maksud cihetine elimden geldiği kadar ve bütün samimiyet ve kuvvetimle eğildim. Hiçbir cümle ve kelimesini geçmedim. Gayet büyük bir mes'uliyet altında kendim hissederek, anlayabildiğim kadarıyla muhafazaya çalıştım.

Şu noktayı da arzetmek isterim ki: Mesnevî-i Arabi'yi tercüme ederken, bazı mütercimlerin bir kısım eserleri tercüme ettikleri gibi, (bilhassa zamanımızın mütercimleri gibi) sadece mevzuun manasını alıp, tercümede kalemini serbest bırakıp, kendi anlayış ve üslûbu içerisinde yoğurarak, yazdıkları gibi yazmadım, yazamazdım da. Çünkü:

Evvelâ: Zamanımızın tercümeleriyle, eski zamanda yapılmış olan tercümeler, ekseriyet-i mutlaka ile usulen ve şeklen birbirinden çok farklıdırlar, uzaktırlar. Eskide tercüme edilmiş eserlere baktığımızda, tercüme edilen aslın hiçbir kelime ve noktası kaçırılmadan, kelimesi kelimesine tercümesi yapıldığı gibi; eserin gramer, üslûb, teşbih, kinaî ve lügat yönleri de ele alınmış, çok sadıkane ve ihtiramkârane bir şekilde, bazan bir kelime veya bir cümle için, belki birkaç satır şerhleri yapılmıştır. Buna misal istersen, Kadı îyaz'ın Şifa-i Şerif'iyle, Sa'dî-i Şirazî'nin Gülistan'ının Türkçe tercümelerine bak. Amma yeni zamanın modası ise başkadır. Hemen kaydedeyim ki; arzettiğim vech üzere ve o tarzda Mesnevî'yi tercüme edemediğimi itiraf ederim. Çünkü ne seviye-i irfanım müsaid idi, ne de o salahiyeti kendimde görüyordum.

Saniyen: Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan merhum üstadımız gibi israf-ı kelâmdan, nümayiş ve alayişten bütün kuvvetiyle kaçmış, edebiyatfüruşluk ve üslûbperestlikten büsbütün nefret etmiş, yalnız ve yalnız hakikat-ı mahzayı en veciz ve en beliğ, aynı zamanda en âlî bir tarzda beyanını bütün hayatında düstûr ittihaz etmiş eşsiz bir allâme-i cihan'ın eserleri ve o eserlerin binasının taşlarını teşkil eden cümle ve kelimeleri, elbette ve mutlaka hepsi yerli yerincedir, hikmetlidir, manalı ve maslahatlıdır. Öyle ise, hiç olmazsa birer dürr-i mensur olan o cümle ve kelimatın tek tek ifade ettikleri kudsî manaları elimden geldiği kadar tercümede muhafaza edeyim dedim. Fakat yazarken, şahsî ve belli edebî bir üslûbum olmamakla beraber, kendi kalemimi serbest bırakarak arkasından gitmedim ve gitmemeye çalıştım. Elimden geldiği kadar ve imkân nisbetinde, sevgili Üstadımın arabî nahivli üslûbuna tabi' oldum. Hattâ üslûb-u Arabîsinin tarzını bile muhafaza için, imkân nisbetinde çırpındım. Onun için tercümem girift ve bazan uzun cümleli ve muğlak düştü.

Sâlisen: Gittikçe dejenere olmağa yüz tutmuş giden ve adeta ecnebiye endeksli olarak şuursuzca oynayan yeni moda Türkçeye de iltifat etmedim. Çünkü dinin öz hakaikini terennüm eden bir eserin tercümesinin, dinî, ciddî ve muhafazakâr bir lisanla ifade edilmesi lâzımdır diye düşünüyorum.

