Yenişehir Wiki
Register
Advertisement


Risale-i_Nur_Külliyatı-Lem'alar-Yirmibeşinci_Lem'a_-_Hastalar_Risâlesi-2

Risale-i Nur Külliyatı-Lem'alar-Yirmibeşinci Lem'a - Hastalar Risâlesi-2

Bakınız

D RNK: Lem'alar


25.lem'a/Farsça
Yirmi Beşinci Lem’a
HASTALAR RİSALESİ
Birinci Deva
İkinci Deva
Üçüncü Deva
Dördüncü Deva
Beşinci Deva
Altıncı Deva
Altıncı Deva
(Hâşiye[2])
Yedinci Deva
Sekizinci Deva
Dokuzuncu Deva
Onuncu Deva
On Birinci Deva
On İkinci Deva
On Üçüncü Deva
On Dördüncü Deva
On Beşinci Deva
On Altıncı Deva
On Yedinci Deva
On Sekizinci Deva
On Dokuzuncu Deva
Yirminci Deva
Yirmi Birinci Deva
Yirmi İkinci Deva
Yirmi Üçüncü Deva
Yirmi Dördüncü Deva
Yirmi Beşinci Deva
On Yedinci Mektup Çocuk taziyesi Birinci Nokta İkinci Nokta Üçüncü Nokta Dördüncü Nokta Beşinci Nokta İkinci Lem’a Birinci Nükte İkinci Nükte Üçüncü Nükte Dördüncü Nükte Beşinci Nükte Birinci Mesele İkinci Mesele Üçüncü Mesele Hâtime Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalaasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektuptur

Bakınız

D
RNK
LEM'ALAR
RNK/English .
The Flashes.
Kaynak[1]


Lem'alar/WİKİLİ TAM METİN

L:1.Lem'a. 2.Lem'a . 3.Lem'a . 4.Lem'a . 5.Lem'a . 6.Lem'a . 7.Lem'a . 8.Lem'a . 9.Lem'a . 10.Lem'a . 11.Lem'a . 12.Lem'a . 13.Lem'a . 14.Lem'a . 15.Lem'a . 16.Lem'a . 17.Lem'a . 18.Lem'a . 19.Lem'a . 20.Lem'a . 21.Lem'a . 22.Lem'a . 23.Lem'a . 24.Lem'a . 25.Lem'a . 26.Lem'a . 27.Lem'a . 28.Lem'a . 29.Lem'a . 30.Lem'a . . 31.Lem'a . 32.Lem'a . 33.Lem'a . Münacat (Lem'alar) .Fihrist (Lem'alar) . Dua (Lem'alar)
L=Risale:Lem'alar . LEM'ALAR . Risale:1. Lem'a . İkinci Lem'a . Üçüncü Lem'a . Dördüncü Lem'a . Beşinci Lem'a . Altıncı Lem'a . Yedinci Lem'a . Sekizinci Lem'a . Dokuzuncu Lem'a . Onuncu Lem'a . On Birinci Lem'a . On İkinci Lem'a . On Üçüncü Lem'a . On Dördüncü Lem'a . On Beşinci Lem'a . On Altıncı Lem'a .On Yedinci Lem'a . On Sekizinci Lem'a . On Dokuzuncu Lem'a . Yirminci Lem'a . Yirmi Birinci Lem'a . Yirmi İkinci Lem'a .Yirmi Üçüncü Lem'a . Yirmi Dördüncü Lem'a . Yirmi Beşinci Lem'a .Yirmi Altıncı Lem'a . Yirmi Yedinci Lem'a . Yirmi Sekizinci Lem'a .*Yirmi Dokuzuncu Lem'a . Otuzuncu Lem'a . Otuz Birinci Lem'a .Otuz İkinci Lem'a . Otuz Üçüncü Lem'a . Münâcat .Fihrist . Dua
LEM'ALAR/Sade <div lang="ar" dir="rtl" style="font-size:1.3em;padding:0.25em;"> Büyük Punto </div>
1. Lem’a
Birinci Lem’a/Linkli
The First Flashes
Enn tesirli münacaat, Yunus as münacaatı.
Hazret-i Yunus aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresi olan فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-i azîmesini beyan ederek her bir insan, bu dünyada, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette –fakat büyük mikyasta– olduğunu beyan eder. Hazret-i Yunus aleyhisselâma “hut, deniz, gece” ne ise her insan için nefsi, dünyası, istikbali de odur.
2.Lem'a
İkinci Lem'a
Eyyub (as) duası
Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini beş nükte ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilaç hükmünde bir risaledir. Bu risale, maddî musibetleri ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor.
Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.
3.Lem'a
كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mühim iki hakikatini يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-i mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halk edilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan ruh-u insanın seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip ispat eden kıymettar bir risaledir.
Fenayı fena gören ve bekayı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.
4.Lem'a Minhac-üs sünne
5. Lem'a
Onuncu Lem’a Şevkat tokatları
Birinci lem'a
İkinci Lem’a
Üçüncü Lem’a
Dördüncü Lem’a
Beşinci Lem’a
Altıncı Lem’a
Yedinci Lem’a
Sekizinci Lem’a
Dokuzuncu Lem’a
Onuncu Lem’a
On Birinci Lem’a Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a
On İkinci Lem’a
On Üçüncü Lem’a
On Dördüncü Lem’a
On Beşinci Lem’a
On Altıncı Lem’a
On Yedinci Lem’a
On Sekizinci Lem’a
On Dokuzuncu Lem’a
Yirminci Lem’a
Yirmi Birinci Lem’a
Yirmi İkinci Lem’a
Yirmi Üçüncü Lem’a
Yirmi Dördüncü Lem’a
Yirmi Beşinci Lem’a
Yirmi Altıncı Lem’a
Yirmi Yedinci Lem’a
Yirmi Sekizinci Lem’a
Yirmi Dokuzuncu Lem’a
Otuzuncu Lem’a
Otuz Birinci Lem’a
Otuz İkinci Lem’a
Otuz Üçüncü Lem’a
Münâcat (Lem’alar)
Fihrist (Lem’alar)
Dua (Lem’alar)

