Yenişehir Wiki
Advertisement


Bakınız

D. Mektubat .BİRİNCİ MEKTUB (Hızır as). Küçük harfli mektuplar büyük harfe redirect yapilacak İKİNCİ MEKTUP(Talebesinin hediyesi). ÜÇÜNCÜ MEKTUP. DÖRDÜNCÜ MEKTUP .BEŞİNCİ MEKTUP . ALTINCI MEKTUP . YEDİNCİ MEKTUP . SEKİZİNCİ MEKTUP. DOKUZUNCU MEKTUP .ONUNCU MEKTUP . ON BİRİNCİ MEKTUP. ON İKİNCİ MEKTUP . ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP. ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP . ON BEŞİNCİ MEKTUP . ON ALTINCI MEKTUP . ON YEDİNCİ MEKTUP . ON SEKİZİNCİ MEKTUP . ON DOKUZUNCU MEKTUP. YİRMİNCİ MEKTUP.Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i a’zam mertebesini taşıyan şu cümle-i tevhidiyenin on bir kelimesi ve Hiç mümkün müdür ki YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP. YİRMİ İKİNCİ MEKTUP YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP YİRMİ ALTINCI MEKTUP YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP Sure kasemleri, Huruf-u mukatta'a , tabirat-i nebeviye, Ramazan risalesi OTUZUNCU MEKTUP OTUZ BİRİNCİ MEKTUP OTUZ İKİNCİ MEKTUP OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP


İŞARAT-I GAYBİYE HAKKINDA BİR TAKRİZ HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ GÖNÜLLER FATİHİ BÜYÜK ÜSTADA
FİHRİSTE-İ MEKTUBAT
HAKİKAT IŞIKLARI DUA (MEKTUBAT) Şablon:Mektubat
Fihriste-i Mektubat BİRİNCİ MEKTUP: Dört sualin cevabıdır. Birinci Sual: Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni bir tarzda beyan eder. İkinci Sual: اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ âyetindeki mevti, nimet suretinde ve mahluk olduğunun sırrını gayet güzel bir surette ispat eder ki mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahluktur. Üçüncü Sual: “Cehennem nerededir?” cevabında, gayet makul bir surette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğra ve Kübra’yı tefrik edip fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette ispat etmekle beraber; âhirinde gayet muhteşem ve parlak bir surette, azamet ve rububiyet-i İlahiyenin bir sırr-ı azîmini ve cehennem-i kübranın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi cennet ve cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuunatın ve mahsulat-ı maneviye-i arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir. Dördüncü Sual’in cevabında mahbublara olan aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği gibi koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecazîsi dahi sırr-ı iman ile makbul bir aşk-ı hakikiye inkılab edebildiğini gayet güzel ve mukni bir surette ispat eder. İKİNCİ MEKTUP: Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir. ÜÇÜNCÜ MEKTUP: فَلَٓا اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ ۞ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ve yeminindeki ulvi bir nur-u i’cazîyi ve وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدٖيمِ âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’caziyeyi ve هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فٖى مَنَاكِبِهَا âyetinde, küre-i arzı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbaniye olduğunu gösteren parlak bir hakikati tasvir ederek, küre-i arzdan cehenneme göçmek için ehl-i dalaletin seyahatini ve bütün eşya bir tek zata isnad edilse vücub derecesinde suhulet ve kolaylık olduğunu; eşyanın icadı müteaddid esbablara isnad edilse imtina derecesinde bir suubet ve müşkülat olduğunu gayet güzel ve mukni ve muhtasar bir surette beyanıyla iki nükte-i mühimme-i i’caziyeyi tefsir eder. DÖRDÜNCÜ MEKTUP: وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder. Hem: “Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” düsturuna mukabil, acz-mendî tarîkında pek mühim bir düsturu beyan eder. Hem اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا âyetinin bir sırrını; şiire benzer fakat şiir olmayan, muntazam fakat manzum olmayan, gayet parlak fakat hayal olmayan, yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tefsir eder. BEŞİNCİ MEKTUP: Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkata mensup bazı zatların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-i imaniyenin neşrinde tembellik ve lâkaytlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velayetin üç kısmını beyan edip en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittiba ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam olduğunu ispat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faydası ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor. ALTINCI MEKTUP: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ âyetlerinin bir sırrını, birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazîn gurbetler zulmetinde nur-u iman ve feyz-i Kur’an ve lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u tesellinin beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektup en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en meyus ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur. YEDİNCİ MEKTUP: Münafıkların ittihamından beraet-i Nebeviye hakkında gelen مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيّٖنَ ۞ فَلَمَّا قَضٰى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لَا يَكُونُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ حَرَجٌ فٖٓى اَزْوَاجِ اَدْعِيَٓائِهِمْ âyetlerinin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kesret-i izdivacı nefsanî olmadığını, belki akval ve ef’ali gibi ahval ve etvarından tezahür eden ahkâm-ı şeriata vasıta olmak için hususi dairesinde ziyade şakirdleri bulunmasıdır. Ve Hazret-i Zeyneb’i tezevvücü, sırf bir emr-i İlahî ve kader-i Rabbanî ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi yeni zaman zındıklarının tenkitlerini kat’î bir surette kırıyor. SEKİZİNCİ MEKTUP: فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ diyen Hazret-i Yakub aleyhisselâmın Hazret-i Yusuf aleyhisselâma karşı hissiyatı aşk olmadığını, belki ulvi bir mertebe-i şefkat olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahîm’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in