Şu noktayı da, ehl-i dikkatin nazarına çarpacağı için beyan ediyorum ki: Merhum Molla Abdülmecid Efendi'nin tercümesinde, kitapta geçen İ'lemlerin yanında, "İ!em Eyyühel Aziz" diye yazılmıştır. O İ'lemler ise, müfred ve gayr-ı muayyen bir hitab olduğundan mutlaktırlar. Mutlak kalmak şartıyla manası ise, "Bil!" veya "Bil ki!'dir. O İ'lemlerle her ne kadar Üstadımız, "Nefsime hitab ediyorum" demişse de, bir çok hitab şekilleri içlerinde mukadderdir. "İ'lem Eyyühel Aziz, İ'lem Eyyühel Ahh, İ'lem Eyyühettalib" gibi bir çok hitablarla tevcih etmek mümkündür. Fakat Molla Abdülmecid Efendi bunların içinde "Eyyühel Aziz" hitabını seçmiştir. Mukadder ve nâmuayyen olduğundan elbetteki doğrudur, haktır.

Fakat bu fakir, düşündüm, madem ki mutlakiyet ve gaibiyetten bir derece malûmiyete çıkarmak caizdir. Öyle ise Üstadımızın kendi talebeleri olan Nur talebelerine bir ders olarak neşrettirdiği Mesnevisinde de, diğer risalelerinde -hususan Mektubat ve lahikalarda- olduğu gibi, bütün hitablan "Kardeşim", "Kardeşlerim" veya "Ey kardeş" şeklinde olsa güzel olur. Şu halde, Mesnevî'deki İ'lemle yapılan gayr-ı muayyen hitablan da -mutlak olanlarını- "Ey kardeş bil ki" veya "Bil ey kardeş, ey birader!" olarak Türkçe hitabî bir cümleyi i'lemlerden sonra yazmak, belki daha münasib olur diye düşündüm ve öyle yaptım. Kariinin nazarlarına arzediyorum.

Ve bir de tercümemiz, elinizdeki şu mütercem Mesnevî'de, Molla Abdülmecid Efendi'nin tercümesininkinden hayli ziyade parçalar ve mevzu'lar göreceksiniz. Hattâ teksirle neşredilmiş Arabi aslından da ziyade bazı cümleler, mevzular ve i'lemlere rastlıyacaksınız. Eğer o cümleler veya mevzu'lar, Arabi aslında da yok iseler, biliniz ki o ziyadelikler ya ilk Arabî matbu' nüshalarındandır veya son yıllarda elimize geçen Üstadımızın kalemiyle musahhah bir elyazma nüshasıyla karşılaştırılmış ve ona göre tashih edilip eklenmiş mevzulardır. Bu zaidli ve musahhah nüsha fakirde mevcuttur, görülebilir.

Netice: Beni şu tercümeye sevkeden sâiklerden birkaçı, kısaca şunlardır:

1- Yukarıda da geçtiği gibi, merhum Molla Abdülmecid Efendi, kendi ifade ve ikrarıyla kaydettiği üzere, tercümesinde bir çok yerleri atlayıp tercüme etmemesi, bazı yerleri de gayet kısa bir meal-i mefhum ile alıp iktifa etmesidir. Bunun sebebi ise, o zat-ı mübarek ömrünün son yıllarında ihtiyarlık, musibetler ve saire gibi sebeplerden nâşi olsa gerektir. Ne sebeple olursa olsun, mezkûr kaziye vaki'dir ve bir gerçektir. Kitabın sonunda fihrist kısmında bu mevzuu etraflıca yazmak niyetindeyim.