BİRİNCİ LEM’A : Hazret-i Yunus aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresi olan فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-i azîmesini beyan ederek her bir insan, bu dünyada, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette –fakat büyük mikyasta– olduğunu beyan eder. Hazret-i Yunus aleyhisselâma “hut, deniz, gece” ne ise her insan için nefsi, dünyası, istikbali de odur.
İKİNCİ LEM’A : Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın münâcat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini beş nükte ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilaç hükmünde bir risaledir. Bu risale, maddî musibetleri ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.
ÜÇÜNCÜ LEM’A : كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mühim iki hakikatini يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-i mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halk edilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan ruh-u insanın seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip ispat eden kıymettar bir risaledir. Fenayı fena gören ve bekayı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.
DÖRDÜNCÜ LEM’A: Minhacü’s-Sünne namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şîa ve Ehl-i Sünnet mabeyninde en mühim bir mesele-i ihtilafiye olan mesele-i imameti gayet vâzıh ve kat’î bir surette hall ü fasleder. لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ ۞ قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyât-ı azîmenin çok hakaik-i azîmesinden iki büyük hakikatini dört nükte ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e hem Alevîlere gayet kıymettar ve menfaattardır, hakikaten Minhacü’s-Sünne’dir. Sünnet-i seniyenin yolunu, o meselede tam beyan eder.
BEŞİNCİ LEM’A : حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetinin gayet mühim bir hakikatini on beş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade, zikir ve tefekkür ile münasebettar olduğundan şimdilik tehir edildi. Çendan On Birinci Lem’a olan “Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” namındaki gayet mühim bir risale Beşinci Lem’a namıyla bidayeten yazılmıştı. Fakat o risale, on bir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden On Birinci Lem’a’ya girdi. Beşinci Lem’a açıkta kaldı.
ALTINCI LEM’A: لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظٖيمِ cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakikatini yine on beş yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu Lem’a da Beşinci Lem’a gibi nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikatten ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil belki âhirlerinde yazılması münasip görüldü.
YEDİNCİ LEM’A : Sure-i Feth’in âhirinde لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ اٰمِنٖينَ مُحَلِّقٖينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرٖينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرٖيبًا ۞ هُوَ الَّذٖٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدٖينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّٖينِ كُلِّهٖ وَ كَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيدًا ۞ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذٖينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا سٖيمَاهُمْ فٖى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ وَ مَثَلُهُمْ فِى الْاِنْجٖيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِهٖ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغٖيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَ اَجْرًا عَظٖيمًا olan üç âyet-i azîmeden on vücuh-u i’caziyeden yalnız ihbar-ı bilgayb vechinden sekiz ihbarat-ı gaybiyeyi beyan ediyor. Şu üç âyet, tek başıyla bir mu’cize-i bâhire olduğunu ispat ediyor. Tetimmesinde فَاُولٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَ الصِّدّٖيقٖينَ وَ الشُّهَدَٓاءِ وَ الصَّالِحٖينَ وَ حَسُنَ اُولٰٓئِكَ رَفٖيقًا âyetinin mühim bir nükte-i i’caziyesini, Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin aynı ihbar-ı gaybîsi nevinden, gaybî ihbarlarına işaret eder. Hâtimesinde, Kur’an-ı Hakîm’in tevafukat cihetinde i’cazî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i’caziyesini beyan edip Kur’an Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele Elif Lâm Mim’de bir cihette dercedildiğini beyan ediyor. Hem en münteşir ve mütedavil derkenar Mushaflarda lafzullahın tevafukat-ı latîfe-i i’caziyesinden birisi şudur ki: Sahifenin âhirki satırının yukarı kısmında bütün Kur’an’da seksen ve aşağı kısmında yine lafza-i Celal birbiri üstünde seksen olup tevafuk ederek gelmesi ve sahifeler arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adetten bir tek lafza-i Celal tezahür etmesi hem âhirki satırın tam ortasında elli beş ve başında yirmi beş, beraber yine seksen ederek bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi iki yüz kırk tevafukat-ı latîfe yalnız sahifenin âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hem âyâtı hem kelimatı hem hurufatı her biri, ayrı ayrı medar-ı i’caz oldukları gibi kelimatın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şule-i i’caza mazhar olduğunu beyan eder.
SEKİZİNCİ LEM’A : Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
DOKUZUNCU LEM’A : Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
ONUNCU LEM’A : يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَعٖيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ وَاللّٰهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. Evet bu risale, iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda, has ve sadık Kur’an hizmetkârlarının sehiv ve hataları neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatları… İkinci kısımda, zahirî dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız on beş adedinden bahsedildi. İkinci kısım şimdilik yazılmadı. Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telakki ettiğim Abdülmecid ile Hulusi’ye vekaleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Numune nevinden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur. Bununla kat’iyen kanaatimiz gelmiştir ki bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inayet nazarındayız ve kuvvetli hıfz ve himayet tahtındayız. O risalenin âhirinde اَلظُّلْمُ لَا يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nevinden ilişen mülhidler, bu dünyada tokadını yiyecekler ve kısmen yediklerini ve zındıka ve dalalet hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip tehir edildiğinin sebep ve hikmetini beyan ediyor.
ON BİRİNCİ LEM’A : “Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” namıyla gayet mühim bir risaledir. لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetlerinin gayet mühim iki hakikatini on bir nükte ile tefsir ediyor. Birinci Nükte: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهٖيدٍ hadîs-i şerifinin sırrını beyan ediyor. İkinci Nükte: İmam-ı Rabbanî (ra) “Sünnet-i seniyenin ittibaı, en haşmetli en letafetli en emniyetli tarîkattır.” demesine dairdir. Üçüncü Nükte: Sünnet-i seniyenin ehemmiyeti hakkında İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü tasdik ettiğini beyan ediyor. Dördüncü Nükte: اَلْمَوْتُ حَقٌّ hakikatinin kapısıyla, gayet acib bir âlem-i manevîye ait bir seyahat-i ruhiyeyi beyan ediyor. Beşinci Nükte: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinin sarahatiyle: Muhabbetullah, kat’î bir kıyas-ı mantıkî ile sünnet-i seniyenin ittibaını intac ettiğine dairdir. Altıncı Nükte: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ hadîsinin mühim bir sırrını ve اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ âyetinin bir hakikatini tefsir ediyor. Yedinci Nükte: Sünnet-i seniyenin her bir meselesi altında bir edep bulunduğunu beyan eder. “Allâmü’l-guyub’a karşı edep ve hicab nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevaptır. Sekizinci Nükte: Sünnet-i seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (asm) tereşşuhatı olduğu gibi Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın nasıl bir maden-i şefkat olduğunu gösteriyor. Dokuzuncu Nükte: Sünnet-i seniyenin her bir nevine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve taraftarane ve iltizamkârane ve takdirkârane talip olmakla, o ittiba-ı tammeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarîkatın ezkâr ve evrad ve meşrepleri, esasat-ı sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid’ata dâhil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene olduğunu beyan eder. Onuncu Nükte: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ muhabbet-i İlahiyeye ve o muhabbetin neticesinde sünnet-i seniyenin ittibaına dair, üç nokta ile gayet merak-âver ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nükte’nin bir şuâ-ı kerametini, tevafukla nazara gösteriyor. On Birinci Nükte: Zat-ı Ahmediye’nin sünnet-i seniyesinin menbaı hem akvali hem ahvali hem ef’ali olduğunu ve her birisi hem farz hem nevafil hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur’an’da وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ sırrıyla, nev-i beşer içinde manen ve ruhen olduğu gibi mizac-ı cismanîsinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismaniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde bulunan ferd-i ferîd, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm olduğunu ispat ediyor. Bu risale dahi başta denildiği gibi bir tiryak-ı enfa’ ve bir iksir-i a’zamdır.
ON İKİNCİ LEM’A : اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ ۞ اَللّٰهُ الَّذٖى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَىْءٍ عِلْمًا âyetlerinin, ehl-i fennin ve şimdiki coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların medar-ı tenkitleri olmuş iki hakikatini, iki nükte ile tefsir ediyor. Birinci Nükte: Umum rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını ispat eder. İkinci Nükte: Küre-i arzın, münkir coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ve semavat dahi kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ispat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere bir ilzamdır, yani gemdir.
ON ÜÇÜNCÜ LEM’A: “Hikmetü’l-İstiaze ” namıyla maruf, gayet kıymettar ve kuvvetli ve hakikatli bir risaledir. قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ۞ مَلِكِ النَّاسِ ۞ اِلٰهِ النَّاسِ ۞ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ ۞ الَّذٖى يُوَسْوِسُ فٖى صُدُورِ النَّاسِ ۞ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ suresinin en mühim bir hakikatini وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ âyetinin mühim bir hikmetini ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ in en mühim bir sırrını on üç işaret ile tefsir ederek, on üç anahtarla قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ın kale-i hasînine girmek için kapı açar, tahassungâhı gösterir. Birinci İşaret: “Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde ve Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu ve hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde; hizbü’ş-şeytanın çok defa hizbullaha galebe etmesinin hikmeti nedir?” diye suale karşı gayet kat’î ve vâzıh bir cevaptır. İkinci İşaret: “Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanların küfre girip cehenneme girmelerine, Cemil-i Ale’l-ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bi’l-hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve bu dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve ne için cevaz gösteriyor?” diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni bir cevaptır. Üçüncü İşaret: “Kur’an-ı Hakîm’de, ehl-i dalalete karşı azîm şekvalar ve kesretli tahşidat ve çok şiddetli tehdidat; aklın zahirine göre, adaletli ve münasebetli belâgatına ve üslubundaki itidaline ve istikametine münasip düşmüyor? Âdeta âciz bir adama karşı orduları tahşid ediyor ve müflis ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekvalar etmenin sırrı ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı, gayet kat’î ve ehemmiyetli bir cevaptır. Dördüncü İşaret: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğundan; mehasin ve kemalât vücuda ve şerler ve musibetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş’et ettiğini beyan ediyor. Beşinci İşaret: Cenab-ı Hak kütüb-ü semaviyede beşere karşı cennet gibi azîm bir mükâfatı ve cehennem gibi dehşetli bir mücazatı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer ikaz ve defaatle ihtar ve müteaddid tehdit ve teşvik ettiği halde, hizbü’ş-şeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zayıf desiselerine karşı, ehl-i imanın mağlup olmalarının sırrı nedir?” diye müthiş suale karşı mukni bir cevaptır. Altıncı İşaret: Şeytanların en tehlikeli ve kesretli bir desisesi olan “tasavvur-u küfrî”yi “tasdik-i küfür” suretinde “tasavvur-u dalalet”i “tasdik-i dalalet” tarzında göstermesiyle, hassas ve safi-kalp insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatli bir cevaptır. Yedinci İşaret: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telakki ettikleri için küfür ve dalaletin icadını Allah’a vermeyip, güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. Mutezilenin bu mühim meselelerine ve Mecusilerin hâlık-ı şerri ayrı telakki etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıkî bir cevab-ı müskit. Hem “Günah-ı kebireyi işleyen, mü’min kalamaz!” diyen Mutezile ve bir kısım Haricîlere karşı gayet makbul ve mukni bir cevaptır. Sekizinci İşaret: “Bazı risalelerde kat’î delillerle ispat edilmiş ki küfür ve dalalet yolu o kadar müşkülatlı ve suubetlidir ki hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki herkes ona girmeli idi dediğiniz halde; bu Hikmetü’l-İstiaze’de, dalaletli yolun kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki nedir?” sualine karşı gayet merak-âver ve mantıkî ve kat’î bir cevap olmakla beraber, “Dalalette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan ziyade kendini hayatta mesud görmesinin sırrı nedir?” diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevaptır. Dokuzuncu İşaret: “Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem sallallahu teâlâ aleyhi vesellem, o kadar inayat-ı İlahiyeye ve imdadat-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden hizbü’ş-şeytana karşı bazen mağlup olmuşlar. Hem Hâtemü’l-enbiya’nın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaletinin komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?” diye suale karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevaptır. Onuncu İşaret: İblisin kendini kendine tabi olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise maskesini yırtarak (iblisin) pis ve mülevves yüzünü gösterip, vücudunu ispat eder. On Birinci İşaret: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anâsır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudat manen galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ettiğine dair merak-âver bir beyandır. On İkinci İşaret: Dört sual ve cevaptır. “Mahdud bir hayatta mahdud günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir cehennem nasıl adalet olur?” Hem “Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem, ceza-yı ameldir fakat cennet, fazl-ı İlahî iledir. Bunun hikmeti nedir?” Hem “Seyyiat intişar ve tecavüz ettiğinden bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken seyyienin bir, hasenenin on yazılmasının sırrı nedir?” Hem “Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidayette bir zaaf ve hakikatsizlik olduğundan mıdır?” diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevaptır. On Üçüncü İşaret: Üç noktadır. Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalpli ve kısa akıllı ve kāsır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamıyla şeytan-ı cinnî ve insîyi de susturacak bir cevaptır. İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan takdis ettirmesine mukabil, herkesi ikna edecek bir cevaptır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan eder. Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden en mühim bir desise-i şeytaniye “Mü’minin bir tek seyyiesiyle hasenatını örtmek” ile o mü’mine karşı adâvet ettirmeye mukabil, mizan-ı ekberde adalet-i mutlaka-i İlahiyenin tecellisindeki düstur ile herkese lüzumlu, hususan hadîdü’l-mizaç ve müşkül-pesend insanlara, kıymettar ve haklı ve kuvvetli bir cevaptır. İşte şu risale on üç işaret ile şeytan-ı insî ve cinnînin on üç hücum yollarını kapadığı gibi قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ Suresi’nin kale-i metininde tahassun etmek için on üç anahtar olup on üç kapıyı ehl-i imana açar. Şu Hikmetü’l-İstiaze Risalesi’nin iki mühim kardeşi var. Birisi Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Risalesi olan “Hücumat-ı Sitte” mühim bir kale olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmi Altıncı Mektup’un “Hüccetü’l-Kur’an Ale’ş-şeytan Ve Hizbihi” namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasîndir. Bu üç risale birbiriyle münasebettardır. Ve ehl-i imana bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat şu risaleler tamamıyla Kur’an’a sadık olanların ellerine verilebilir. Bid’a ve dalalete taraftar veya siyasetçiliğe müptela olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhassa “Hücumat-ı Sitte” içerisinde Eski Said’in şiddetli lisanı karıştığı için en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de “İşarat-ı Seb’a”, “Hücumat-ı Sitte” gibi şimdilik havassa mahsustur.
ON DÖRDÜNCÜ LEM’A: İki makamdır. Birinci Makam: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sorulmuş ki: “Arz ne üstünde duruyor?” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Yani “Öküz ve balık üstünde duruyor.” Şu hadîse dair çok münakaşat vardır. Coğrafyacılar, hâşâ bu hadîsi inkâr ediyorlar. İşte bu hadîsin hakiki manasını üç vecihle, bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki münkirlerin zerre miktar insafı varsa ve coğrafyacıların hakka karşı zerre miktar iz’anları bulunsa bu hadîsi, bâhir bir mu’cize-i Ahmediye (asm) sayacaklardır. Çünkü o üç cevap hem hakiki ve kat’î hem manidardırlar. İkinci Makam: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ Kur’an’ın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nurani olmakla beraber, saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba-ı envar olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup müntehası, iptidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hatt-ı mübareğiyle ittihat ediyor. Ve bu makamda altı sır yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır fakat gayet büyük hakaiki tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.
ON BEŞİNCİ LEM’A : Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler, Mektubat ve On Dördüncü Lem’a’ya kadar olan kısmının fihristesidir. Her kısmın fihristesi, yani Sözler kısmının fihristesi, Sözler mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem’aların da kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların âhirlerine ilhak edildiğinden burada yazılmadı.
ON ALTINCI LEM’A : Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevaplarını muhtevidir. Şöyle ki en başta, merak-âver dört suale cevaptır. Birincisi: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütuhat olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?” diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevaptır. İkincisi: “Risale-i Nur’un müellifi, kendisini şiddetli tazyikat altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesinin sebebi nedir?” sualine gayet latîf bir cevaptır. Üçüncüsü: “İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harp aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki bu gibi hâdiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic etmekle, şeair-i İslâmiyenin ihyasına ve bid’aların ref’ine bir derece medar olur.” diye vaki sualine verilen pek letafetli bir cevaptır. Dördüncüsü: “Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?” sualine verilen pek hoş, pek güzel bir cevaptır. Hâtime’sinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suale karşı şüpheleri izale eden gayet mukni bir cevaptır. Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç meseleye dair sorulan suallere verilen üç cevaptır. Birinci Sual: حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyet-i kerîmesinin meali olan: “Zülkarneyn, güneşi hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş?” İkinci Sual: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir? Üçüncü Sual: Hazret-i İsa aleyhisselâm, âhir zamanda gelip Deccal’ı öldüreceğine dair suallere o kadar ulvi cevaplar verilmiş ki hem ehl-i imanın imanlarını takviye eder hem belâgatıyla edibleri susturur hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar. Nihayetinde, Mugayyebat-ı Hamse’den yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevaptır. Rüşdü
ON YEDİNCİ LEM’A : Zühre’den gelmiş on beş notadan ibarettir. Birinci Nota: Nefs-i insaniyetin müptela olduğu âfil ve nâfil şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlerini gösterip, kalbin rabıtasını kesip yüzünü beka ve âhirete çevirir. İkinci Nota: Bir düstur-u Kur’anî olan tevazuu emir ve tekebbürden men’eder. Üçüncü Nota: كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ sırrıyla mevtin hakikatini, güzel ve ayn-ı hakikat bir temsil ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy u Kayyum, Bâki ve Daim ve Biyedihi’l-hayr’a her umûru teslim eder. Dördüncü Nota: Muttarid bir kanun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceğini, kat’iyen ispat eder. Beşinci Nota: Şu asr-ı felaket ve helâketin en büyük musibeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakîmenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve cehennem-nümun mahiyetini, hüda-yı Kur’anî ile muvazene suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı ona temayülden şiddetli tenfir ettirip, sâri bir vebayı teşhis ile eczahane-i Kur’aniyeden zemzem-i tiryakı içirir. Altıncı Nota: Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan, kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını, vesvese suretiyle göstererek, şüpheleri ve dine karşı lâkaytlığı, ayn-ı hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesen ve Tûba-i cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nuranidir. Yedinci Nota: Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu olan ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirasat-ı dünyevîye ehl-i imanı sevk eden sahtekâr hamiyet-füruşları, Kur’an’ın elmas kılıncıyla öldürerek, irtidada yüz tutan veyahut mertebe-i fıska inen ehl-i imanı, Kur’an-ı Hakîm’in hastahanesine alır, tedavi eder. Sekizinci Nota: وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir hakikatini, اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar her şey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y ü hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini ispat ve izah ile mevcudatın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve arzın halifesi olan insan, tembellik edip gaflete düşerse cemadattan daha camid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile insanları vazife-i fıtriyelerine sevk edip, uluhiyet-i mutlakayı ispat eder. Dokuzuncu Nota: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemalâtı, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev-i insanın hakikatini taşıyan nebilerde gösterdiğini ve nebilere intisap eden, hayır ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi ubudiyet cihetiyle de bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet ve o intisap cihetiyle, ağzından çıkan “Allahu ekber” sadâsı, küre-i arzın büyük bir “Allahu ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip dalalet, şer, hasaret; dinin muhalifinde olduğunu kat’î ispat eder. Onuncu Nota: Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde berahin ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup takarrubun tarifini ve bu’diyetin vartalarını beyan eder. On Birinci Nota: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini hem üslub-u Kur’aniyedeki cezalet ve selasetteki fıtrîliği gösterir. On İkinci Nota: مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا kavl-i şerifine imtisalen كُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevap “İmanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattir. On Üçüncü Nota: Medar-ı iltibas olmuş beş meseledir. Birincisi: اِنَّكَ لَا تَهْدٖى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَهْدٖى مَنْ يَشَٓاءُ sırrıyla tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifesini düşünüp Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini; ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mabudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir meseledir. İkinci Mesele: Ubudiyetin menşei, emr-i İlahî ve neticesi, rıza-yı İlahî ve semeratı ve fevaidi, uhreviye olduğunu ve dünyaya ait faydalar ve semereler ve menfaatler, ubudiyete, vird ve zikre illet veya illetin bir cüzü olsa, ubudiyeti kısmen iptal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir meseledir. Üçüncüsü: طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ hadîs-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan insan, hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir meseledir. Dördüncü Mesele: وَلَا تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yı işarîsiyle, Mün’im-i Hakiki’yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını, eğer muhtaç ise esbab-ı zahiriyenin başı üzerinde Mün’im-i Hakiki’nin rahmet elini görüp, “Bismillah” deyip alınacağını hem esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz izahla, yüzleri Mün’im-i Hakiki’ye çevirir. Beşinci Mesele: Bir cemaatin sa’yleriyle hasıl olan bir netice veya şerefi, o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile ispat edip, hakikat-i hale pencere açıp gösterir. On Dördüncü Nota: Tevhide dair dört küçük remizdir. Birinci Remiz: Dar nazarlı, kāsır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbab-perest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” der, tevhidi ispat eder. İkinci Remiz: يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى nin bir sırrını tefsir edip aşk-ı mecazîye müptela olan insana, aşk-ı hakikiyi ve Mabud-u Bi’l-hakk’ı gösterir. Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sermedî manzaralara namzet, yüksek makamda halk olunan istidadat ve letaif-i insaniye, bazen hiç-ender hiç olan heva-yı nefse esir bulunduğundan, ikaz ve inzar ile insanı teyakkuza sevk eden büyük bir hakikatin küçük bir ucudur. Dördüncü Remiz: Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i kudsiyesinin şifayâb ve rahmet-bahş hazinesine teslim eder. On Beşinci Nota: Üç meseledir. Birincisi: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetiyle, Hafîz-i Zülcelal’in küre-i arz tarlasında ezel ilmiyle halk edip zer’ ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i bürudet karşısında mukavemetsiz, nihayetsiz zayıf ve küçük oldukları halde muhafaza edip, haşr-i baharîde başka bir âlemden gelmişler gibi evamir-i tekviniyeye imtisal ile gelmeleriyle, emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğini kat’î ispat edip, haşri bazı sebepler neticesi baîd gören insanlara, bilmüşahede numunesini gösterir. Hâfız Ali
ON SEKİZİNCİ LEM’A : Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