güzel bir sırrını فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ in parlak bir nüktesini tefsir ediyor. DOKUZUNCU MEKTUP: Keramet ve ikram ve inayet ve istidraca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerametin izharı zarar olduğu gibi ikramın izharı şükür olduğunu ve en selâmetli keramet ise bilmediği halde mazhar olmak olduğunu ve hakiki keramet ise kendi nefsine değil belki Rabb’ine itimadını ziyadeleştiren olduğunu, yoksa istidrac olduğunu hem hayat-ı dünyeviyeyi bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umûruna sarf etmemek olduğunu ve aşkın mecazî ve hakiki iki nev’i olduğu gibi; hırs ve inat ve endişe-i istikbal gibi hissiyat-ı şedidenin dahi mecazî ve hakiki olarak ikişer kısmı bulunduğunu, mecazîleri gayet zararlı ve sû-i ahlâka menşe ve hakikileri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka medar olduğunu ispat eder. Hem İslâm ve imanın mühim bir farkını beyan eder. Yani İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; iman ise hakkı iz’an ve tasdiktir. Yirmi sene evvel dinsiz bir Müslüman bulunduğu gibi şimdi de gayr-ı müslim mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir. Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir surette İslâmiyet’e tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î ispat ettiğini beyan eder. ONUNCU MEKTUP: İki sualin cevabıdır. Birincisi: وَلَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ ۞ وَ كُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓى اِمَامٍ مُبٖينٍ âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. “İmam-ı Mübin” “Kitab-ı Mübin” neden ibaret olduğunu beyan eder. İkinci Sual: “Meydan-ı haşir nerededir?” cevabında, gayet makul ve mühim ve parlak bir cevap veriyor. ON BİRİNCİ MEKTUP: Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mesele birbirinden uzak olduğundan bu mektup perişan görünüyor. Bu perişan mektup münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki: Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz! İşte bu On Birinci Mektup, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört meseleden ibarettir. Hem müşevveş hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu mektup da –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış. Bu Mektubun Birinci Mebhası اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعٖيفًا âyetinin bir sırrını tefsir ile vesvese-i şeytana müptela olan adamlara mühim bir ilaç ve merhemdir. İkinci Mebhas: Barla Yaylası, Tepelice, çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır. Üçüncü ve Dördüncü Mebhasları: İ’caz-ı Kur’an’a karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misaldir. Kur’an’a muhalif olan hukuk-u medeniyet ne kadar haksız olduğunu ispat eden iki numunedir. Birinci Misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ Mahz-ı adalet olan hükm-ü Kur’anî, kıza nısıf veriyor. Medeniyet, irsiyet hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük bir haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç kıza zulmetmiş olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. İkinci Misal: فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ âyetinin bir sırrına dairdir ki mimsiz medeniyet, nasıl kıza hakkından fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de valide hakkında hakkını kesmekle daha ziyade haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan validelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiyenin tiryak gibi bir rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hata olduğunu ispat eder. ON İKİNCİ MEKTUP: Mütefennin bazı dostların münakaşa ettikleri üç meseleye dair üç suallerine muhtasar üç cevaptır. Birinci Sual: “Hazret-i Âdem’in cennetten ihracı ve bir kısım benî-Âdem’in cehenneme idhali hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’î bir cevap veriyor. İkinci Sual: “Şeytanların ve şerlerin halk ve icadı, şer değil mi, çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Ale’l-ıtlak’ın cemal-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’î bir surette cevap veriyor. Üçüncü Sual: “Masum insanlara ve hayvanlara musibet ve belaları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlak’ın adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye sualin cevabında gayet mukni ve kat’î bir tarzda cevap veriyor. ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP: Ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak eden çok kardeşlerimin müteaddid suallerine karşı, Eski Said lisanıyla ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merak-âver bir cevaptır. Esası şudur ki: Hâlık-ı Rahîm’in rahmeti yâr ise herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse her şey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillahi’l-hamd rahmet-i İlahiye yâr olduğu için ehl-i dünyanın bana ettikleri enva-ı zulmü, o rahmet-i İlahiye enva-ı merhamete çevirmiştir. Serbestlik vesikası almak ve kanunsuz tazyikattan kurtulmak için adem-i müracaatımın bir iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: Zalim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum, ona müracaat ediyorum. Hem haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir. Hem dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatle beyan ediyor. ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP: Telif edilmemiştir. ON BEŞİNCİ MEKTUP: Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevaptır. Birinci Sual: “Sahabeler, velilerden büyük oldukları halde; sahabenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri neden nazar-ı velayetle keşfedemediler? Tâ dört Hulefa-yı Raşidîn’den üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makamla cevap veriliyor. İkinci Sual: “Hazret-i Ali’nin (ra) zamanındaki muharebelerin mahiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nam verilir?” Gayet mühim ve merak-âver bir cevap verilmiş. Üçüncü Sual: “Âl-i Beyt’in başına gelen feci ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevap veriliyor. Dördüncü Sual: “[[Âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) nüzulü ve Deccal’ı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hakkı kabul etmesi ve kıyamet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl küfre gidilir?]]” suallerine karşı, merak-âver ve hakiki bir mühim cevap veriliyor. Beşinci Sual: “Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor. Altıncı Sual: “ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyetinin hükmü; âhirete, cennete ve cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?” cevabında, gayet mühim ve merak-âver ve kuvvetli bir cevap verilir. Bu risaledeki sualleri merak edenlere bu risale bir iksir-i a’zamdır. ON ALTINCI MEKTUP: اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetinin bir sırrını, başıma gelen bir hâdise münasebetiyle beş nokta ile tefsir ediyor. Birinci Nokta: Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’aniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a ve dalalet olan siyasetten beni kat’iyen men’ettiğine dairdir. İkinci Nokta: Hayat-ı ebediyeye ciddi çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’an’a hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten çekilmeyi iktiza ettiğinden; ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarını hoş görmek değil belki kalplerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız. Üçüncü Nokta: Başıma gelen ağır tazyikat ve musibetlere karşı tahammülümün mühim bir sebebini iki vakıa ile beyan eder. Dördüncü Nokta: Ehl-i dünyanın evhamlı suallerine karşı cevaptır. O cevapta bilmecburiye hizmet-i Kur’aniyeye ait bir keramet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilemeyen birkaç inayet-i İlahiyeyi beyan ediyor. Beşinci Nokta: Ehl-i dünyanın katmerli bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane kaidelerine karşı, onları tam susturacak bir cevaptır. BU ON ALTINCI MEKTUP’UN ZEYLİ: Zalim ehl-i dünyanın ve mülhidlerin dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telaşa karşı Eski Said lisanıyla, izzet-i ilmiyeyi muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur. ON YEDİNCİ MEKTUP: Has bir kardeşime yazılmış küçük bir taziyenamedir. Çendan bu mektup sureten küçüktür fakat faydası büyük olup ona karşı ihtiyaç umumîdir. Hadd-i büluğa ermeden çocukları vefat eden peder ve validelere mühim bir müjdedir. Bu taziye ile en meyus ve mükedder bir kalp, hakiki bir teselli ve ferah bulur. Küçük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i bekada ebedî sevimli çocuk olarak kalıp peder ve validelerinin kucaklarına verilmesi وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrıyla, ebedî medar-ı sürurları olduklarını ispat eder. ON SEKİZİNCİ MEKTUP: Üç mesele-i mühimmedir. Birincisi: Muhakkikîn-i evliyanın keşif ile hak gördüğü ve büyük mikyasta müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette bazen hilaf-ı vaki ve bazen küçük bir mikyasta tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder. İkinci Meselesi: Vahdetü’l-vücud meşrebine dair gayet mühim bir hakikat ve güzel bir izahtır. Vahdetü’l-vücuddan dem vuran ve o meseleyi merak eden, bu İkinci Mesele’yi dikkatle okumalı. Çünkü bu vahdetü’l-vücud meselesi, medar-ı iltibas olmuş mühim bir meşreptir. Ve ehl-i hakikatin medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meslektir. Bu İkinci Mesele, onun mahiyetini gösterir ve ispat eder ki o meşrep, ehl-i sahvın meşrebi değil hem en yüksek değil. Ve ehl-i sahv olan sahabe ve sıddıkîn ve veresenin meşrepleri, vahdetü’l-vücud meşrebinden daha yüksek daha selâmetli daha makbul olduğunu ispat eder. Üçüncü Meselesi: Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmi Dokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır. ON DOKUZUNCU MEKTUP: Mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) dairdir. Üç yüzden fazla mu’cizatı beyan eder. Bu risale, risalet-i Ahmediyenin (asm) mu’cizesini beyan ettiği gibi kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir ki üç dört nevi ile hârika olmuştur. Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz elli sahifeden (Hâşiye[1]) fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden ezber olarak dağ ve bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla mecmuu on iki saatte telif edilmesi hârika bir vakıadır ki bu risaledeki mu’cizat-ı Ahmediyenin (asm) bir şule-i kerameti olmuştur. İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki bu sıkıntılı ve usançlı zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshaları yazıldı. O mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi. Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lafz-ı “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimesi bütün risalelerde ve lafz-ı “Kur’an” beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk (Hâşiye[2]) etmeleri göründü ki zerre miktar insafı olan, tesadüfe veremez. Kim görmüş ise kat’î hükmediyor ki: “Bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cizat-ı Ahmediyenin (asm) bir kerametidir.” Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler. Hem şu risaledeki ehadîs hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar. O risalenin bütün mezayasını söylemek lâzım gelse o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kere okumasına havale ediyoruz. On Dokuzuncu Mektubun Beşinci ve Altıncı Nüktelerinin Fihristesidir: Bu nükteler, umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaçını zikretmiştir. Hem Hazret-i Hasan (ra) ile Hazret-i Muaviye’nin (ra) muharebe ve musalahasını hem Hazret-i Ali (ra) ile Hazret-i Zübeyr’in (ra) muharebe edeceğini hem Ezvac-ı Tahirat’ın içinden birisinin mühim bir fitnenin başına geçeceğini hem Hazret-i Ali’nin (ra) katilini haber vermiş. Hem Hazret-i Hüseyin’in (ra) Kerbelâ’da katlini hem zatından (asm) sonra Âl-i Beyt’i, katl ve nefye maruz kalacaklarını hem Hazret-i Ali’nin (ra) hilafetinin tehirini hem hilafet ne için Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmediğini hem asr-ı saadetin başına gelen o dehşetli fitnenin hikmetini hem ehl-i İslâm, umum devletlere galebe çalacaklarını hem Hazret-i Ebubekir (ra) ve Hazret-i Ömer’in (ra) mahiyet-i hilafetlerini hem müşrik Kureyş reislerinin nerede katlolunacaklarını hem bir ay uzun mesafede Mûte Harbi’nden aynen haber verdiğini hem Hazret-i Hasan’ın (ra) hilafetini hem Hazret-i Osman’ın (ra) Kur’an okurken şehit olacağını hem Devlet-i Abbasiye’yi hem Cengiz ve Hülâgu’yu hem İran’ın fethini hem Habeş Meliki’nin cenaze namazını, vefatından haberi olmadan aynı vakitte kıldığını bildirir. Hem Hazret-i Fatıma’nın (r.anha) vefatını hem Ebu Zer’in (ra) yalnız bir dağda vefat edeceğini hem Ümm-ü Haram’ın Kıbrıs’ta vefat edeceğini hem yüz bin adamı öldüren Haccac-ı Zalim’i hem İstanbul’un fethini hem İmam-ı Ebu Hanife’yi (ra) hem İmam-ı Şafiî’yi (ra) hem ümmetinin yetmiş üç fırka olacağını hem Kaderiye taifesini hem Râfızîleri hem Hazret-i Ali’nin (ra) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını hem Fars ve Rum kızlarını hem Hayber Kalesi’nin fethini hem Hazret-i Ali (ra) ile Muaviye’nin harbini hem Hazret-i Ömer (ra) sağ kaldıkça fitnelerin zuhur etmeyeceğini hem Süheyl İbn-i Amr’ın (ra) mühim bir vazifesini hem Kisra’nın oğlu babasını öldürdüğünü aynı dakikada haber verdiğini hem Hâtıb’ın, Kureyş’e gizli mektup yazdığını hem Ebu Leheb’in oğlu Utbe’yi bir arslanın parçalamasına ettiği bedduasının kabul olup aynen çıktığını hem Bilâl-i Habeşî’nin (ra) ezan okuduğu zaman Kureyşîlerin gizli tenkit ettiklerini aynen haber verdiğini hem Hazret-i Abbas (ra) iman etmeden evvel onun gizli parasından haber verdiğini hem Hazret-i Peygamber’e (asm) bir Yahudi’nin sihir ettiğini hem sahabe meclisinde birinin irtidad edeceğini hem Hazret-i Peygamber’in (asm) katlini niyet edenlerin iman ettiklerini hem müşriklerin Kâbe duvarındaki yazılarını kurtların yediğini ve yalnız o yazılar içindeki Allah isimlerini yemediklerini hem Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacağını hem Yezid ve Velid gibi şerir reisleri haber verdiğini hem “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz.” diye haber verdiğini ve bunlar gibi çok ihbarat-ı gaybiye bu iki nüktede beyan edilmiştir. MU’CİZAT-I AHMEDİYE’NİN BİRİNCİ ZEYLİ: يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ۞ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ âyetinin mealinde yüzer âyâtın en mühim hakikatleri olan risalet-i Ahmediyeyi (asm) “On Dört Reşha” namıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve ispat ediyor. Ve en muannid hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi izhar ediyor. ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DAİR: Şu risale, şakk-ı kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip inşikak-ı kamerin vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma ile şakk-ı kamerin vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette ispat eder ve şakk-ı kamer mu’cize-i Ahmediyesini (asm) güneş gibi gösterir. MU’CİZAT-I AHMEDİYE ZEYLİNİN BİR PARÇASI: Risalet-i Ahmediye (asm) hakkında olup Mi’rac Risalesi’nin Üçüncü Esas’ının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?” sualine muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevaptır. ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ’NİN RİSALET-İ AHMEDİYEDEN BAHSEDEN ON ALTINCI MERTEBESİ Kâinatın erkânından Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedatından bir parça olup makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir. YİRMİNCİ MEKTUP فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ âyetinin en mühim bir hakikatini bildiren ve [[لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ]] kelâmının on bir kelimesinde on bir beşaret ve on bir bürhan-ı kat’î bulunduğuna dair bir mektuptur. Elhak meratib-i tevhid-i hakikinin hakkında bu mektup bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i a’zamdır. O derece parlak ve o mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri gösteriyor ki en mütemerrid zındıkları dahi imana getiriyor. On Dokuzuncu Mektup olan Risale-i Ahmediye (asm) kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ hükmünü ne derece kat’î ve kuvvetli ispat etmiştir. Öyle de bu Yirminci Mektup, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hükmünü, o kat’iyet ve kuvvetle ispat ediyor. Hakiki ve kuvvetli imanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhassa Dokuzuncu Kelime bahsinde, ilim ve irade-i İlahiyenin ispatını çok vâzıh bir surette beyan ettiği gibi Onuncu Kelime bahsinde de وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ bürhanıyla مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatini “Beş Nükte”de beyan ediyor. Hakaik-i imaniyenin bir tılsım-ı a’zamını o beş nükte ile hallediyor. YİRMİNCİ MEKTUP’UN ONUNCU KELİMESİNE ZEYL اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ âyetiyle ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا رَجُلًا فٖيهِ شُرَكَٓاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatini üç temsil ile tefsir ediyor. Ve her şey ve bütün eşya Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olsa bir tek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlahiyeye verilmediği vakit, bir tek şey kâinat kadar müşkülatlı ve suubetli olduğuna dair en mühim bir sırrını ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfeder. YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP Küçük bir mektuptur fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatini beyan ettiği için ona ihtiyaç büyüktür. [[اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرٖيمًا]] ۞ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖى صَغٖيرًا âyeti, beş ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar valideyni veya akrabası veya Müslüman kardeşleri bulunan zatlar, bu mektubu okumaya pek çok muhtaçtırlar. YİRMİ İKİNCİ MEKTUP İki mebhastır. Birinci Mebhas اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ ۞ اِدْفَعْ بِالَّتٖى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖيمٌ ۞ وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ âyetlerinin sırrıyla; ehl-i imanı, uhuvvet ve muhabbete davet ediyor. Nifak, şikak, kin ve adâvetten men’edecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adâvet –ehl-i iman ortasında– hem hakikatçe hem hikmetçe hem insaniyetçe hem İslâmiyetçe hem hayat-ı şahsiyece hem hayat-ı içtimaiyece hem hayat-ı maneviyece gayet çirkin ve merdud ve zulüm olduğunu gayet kat’î bir surette ispat edip mezkûr âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder. İkinci Mebhas اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ ۞ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ sırrıyla, ehl-i imanı hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi adâvet kadar muzır ve çirkin olduğunu kat’î delillerle ispat ederek şu âyet-i azîmenin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Hırsa müptela adamlar, bu ikinci mebhası çok dikkatle mütalaa etmelidirler. Kin ve adâvet marazıyla hasta olanlar, tam şifalarını birinci mebhasta bulurlar. İkinci Mebhas’ın Hâtime’sinde, zekâtın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatli bir rüyada güzel bir hakikat beyan ediliyor. Şu risalenin Hâtime’sinde اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ âyeti altı derece zemmi zemmetmekle, altı vecihle gıybetten zecrettiğini ve mu’cizane ve hârika bir i’caz ile gıybeti hem aklen hem kalben hem insaniyeten hem vicdanen hem fıtraten hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğunu gayet kat’î bir surette, Kur’an’ın i’cazına yakışacak bir tarzda beyan ediyor. Ve gıybet, alçakların silahı olduğu cihetle izzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmediğine dair denilmiştir: اُكَبِّرُ نَفْسٖى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ۞ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لَا لَهُ جَهْدٌ YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP Bu mektubun birkaç mebhası var. Öteki mebhaslara bedel latîf ve manidar bir tek mebhas aynen yazıldı. Şöyle ki: Ahsenü’l-kasas olan kıssa-i Yusuf’un (as) hâtimesini haber veren تَوَفَّنٖى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنٖى بِالصَّالِحٖينَ âyetinin ulvi ve latîf ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bâhusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini, firakını haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusufiyenin en parlak kısmı ki: Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi ve kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyaca en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un (as) mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için Hazret-i Yusuf aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.” İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına hayran ol, bak ki Kıssa-i Yusuf’un (as) hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberi dinleyenlere elem ve esef değil; belki bir müjde, bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız! Hakiki saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf aleyhisselâmın âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.” YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP (Hâşiye[3]) Kâinatın tılsım-ı acibini ve müşkül muammasının en mühim bir sırrını keşif ve halleden bir mektuptur ve en mühim bir sualin cevabıdır. Şöyle ki: “[[Esma-i İlahiyenin a’zamlarından olan Rahîm, Kerîm, Vedud’un iktiza ettikleri şefkat-perverane ve maslahatkârane ve muhabbettarane taltifleri; ne suretle pek müthiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile zeval ve firak ile musibet ve meşakkat ile tevfik edilir?]]” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimî faaliyetin muktezasını ve esbab-ı mûcibesini gösteren beş remiz ile ve gayelerini ve faydalarını ispat eden beş işaret ile cevap veriyor. Şu mektup iki makamdır. Birinci Makamı beş remizdir. Birinci Remiz: İspat ediyor ki Sâni’-i Hakîm ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zîhayat, ona karşı hak dava edemediğini ve “Haksız bir iş oldu.” diyemediğinin sırrını, kat’î bir tarzda ispat eder. İkinci Remiz: Hayret-nüma, dehşet-engiz, daimî bir suretteki faaliyet-i Rabbaniyenin sırrını ve halk ve tebdil-i eşyadaki hikmet-i azîmesini beyan ediyor ve en mühim bir muammayı hilkati hallediyor. Üçüncü Remiz: Zevale giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsün ve cemale ait istihsan ve şeref ve makam, esma-i İlahiyeye ait olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder. Dördüncü Remiz: Mevcudatın mütemadiyen tebeddül ve tagayyür etmeleri; bir tek sahifede, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektupları yazmak nevinden, sahife-i kâinatta esma-i İlahiyenin cilveleriyle yazılan cemal ve celal ve kemal-i İlahiyenin hadsiz âyâtını, mahdud sahifelerde de hadsiz bir surette yazıldığını ispat eder. Beşinci Remiz: İki nükte-i mühimmedir. Birisi: Vâcibü’l-vücud’a intisabını iman ile hisseden adam, hadsiz envar-ı vücuda mazhar olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe ve âlâm-ı firaka maruz bulunduğunu gösterir. İkinci Nükte: Dünyanın üç yüzü bulunduğunu… Zahir yüzünde, zeval, firak, mevt ve adem var fakat esma-i İlahiyenin âyinesi ve âhiretin mezraası olan içyüzlerinde, zeval ve firak, mevt ve adem ise tazelenmek ve teceddüddür ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif ve terhistir. BU MEKTUBUN İKİNCİ MAKAMI: Bir mukaddime ile beş işarettir. Mukaddime: Hallakıyet ve tasarrufat-ı İlahiyeden gayet azîm bir hakikati, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. Mesela, bir kuşun tüylü libasını değiştiren Sâni’-i Hakîm, aynı kanunla kâinatın suretini kıyamet vaktinde ve âlem-i şehadetin libasını haşirde o kanun ile değiştirir. Hem bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri bulunuyor; her bir çiçeğin o kadar gayeleri, her bir meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir. Beş işaret ise: Eşya, vücuddan gittikten sonra