2- Benim kendi şahsî hiss ve anlayışım itibariyle, öteden beri isterdim ki; Üstadımızın büyük bir hazine hükmündeki eserlerinin hepsini -çok mahrem olanlar hariç- olduğu gibi izhar edeyim. Umumî ve hususî, eski ve yeni bütün eserlerini zamanı geldikçe âleme neşretmek, benim âdeta bir baş gayemdi. Çünkü mahza âsâr-ı ilham olan bu eserlerin hepsine de insanların mutlak ihtiyacı vardır. İnsanlar ise, çeşitli meşreb, zevk, hiss ve karakterdedirler. Faraza birisi bir risaleye ihtiyaç hissetmezse de, öbür risaleye veya mektuba hisseder. Ve bu vesile ile çeşitli rabıta ve bağlarla Hz. Üstad'a ve mesleğine bağlanabilirler. En azından belki imanını kurtarır veya ifratkâr bir meslekten vasat bir mesleğe dönebilirler.

İşte bu fakir, şu ikinci sâikin te'siriyle, birinci sâikteki sebeple Mesnevî-i Arabi'yi baştan sonuna kadar yeniden tercüme etmeğe azmettim. Halbuki tahrir hususunda önceden bir tecrübem yoktu. Türkçe edebiyatını kaidesiyle, grameriyle de bilmiyorum, yani tahsilini görmedim. Arapçayı da öyle... Bununla beraber tevekkeltü alellah deyip başladım. Ve lillahilhamd bitirmeğe muvaffak oldum.

İşte elinizdeki şu naçizane, fakirane tercümenin hedefi, mezkûr gayeden başka birşey değildir. Dünyevî metaâ vasıta etmek ise, fıtrî halet ve hilkatıma zıddır. Bu durumda olan tercümemiz, şayet ehl-i imandan, hususan Tullab-ün Nur'dan, ehl-i merak kısmının azıcık da olsa tasviblerine mazhar olup, istifadelerine medar olsa, benim için kâfi bir iftihar vesilesi olur. Tabii ki, rıza-yı İlahî'nin bir ma'kesi olmak şartıyla...

Bunun yanında küsuratımı, adem-i ıttıla'larımı, sehiv ve noksanlarımı bulup gösteren erbab-ı kemale yalnız müteşekkir olacağım. Amma üslûb cihetindeki noksanlarımı ise, yukarıda ma'ruz mazeretime bağışlamalarını isterim. Fakat tercümedeki mana hususunda, yanlış buldukları yerleri, kendileri tercüme ile kaleme alarak, fakire göndermeleri hassaten mercûdur, bekliyorum.

Not: Kitabın dipnotları ve haşiyeleri, eğer notun altında (Mütercim) kelimesi varsa mütercimindir. Eğer yoksa Hz. Müellifindirler.

Mütercimin şu en ehven ve bir derece zarurî haşiyelerine veya bazı tariflerine belki itiraz eden olabilir. Fakat bir tercümede şu kadarcık lüzumlu notların olmasını, tercüme kaidesinin umumî teamülünü düşünseler, herhalde zaruretine hükmedeceklerdir tahmin ediyorum.

Abdülkadir BADILLI

Takdim (2. Baskı)[]

İkinci Baskı Münasebetiyle

(Bir-iki noktanın îzahı)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ .. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

1- Mesnevî-i Nuriye'nin Türkçe bir tercümesi olan şu kitabımızın birinci baskısıyla ikinci baskısı arasına hayli uzun bir zaman faslının girmesi, bir takım sebeplere dayanır.

Bu sebeplerin başında; yanlış asıllı da olsa, alışkanlığın tersi cihetinden gelen ve görünen hâlâta karşı heyecanlı reaksiyonların dedikoduya varacak kadar zuhura gelmiş olmasıdır. Ve bundan da, şeriattaki insanların örf ve âdetlerine mümkün mertebe (teferruat işinde) müraat hususunun incelik ve nezâketi hatırlanmıştır.

İkinci sebep: Birinci baskının nüshaları uzun zamandan beri tamamen tükenmiş olduğu halde, eski yersiz reaksiyonlarla gelen dedikoduların tamamen yatışmasını ve fıtrî bir tarzda ona karşı samimî talepleri ve ciddî ihtiyacın küllîce zuhurlarını beklemedir, ki lillâhilhamd intizar edilen hal artık oluşmuştur.