ON DOKUZUNCU LEM’A: كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyet-i kerîmesini yedi nükte ile tefsir eden, iktisadı emredip israf ve tebzirden nehyeden ve bilhassa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymettar ve çok mübarek bir risaledir. Birinci Nükte: Cenab-ı Hak, beşere ihsan ettiği bi’l-cümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir “şükür” istediğini; iktisat hem nimetlere karşı bir ihtiram hem Cenab-ı Hakk’a bir şükr-ü manevî hem nimetin bereketlenmesine bir vesile olduğunu… İsraf ise Mün’im-i Hakiki’nin nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahim neticeleri bulunduğunu beyan eder. İkinci Nükte: Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcı, et’imenin verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisat ile temin edildiğini, israf ise muvazenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini beyan eder. Üçüncü Nükte: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takip edilebileceğini ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (ks) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek ruh cesede, kalp nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder. Dördüncü Nükte: İktisat sebeb-i bereket olduğundan muktesidlerin hayatları izzetle geçtiğini; israf edenlerin her vakit sefalete, hattâ dilenciliğe kadar düştüklerini, hattâ haysiyet ve namuslarını ve hattâ mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini ve iktisadın menafi-i azîmesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnasını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır. Beşinci Nükte: Gayet merak-âver bir bal vakıasıyla, iktisattaki izzet ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrumiyetin bir sırrını, pek hakikatli bir surette izah eder. Altıncı Nükte: Hısset ile hıssetten ayrı olan iktisat haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer’in oğlu Hazret-i Abdullah’ın (ra) bir vakıasıyla öyle izah eder ki iktisadın hısset olmadığını ve israftan ayrı olan sehavetin derece-i kemalini gösterir. Yedinci Nükte: İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet ve hasareti ve hem ihlası kaçırmakla a’mal-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini ve zekâvetleri yüzünden maruf ediblerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dıyk-ı maişete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki fevkinde beyan ve izah tasavvur edilemez. Hüsrev
YİRMİNCİ LEM’A : اِنَّٓا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ … اِلٰى اٰخِرِ âyet-i kerîmesiyle هَلَكَ النَّاسُ اِلَّا الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلَّا الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلَّا الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظٖيمٍ hadîs-i şerifi mûcibince, İslâmiyet’te ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden beş nokta ile tefsir ve izah eder. Birinci Nokta: “Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve ehl-i nifak rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidayet rekabetli ihtilaf ediyorlar?” diye vaki pek mühim ve pek müthiş ve ehl-i hak ve ehl-i hamiyeti hakikaten kan ağlattıran bu suale, çok esbabdan yedi sebep ile cevap verilmiştir. Şöyledir: Ehl-i hak ve ehl-i hidayetin ihtilafatı; hakikatsiz, zelil olduklarından ve himmetsiz, aşağı ve âkıbeti düşünmeyerek kāsıru’n-nazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya harîs olduklarından olmadığı gibi… Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin de kuvvetli ittifakları, hakikatli ve âkıbeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olduklarından olmadığını o kadar âlî bir üslupla ve hakikatli bir ifade ile beyan ve izah eder ki “Fesübhanallah, sebepleri bilinmediğinden, her an için üç yüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âlî İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört Frenk hükûmetin elinde esir olmuşlar? Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki –Allah! Allah!– her fırsatta öyle dehşetli şenaatler yapılmış ki Engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, bîçare ehl-i İslâm’a tatbik edilmiş; gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kanlar akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin boyunları, gaddar zalimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o bîçare Müslüman hamiyet-perverlerinin bir kısmı darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş. Hem hayat-ı dünyevîleri parça parça edilmiş hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş; bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş… Nedendir?” diye vaki olacak sualin cevapları, elmas hazinesine değer kıymetindeki bu risalenin Birinci Nokta’sının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır. İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderlerken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlasları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihat yerine tefrika ve ihtilaf girmiş. Bi’n-netice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü etmiş; bu halleri gören ehl-i dalalet, ehl-i İslâm’ın bu ihtilafat ve tefrikasını ganimet bilmiş, desiselerle âlem-i İslâm’a hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâm’ı pek müthiş bir esaret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte asırlardan beri üç yüz elli milyon ehl-i İslâm’ı, zincirler altında, her gün her saat her an inim inim inleten haletlerin sebepleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatli bir surette izah edilmiş. Fakat heyhat! Zaman ve zemin müsait değilmiş ki beş noktadan yalnız bir noktası yazılmış, diğerleri tehir edilerek yazılmamış. Hüsrev
YİRMİ BİRİNCİ LEM’A: وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رٖيحُكُمْ ۞وَ قُومُوا لِلّٰهِ قَانِتٖينَ ۞قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلً ا âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, hususan uhrevî hizmetlerde ihlasın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risaledir. Bu risale, evvela bu müthiş zamandaki Kur’an hâdimleriyle konuşarak der ki: “Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikat altında, müthiş dalaletler ve savletli bid’alar içinde, sizler gayet az ve gayet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve gayet büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye, sırf bir ihsan-ı İlahî olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise herkesten ziyade ihlası kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlası zayi eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız.” der ve ihlası kazanmak için dört düsturu beyan eder. Birinci Düstur: Doğrudan doğruya rıza-yı İlahîyi maksat yapmalısınız, der. İkinci Düstur: Rekabetsiz, tahakkümsüz, gıptasız, ataletsiz, hakiki bir tesanüd ile faaliyetlerini umumî maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız, der. Ve saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (asm) dünya ve âhirette sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet ettirildiğiniz için ihlasa, ittifaka, tesanüde samimiyetle sarılmalısınız diye emreder. Üçüncü Düstur: Hem birkaç misal ile ihlasın bir sırr-ı mühimmini izah eder hem İmam-ı Ali (ra) ve Şah-ı Geylanî (ra) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyan eder. Dördüncü Düstur: Kardeşler arasında “tefani” sırrını, yani “Kardeş kardeşte fâni olmak” esasını ikame eder. Ve ihlası kuvvetlendiren bir vasıtanın “rabıta-i mevt” olduğunu ve zedeleyen sebeplerin “riya ve tûl-i emel” gibi merdud hasletler olduğunu bildirir. İhlası kazanmanın ikinci sebebi, daima huzur-u İlahîde olduğunu düşünmektir. Bu suretle hem riyadan kurtulma çaresini hem kazanılan ihlasta çok meratib olduğunu beyan eder. Daha sonra, ihlası kıran sebeplerden üç maniden birincisinin “maddî menfaatler” olduğunu ve a’mal-i uhreviyedeki teşrik-i mesaide muazzam menfaat olduğunu hem bu uhrevî kazanç, dünyevî şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlahî ile teraküm eden sevap yekûnlerinin bir misli, iştirak eden fertlerin her birinin defter-i a’maline aynen gireceğini beyan ederek, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder. Maniin ikincisi, ihlası kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhî olup şirk-i hafîye yol açan “teveccüh-ü âmme”den şiddetli kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü manide de korku ve tama’ yüzünden gelecek zararlar ile ihlasın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumat-ı Sitte’de izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymettar risaleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latîf ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risale-i mübarekedir. Hüsrev 21.1 BİR KISIM KARDEŞLERİME HUSUSİ BİR MEKTUPTUR: Bid’aların istilası zamanında, sünnet-i seniyeye ittibaın ehemmiyetini ve Risale-i Nur’u yazmanın “beş nevi ibadet olduğunu” bildiren kıymettar bir mektuptur.
YİRMİ İKİNCİ LEM’A : وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِهٖ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَىْءٍ قَدْرًا gibi âyetlerle, üç işaret ile Risale-i Nur müellifine ve Risale-i Nur’a ait çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki her bir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ hiçbir hükûmet târiki’d-dünya ve münzevilere karışmıyor?” mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevap veriyor. Birinci İşaret: Risale-i Nur müellifi ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın, hususan Isparta vilayetinin manevî terakkiyatlarına ve imanlarının inbisatına mühim bir medar olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, hususan Isparta vilayetinin insanlarının hakları olduğunu kat’î gösterir. İkinci İşaret: Tenkit ve istifsarkârane, mimsiz medeniyet tarafından denilen: “Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın muktezası olarak hususi düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana kabul etmiyorsun. Halbuki bu Cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen, hocalık ve inziva perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, macera-yı hayatın gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibahı ile sosyalizm ve Bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. Prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor.” gibi suallerine karşı: Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hakikat Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten. düsturuyla Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremiyle ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini ve bu ihsanı kaldırmaya uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu; birkaç mühim misal ile ehl-i ilhad ve kısmen münafıklar bu fevka’l-kanun muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muameleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i beşer küseceğini ve anâsırın hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevap veriyor. Üçüncü İşaret: İki sualin cevabıdır. Birincisi: Ehl-i felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: “Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburi cumhuriyetin kanunlarına inkıyad edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun.” demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor. İkinci Sual: “Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?” demelerine karşı: Eğer insan, bir cesetten ibaret olsaydı, lâyemutane dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki böyle manevî ve gayet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı “El-mevtü Hak” davasını, her gün cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhaldir; öyle ise manevî hâcat-ı zaruriyeye istinad eden manevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder. Şu risalenin hâtimesinde “Enaniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassasiyet var ki eğer şuurları olsaydı, deha derecesinde bir muamele olurdu.” diye ehl-i imana onların o hassasiyet ve desiselerine aldanmamalarını tavsiye ile onların bu hali bir istidrac olduğunu haber verir. Küçük Ali
YİRMİ ÜÇÜNCÜ LEM’A:Tabiat Risalesi Otuz Birinci Mektup’un Yirmi Üçüncü Lem’a’sı olan “Tabiat Risalesi”dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul mudill efkârı, insaflı kafilelerden tard edip, çıkaran ve saadet-i ebediyenin o hakikatli yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, bürhanlarıyla ispat eden ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan âlî, gayet kıymettar bir risaledir. Bu risale, قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyet-i kerîmesinin bir tefsir-i vâzıhı olup “Cenab-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı.” demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde gösterir. Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar ile bin üç yüz otuz sekiz senesinde ordu-yu İslâm’ın Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içine gayet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gayesiyle Ankara’da Arapça olarak tabedilmiş olan bu risalenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır. Mukaddime: İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın bilmeyerek istimal ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder. Birinci Kelime: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Yani, esbab-ı âlem icad ediyor. İkinci Kelime: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine oluyor. Üçüncü Kelime: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiat iktiza edip yapıyor. Bu üç dehşetli kelimelerin, lâekall doksan muhalatı tazammun eden üçer muhalden dokuz muhal ile açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan “Tarîk-i Vahdaniyet” ile bi’l-cümle mevcudat, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle vücud bulduğunu, hakiki ve letafetli temsilleriyle ispat eder. Birinci Kelime: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Teşkil-i eşya, esbab-ı âlemin içtimaıyla vücud bulmasının pek çok muhalatından üç tanesini zikreder. Birincisi: “Herhangi bir zîhayatın icadı Vâhid-i Ehad’e verilmeyip esbabdan talep edilse, bir eczahane-i kübrada mevcud kavanozların içindeki maddelerin garib bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterilen vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini, beyan eder. İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşası Vâcibü’l-vücud’a verilmeyip, esbab-ı âlem yapıyor denilse; kâinatın ekserisiyle alâkadar olan bu sineğin her bir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için erkân-ı âlemi ve anâsır ve tabâyii, usta gibi o sineğin hem zahirinde hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhal, sofestaîleri dahi eblehane meslekleri içinde utandırıyor. Üçüncü Muhal: “Bir vâhidin vahdeti varsa her halde bir elden sudûr ettiği” kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan ve şu câmi’ hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehad’in bir masnuu kabul edilmezse camid, cahil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi’ bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir. İkinci Kelime: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine teşekkül ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalatlardan üç muhali, numune olarak zikrediyor. Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi camid ve tagayyürsüz dahi olmadığından ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acib bir makine ve gayet hârika bir saray olmakla beraber, zahirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte her bir mevcud Hâlık-ı külli şey’e isnad edilmeyip “Kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse; o vakit her bir mevcudun her bir zerresine, bir Eflatun’a bedel binler Eflatun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan edip ispat eder. İkincisi: Her bir mevcud, bilhassa ferd-i insan; birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve her bir kubbesi binler zerratın baş başa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir sanat-ı hârika olduğu halde “Bu masnuat bir Sâni’-i Vâhid’in eser-i sanatı değildir, kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki bu mefkûre sahiplerini cehlin en müntehasında oturtarak, echeliyetle techil eder. Üçüncü Muhal: Sâni’-i Zülcelal’in icadı olan her bir masnû, kalem-i kader-i ezelînin bir mektubu olmazsa “Esbab-ı âlem icad ediyor.” denilse o vakit o esbab, evvela o masnuun bedenindeki hüceyrelerinden tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenahî muhalatı intac eden bu fikri kabul edenler, bu hakikatten yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der. Üçüncü Kelime: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiat iktiza ediyor. Bu idlâl edici mudill fikrin pek çok muhalatından üç muhalinin Birincisi şudur ki: Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudreti olan alîmane, basîrane, hakîmane sanat-ı icad, o Zat-ı Zülcelal’e verilmezse hem kör hem sağır hem akılsız hem düşüncesiz bir tabiata verilse o tabiat, bu masnuatı yapmak için ya her şeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut her şeyde kâinatı halk edip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. Bu ise her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdeta bir ilahı, içinde kabul etmek lâzım gelir ki bu ise kâinattaki muhalatın en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı kâinat’ın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyatına “tabiat” namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir. İkincisi: Gayet intizamlı ve mizanlı ve hikmetli olan şu mevcudat, nihayetsiz Kadîr ve Hakîm bir zatın icadıdır denilmezse, tabiata verilse o vakit tabiat, nebatatın menşei ve meskeni olan ve nebatata saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri ve matbaaları yerleştirmeli ki o toprak, her türlü nebatatın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurafeyi ve hadsiz muhalatı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suubetli ve müşkülatlı acib muhalatın, nasıl suhuletli vücuda inkılab ettiği hakkındaki suale hakikatli ve gayet makul bir cevap verilmiştir. Üçüncüsü: İki misali var. Birincisi: Hâlî bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattir. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, uluhiyeti inkâr eden vahşi tabiiyyunlar girerler. Gördükleri mevcudatın, daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlahiyenin tebeddül ve tagayyür eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i âdetullaha ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbaniye olan İlahî kanunlara yanlışlıkla “Tabiat” namını verip, eşyanın icadını ona tahmil ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki ahmaklığın müntehasında en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar. Üçüncü Muhal’in ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir camiye giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattir. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki bütün mevcudat iş başında vazifededirler. Sâni’-i Zülcelal’in Zat-ı Akdes’inden i’raz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal’in bir cilve-i Rabbaniyesi olan kuvvetini müstakil bir kādir telakki ederek manevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine icad vererek “Tabiat” namını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudatı tabiata isnad edip, vahşilerin en vahşisi olduklarını ilan ederler. İşte taksim-i aklî ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yollar hadsiz ve hesapsız muhalleri icab eden dokuz muhal ile kapatılarak, bilbedahe ve bizzarure, dördüncü yol olan vahdet yolu kat’î bir surette sabit olur. Ve her bir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbab-perest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terk ettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet latîf bir beyandan sonra, sorulan iki şüpheli sualin birincisine “redd-i müdahale ve men’-i iştirak kanunları”nın muktezasıyla; ikincisine de Hâlık-ı Zülcelal bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i rububiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlukatın ibadetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubudiyetini başkalara vermeye rıza göstermediği gibi müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevaplarla mukabele edilmiştir. Hâtimesinde, tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zatın, merak-âver üç sualinden: Birincisi: “Tembelliklerinden dolayı namazı terk edenlerin cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?” İkincisi: “Gözle görülen bu nihayet derecede mebzuliyet ve icad-ı eşyadaki intizamlı suret hem vahdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve suhulet hem nass-ı Kur’an’la مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ۞ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?” Üçüncüsü: “Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten bir şey idam edilmediği gibi hiçten bir şey de icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?” demesine karşı, pek dakik ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni ve müskit olarak serdettiği delail-i akliye ile esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatli ve musîb cevaplar vardır. Hüseyin
YİRMİ DÖRDÜNCÜ LEM’A : Dört hikmeti hâvidir. يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَٓاءِ الْمُؤْمِنٖينَ يُدْنٖينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلَابٖيبِهِنَّ … اِلٰى اٰخِرِ gibi âyetlerle, Kur’an-ı Hakîm tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise Kur’an’ın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden “Bir esarettir.” deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve ispat edip, onları iskât ve tesettüre kat’î emrediyor. Birincisi: Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Çünkü hilkaten zaîfe ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihama maruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu… Hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini… Hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise pis ve şehvanî ve sakîl insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini… Ve Kur’an-ı Hakîm’in tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nazik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmesi için tesettürle zahirî ve bâtınî zilletten ve manevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât ediyor. İkinci Hikmet: Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedî bir hayatta ciddi bir arkadaş olmak için o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyen ve fıtraten iktiza ettiğini ve sefih, gaddar medeniyetin “Gayr-ı fıtrî ve esarettir.” demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre kat’î emrediyor. Üçüncü Hikmet: Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir muhabbetle devam ettiğini ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını. Ve açık saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık saçıklık ve hayvanî nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını. Hattâ o hayvanî, süflî ve pis görünmek, akrabalık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünüş akraba misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu gayet kat’î bir surette ispat eder. Dördüncü Hikmet: Kesret-i nesil her cihetle matlub olup, her millet ve her hükûmet buna taraftar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنّٖى اُبَاهٖى بِكُمُ الْاُمَمَ yani “İzdivaç ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmasını… Tesettürsüzlük izdivacı çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünkü serseri asrî bir genç dahi refikasının gayet namuslu olmasını istediğini… Ve kadın ise erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve her şeyine dâhilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu… Tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise o sadakati ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini… Ve kadınlarda şecaat ve sehavet o sadakat ve emniyeti ihlâl ettiğini… Ve memleketimizin Avrupa’ya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zaafına ve kuvvetin sukutuna sebep olacağını… Ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maişet meşgalesiyle uğraştığından, sanat ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat’î ispat eder. Rüşdü 24.1 EHL-İ İMAN ÂHİRET HEMŞİRELERİM OLAN KADINLAR TAİFESİ İLE BİR MUHAVEREDİR: Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar taifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risale-i Nur’la alâkaları bulunduğunu fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû-i istimal edildiğini ve kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyelerinin de çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur.
YİRMİ BEŞİNCİ LEM’A : Hastalar ve musibetzedeler risalesi Yirmi beş devayı hâvidir. Bu risale اَلَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ gibi âyetler, ehl-i imanın musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhanî ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir gayet mukni bir tefsir ve o ehl-i imanın on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir eczahane gibi olduğunu, hattâ her bir deva, ayrı ayrı binler çeşit ilaçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın eczahane-i kübrası olan وَالَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَيَسْقٖينِ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devalı bir mübarek ma’kes ve bir mâ-i zemzeme-i Kur’an hükmünde olduğunu gösterir. Birinci Deva: İnsanın hastalığı zahiren bir nevi dert gibi ise de dert değil belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve âfiyet ve istiğnadan gelen bir gafletle zayi olduğundan, hastalık o zayiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır. İkinci Deva: İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibadettir ki namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki hastalıklar insana aczini, zaafını hissettirdiğinden, hâlis, riyasız manevî bir ibadet olduğunu ve bu hastalıkların, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır. Üçüncü Deva: İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahit olduğunu hem insan zîhayatın en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belaları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini; hastalık ise sağlık ve âfiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır. Dördüncü Deva: İnsan, hastalıktan şekva değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünkü o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından; ve mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla, o sayede güzel bir mahsul aldığından; o eza, o bağın hakkında eza değil belki mahsulünün yetişmesine medar olduğundan, şikayete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da hastalıkla yapılan tasarruftan şikayet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman “Yâ Sabûr” deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor. Beşinci Deva: Bu zamanda, hususan gençler hakkında; hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan men’ettiği için onların hakkında o hastalık, manevî bir sıhhat ve âfiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır. Altıncı Deva: Musibetin gitmesiyle manevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünkü “Elemin zevali lezzettir.” diye o elemli musibetler, zeval ile ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır. Hattâ bu devanın ehemmiyetindendir ki telifatında iki kere aynı numara tekerrür etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini ispat eder. Yedinci Deva: Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünkü bir şey devam etse tesirini kaybeder, usanç verir. Hattâ ehl-i hakikat demişler: اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani “Her şey zıddıyla bilinir.” “Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz.” diye makul ve şirin bir devadır. Sekizinci Deva: Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki ettiriyor. Çünkü hastalık, sabun gibi günahları siler, temizler; güzel bir keffaretü’z-zünub olduğu hadîs-i şerifle sabit olduğunu hem imanlı olan bir insanın maddî hastalığı manevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirîsinin hatasıyla şahs-ı manevîsi hasta olduğundan zahir hastalığı o hatalardan geri koyup, manevî istiğfara sebep olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir. Dokuzuncu Deva: Cenab-ı Hakk’ı tanıyan bir insan için ölüme sebep olan hastalıktan korkmak olmadığını ve ölüm, insanın tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i iman olan ahbaplarına kavuşmak olduğunu hem ölüm mukadder olup, bazen hastalıklıların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalalet için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye olduğunu bildiren gayet mülayimane güzel bir devadır. Onuncu Deva: İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağı, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zahir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devadır. On Birinci Deva: Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu ana kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek manasız olduğunu ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak fayda vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber veren en a’lâ bir devadır. On İkinci Deva: Hem insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kaldığına teessüf etmemesine; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibadet ve evradının sevabı aynen ve daha hâlis bir surette verileceği hadîsçe sabit olduğu ve insan o sayede aczini ve zaafını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal ve lisan-ı kāliyle dergâh-ı İlahiyeye iltica etmesine sebep olduğundan قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ sırrını anlattığından, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir. On Üçüncü Deva: Hastalıktan şikayet edilmeyeceğini ve hastalık bazılarına bir define olduğunu ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf ve reca ortasında bulunmak lâzım olduğunu ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devadır. On Dördüncü Deva: Hem ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında –yani kör olmasında– pek mühim bir nur ve manevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazînane fâni bir güzelliğini fâni bir surette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedî gözler ile ebedî bir surette cennette cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder. (Hâşiye[1]) On Beşinci Deva: Hastalığın suretine bakıp “Âh!” eylemek caiz olmadığını, belki manasına bakılsa “Oh!” diye manevî lezzetler akıtacağını çünkü manevî sevap lezzeti olmasaydı, Cenab-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi diye hadîs-i şerifte اَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْاَوْلِيَاءُ اَلْاَمْثَلُ فَالْاَمْثَلُ –اَوْ كَمَا قَالَ– hadîs-i şerifinin sırrını ve bazı hastalıklar şehit makamını kazandıracağını, bâhusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehit olacaklarını en güzel bir surette haber verir. On Altıncı Deva: Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünkü sıhhat ve âfiyet, nefs-i emmareye, her cihetçe istiğna gösterdiğinden hastalık, o istiğna yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devadır. On Yedinci Deva: İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir olmak caiz olmadığını çünkü en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini çünkü imanı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel teselli etmek, hususan ana ve baba olsa onların dualarını kazanmak en a’lâ bir hayrat ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir. On Sekizinci Deva: İnsan şükrü bırakıp şekvaya gitmeye ve bir hakkının zayi olmasından şikayete hiç hakkı olmadığını çünkü senin üstünde Cenab-ı Hakk’ın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını îfa etmediğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a karşı bir haksızlık ettiğini hem sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki bîçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu, çünkü sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir dereceye nâil olduğun halde, bazı arızalarla ve kendi sû-i ihtiyarınla ve sû-i istimalinle elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekva etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet olduğunu gösterir bir devadır. On Dokuzuncu Deva: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri “esma-i hüsna” tabir-i Samedanîsiyle güzel olduklarını ve mevcudat içinde en latîf, en câmi’ âyine-i samediyet de hayat olduğunu ve güzelin âyinesi güzel olduğunu ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o âyineye de o güzelden ne gelse, güzel olduğunu ve hayat daima sıhhat ve âfiyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olacağını ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni’-i Hakîm sair azaları o uzva muavenettarane teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine âfiyete bırakıp gittiğini ispat eder. Yirminci Deva: Hastalık iki kısım olup bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmî olduğunu; hakiki kısmına Şâfî-i Zülcelal küre-i arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva istif ettiğini ve o devalar ise dertleri istediğinden, onları istimal etmek meşru olduğunu fakat devanın tesirini Cenab-ı Hak’tan bilmek lâzım olduğunu; vehmî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder. Yirmi Birinci Deva: Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izale edecek manevî bir lezzet ihata ettiğini ve zahiren peder ve valide ve akrabaların şefkatleri, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbettarane baktığından, o elem çok ucuz düştüğünü; maddî ve manevî çok yardımcıları bulunduğundan şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu ispat eder. Yirmi İkinci Deva: Nüzul gibi ağır hastalıklar, mü’min için pek mübarek sayıldığını ve ehl-i velayetçe mübarekiyeti meşhud olduğunu ve Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmak için iki esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise o iki esasın hâssasını verdiğini; o iki esasın birisi: Rabıta-i mevt (yani dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi kendinin de fâni ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir.) İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için bir kısım ehl-i iman çilelerle nefs-i emmareyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu suretle kazandıklarını ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hâssa bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü ispat edip gösterir. Yirmi Üçüncü Deva: Hastalık, gurbette ve kimsesizlikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en katı kalplerin dahi rikkatini celbettiğini ve Kur’an’ın bütün surelerinin başlarında “Er-Rahmanu’r-Rahîm” sıfatıyla kendini bize takdim eden Allah, bir lem’a-i şefkatiyle, umum yavruların yardımına validelerini koşturduğunu ve her baharda, bir cilve-i rahmeti ile nimetlerini bize gönderdiğini ve o nimetlere nâil olmak, iman ve intisapla ve onu tanımakla olduğunu ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir. Yirmi Dördüncü Deva: Masum çocuklara ve masum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevî büyük bir ticaret olduğunu ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için birer şırınga-i Rabbaniye olduğunu ve o şırıngalardan gelen sevap ve ücret, onlara bakanların ve bilhassa validelerinin defter-i a’maline yazıldığını ve bu hakikatin ehl-i hakikatçe meşhud olduğunu ve bilhassa ihtiyar peder ve valide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar olduğunu ve onlara bakanların da ileride kendi evlatlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azab-ı uhrevî olduğu gibi dünyaca da çok felaketlere maruz kaldıkları ve kalacakları vukuat ile sabit olduğunu ve akrabası olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyet’in iktizasından olduğunu gayet kat’î ispat eder. Yirmi Beşinci Deva: Bütün hastalıkların gayet nâfi’ ve manevî bir devası ve hakiki ve kudsî bir tiryakı ise imanın inkişafı olduğunu; tövbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile o tiryak-ı kudsî olan iman ve imandan gelen ilacın istimal edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan manevî büyük dünyalarının tedavisi, kudsî bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o iman ilacının tesiri ise feraizi yapmak ile olduğunu ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men’ettiğini göze gösterip gayet kat’î bir surette izah ve ispat eder. Hâfız Mustafa (rh)
YİRMİ ALTINCI LEM’A: كٓهٰيٰعٓصٓ ۞ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا ۞ اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَٓاءً خَفِيًّا ۞ قَالَ رَبِّ اِنّٖى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّٖى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَٓائِكَ رَبِّ شَقِيًّا Yirmi Altıncı Lem’a, yirmi altı ricadır. Birinci Rica: Her şeyin aslı, nuru, ziyası, menbaı, madeni, çeşmesi iman olduğunu; her şeyden evvel, o kudsî, münezzeh, muallâ nuru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, îcazlı bir ricadır. İkinci Rica: Hakikatte sabî hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahîm’e iman ve intisap ve itaatle, sabîler gibi “Rahmanu’r-Rahîm” isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nur-efşan bir hakikattir. Üçüncü Rica: Nev-i beşerin ister istemez müptela olduğu sevkiyat-ı berzahiye ve inkılabat-ı uhreviyede, iki cihanın serveri ve enbiyanın seyyidi ve rahmet ve merhamet-i İlahiyenin timsali olan Peygamber-i Zîşanımız Habibullah aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder. Dördüncü Rica: Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, yakınlaştıkları kabir kapısını düşündükleri ve o zahiren karanlıklı görünen âlemleri, nuruyla tenvir eden ve aydınlaştıran ve insana bir harfi on sevap ve hayır ve bazen yüz ve bazen bin sevap ve hayır kazandıran ve hazine-i rahmetin miftahı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı nur-u iman ile dinleyip, evamirine itaat ve nevahisinden içtinab edenlerin âlem-i ebedîde müferrah olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir rica kapısını gösterir. Beşinci Rica: Her fertte ve her şahısta cüz’î küllî tesirini gösteren teselli-i iman-ı bi’l-âhiret, ihtiyarlara daha azîm ve kuvvetli bir rica ve teselli verdiği için ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnut olmak ve Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamdedilmesini tavsiye eder. Altıncı Rica: Nur-u iman ile kâinatın tabakaları ve arzın mevcudatı ve mahlukatı, munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahîm’e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale ettiği gibi ihtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat zamanında kitab-ı âlemin harfleri sayısınca şahitleri ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olan cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince rahmetin delilleri bulunan ve en makbul bir şefaatçi olan acz ve zaafın dürbünüyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, rica yolunu gösterir. Yedinci Rica: Fâni dünyaya eblehane bâki süsü veren ve payitaht-ı hükûmette görülen bina-yı evhamı altı cihetten çürütüp, dalaletten gelen müthiş zulmeti, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile dağıtıp, bîçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat vâdilerinden çıkarıp sahil-i selâmete ve rahmet-i Rahman’a yetiştiren mücahid bir ricadır. Sekizinci Rica: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re’fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedî bir hayat için halk ettiği nev-i insanı nisyan-ı mutlaktan kurtarmak için Kur’an-ı Azîmüşşan’da كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ferman-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi o ölümün bir emaresi ve bir müjdecisi ve insanın daimî arkadaşı ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başı aşağı olmaya hazırlanmış olan ve gaflete daimî meyyal ve fâniye müptela olan insanı, sırr-ı iman ve nur-u Kur’an ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica düsturunu eline verir. Dokuzuncu Rica: Acz ve zaafı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık, rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu gibi emr-i Kur’an ve işaret-i Nebeviye (asm) ile küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerîm’in teveccühüne mazhar hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica kapısını açar. Onuncu Rica: Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla, hakikat ve vakiü’l-hal olan mevt, hayata tercih edilip sevildiği gibi âlem-i berzahta olan emvatın, elbette dünyada muvakkat misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet ve ülfete lâyık olduğu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden imanlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlahiye olduğunu ve bazen seyr ü sülûk ile derecat-ı evliya gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricadır. On Birinci Rica: İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzet olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek bir melce, bir istinadgâh taharriler neticesinde, Kur’an-ı Hakîm’in lisanından çıkan “Lâ ilahe illâ Hû” ferman-ı kudsiyesi imdada yetişip, kâinatta esbab ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfrî olduğunu gösteren ayn-ı hakikat bir iki temsil ile zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihata-i ilminde olan bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücudunu ispat edip, nur-u imana vesile olan kuvvetli bir rica kapısını ihsan eder. On İkinci Rica: Rahmetullahi aleyh Abdurrahman’ın vefatı üzerine كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyesinin sırrıyla يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى hakikatiyle فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ âyetinin tesellisiyle bir tek cilve-i inayeti bütün dünya yerini tutan ve bir tek cilve-i nuru bütün zulmeti izale eden Bâki-i Zülcelal ve Sermedî-i Zülkemal ve Rahîm-i Zülcemal’in teveccühü bâki ise yeter. Gidenler onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki bir hakikatle gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete müptela olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelal’e çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalplere iman nuru bahşeden elektrik-misal bir ricadır. On Üçüncü Rica: Harb-i Umumî’de Van şehrinin, Rus’un istila etmesi ve ihrak etmesiyle harabezar olması ve ekser ahalisinin şehadet ve muhaceretle kaybolması ve Medrese-i Horhor’un harap olup vefatı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, Horhor’un başında duran ve yekpare bir taş olan Van Kalesi kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kalesi’nin başında, şiddet-i meyusiyet ve matem içinde iken, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ ۞ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyetinin hakikati tecelli edip o rikkatli, hırkatli, dehşetli hâlâttan kurtarıp nazarı âfaka, âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun’î bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelî’nin her bir harfinde bir kitap yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izale edip, bilâhare de Medrese-i Horhor yerine Isparta’yı medrese ve müfarakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahîm’in dergâhına yakınlaşan ve o dergâhta makbul birer abd olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifanesinden mükedder ve meyus olmamalarını; o kudsî imanı ve müsellem İslâmiyet’i ihsan eden bir Muhsin-i Kerîm’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymettar bir ricadır. Hâfız Mustafa (rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) On Dördüncü Rica: Ehl-i dünya, Üstadımızı her şeyden tecrit edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, meyusane olarak başını eğdiği zaman حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ Âyet-i Hasbiye’si imdadına yetişerek “Beni dikkatle oku.” demesi üzerine, günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz mertebe-i Hasbiye’nin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişaf ettiğini… Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı beka, mutlak kemal sahibi Zat-ı Zülcelal ve Zülcemal’in bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasında ve ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir. İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Üstadımız ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrit içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desiseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman “Eli bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye kalbine hitap edip حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona: “İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan’a intisap edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin.” diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dediğini ifade etmiştir. Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet olduğunu fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve her şeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona: حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir. Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğini ve iman dürbünü ile baktığında; ölümün firak değil visal olduğunu, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sümbüllenmesi olduğunu beyan etmiştir. Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, Âyet-i Hasbiye’den aldığı imdat ile der: Hayat, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur hem bâki meyveler verdiği için ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir. Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şuâ’daki bu mertebenin dört meselesine baksınlar, dirilsinler. Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Daimî tahribatçı olan zeval ve fena; ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde “Beni oku ve dikkatle manama bak!” demesi üzerine, Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin rasathanesine girip, imanın dürbünüyle bu Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dürbünle gördüğü esrarı zikretmektedir. Bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat; Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risale-i Nur’un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir. On Beşinci Rica: Bu rica Denizli Hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip tetkik edilmesi neticesinde; değil tenkit edip düşmanlık göstermek, belki tetkik eden memurların kalplerini de fethederek, tenkit yerine takdir ettirdiğini ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebep olduğunu ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi hem manevî lezzetleri hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun.” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillah” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir. Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiçbirisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna set çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vazgeçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir. On Altıncı Rica: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde, bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü ve Üstadımız müteellim ve Nurlara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını ve yine Denizli Hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (as) olduğunu ispat ederek Medresetü’z-Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehit olarak berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi rahmetullahi aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra, gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil; bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrit hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur’an ve imanın hakikatlerine mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.
YİRMİ YEDİNCİ LEM’A: Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir.
YİRMİ SEKİZİNCİ LEM’A: Yirmi sekiz nükte olup bir kısmı bu mecmuaya dercedilmiş, diğerleri başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir. Yirmi İkinci Nüktenin İkincisi: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ۞ مَٓا اُرٖيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyet-i kerîmesinin gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan etmiş. Birinci Vecih: Âyetteki it’am ve irzak, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait olduğunu… İkinci Vecih: Rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete mani tevehhüm ederek özür bulmak isteyenlere, gayet güzel bir cevap verir. Bu âyetten kinaye olan mana: “Bana ait olup, rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir ibadettir.” der. Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’taki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ âyet-i kerîmesini misal alarak “Rızık ve it’am kabiliyetinde olan eşya, ilah ve mabud olamazlar; mabudiyete lâyık değiller.” manasını beyan etmektedir. Uykunun nevilerini, vakitlerini ve sünnet-i seniyeye muhalif ve muvafık uyku zamanlarını beyan eden mühim bir mektup: Yatsı namazı tesbihatından sonra اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesini okurken; bu dünya hanesini şenlendiren, ünsiyetlendiren, nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi nasıl müşahede ettiğini ve onun getirdiği nur ve hediyelere karşı şâkirane bir mukabele olarak bütün cin ve insin ona hadsiz salât ü selâm getirmeleri lâzım geldiğini ifade eden gayet latîf bir mektup: Hazret-i Muhyiddin’in Vahdet-i Vücud meşrebini şimdiki insanlara telkin etmekte üç mühim zararın bulunduğunu beyan eden gayet mühim bir mektup: Yine Muhyiddin-i Arabî ve Vahdet-i Vücud hakkında münakaşa mevzuu olan bir suale verilen ilmî, mücmel bir cevap: Bir bayramda, gayr-ı meşru dairede gülüp eğlenen elli zavallının, elli sene sonraki hallerini nasıl müşahede ettiğini beyan eden gayet güzel bir ibret levhası: Nefs-i emmareye uymanın zararlarını ta’dad ederek, nefse şiddetli bir tokat mahiyetinde tesirli bir yazı: Kısa bir zamandaki küfre mukabil hadsiz bir cehennem azabının nasıl hakiki adalet olduğunu beyan eden mukni bir cevap: Manidar bir tevafuk-u latîfe: Risale-i Nur’un makbuliyetine ve inayet-i İlahiyeye mazhariyetine dair manalı tevafuklar. Masum kalplere nurların nasıl aksettiğini anlatan samimane, nurlu bir mektuptur: Zekâinin rüyası: Müjdeli ve manalı hayırlı bir rüyadır. Tarafgirane ve risale-i nur’a rakibane söylenen sözlere mukabildir: Risale-i Nur’un yüksekliğini ve makbuliyetini ifade eden manzum bir kasidedir. 28.1 Yirmi Sekizinci Lem’anın Yirmi Sekizinci Nüktesi: لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ ۞ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ ۞ اِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ۞ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyet-i kerîmesinden anlaşıldığı üzere: Cüz’î ve bazen şahsî gaybî hâdiseleri haber almak için gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında, o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitmesi ve getirmesi aklen ve hikmeten nasıl kabul edilebilir? Hem âyet-i kerîmeye göre bazı peygamberler ve evliyalar, semavatın üstünde bulunan cennetin meyvelerini yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Ve bazen yakından cenneti temaşa ediyorlarmış. Nihayet derecede uzak bir şeyin, nihayet derecede yakın olması, bu asrın aklına nasıl sığar? Hem cüz’î bir şahsın, cüz’î bir ahvali, küllî ve geniş olan semavat memleketindeki mele-i a’lâda mevzubahis olması, kâinatın idaresindeki gayet hakîmane hikmete nasıl muvafık geliyor? diye sorulan bu üç başlı suale, gayet ilmî, aklî ve mukni cevapları tazammun eder.
YİRMİ DOKUZUNCU LEM’A-İ ARABİYE : Risale-i Nur’un içinde, lisan-ı cennet ve üslub-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve tarz-ı Kur’an-ı bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek “Tefekkürname” ismiyle müsemma olan bu Lem’a’nın bir kısmı, numune olarak bu mecmuaya dercedilmiş olup, tamamı Hatt-ı Kur’an Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
OTUZUNCU LEM’A: “Sekine” nam-ı âlîsiyle tabir edilen ve her biri bir ism-i a’zam olan veyahut altısı birden ism-i a’zam bulunan Esma-i Hüsnadan “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” ism-i şeriflerine ait pek çok kıymettar ve Risale-i Nur’un şaheserlerinden biri olan bu Lem’a, yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlerle kaleme alınmış hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş hem pek bâriz bir surette mevcudiyet-i İlahiyeye işaret eden şu hayret-engiz faaliyet ile müdebbiriyet-i Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki âh ne olurdu, bu risalenin hakikatlerinin a’makına ulaşmak şöyle dursun, sathını olsun bari görebilseydim. Heyhat! Kāsır fehmime bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsizliğimle beraber perişan halim böyle bir şaheseri fihristeye idhal edebilecek surette hülâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum. Bu kıymettar Lem’a, altı nükte-i mühimmeye inkısam etmiştir. BİRİNCİ NÜKTE: وَالْاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ âyetinin bir nüktesi ve “Kuddüs” ism-i a’zamının bir cilvesi olup hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhur ile hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir. Evet, şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika; bütün mevcudatıyla hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını tertemiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her mevcud, Kuddüs-ü A’zam’dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet faal ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa cennetnümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arz ediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cephelerinde müşahede edilen şu dil-ruba güzellik ve gayet müstahsen temizlik; bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve Sâni’lerini takdir ve tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar. Bu Kuddüs-ü A’zam ism-i şerifinin tecelli-i a’zamından küçük bir cilvesini şaşaalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, tertemiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüt gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arz ediyorlar. Camid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni’lerinin nazarına takdim ediyorlar. Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cin, ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar. “Mâşâallah, bârekellah! Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!” deyip Sâni’-i Zülcelal’lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki’ ve sâcid oluyorlar. İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef’al-i İlahiye gibi vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde ispat edip göstermektedir. İKİNCİ NÜKTE: وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ âyetinin bir nüktesi ve “Adl” ism-i a’zamının bir cilvesidir. Şöyle ki: Şu kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanmakta, her vakit harp ve hicret içinde kaynamakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır. Bu hayret-engiz tebeddülat ve tahavvülat ise dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden ve küre-i zeminin yüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî zîhayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerinden ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden; ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın dövüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak maziye akıp gidiyor ki Fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek: “Bu saray-ı âlemin Sâni’i; bu saray-ı âlemi, Adl isminin a’zamî tecellisine mazhar etmekle beraber hem vâhiddir hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telakki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu pek hârika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inden başkası müdahale edemeyecek.” Hem bütün esbab o Sâni’-i Zülcelal’in dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak. Ve o Sâni’-i Zülcemal’in hem vâhid olduğuna hem mevcudiyetine hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek. ÜÇÜNCÜ NÜKTE: اُدْعُ اِلٰى سَبٖيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ âyetinin bir nüktesi ve “Hakem” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, beş nokta ile izah edilmiştir. Birinci Nokta: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sahifesi ve her müzeyyen bahçe, bir satırı ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halk etmiştir. O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelal’in eserleriyle süslenmiş. Hem kendi sanatını kendisi müşahede edip hem de nâmütenahî gözlerle birbirine baktıran ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle nakkaşının vücuduna şehadet eden ve daima mizan ve intizam içinde tazelenen ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derceden ve her bir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren ve her bahar sahifesini murassa nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip, huzurunda resmigeçit ettiren ve her an bu masnuatının lisanıyla medh ü senasını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki parmak uzatabilsin. İkinci Nokta: İki meseledir. Birinci Mesele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, iman ile onu tanımayı ve ubudiyetle kendini ona sevdirmeyi ders veriyor. İkinci Mesele: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel hem vahdeti hem istiklal ve infiradı iktiza ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval ve keyfiyatıyla mizan-ı adl ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’a şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hata ve tevhid ile iman etmek ne kadar doğru, hak ve hakikatli bir mukabele olduğunu bildiriyor. Üçüncü Nokta: Sâni’-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîm’iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı; bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve insan dairesi içinde de rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem’in parlak bir surette cilvesinin göründüğünü ve yüzer fenlerden her bir fennin bir cihette ism-i Hakem’in cilvesini tarif ettiğini mesela, fenn-i tıp, fenn-i kimya, fenn-i ziraat, fenn-i ticaret ve hâkeza bu fenlerin her birisinin kat’î şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti gösteren bu hadsiz intizamat ve hikmetleri o Sâni’-i Hakîm umum kâinata verdiği gibi en küçük bir zîhayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetmesiyle, Zat-ı Akdes’inin fâil-i muhtar olduğunu ve her şey onun emriyle vücud bulduğunu ve onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor. Dördüncü Nokta: Sâni’-i Hakîm, her bir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcudların nihayet hassasiyetiyle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok fayda ve gayeleri nihayet dikkat ile takip ettiği halde, onun cemal-i rahmet ve kemal-i adaletine ve nihayet derecede hikmetine zıt olan ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor. Beşinci Nokta: İki meseledir. Birinci Mesele: Fıtratta israf ve abesiyet ve faydasızlık bulunmadığından كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا âyet-i kerîmesiyle, iktisatsız hareket edenleri tehdit eder. İkinci Mesele: Cenab-ı Hakk’ın “Hakem ve Hakîm” isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ettiklerini; ve esma-i hüsnadan çok isimlerin dahi her biri bir cihette, cilve-i a’zamıyla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (asm) istilzam ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor. DÖRDÜNCÜ NÜKTE: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi, Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden “Ferd” ism-i a’zamının tecelli-i a’zamına dair tevhid-i hakikiyi gösteren yedi işarettir. Birinci İşaret: İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder. Birinci Sikke: Kâinatın mevcudatında ve envalarında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” sikkesidir. İkinci Sikke: Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen, dört yüz bin nebatî ve hayvanî envaın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir. Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların aza-yı esasîde bir olan simalarındaki sikke-i vahdaniyettir. İkinci İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, kâinatın bütün envalarını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği ve çok birliklerle vahdaniyeti ilan ettiğini gösteriyor. Üçüncü İşaret: Yine ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki her bir mektupta hadsiz hâtem-i vahdaniyet basılmış ve her bir mektup, kelimatı adedince kâtibini bildiren ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor. Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd’in güneş gibi zahir cilve-i a’zamını gayet makul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren bürhanlardan üç tanesini beyan ediyor. Birincisi: Zat-ı Ferd’in hadsiz kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve suhuletli olduğunu; bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddid esbaba verilse, vahdetten kesrete girildiği için en küçük bir şeyin icadı, en büyük bir şeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkülatlı, pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle ispat eder. İkincisi: Mevcudatın icadı ya ibda ve ihtira suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahut inşa ve terkip suretiyle anâsır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki surette; icad-ı eşya Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilmez de esbabdan istenilse, hadsiz derece müşkülatlı ve suubetli ve gayr-ı makul, belki de pek çok muhalatı intac edecek. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete verilse; bir kibrit çakar gibi eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmî kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve suhuletle eşyanın icad edildiği görülecek. Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zat-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkülatlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder. Birinci Temsil: Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zabite havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkülatlı olduğunu… İkinci Temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu… Üçüncü Temsil: Küre-i arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hasıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet suhuletle husulü, vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için küre-i arzdan milyonlar defa büyük, hadsiz hesapsız cirmleri hudutsuz bir mesafede küre-i arzın etrafında hem küre-i arzın mihver-i yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suubet ve müşkülatın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini ve esbab ve tabiata icad verenler “kitap, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder. Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden, hâkimiyet-i İlahiyedir. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla ve فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ âyetinin işaretiyle, zerrattan seyyarata kadar, ferşten arşa kadar hiçbir cihette kusur ve futur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, ferdiyetin cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder. Altıncı İşaret: Bütün kemalâtın medarı ve esası ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve madeni ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye olmasıdır. Yedinci İşaret: Tevhid-i hakikiyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip ispat eden ve ilan eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaleti, o tevhidin kat’iyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder. Birincisi: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (asm) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını… İkincisi: Mahiyet-i Muhammediye (asm) âlem-i İslâmiyet’in şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevka’l-had istidat ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyet’in maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (asm) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O zatın (asm) hadd ü nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir. Üçüncüsü: Zat-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmı kendine muhatap ittihaz etmekle; elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, kâinatın manevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ve ism-i a’zamın ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesi olduğunu ders verir. BEŞİNCİ NÜKTE: فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ âyet-i azîmesiyle اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ âyet-i azîminin bir nüktesi ve “Hay” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, muhtasaran beş remiz içinde gösterilmiştir. Birinci Remiz: İsm-i Hay ve ism-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir surette cevap verilerek tarif edilmiştir ki bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesahatli bir tarz-ı beyan, bu nasıl garib bir tabirattır ki misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatlerin güzelliklerine meftun oluyor, hayretinden parmaklarını ısırıyor, daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor, takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor. İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor. Üçüncü Remiz: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni’-i Hayy-ı Kayyum’u, hadsiz nimetleriyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini ve her bir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor. Dördüncü Remiz: Hayat, imanın altı erkânı olan اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ rükünlerine bakıp ispat ettiğini o kadar latîf bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor. Beşinci Remiz: Birinci Remzin on altıncı hâssasında zikredilen: Hayat bir şeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz ise küll gibi cüz’î ise küllî gibi bir câmiiyet verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor. ALTINCI NÜKTE: Kayyumiyet-i İlahiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve “Kayyum” ism-i a’zamının bir cilve-i a’zamına, muhtasar olarak beş şuâ ile işaret eder. Birinci Şuâ: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i bizatihî Kayyum’dur, Daim’dir, Bâki’dir. Bütün eşya onun Kayyumiyetiyle kaimdir, devam eder, vücudda kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyumiyet bir an kesilse bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzi ve inkısamı muhal, tagayyür ve tebeddülü mümteni; ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zat-ı Akdes’in bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalalet kimseler, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde hissettikleri hayret-engiz hallakıyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin cilve-i a’zamının nereden geldiğini bilemediklerinden ve kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı uluhiyet mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli yüzünü sırr-ı Kayyumiyetin tecelli-i a’zamıyla izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakik ve çok amîk ve pek geniş bir ifade ile tabiiyyun ve maddiyyun mesleklerini iptal edip, onları techil eden ve utandıran âlî bir beyandır. İkinci Şuâ: İki meseledir. Birincisi: Hadd ü hesapsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan içinde, sırr-ı Kayyumiyetle kıyam ve beka ve devamları ve “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyadları, ism-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi her bir zîhayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her azasında o azaya göre toplanmaları ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkanan unsurların, dağılmayarak o cesette muntazaman durmaları ve o emr-i İlahiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyumiyeti ilan eden hadsiz diller olduğunu beyan eder. İkinci Meselesi: Eşyanın sırr-ı Kayyumiyetle münasebettar fayda ve hikmetlerine işaret eden pek çok envaından üç nevine işaret eder. Birinci Nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar. İkinci Nevi: Hem umum zîşuurun mütalaasına bakar hem Fâtır’ının esmasını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar. Üçüncü Nevi: Doğrudan doğruya Sâni’-i Zülcelal’e bakar. İşte bu üçüncü nevide bir saniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber, اَللّٰهُ الَّذٖى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا âyetinin işaretiyle; kayyumiyet-i İlahiye, hadsiz ecrama ve nihayetsiz zerrata nokta-i istinad olduğunu ve bi’l-cümle mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin uçları وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ işaretiyle sırr-ı Kayyumiyete bağlı bulunduğunu iş’ar eder. Üçüncü Şuâ: Hallakıyet-i İlahiye ve Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına işaret eden mukaddimelerin birincisi: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlukatın, bu hayret verici seyahat ve seyeranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor. Birinci Şubesi: Faaliyetin her bir nev’i, cüz’î olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla –tabirde hata olmasın– Zat-ı Hayy-ı Kayyum’da bulunan bir aşk-ı lahutînin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuunatı, hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz hallakıyetle kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını… İkinci Şubesi: Her bir cemal ve hüner sahibi, kendi cemalini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilan etmesi kaidesiyle; Cemil-i Zülkemal’in bin bir esma-i hüsnasından her bir isminin her bir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki o aşk-ı mukaddese-i İlahiye, o sırr-ı Kayyumiyete binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini… Üçüncü Şubesi hem Dördüncü Şuâ: Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenab olan zat, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mesud etmekten lezzet alması ve her âdil zat, ihkak-ı hak etmekten keyiflenmesi ve her hüner sahibi sanatkâr, yaptığı sanatını teşhir etmekten ve sanatının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’i bin bir esma-i hüsnasının hadd ü nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallakıyet-i daime ve hayret-engiz bir faaliyet-i Sermediye içinde sırr-ı Kayyumiyet ile mütemadiyen tazelendirip tecdid ettiğini pek garib, pek şirin, pek latîf, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalaletin, “Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden zatın, kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelmez mi?” diye sordukları suale, bilakis Zat-ı Zülcelal’in mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini gayet kat’î bir surette beyan eden bir cevapla mukabele edilmiştir. Beşinci Şuâ: İki meseledir. Birinci Mesele: İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamına baktırmak için hayalî iki dürbünden biriyle, en uzaklarda esîr maddesi içinde sırr-ı Kayyumiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dürbünle zîhayat mahlukat-ı arziyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir. Hülâsası: Bu altı ism-i a’zam birbiriyle imtizaç ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum cilve-i a’zamı arkasında tecelli eden ism-i Hayy’ın bütün o mevcudatı hayat ile ışıklandırdığını ve ism-i Hayy’ın arkasında tecelli eden ism-i Ferd’in, o mevcudatı bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hâtem-i ehadiyet bastığını ve ism-i Ferd’in arkasında tecelli eden ism-i Hakem’in, o mevcudatı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine alıp süslendirdiğini ve ism-i Hakem’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl’in, o mevcudatı yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl içinde tutarak “Emr-i kün feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyad ile itaat ettirdiğini ve ism-i Adl’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Kuddüs’ün, o mevcudatı, Cemil-i Mutlak’ın cemal-i zatına ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına lâyık ve münasip olacak gayet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor. İkinci Mesele: Kayyumiyetin, vâhidiyet ve celal noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi ehadiyet ve cemal noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu ve bu tecelli ile Zat-ı Zülcemal’in, beşere, melaikelerin fevkinde ettiği ihsanatını ve o ihsanatın câmiiyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini ta’dad eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a âyinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihteki âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu; birinci yüzüyle esma-i İlahiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık ettiğini emsali nâ-mesbuk bir talâkat-ı lisan ile ifade ediyor ki beşerin dâhîlerini dahi bu hakikatlere meftun edip hayran eder. Hüsrev
MÜNÂCAT : Cenab-ı Hakk’a ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek ubudiyetin (kema hiye hakkıha) iktiza ettiği acz ve fakr-ı tammı izhar ederek dergâh-ı İlahiyeye iltica ve huzur-u Rahman’a takarrub gibi mezaya-yı insaniyeyi bihakkın talim ve dünya ve mâfîhaya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i enbiya aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimizin münâcatından ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me’huz nazirsiz şu münâcatın menba-ı manevîsi, evvela başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; sâniyen, Cevşenü’l-Kebir’in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; sâlisen, “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali kerremallahu vechehu radıyallahu anhın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vâhid-i Ehad’i ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi mukteda-bih ittihaz ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki bu hakaike ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup, yalnız mükerreren sâdır olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şürû’ edilen şu fihristte deriz: Birinci Fıkrada: Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemal-i faaliyet, Mabud-u Bi’l-hak olan Vâcibü’l-vücud Vâhid-i Ehad’e delâlet ettiğini… İkinci Fıkrada: Fezanın bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’e dâll bulunduğunu… Üçüncü Fıkrada: Unsurlar sair müştemilatıyla ve küre-i arz umum mahlukatıyla ve teferruatıyla… Dördüncü Fıkrada: Edille-i sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar maruf biküll-i ihsan olan Vâcibü’l-vücud, Vâhid-i Ehad’e delâlet ettiğini… Beşinci Fıkrada: Geçen şehadet gibi; dağlar, zelzele tesiratından zeminin muhafaza ve sükûnetine ve içindeki inkılabat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilasından halâsına hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü’l-vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini… Altıncı Fıkrada: Geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatatın; yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarane hareket-i zikriyeleri ve kemal-i suhuletle giydirilen cihazat ve ziynetleri bilbedahe vücub-u vücud ve vahdet-i Bâri’ye delâlet ettiğini… Yedinci Fıkrada: Keza zîruhun ve hususan nev-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî aza ve cevarih ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i faaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti ispat ettiğini… Sekizinci Fıkrada: Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyanın hülâsaları olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla, yüzler icma ve tevatür kuvvetinde ve kat’iyetinde vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tahaccür etmiş kalpleri ıslah hem Cenab-ı Kibriya’ya münâcat olan şu yekta ravza-i hakikat, hâtime-i tazarru ve niyazını şöyle bağlar ki: Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı külli şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Musa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü’l-firdevste mesud kıl, âmin âmin! Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münâcat, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı müfarıkı olmaya çok lâyık olduğu aşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi. Sabri rahmetullahi aleyh Sekizinci Lem’a’nın Fihristesinden Bir Parça İşarat-ı gaybiye hakkında bir yazı ve bir takriz. فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ve فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkadir-i Geylanî’nin bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevatir keramat-ı hârikaya mazhar olan o Sultanü’l-evliya mematında, aynı hayatında olduğu gibi müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşif ve ehl-i velayetçe kabul edilmiş. İşte o zat sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlahî ile kerametkârane bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş. Bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensup bir kısım Kur’an hizmetkârlarına teselli verip, teşci ve teşvik etmek suretinde bir meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde on beş cihetle aynı haberi veriyor. Hem ilm-i Cifr’in üç dört vechiyle o beş satırın manası hem kelimatı hem hurufun adedi birbirini teyid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat’iyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş. Malûmdur ki istikbalden haber veren enbiya ve evliya لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş altı işaretle aynı hâdiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı A’zam, bu zamandaki hizmet-i Kur’aniyenin heyetini işaret edip, içinde bir hâdimini sarahat derecesinde gösteriyor. Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihraçlarıyla ve tasdikleriyle olduğundan bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa o risalenin başında söylediğim gibi bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm ve bana manevî bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum: Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ve şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti. İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedihî davaları ve zahir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nevinden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nevinden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir!” O risalenin başında dediğim gibi bunu izharda en mühim maksadım: Esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam imza basması nevinden olduğudur. İkinci Maksadım: O kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip hizmet-i Kur’aniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi. Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim. Bu Keramet-i Gavsiye Risalesi tedricen istihraç edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaratın bazısında zafiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o zaafı izale eder. Hattâ cây-ı hayrettir ki o beş satırın âhirinde, her birinin mertebesini ve has bir sıfatını îma etmek suretinde on beşten fazla hizmet-i Kur’aniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakikatler beyan edilmiştir. Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlas ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın. Beni, bir keramet-füruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin. Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Fihristesinden Bir Parça BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, Kaside-i Ercuze ’sinde اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطٖيرًا deyip, bu zamanda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifrî ve ebcedî rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla vaki cereyan-ı küfriyaneye işaret ettiği gibi hem Ercuze’sinde hem Ercuze’yi teyid ve takviye eden Kaside-i Celcelutiye’sinde sarahate yakın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً § تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur’a ve müellifine hususi iltifatını اَقِدْ كَوْكَبٖى بِالْاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَالْاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ deyip, âhir zamana kadar Risale-i Nur’un bedî’ bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci nâşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bidayet-i İslâm’da Kur’an’ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a’zamı şefî tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyet’i muhafazaya çalıştığı gibi; âhir zamanda bütün bütün Kur’an’a muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a’zamı şefî ve melce ve tahassungâh ittihaz edip cerh edilmez Kur’an’ın i’cazından gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risale-i Nur’un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a’zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve ism-i Rahman ve Rahîm’in şefkatli ve re’fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur’u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir. Hem Kaside-i Celcelutiye ’nin bir kerameti olan فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ dan başlayan üç dört satırda kuvvetli emare ve delilden: Birinci Emare: فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى جَلَّ قَدْرُهُ cifir ve ebcedî hesabıyla bin üç yüz elli üç senesi ki Risale-i Nur şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda “Sekine” tabir edilen ism-i a’zamı, yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa daimî vird eden Risale-i Nur müellifinin isimlerine tevafuk sırrıyla parmak basması, o zamanda ism-i a’zamı hâmil Risale-i Nur müellifinin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini; lillahi’l-hamd, selâmet ile kurtulmaları, keramet-i Aleviye’yi tasdik ettiğini… İkinci Emare: فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ fıkrasıyla, Eski Harb-i Umumîye iştirak ile yara bereye ve nihayetsiz korkulara maruz kalıp, nihayet Rusya’ya esir giden hem dehşetli bir harb-i âhir zamanda mühim bir vazife ile mükellef edilip, yılandan daha zehirli akreplerin bulunduğu bir memlekete düşen ve gece gündüz yılanlarla harp eden Risale-i Nur müellifine فَقَاتِلْ وَلَا تَخْشَ وَحَارِبْ وَلَا تَخَفْ ile iltifatını ve manevî sıyanet ve muhafaza ve imdadını haber veriyor. Üçüncü Emare: Üç güz mevsiminde medar-ı teselli üç keramettir. Birincisi: Gavs-ı A’zam radıyallahu anh يَا مُرٖيدٖى كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعٖيشُ سَعٖيدًا tabiriyle on beş emare-i kaviye ile İkinci güzde, aynı mevsimde, Hazret-i Ali radıyallahu anh وَيَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ tabiriyle kuvvetli delillerle Üçüncü güzde, فَيَا حَامِلَ الْاِسْمِ الَّذٖى … اِلٰى اٰخِرِ diye yine Hazret-i Ali radıyallahu anh kerametkârane Risale-i Nur müellifine bakıp Sekiz, On Sekiz, Yirmi Sekizinci Lem’alar olan risalelerin kuvvetli ve i’cazlı telifleriyle havfa düşen ve teselliye muhtaç olan Risale-i Nur şakirdlerinin altı yedi defa لَا تَخْشَ kelimeleriyle korkularını izale edip teşci etmeleri, Kur’an hizmetkârlarına bir ikram-ı İlahî olduğunu gösterir. Hem وَاقْبِلْ وَلَا تَهْرَبْ fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhatabı Saidü’n-Nursî olduğundan “Yâ Saidü’n-Nursî! Karşıla, kaçma!” deyip teşci ediyor. Netice: Dokuz “hem hem”lerin gösterdiği dokuz hakikatin, Risale-i Nur’da ve müellifinde bilfiil icrası ve bilmüşahede görünmesi hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki: Hazret-i Ali radıyallahu anhın Kaside-i Ercuze ve Celcelutiye’sindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir Vâris-i Nebi ve Mukavvi-i Din ve Hâmil-i ism-i a’zam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğu çünkü bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz; ekseriya hareketleri görüyoruz ki hak ve hakikatte yanılmayan ve Kur’an’ın hukukunu emrolunduğu gibi tevilsiz muhafazaya çalışan “Risale-i Nur”dur diye şek ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali radıyallahu anhın muhatabı o olduğunu kat’î ispat eder. Hâfız Ali rahmetullahi aleyh [1] Hâşiye: Bu devanın tesirindendir ki misafireten bir köye gittiğimde; orada gözsüz Mehmed Ağa isminde bir zat, gözünün hastalığından şikayeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risalesi’nin On Dördüncü Devasını okuyunca, onun manevî tesiriyle o zat dedi: “Keşke ben bu sevabı ve manevî bu kazancı bana açan bu hastalığımdan şikayet etmeseydim.” diye nedametkârane, bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlahiye olduğunu kat’î anladı.

Bakınız.

D
Drive'dan word indir
http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/
* Türkçe + Eng + Arapça PDF : [2]
Portal:RNK .
Şablon:Risale bakınız


RNK
RNK/Search
RNK/Sesli/Arcive.org
BSN
Şablon:BSN bakınız.
Risale şablonları

Risale-i Nur Külliyatı
TARİHÇE-İ HAYAT.
SÖZLER .
Küçük Sözler.
MEKTUBAT .
LEM'ALAR .
ŞUALAR .
ASÂ-YI MUSA -
HUTBE-İ ŞAMİYE .
İŞARATÜ’L-İ’CAZ -
SÜNUHAT -
TULÛAT -
MÜNAZARAT .[
MESNEVÎ-İ NURİYE .
MEYVE RİSALESİ .
GENÇLİK REHBERİ
HANIMLAR REHBERİ.
HİZMET REHBERİ.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ .
ZÜLFİKAR .
İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ

Lahikalar:
Kastamonu Lâhikası
.BARLA LÂHİKASI .
Emirdağ Lahikası-I .
Emirdağ Lahikası-II

Eski Said Dönemi Eserleri;
Makalat;
Kızıl İcaz;
İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi Yahut Divan-ı Harb-i Örfi ve Said Nursi;
Nutuk;
Bediüzzamanın Selanik'de Hürriyete Hitabı.
Münazarat;
Münazarat/İlk Baskı
Hutbe-i Şamiye;
Deva’ül-Yeis Zeylinin Zeyli;
Nokta;
Hutuvat-ı Sitte;
Sünuhat;
Rumuz;
Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi;
Tuluat;
İşarat;
Hakikat Çekirdekleri I ve II;
Lemaat)

RNK/Fihrist .
Fihriste-i Mektubat .
Sözler/Fihrist.