2- Mesnevî'nin birinci baskısının mukaddemesinde mütercimin vaad gibi bazı sözleri ve âdeta kaide tarzında bir takım beyanları sudur etmiştir.. ki acaba kitabın yaprakları arasında ve satırları içinde onlara ne mertebe riayet edilmiş diye tercüme kitabımızı yeniden ve dikkatlice incelemeye aldık. Sözü edilen vaad ve beyanların hulasası şudur: «Tercümede Arabî aslın metninin üslubu çerçevesi dışına çıkılmayacak.. Ve mütercim, metnin bir mana-yı mefhumunu alıp ta; ya da, merhum Molla Abdülmecid Efendi'nin tercümesi tarzında, kendisini uzatma-kısaltma gibi tasarrufa selahiyetli addedip te, kendi anlayış ve üslubunun rengine göre serbest bir tercüme cihetine gitmeyecek ve şerhvarî olan bir tasarruftan ihtiraz edecektir. Bunun yanında zamanın -dil hususunda-lâşuurî akıntısına kapılıp ta, günlük modaya uymayacak ve tercümesini mümkün mertebe 'Dinî bir lisan' olan Risale-i Nur'un ağırbaşlı ve ciddî tarz-ı üslub ve şivesine uyduracak şekilde yapacaktır.»

Evet, mütercimin birinci baskıda bu vaad ve beyanları, lisan hususunda umumiyetle yerine getirilmiş olduğu şükranla müşahede edilmiş olması yanında, üslub-u beyan ciheti ve şerhvarî olan serbestçe tercüme işinde ise, yine % 90 nisbetiyle va'dine uyduğunu, ancak bir kısım mevzi'lerde ise, hiss ve heyecanın verdiği bazı taşkın haller onu yer-yer huduttan aşırıp taşırttığını da müşahede etmiş bulunmaktayız.

Bunların dışında, Türkçe tercümemiz, Arabî aslın son derece îcazlı olan metninin bazen çok derin ve ince nüktelere giden ve diplere dalan ma'nalarının murad ve maksadlarına muvafık düşüp düşmediği ciheti de, bu defaki dikkatlice incelememizde araştırıldı. Bunda dahi -az da olsa- ufak-tefek bazı sehivler veya farkına varmadan bir kısım atlamalar; veyahut metindeki mana külliyetini ihata edipte, onun maksadına iyice muvafık düşmeyen bir takım adem-i tefehhümler görülmüştür.

İşte, şu zikredilen hususların düzeltilmesi ve elden geldiği kadar metindeki ma'naların muradına muvafık düşmesi için, âdeta yeniden tercüme eder gibi aslıyla noktası noktasına mukabele ettirilip okundu.. Ve ona göre düzeltilmesi icab eden yerlerde bazı tashihler icra ettirildi. Her halde bu ameliyeden dolayı da, birinci baskı ile şu ikinci baskı arasında nüsha farkı gibi bazı muhalefetler göze çarpacaktır. Bu zarurî tasarruftan dolayı okuyucudan bağışlanmamı istirham ederim.

Ancak ne var ki, bütün bu samimî didinme ve yapılan yorucu mukabele ve düzeltmelere rağmen ve bununla beraber, yüzdeyüz yanlışsız ve mükemmel bir tercüme olmuştur diyemeyiz. Zira bu iş, koskoca bir müceddid-i ulu-l azm olan Bediüzzaman'ın enfüsî mücahede ve terakkiyatının, yani kalbî ve ruhî maarif-i ilhamiyesinin pek îcazdar beyanının garip libaslı üslubunun, bir başkası tarafından diğer bir lisana tahvil ve tercümesidir. Elbette, değil benim gibi bir biçare insanın, belki en büyük ve en mütebahhir ulemanın tercümeleri de olsa, yine de tam ve mükemmel olamaz. Fakat ne yapalım, bugünkü âlemde ilim pazarı kesadlık geçirdiği için, bizim gibiler kalkıyor, haddini aşarak böylesi fevkalâde büyük işlere girişmeye cesaret gösterebiliyorlar.

Lâkin Hz. Nur Müellifinin ferman buyurduğu gibi: «İhlasın ve samimiyetin dahi kerameti vardır» kaziyesine göre, inşâallah tercümemiz ve çalışmamız samimice olmuş.. Ve biiznillah Nur müştaklarına pek yüksek hakaikin semeratını bizzat olmasa da, fakat o yüksek ve pek kıymetdar meyveler bahçesinin yolunu gösterebilen bir delil, bir kılavuz vazifesini görebilir diye teselliyab oluyoruz. Elhamdülillah!

10 Cemaziyel-âhir 1418

13 Ekim 1997

Abdülkadir Badıllı

Mukaddime[]

Risâle-i Nûr'un bir nev' arabî Mesnevî-i Şerîfi hükmünde olan bu mecmûanın Mukaddimesi

"Beş Nokta"dır.

Birinci Nokta[]

Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaika karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Râbbanî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et!” demiş; yani “Yalnız bir üstadın arkasından git!” O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Kur'an'ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ 1 وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiş.

İkinci Nokta[]

Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını te'mine çalışıp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said'e inkılab etmiş. Aslı Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arabça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu'le, Lem'alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sâir dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat'ı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab'etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

Üçüncü Nokta[]

O Yeni Said'in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış tâlib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu Mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o mâlûmat ise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

Dördüncü Nokta[]

Eski Said ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatın çok derin mes'eleleriyle meşgul olması ve büyük ülemalarla derin mes'eleler üzerinde münazarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Said'in de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir surette, gayet kısa cümlelerle ve gayet muhtasar bir ifade ile uzun hakikatlara kısa kelimelerle işaretler nev'inde o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını en müdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izah olsa idi, Risale-i Nur'un mühim bir vazifesini görecekti. Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi afakî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta Musa Aleyhisselâm'ın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış... Hem Risale-i Nur, hükemâ ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur'an'ın bir i'caz-ı mânevîsiyle, her şeyde bir pencere-i mârifet açmış;bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'an'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.

Beşinci Nokta[]

Eski Said'in Yeni Said'e inkılâb etmesi zamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatlar, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said te'lif ederken, mes'elelerin başında “İ’lem, İ’lem, İ’lem” lerle, her bir hakikatı-ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken- birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir-iki satırda zikrediyorlar. Âdeta her bir “İ’lem”, bir risalenin şifresidir.

Hem “İ’lem” ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatların fihristeleri hükmünde yazıldığından, o mecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itiraz etmesinler.

Said Nursi

Tenbih, İhtar, İ'tizar[]

Malûm olsun ki; şu Risale, «Katre risalesi ve Mesnevî-i Arabi'deki umum risaleler» bazı âyât-ı Kur'aniyenin birer şuhudî tefsiridirler ve o risalelerdeki (ilmî) mes'eleler ise, Furkan-ı Hakîm'in bahçelerinden koparılmış çiçeklerdir. Onların ibarelerindeki icmal, îcaz ve işkâl, sakın seni ürkütmesin, belki mütalaasını tekrar et. Tâ ki Kur'an'ın لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ gibi âyetlerinin sırr-ı tekrarları sana açılsın.

Hem nefsin temerrüdünden de korkma! Çünki benim mütemerrid, mütecebbir ve tâgî nefs-i emmarem, şu risalelerin içindeki hakaikin satveti altında zelilane inkıyada geldi. Hattâ şeytan-ı racîmim dahi müsket ve mülzem kalıp, teslim-i silah etti. Sen ise, kim olursan ol, ne nefsin benimkinden daha tâgî, daha âsidir; ne de şeytanın, şeytanımdan daha azgın ve daha şakidir.