RNK/Tercümeleri.
RNK/English
RNK/Arabi
RNK/Azerice
Wikimedia
Risale:RNK
Risale:Risale-i Nur
Risale:Sözler

* RNK/Ansiklopedik bilgiler
* RNK/Almanca
* RNK/Audio
* RNK/Ayasofya
* RNK/Azerice:[3]
* RNK/Cemil Meriç
* RNK/Cemiyet-i Muhammmediye * RNK/Descartes
* RNK/Diyanet İşleri Başkanlığı ve Bakanlar Kurulu Kararı<br< * RNK/Dua

* RNK/Ekolleri
* RNK/English
* Türkçe + Eng + Arapça PDF : https://www.reflections-rn.org/risalei-nur-1 * RNK/English/VİDEO
* RNK/Ey nefsim
* RNK/Ebter
* RNK/Evrad

* RNK/Farisi
* RNK/Fihrist
* RNK/Lügat, Tefsir, Şerh ve İzah Meselesi
* RNK/Gıybet

* RNK/Hata-Savab Cetveli Hata-Savab Cedveli
* RNK/Hayal
* RNK/Hizb
* RNK/Hasbi * Hikem-i Ataiye
* RNK/Kedi
* RNK/Şazeli
* RNK/İlk Dönem Eserleri

* RNK/Japonya

* RNK/Konyalı Mehmet Vehbi Efendi
* RNK/Kürtçe
* RNK/Kadir gecesi
* RNK/Kadir Mısıroğlu
* RNK/Kartal
* RNK/Kedi
* RNK/Kişiler

* RNK/Müdafaaları
* RNK/MüddeiUmum/İddianamesi/Hata-Sevap Cetveli
* RNK/Mikrop
* RNK/MP3
* BSN/Matematik
* RNK/Mapusları
* RNK/Mektubat
* RNK/Münacaat

RNK/Namaz
RNK/Nefs
RNK/Nurun bekçisi

* RNK/Rusça
https://risalecomparative.com/?lang=ru
--- * RNK/Şahıslar * RNK/Sesli/Arcive.org
* RNK/Signs of Miraculousness * RNK/Savunma
* RNK/Search
* RNK/Sosyalizm
--- * RNK/Talebeleri
* RNK/Tercümeleri
* RNK/Taziye YİRMİ BEŞİNCİ LEM'A
* RNK/Tahiyyât
* RNK/Talebeleri
* RNK/Türkçe
* RNK/VİDEO

* RNK/Vehhabiler
* Risale:Hizb-ül Hakaik .
* Risale:Hizb-i Nur'il Ekber (Zülfikar) .
* Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî .
* Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri .
* Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi

RNK/Diyanet İşleri Başkanlığı ve Bakanlar Kurulu Kararı
RNK/MüddeiUmum/İddianamesi/Hata-Sevap Cetveli

WORDS.
THE FIRST WORD/English&Turkish for students
Kaynaklar:
Karşılaştırmalı web
https://risalecomparative.com/?lang=ru
52 dilde
Nur Külliyatı Okuma Konu fihristli: http://www.yeniasya.com.tr/risaleinur/ --- Risale-i Nur Cep/Web indir: http://www.nurunsozu.com/ Risale-i Nur Kütüphanesi: https://play.google.com/store/apps/details?id=org.feyyaz.risale_inur Risale-i Nur Enstitüsü: http://www.risaleinurenstitusu.org/ Köprü Dergisi (Risale-i Nur Eksenli Akademik Çalışmalar): http://www.koprudergisi.com/
Audio&Video
Risale-i Nur Videoları
Archive.org dinleme/indirme sayfası: https://archive.org/bookmarks/nurvideolari
Youtube RNK Videoları (Altyazılı): [4] MP3 formatında Archive.org dinleme/indirme sayfası: https://archive.org/details/sesli-risale-i-nur-kulliyati-mp3 İndirme
İngilizce PDF ve Word [5] Arabi [6] Azeri:[7] Necmettin Şahiner

Bediüzzaman Said Nursî

Yirmi Beşinci Lem’a[]

Yirmi beş devadır.

Hastalara bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete, bir iyadetü’l-mariz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.

İHTAR VE İ’TİZAR

Bu manevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde bir süratle (Hâşiye[1]) telif edildiği gibi hem umuma muhalif olarak tashihata ve dikkate vakit bulmayarak telifi gibi gayet süratle ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek, müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. Kalbe fıtrî bir surette gelen hatıratı, sanatla ve dikkatle bozmamak için yeniden tetkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar bazı nâhoş ibarelerden veyahut ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ۞ وَالَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَيَسْقٖينِ ۞ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ

Şu Lem’a’da, nev-i beşerin on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzede ve hastalara hakiki bir teselli ve nâfi’ bir merhem olabilecek yirmi beş devayı icmalen beyan ediyoruz.

Birinci Deva[]

Ey bîçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin.

İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darb-ı mesel dillerde destandır ki “Musibet zamanı çok uzundur, safa zamanı pek kısa oluyor.”

İkinci Deva[]

Ey sabırsız hasta! Sabret belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir.

Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri, müsbet ibadettir ki namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri, menfî ibadetlerdir ki hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede; aczini, zaafını hisseder. Hâlık-ı Rahîm’ine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur.

Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivayat-ı sahiha vardır. Hattâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir.

Senin bir dakika ömrünü, bin dakika hükmüne getirip sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekki değil, teşekkür et.

Üçüncü Deva[]

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir.

Hem insan, zîhayatın en mükemmeli en yükseği ve cihazatça en zengini belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en edna bir derecede ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor.

Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”

İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil belki bu cihette ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.

Dördüncü Deva[]

Ey şekvacı hasta! Senin hakkın şekva değil şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve aza ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek, başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Yirmi Altıncı Söz’de denildiği gibi mesela gayet zengin, gayet mahir bir sanatkâr; güzel sanatını, kıymettar servetini göstermek için miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa ve gayet sanatlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Hârika enva-ı sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zata dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun.” demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin diyebilir mi?

İşte aynen bu misal gibi Sâni’-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalp gibi nurani duygularla murassa olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzak ismini tanıdığın gibi Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şuâlar ve o şuâat içinde çok güzellikler bulunuyor.

Eğer perde açılsa tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel manaları bulursun.

Beşinci Deva[]

Ey maraza müptela hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki hastalık bazılara bir ihsan-ı İlahîdir, bir hediye-i Rahmanîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar, hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlahî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki: “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık, vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattir. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.”

Altıncı Deva[]

Ey elemden teşekki eden hasta! Senden soruyorum, geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş lezzetli safa günleri ve bela ve elemli vakitlerini tahattur et. Herhalde ya oh ya âh diyeceksin. Yani, ya elhamdülillah şükür veyahut “vâ-hasretâ, vâ-esefâ” kalbin veya lisanın diyecek.

Dikkat et, sana oh elhamdülillah şükür dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir manevî lezzeti deşiyor ki senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevali, lezzettir. O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki düşünmekle deşilse ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor.

Sana “vâ-esefâ, vâ-hasretâ” dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safalı o hallerdir ki zevalleriyle, senin ruhunda daimî bir elem irsiyet bırakıp, ne vakit düşünsen o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor.

Madem bir günlük gayr-ı meşru lezzet, bazen bir sene manevî elem çektiriyor. Ve muvakkat bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler manevî lezzet-i sevapla beraber, zevalindeki halâs ve kurtulmaktan gelen manevî lezzet vardır.

Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün “Bu da geçer yahu!” de, şekva yerinde şükret.

Altıncı Deva (Hâşiye[2])[]

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsa idi ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevalin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde manevî kış mevsimleri olmasaydı; ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya bir gün bize haydi dışarı diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı kovmadan biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet, hastalık bu manayı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!” kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru olmazsa hem devamsız hem elemli hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.

Yedinci Deva[]

Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor bilakis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünkü bir şey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki: اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani “Her şey zıddıyla bilinir.” Mesela, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.

Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ihsas etmek ve her bir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva-ı nimeti tadacak tanıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı teçhiz etmesi gösteriyor ki elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.

Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı; sen, başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlahiyeyi hissedip şükreder miydin? Elbette şükür değil belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gaflete belki sefahete sarf ederdin.”

Sekizinci Deva[]

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffaretü’z-zünub olduğu hadîs-i sahih ile sabittir. Hem hadîste vardır ki: “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer, imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.”

Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır. Bu hayat-ı dünyevîde dahi kalp, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva etmezsen şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun.

Eğer günahları düşünmüyorsan yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan sende öyle dehşetli bir hastalık var ki milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryat et.

Çünkü bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus âhireti bilmediğin için ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden –âdeta– güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.

İşte en evvel hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük manevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilaç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan iman ilacını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki o ilacı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini ve rahmetini tanımaktır.

Evet Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu bela başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevî sürurla doludur. Derecesine göre iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen manevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.

Dokuzuncu Deva[]

Ey Hâlık’ını tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise hastalık bazen ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zahirî cihetinde dehşetli olduğundan ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telaş veriyor.

Evvela: Bil ve kat’î iman et ki: “Ecel mukadderdir, tagayyür etmez.” Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Sâniyen: Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat’î, şeksiz, şüphesiz bir surette, Kur’an-ı Hakîm’in verdiği nur ile ispat etmişiz ki ehl-i iman için ölüm:

Vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.

Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur.

Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.

Hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır.

Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir.

Hem Hâlık-ı Rahîm’inin fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.

Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil bilakis rahmet ve saadetin bir mukaddimesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.

Onuncu Deva[]

Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın, senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.

Evet merak, hastalığı ikileştirir; maddî hastalığın altında merak ile manevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle rıza ile hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evhamla bir dirhem maddî hastalık, bazen merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.

Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi hikmet-i İlahiyeyi ittiham ve rahmet-i İlahiyeyi tenkit ve Hâlık-ı Rahîm’inden şekva hükmünde olduğu için aks-i maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet, nasıl ki şükür nimeti ziyadeleştirir öyle de şekva; hastalığı, musibeti tezyid eder.

Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilacı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. “Âh!” yerine “Oh!” de “Vâ-esefâ!” yerine ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ söyle.

On Birinci Deva[]

Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber; evvelki hastalığından bugüne kadar o hastalığın zevalindeki bir lezzet-i maneviye ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye veriyor. Bugünden belki bu saatten sonraki zamanda hastalık yok, elbette yoktan elem yok; elem olmazsa teessür olamaz. Sen yanlış bir surette tevehhüm ettiğin için sabırsızlık geliyor.

Çünkü bugünden evvel bütün hastalık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş; kendindeki sevabı ve zevalindeki lezzet kalmış. Sana kâr ve sürur vermek lâzım gelirken, onları düşünüp müteellim olmak ve sabırsızlık etmek divaneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle üç mertebe yok yoğa vücud rengi vermek, divanelik değil de nedir?

Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur veriyor. Ve madem yine bu saatten sonraki zaman ma’dum, hastalık ma’dum, elem ma’dumdur. Sen, Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu saatteki eleme karşı tahşid et “Yâ Sabûr!” de, dayan.

On İkinci Deva[]

Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf eden hasta! Bil ki hadîsçe sabittir ki müttaki bir mü’min, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır. Farzı, mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzlarını yerine getirmekle o ağır hastalık zamanında sair sünnetlerin yerini hem hâlis bir surette, hastalık tutar.

Hem hastalık insandaki aczini, zaafını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle halen ve kālen bir dua ettirir. Cenab-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlahiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin. قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ yani “Eğer duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” âyetin sırrıyla insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimi dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan şekva değil, Allah’a şükür etmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, âfiyeti kesbetmekle kapamamak gerektir.

On Üçüncü Deva[]

Ey hastalıktan şekva eden bîçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlahiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir.

Madem ecel vakti muayyen değil; Cenab-ı Hak, insanı yeis-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için havf ve reca ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir, eğer insanı gaflet içinde yakalasa ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.

Ezcümle: Arkadaşlarımızdan –Allah rahmet etsin– iki genç vardı. Biri İlamalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzade Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve feraizi terk eden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi’ bir vaziyette bulundular. İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-i uhreviye için kabul olunmuştur.

İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete atılsaydılar, ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.

Madem hastalıkların böyle menfaati var, ondan şekva değil; tevekkül, sabır ile belki şükredip rahmet-i İlahiyeye itimat etmektir.

On Dördüncü Deva[]

Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve manevî bir göz olduğunu bilsen “Yüz bin şükür Rabb-i Rahîm’ime!” dersin. Bu merhemi izah için bir hâdise söyleyeceğim. Şöyle ki:

Bana sekiz sene kemal-i sadakatle hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman’ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O saliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek “Gözümün açılması için dua et.” diyerek, cami kapısında beni yakaladı. Ben de o mübarek ve meczube kadının salahatini duama şefaatçi yapıp “Yâ Rabbi, onun salahati hürmetine onun gözünü aç.” diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünkü eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra –Allah rahmet etsin– vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla’nın hazînane bağlarına rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel; kabrinde, cennet bağlarını kırk bin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünkü imanı kuvvetli, salahati şiddetli idi.

Evet bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü’minler görmüyorlar. Kabirde o körler, iman ile gitmiş ise o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nevinde, kabrinde derecesine göre cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa ederler.

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında şükür ile sabır ile bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur’an-ı Hakîm’dir.

On Beşinci Deva[]

Ey âh ü enîn eden hasta! Hastalığın suretine bakıp âh eyleme! Manasına bak oh de! Eğer hastalığın manası güzel bir şey olmasa idi, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi. Halbuki hadîs-i sahihte vardır ki اَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْاَوْلِيَاءُ اَلْاَمْثَلُ فَالْاَمْثَلُ –اَوْ كَمَا قَالَ– yani “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.” Başta Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmaniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nevinden görmüşler.

Sen ey âh u fîzar eden hasta! Bu nurani kafileye iltihak etmek istersen sabır içinde şükret. Yoksa şekva etsen onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurlarına düşersin! Karanlıklı bir yolda gideceksin.

Evet, hastalıkların bir kısmı var ki eğer ölümle neticelense manevî şehit hükmünde şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle: Çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar (Hâşiye[3]) ve karın sancısıyla, gark ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi çok mübarek hastalıklar var ki velayet derecesini ölümle kazandırır.

Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan müfarakatı tahfif eder; bazen de sevdirir.

On Altıncı Deva[]

Ey sıkıntıdan şekva eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnadan kurtarıyor.