Ey kari! Sanma ki, tevhidin bürhan ve mezahirleri (hususan Katre Risalesi'nin birinci babında) bazısı bazısından mutlak olarak müstağnidirler. (Yani tevhidi isbat eden bir delil, diğer müsbit bir delile muhtaç değildir diye zannetme.) Çünki ben, bütün o zikredilen delillerin ayrı ayrı herbirisine, makam-ı mahsusunda ihtiyaç gördüm. Zira cihadın (Manevî cihad'ın) muktezası olarak hareketler bazan öyle bir mevkiye dayanırdı ki, o anda bir kapıyı açıp kurtulmak lâzım geliyordu. Çünkü o anda başka açık kapılara gitmek için vaziyet değiştirmek mümkün değildi. Hem de zannetme ki, ben kendi ihtiyarımla bu risalelerin ibarelerini sana zorlaştırmışım, hayır!. Çünki bu risaleler, hususan Katre Risalesi ([2]) müthiş bir vakitte nefsimle olan ânî mükâlemelerimdir. Ve kelimeleri, (yani o esnada kaydedilen tabirler, not alınan ifadeler ise) nar ile nurun, fırtınalı bulutlardaki şimşeklerin birbiriyle müsaraa ettikleri gibi, müthiş bir mücadele esnasında tevellüd eden kelimelerdir. Bir anda fikren yerden göğe, gökten yere inip çıkmak gibi bir vaziyet içindeydim. Çünkü ben öyle bir yola sülük ettim ki; akıl ve kalb berzahı arasında, evvelce sülük edilmemiş bir yoldur. O sukut ve suuddan başım dönüyordu. İşte ben de o esnada her bir nura rastladıkça, sonra hatırlamak üzere üstüne bir alâmet dikiyordum. Çok defa üzerine bir alâmet kelimesini bıraktığım hakikatlar, bana tabiri mümkün olmayan şeylerdi. Belki ihtar ve tezkire birer alâmet için olup, delâlet etmek için değildiler. Anlaşılıyor ki, çoğu zaman birer nur-u azîm üstüne, tek bir kelime alâmet koymuşum. Bilâhare müşahede ettim ki, o zulümatlı yerin tüneli ([3]) içinde imdadıma gelen o nurlar, Kur'an güneşinin şuaatı imişler, bana lâmbalar suretinde temessül etmişlerdi.

Said-i Nursî

Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)Lem'alar: Sonraki Risale

  1. Cenab-ı Allah'a hadsiz şükür olsun ki; tercümemiz tab'a girmeden önce; ulûm-u Arabiyede müntehi ve hakaikte de hayli müdekkik ve zeki genç bir Nur talebesi (Şarklı bir hoca) kardeşimiz tercümemizi baştan sona kadar Arabî aslıyla karşılaştırarak okudu. Hayli sehiv ve noksanlarımızı izale eyledi. Onun bulduğu ve işaret ettiği mülahazalarının ekserisini beraberce müzakere ederek tashih ettik. Bu kardeşimize olan minnet ve şükranlarımı belirtmeyi bir borç bildim. Umarım ki inşâallah muazzez Üstadımızın ulvî ve kudsî muradlarına mugayir bir şey kalmamış ola!.. (Mütercim)
  2. Bu tenbih, Katre Risalesi'nin hususiyetine dair olup onun başında yazılmış iken, Üstadımız (R.A.) Mesnevî-i Arabi'yi tasnif ettikleri zaman, bu tenbihi mecmuanın başı olan şuraya almasıyla, umum mecmuaya baktığına delildir diye kanaat getirdim. Onun için yalnız Katre Risalesine değil, umum Mesnevî'ye aidiyetini göstermek için bu tarzda yazdım. (Mütercim)
  3. Zulümatlı yerin tüneli ise: Otuzuncu Söz'ün Birinci Maksadının âhirinde Fatiha'nın sonundaki üç yolun mahiyetine dair gördüğü bir hâdise-i ruhaniyeye işarettir. (Mütercim)
Advertisement