Çünkü اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى ۞ اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰى sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen istiğnada bulunan bir nefs-i emmare, şâyan-ı hürmet çok uhuvvetlere karşı hürmeti hissetmez. Ve şâyan-ı merhamet ve şefkat olan musibetzedelere ve hastalıklılara merhameti duymaz.

Ne vakit hasta olsa o hastalıkta aczini ve fakrını anlar, lâyık-ı hürmet olan ihvanlarına ihtiram eder. Ziyaretine gelen veya ona yardım eden mü’min kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. Ve rikkat-i cinsiyeden gelen şefkat-i insaniye ve en mühim bir haslet-i İslâmiye olan musibetzedelere karşı merhameti hissedip, onları nefsine kıyas ederek, onlara tam manasıyla acır, şefkat eder, elinden gelse muavenet eder, hiç olmazsa dua eder, hiç olmazsa şer’an sünnet olan keyfini sormak için ziyaretine gider, sevap kazanır.

On Yedinci Deva[]

Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillah için hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.

Evet, hastalara bakmak ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyedir; keffaretü’z-zünub olur. Hadîste vardır ki: “Hastaların duasını alınız, onların duası makbuldür.” Bâhusus hasta, akrabadan olsa hususan peder ve valide olsa onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevaptır. Hastaların kalbini hoşnut etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer.

Bahtiyardır o evlat ki peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriü’t-teessür olan kalplerini memnun edip hayır dualarını alır. Evet, hayat-ı içtimaiyede en muhterem bir hakikat olan peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemal-i hürmet ve şefkat-i ferzendane ile mukabele eden o iyi evladın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefadar levhaya karşı, hattâ melaikeler dahi “Mâşâallah, bârekellah” deyip alkışlıyorlar.

Evet hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var.

Hastanın duasının makbuliyeti, ehemmiyetli bir meseledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki duanın neticesi uhrevîdir (Hâşiye[4]) kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından duayı terk etmek kalbime gelmedi.

Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse fazlından verir.

Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. Her ne ise…

Hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir dua, kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta hem hastaya bakan mü’minler de bu duadan istifade etmelidirler.

On Sekizinci Deva[]

Ey şükrü bırakıp şekvaya giren hasta! Şekva, bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekva ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenab-ı Hakk’ın hakkını vermeden haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekva ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekva edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan bîçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise kesilmiş ellere bak! Bir gözün yoksa iki gözü de olmayan âmâlara bak! Allah’a şükret.

Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsil ile izah edilmiş. İcmali şudur ki:

Bir zat, bir bîçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde; o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp şükretmeyerek yukarıya bakar. Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım; ne için o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil deyip şekvaya başlarsa ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır.

Öyle de bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek “Aman ne yaptım, böyle başıma geldi?” diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkit etmek gibi bir halet; maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır. Kırılmış el ile dövüşmek gibi şikayetiyle hastalığını ziyadeleştirir.

Âkıl odur ki لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ sırrıyla teslim olup sabretsin; tâ o hastalık, vazifesini bitirsin gitsin.

On Dokuzuncu Deva[]

Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esmaü’l-hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki güzeldirler. Mevcudat içinde en latîf, en güzel, en câmi’ âyine-i samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü güzel olan o esmaü’l-hüsnanın güzel nakışlarını gösterir.

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye sıkıntıdan ya sefahete ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi kıymettar ömrüne adâvet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.

Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi.” diye sıkıntısından of! of! etmiyor.

Evet gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde her şeyi mükemmel bir efendiden sor “Ne haldesin?” Elbette “Aman vakit geçmiyor, gel bir şeşbeş oynayalım.” veyahut “Vakti geçirmek için bir eğlence bulalım.” gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin veyahut tûl-i emelden gelen “Bu şeyim eksik, keşke şu işi yapsaydım.” gibi şekvaları işiteceksin.

Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki “Şükürler olsun Rabb’ime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıâ zahmet çekiyorum fakat bu da geçer, her şey böyle çabuk geçiyor.” diye manen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor.

Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise ömrü acılaştırıyor ki geçmesini arzu ediyor.

Ey hasta kardeş! Bil ki başka risalelerde tafsilatıyla kat’î bir surette ispat edildiği gibi; musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mâyesi ademdir. Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi haletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise vücuddur, vücudu ihsas eder. Vücud ise hâlis hayırdır, nurdur.

Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni’-i Hakîm’in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşâallah çabuk vazifesini bitirir gider. Ve âfiyete der ki sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör, bu hane senindir, âfiyetle kal.

Yirminci Deva[]

Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakiki, bir kısmı vehmîdir. Hakiki kısmı ise Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir deva istif etmiş. O devalar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilaçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi şifayı da o veriyor.

Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilaçtır. Çünkü ekser hastalıklar sû-i istimalattan, perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû-i istimalattan, israfattan men’eder, teselli verir. Hasta o vesaya ve o teselliye itimat edip hastalığı hafifleşir, sıkıntı yerinde bir ferahlık verir.

Amma vehmî hastalık kısmı ise onun en müessir ilacı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler, aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür. Hattâ bazen onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telaşına güler.

Bu vehmî hastalık çok devam etse hakikate inkılab eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider, yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.

Yirmi Birinci Deva[]

Ey hasta kardeş! Senin hastalığında maddî elem var fakat o maddî elemin tesirini izale edecek ehemmiyetli bir manevî lezzet seni ihata ediyor. Çünkü peder ve validen ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o eski şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşı muhabbettarane baktıklarından elbette onlara karşı senin bu maddî elemin pek ucuz düşer.

Hem sen müftehirane hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmasına çalıştığın zatlar, hastalığın hükmüyle sana merhametkârane hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki rikkat-i cinsiyeyi ve şefkat-i neviyeyi kendine celbettiğinden, hiçten çok yardımcı ahbap ve şefkatli dost buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan aldın, istirahat ediyorsun.

Elbette senin cüz’î elemin, bu manevî lezzetlere karşı seni şekvaya değil, teşekküre sevk etmelidir.

Yirmi İkinci Deva[]

Ey nüzul gibi ağır hastalıklara müptela olan kardeş! Evvela sana müjde ediyorum ki mü’min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velayetten işitiyordum. Sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

Ehlullah, Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmak ve dünyanın azîm manevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi temin etmek için iki esası ihtiyaren takip etmişler:

Birisi: Rabıta-i mevttir. Yani dünya fâni olduğu gibi kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebediyesine o suretle çalışmışlar.

İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için çileler ile riyazetlerle nefs-i emmarenin öldürülmesine çalışmışlar.

Sizler ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevalini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zata, nefs-i emmare elbette hevesat-ı rezile ile ve nefsanî müştehiyat ile onu aldatamaz, çabuk o nefsin belasından kurtulur.

İşte mü’min sırr-ı iman ile ve teslimiyet ve tevekkül ile o ağır nüzul gibi hastalıktan az bir zamanda, ehl-i velayetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

Yirmi Üçüncü Deva[]

Ey kimsesiz, garib, bîçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalpleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celbederse; acaba Kur’an’ın bütün surelerinin başlarında kendini Rahmanu’r-Rahîm sıfatıyla bize takdim eden ve bir lem’a-i şefkatiyle umum yavrulara karşı umum valideleri, o hârika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle zemin yüzünü nimetlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki cennet, bütün mehasiniyle bir cilve-i rahmeti olan senin Hâlık-ı Rahîm’ine iman ile intisabın ve onu tanıyıp hastalığın lisan-ı acziyle niyazın, elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, her şeye bedel onun nazar-ı rahmetini sana celbeder. Madem o var, sana bakar, sana her şey var.

Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki iman ve teslimiyetle ona intisap etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin.

Yirmi Dördüncü Deva[]

Ey masum hasta çocuklara ve masum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i uhreviye var. Şevk ve gayret ile o ticareti kazanınız.

Masum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar olacak büyüklerdeki keffaretü’z-zünub yerine, manevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar şırıngalar nevindeki hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin defter-i a’maline, bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenatına girdiği, ehl-i hakikatçe sabittir.

İhtiyarlara bakmak ise hem azîm sevap almakla beraber, o ihtiyarların ve bilhassa peder ve valide ise dualarını almak ve kalplerini hoşnut etmek ve vefakârane hizmet etmek hem bu dünyadaki saadete hem âhiretin saadetine medar olduğu rivayat-ı sahiha ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile sabittir. İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, evladından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled eğer ebeveynini rencide etse azab-ı uhrevîden başka, dünyada çok felaketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla sabittir.

Evet ihtiyarlara, masumlara, yalnız akrabasına bakmak değil belki ehl-i iman (madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye var) onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyet’in muktezasıdır.

Yirmi Beşinci Deva[]

Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi’ ve her derde deva ve hakiki lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz.

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden güya âdeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, manevî bir vücudu vardır. İman ise o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o manevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp, hakiki şifa verdiğini pek çok risalelerde kat’î ispat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum.

İman ilacı ise feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men’eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakiki imanın kudsî ilaçlarından ve nurlarından tövbe ve istiğfar ile dua ve niyaz ile istimal ediniz.

Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaretü’z-zünub yapsın, âmin âmin âmin!

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَ دَوَائِهَا وَ عَافِيَةِ الْاَبْدَانِ وَ شِفَائِهَا وَ نُورِ الْاَبْصَارِ وَ ضِيَائِهَا وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

On Yedinci Mektup[]

Yirmi Beşinci Lem’a’nın Zeyli

Çocuk Taziyenamesi

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz âhiret kardeşim Hâfız Hâlid Efendi!

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَبَشِّرِ الصَّابِرٖينَ الَّذٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da size zahîre-i âhiret ve şefaatçi yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü’minlere büyük bir müjde ve hakiki bir teselli gösterecek beş noktayı beyan ederiz:

Birinci Nokta[]

Kur’an-ı Hakîm’de وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrı ve meali şudur ki: Mü’minlerin kable’l-büluğ vefat eden evlatları; cennette ebedî, sevimli, cennete lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarını ve cennete giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını ve çocuk sevmek ve evlat okşamak gibi en latîf bir zevki, ebeveynine temine medar olacaklarını ve her bir lezzetli şeyin cennette bulunduğunu “Cennet, tenasül yeri olmadığından evlat muhabbeti ve okşaması olmadığı”nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlat sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlat sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerîme وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.

İkinci Nokta[]

Bir zaman bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O bîçare mahpus hem kendi elemini çekiyor hem veledinin istirahatini temin edemediği için onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki: “Şu çocuk çendan senin evladındır fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.” O adam ağlar, sızlar “Benim medar-ı tesellim olan evladımı vermeyeceğim.” der. Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki padişaha emniyetin ve itaatin varsa…”

İşte şu temsil gibi aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâlık’ı dahi Rahîm ve Kerîm’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp cennetü’l-firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı kim bilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum.

Çünkü dünyada kalsaydı on senelik, muvakkat, elemle karışık bir evlat muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî cennette on milyon sene bana evlat muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette meşkuk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan; elîm teessürat göstermez, meyusane feryat etmez.

Üçüncü Nokta[]

Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîm’in mahluku, memlûkü, abdi ve bütün heyetiyle onun masnûu ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki muvakkaten ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan o Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse surî bir hisse ile hakiki bin hisse sahibine karşı şekvayı andıracak bir tarzda meyusane hüzün ve feryat etmek ehl-i imana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalalete yakışıyor.

Dördüncü Nokta[]

Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî olsaydı elîmane teessürat ve meyusane teellümatın bir manası olurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir, vefat eden çocuk nereye gitmişse siz de biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem müfarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta hem cennette görüşülecektir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ demeli. O verdi, o aldı. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ‌ sabır ile şükretmeli.

Beşinci Nokta[]

Rahmet-i İlahiyenin en latîf, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat; bir iksir-i nuranidir. Aşktan çok keskindir. Çabuk Cenab-ı Hakk’a vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkülatla aşk-ı hakikiye inkılab eder, Cenab-ı Hakk’ı bulur. Öyle de şefkat –fakat müşkülatsız– daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi Cenab-ı Hakk’a rabteder.

Gerek peder ve gerek valide, veledini bütün dünya gibi severler. Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise hakiki ehl-i iman ise dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakiki’yi bulur. Der ki: “Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe.” Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük manevî bir hal kazanır.

Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikatteki saadet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki bir ihtiyar hanım, gayet sevdiği sevimli tek bir çocuğunu sekeratta görüp –dünyada tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalalet neticesinde; mevti, adem ve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden– yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet veya dalalet cihetiyle, Erhamü’r-Râhimîn’in cennet-i rahmetini, firdevs-i nimetini düşünmediğinden ne kadar meyusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin.

Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlık-ı Rahîm’i, onu bu fâni dünyadan çıkarıp cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi hem ebedî bir evlat yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ ۞ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, sabret.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

İkinci Lem’a[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

Sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın şu münâcatı hem mücerreb hem tesirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münâcatımızda رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ demeliyiz. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:

Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahati için değil belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Yâ Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.” diye münâcat edip Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız, lillah için o münâcatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i âfiyetini ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş. İşte bu Lem’a’da beş nükte var.

Birinci Nükte[]

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler; öyle de bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem mesela, cehennem azabını intac eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adâvet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza… Bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.

İkinci Nükte[]

Yirmi Altıncı Söz’de sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza… مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فٖى مُلْكِهٖ كَيْفَ يَشَٓاءُ

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.

Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

Üçüncü Nükte[]

Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “âh” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf eder, ya “Elhamdülillah” der.

Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş’et eden manevî elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş’et eden manevî ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir. Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلَالِ demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki: “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

Dördüncü Nükte[]

Yirmi Birinci Söz’ün Birinci Makam’ında beyan edildiği gibi: Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir.

Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım.” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.

Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakati selbeder.

Birinci Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.” diye acı bir şikayet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler. Rabb’in olan Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki sol cenah düşman kuvveti, onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile merkezi harap eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.

O da tamamıyla bir ferah alarak: “Elhamdülillah” dedi “Hastalığım ondan bire indi.”

Beşinci Nükte[]

Üç meseledir.

Birinci Mesele[]

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Âh! Of!” edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İkinci Mesele[]

Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

Eğer bela vereni buldunsa safa-ender, atâ-ender beladır bil.

Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Üçüncü Mesele[]

Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil belki bir lütf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor.

Çünkü hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir. Çünkü çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

Hâtime[]

Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile sair müheyyic ve muharrik arızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil belki her bir azanın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o arızalar ile ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilanname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.

Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalaasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektuptur[]

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimi ve aziz dostum!

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyan-ı tebriktir. Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilaçları alabilseler hem kendi hastalıklarını hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi seni dahi doktorların marazına bir ilaç yapar.

Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade nâfi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o bîçare marîzin elîm yeisine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabip yapar.

Bilirsin ki ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.

Zeki dostum! Kalp çok arzu ederdi, ehl-i fenden envar-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulusi Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın.

Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz’ü, şahsımdan değil belki Kur’an’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden birer reçetedir farz et. Gaybubet içinde hazırane bir musahabe dairesini onlar ile aç.

Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünkü eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı bir tek yazdım.

Said Nursî


Şablon:25.Lema

  1. Bu risale, dört buçuk saat zarfında telif edilmiştir. Evet Rüşdü, Evet Re’fet, Evet Hüsrev, Evet Said
  2. Fıtrî bir surette bu lem’a tahattur ettiğinden altıncı mertebede iki deva yazılmış. Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık belki bir sır vardır diye değiştirmedik.
  3. Bu hastalığın manevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadardır.
  4. Evet, bir kısım hastalık duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine sebep olsa duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.
Advertisement