verdikleri ehemmiyetli beş netice itibarıyla, bir vecihle ma’dum iken beş vecihle mevcud kalıyor. Şöyle ki: Her bir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır. Hem hayatının etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur. Hem cin ve insin amelleri gibi âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulatı bâki kalır. Hem etvar-ı hayatiyeleriyle ettikleri enva-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider. Bu beş işaretteki beş hakikati, kat’î delil hükmünde beş makul ve makbul temsil ile beyan eder. YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP’UN BİRİNCİ ZEYLİ: قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ âyetinin mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir ediyor. Ve dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyet olduğunu ve kâinattan daimî bir surette dergâh-ı rububiyete giden en azîm vesile ise dua olduğunu ve duanın azîm tesiri bulunduğunu kat’î ispat etmekle beraber; külliyet ve devam kesbeden bir dua, kat’iyen makbul olduğuna binaen umum ümmetin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat namıyla dualarının neticesinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir. Duanın da üç nev-i mühimmini zikretmekle beraber, beyan eder ki duanın en güzel ve en latîf meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerîm zat var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn” der. YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP’UN İKİNCİ ZEYLİ: Mi’rac-ı Nebevî ve Mevlid-i Nebevîye (asm) dair üç mühim suale, gayet mukni ve mantıkî ve parlak bir cevaptır. Bu zeyl çendan kısadır fakat gayet kıymettardır. Mevlid-i Nebevîye (asm) iştiyakı olanlar buna çok müştaktırlar. Hâtimesinde gayet mühim bir düstur-u mantıkî ile kâinatta en büyük ferd-i ekmel ve üstad-ı küll ve habib-i a’zam, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm olduğunu ispat eder. YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP: Sure-i Yâsin’in yirmi beş âyetine dair yirmi beş nükte olmak üzere rahmet-i İlahiyeden istenilmiş fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır. YİRMİ ALTINCI MEKTUP: وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ sırrına dair “Hüccetü’l-Kur’an Ale’ş-şeytan ve Hizbihi” namıyla, iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskât eden gayet mühim bir mektuptur. Bu mektubun dört mebhası var. Birinci Mebhas: Şeytanın en müthiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir surette ilzam eder ki içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. Ve o kadar kuvvetli delail-i akliye ile ve kat’î bürhanlarla şeytanı ve şeytanın şakirdlerini ilzam eder ki şeytan olmasa idiler imana gelecektiler. Fakat maatteessüf şeytan-ı cin ve insin, gayet çirkin davalarını ve desiselerini bütün bütün iptal ve def’etmek için farazî bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle iptal ediyor. Mesela, der ki: “Eğer faraza dediğiniz gibi Kur’an kelâmullah olmazsa en âdi ve sahte bir kitap olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla göstermiş ki en âlî bir kitaptır.” İşte bu gibi farazî tabiratın, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Şu mebhasın âhirinde, şeytanın Sure-i قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجٖيدِ in fesahat ve selasetine dair bir vesvese ve itirazını reddediyor. İkinci Mebhas: Bir insanda, vazife ve ubudiyet ve zat itibarıyla üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı bazen birbirine muhalif olduğunu beyan eder. Üçüncü Mebhas: يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor. Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir. Dördüncü Mebhas: Altı sualin cevabında on meseledir. Birincisi: “Rabbü’l-âlemîn” kelimesinin tefsirinde on sekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç nükte-i Kur’aniye beyan edilir. İkinci Mesele: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye demiş. Ondan murad nedir? Cevabında, gayet mühim bir mesele-i marifetullah beyan edilmiştir. Üçüncü Mesele: “وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ âyetiyle اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا âyetinin vech-i tevfiki nedir?” diye sualine, gayet güzel ve nurlu mühim bir cevaptır. Dördüncü Mesele: “ جَدِّدُوا اٖيمَانَكُمْ بِلَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hikmeti nedir?” diye suale, gayet güzel ve nurlu bir cevaptır. Dördüncü Meselenin Zeyli’nde, vahdaniyetin gayet azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasar bir işarettir. Beşinci Mesele: “Yalnız ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyen ‌مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ‌ demeyen ehl-i necat olabilir mi?” sualine karşı mühim bir cevaptır. Altıncısı: Birinci Mebhas’taki şeytanla münazaranın çirkin tabiratlarının sebeb-i zikrini bildiriyor. Hem mühim bir temsil ile hizbü’ş-şeytanı en dar ve en muhal ve en menfur bir mevkiye sıkıştırıyor. Meydanı Hizbü’l-Kur’an hesabına zapt ederek, her bir hal-i Ahmediye (asm) her bir haslet-i Muhammediye (asm) her bir tavr-ı Nebevî (asm) o kuvvetli temsile göre birer mu’cize hükmüne geçip nübüvvetini ispat ettiğini gösterir. Yedincisi: Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i maneviyelerini teyid için ve hizmetimizden bazı maksatlarla çekilen ve maksatlarının aksiyle tokat yiyenleri, çok misallerden yedi küçük misal ile gösterir ki siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar. Sekizincisi: Diyorlar ki: “Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve tesbihatların her birinden, bütün letaif-i insaniye hisselerini istiyorlar. Manaları bilinmezse hisse alınmaz, öyle ise tercüme edilse daha iyi değil mi?” diye olan müthiş ve mugalatalı şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevaptır. Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (asm) manalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayattar feyiz-âver ciltlerdir. Zîhayat bir ceset soyulsa elbette ölür. Hem lisan-ı nahvî olan elfaz-ı Kur’aniyedeki i’caz ve îcaz, hakiki tercümeye mani olduğunu gösterir. Dokuzuncusu: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak dairesinin haricinde ehl-i velayet bulunabilir mi?” sualine, mühim ve merak-âver bir cevaptır. Onuncusu: Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde bulunan bu bîçare Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur. YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP Bu mektup, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letafetli, güzel mektuplarıyla; Risale-i Nur talebelerinin üstadlarına ve bazen birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup bu mecmuanın üç dört misli kadar büyüdüğü için bu mecmuaya idhal edilmemiştir. Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası, Emirdağı Lâhikası olarak müstakillen neşredilmiştir.

YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP:[]

“Sekiz Mesele” namıyla sekiz risaledir. Birinci Risale Olan Birinci Mesele Rüya-yı sadıkanın hakikatini ve faydasını, gayet güzel ve hakikatli “Yedi Nükte” ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymettardır hem merak-âverdir. İkinci Mesele Olan İkinci Risale “Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş.” mealindeki bir hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır ve bu nevi hadîslere mülhidler tarafından gelen itirazata bir set çeker. Bu risale küçüktür fakat merak-âverdir. Üçüncü Mesele Olan Üçüncü Risale Bu bîçare müflis Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmeleri lâzım geldiğini beyan edip sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı itibarıyla görüşmek lâzım geldiğini ve o görüşmenin mühim faydalarını ve Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacağını, belki dellâlı olduğu mukaddes dükkânın kıymettar cevherlerini nazara almak lâzım geldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir surette ispat etmekle beraber; hizmet-i Kur’aniyenin keramatından ve inayet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı kardeşlerim mazhar olduğumuz çok inayetlerden birkaç vaki ve kat’î misalleri zikrediyor. Bu risalenin tetimmesinde; risalelerin yazmasında, hususan telifinde ve bilhassa Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta tezahür eden hârika bir inayeti beyan ediyor. Dördüncü Risale Olan Dördüncü Mesele Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumîyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevap vermek için Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevaptır. Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da tekrar ile اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۞ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ve şükretmeyenleri, otuz bir defa فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla tehdit ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makul ve makbul bir surette tefsir ediyor, insan bir şükür fabrikası olduğunu ispat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup şükür ise anahtarı olduğunu; ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette ispat ediyor. Der tarîk-ı acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz: Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz! olan düstur-u hakikatteki dördüncü rükün bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatini izah ediyor. Altıncı Risale Olan Altıncı Mesele Hatt-ı Kur’an Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi. Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ âyetinin, Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebini beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine telif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmi sekiz elif gelerek, Yirmi Sekizinci Mektup’un mertebesine tevafuk ettiğini (Hâşiye[4]) teliften bir zaman sonra muttali olduk. Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inayet külliyedir, cüz’iyatları yetmişi geçer. Âhirinde, bir sırr-ı inayete ait mahrem bir sualin cevabı vardır. Hâtimesinde, inayet-i seb’adan birincisi olan tevafukata gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’î bir surette def’ediyor. O hâtimenin âhirinde de Üçüncü Nükte’de inayet-i hâssa ve inayet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i rububiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işaret ediyor. Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mesele Altı sualin cevabı olan sekiz nüktedir. Birinci Nükte: Tevafuktaki işarat-ı gaybiye, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î küllî bulunduğuna dairdir. İkinci Nükte: Tevafukatın meziyeti, lafz-ı Celal’den başka ne için Kur’an’da fevkalâde matlub olmadığının sırrını beyan eder. Üçüncü Nükte: Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidine karşı güzel bir cevaptır. (Fakat bu mecmuaya idhal edilmemiştir.) Dördüncü Nükte: “Meydan-ı haşirde insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbaplarını görebilir mi? Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” Altı meraklı sualin mukni ve makul cevabıdır. Beşinci Nükte: “Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı, bir din ile mütedeyyin mi idiler?” cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor. Altıncı Nükte: “Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra, Peygamber’in (asm) ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevaptır. Yedinci Nükte: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve validesinin ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve makul bir cevaptır. Sekizinci Nükte: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh olan nedir? Cennete girebilir mi?” sualine karşı güzel bir cevaptır. YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP Dokuz kısımdır. Yirmi dokuz nükte-i mühimme içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük on yedi risaledir. Birinci Risale Olan Birinci Kısım: Müteşabihat hakkındadır. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ۞ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّٓالّٖينَ ۞ هُوَ الَّذٖٓى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ… الخ âyetlerinin bazı sırlarını dokuz nükte ile tefsir eder. Birinci Nükte: “Kur’an’a ait ve Kur’an’ın esrarı bilinmiyor ve müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diyenlere karşı mühim bir cevaptır. İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ ۞ وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا gibi kasemat-ı Kur’aniyedeki mühim bir hikmeti beyan ediyor. Üçüncü Nükte: Surelerin başlarındaki birer şifre-i İlahiye olan huruf-u mukattaaya dairdir. Dördüncü Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığından ve manevî i’cazındaki ulviyet-i üslup tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyanla, üslub-u Kur’aniyedeki bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir. Beşinci Nükte: “Elhamdülillah” cümlesinin ifade ettiği mananın en kısası, bir satır kadar olduğunu ve hakiki tercümesinin kabil olmadığını gösterir. Altıncı Nükte: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayra dair mühim bir sırrını, nurlu bir hal ve hakikatli bir hayal içinde beyan ediyor. Yedinci Nükte: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ۞ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ in mühim ve nurani sırrının beyanı içinde, bid’aların icadı ne kadar çirkin ve zarar olduğunu gösterir. Sekizinci Nükte: Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor. Dokuzuncu Nükte: Mesail-i şeriatıntaabbüdî” ve “makulü’l-mana” olarak iki kısım olduğunu ve taabbüdî kısmı hikmet ve maslahatların tebeddülü ile tagayyür edemediğinin sırrını beyan eder. Ve ezanın faydası, yalnız bir köy ahalisini namaza davet değil belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlukat namına bir ilan-ı tevhid olduğunu beyan eder. İkinci Risale Olan İkinci Kısım: Sıyam-ı Ramazan hakkındadır شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ âyetinin bir sırrını, sıyam-ı ramazanın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyanıyla o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. O dokuz hikmet, o kadar hakiki ve kuvvetli ve cazibedardırlar ki Müslüman olmayan da onları görse oruç tutmak için büyük bir iştiyak ve bir hevese gelir. Kendine Müslüman deyip oruç tutmayanların, bu hikmetlere karşı hacalet ve hatalarından ezilmeleri lâzım gelir. Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın enva-ı i’cazından göz ile görünecek kısmının beş altı vechinden bir vechini, yeni bir Kur’an’ı yazmakla göstermeye dairdir. Lillahi’l-hamd, öyle bir Kur’an yazıldı. Ümmetçe Hâfız Osman hattıyla makbul Kur’an’ın aynı sahifelerini ve satırlarını muhafaza etmekle beraber lafzullah, mecmu Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı defa tekerrür ettiği halde; nadir ve nükteli müstesnalar hariç kalıp mütebâkisi tevafuk ettiğini anladık, sahife ve satırlarını tağyir etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden hârika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’an’ın parçalarını bir kısım ehl-i kalp görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler. Bu risale ise tevafukat-ı Kur’aniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, iptida telif ve birinci tesvidinde on bir “Kur’an” kelimesi; bir tek sahifede, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları, tevafuk-u Kur’aniyedeki lem’a-i i’caziyenin bir şuâı şu risalede bu hârika letafeti gösterdiğini, görenlere kanaat geldi. Bu Üçüncü Kısmın mütebâki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilmiştir. Dördüncü Kısım Olan Dördüncü Risale Üç nüktedir. Birinci Nükte: Kur’an’da “Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmış dokuz âyât-ı azîmede latîf ve manidar, sahifeler arkasında birbirine tevafukla baktıklarını ve o âyât-ı azîmenin manen birbirinin hakikatini teyid ettiklerini göstermek ve tilavet-i Kur’an sevabını ve zikir faziletini ve tefekkür ubudiyetini birden kazanmak isteyenlere, evrad nevinden gayet güzel bir hizb-i Kur’anî olarak yazılmıştır. İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de “Resul” kelimesinin tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için yüz altmış âyâttaki “Resul” kelimesi birbirine tevafukla manidar bakması gibi (Hâşiye[5]) o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini teyid ve ispat ettiğine işareten ve Kur’an’dan hem kıraat hem zikir hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âlî ve tatlı ve çok kıymetli ve çok faziletli bir vird arzu edenlere mühim bir virddir. Üçüncü Nükte: Lafzullahın iki bin sekiz yüz altı defa zikrinin çok nükteleri var. İ’caz-ı Kur’an’ın çok şuâlarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte de onun dört şuâ-ı i’cazını gösteriyor. Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım: [[اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ]] … الخ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından güzel bir nuru, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede, mühim bir seyahat-i kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir. Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini; ins ve cin şeytanlarının ve Müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihetten hücumlarını altı hakikatle set ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. Birinci Desiseleri: Kur’an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukabil, gayet mukni ve kat’î bir cevapla susturur. İkinci Desiseleri: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat’î bir cevapla tard edilir. Üçüncü Desiseleri: Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur’aniyeden vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat’î bir cevapla reddedilir. Dördüncü Desiseleri: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakiki din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’aniyede samimi arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î öyle bir cevaptır ki şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakiki milliyet-perverler kimler olduğunu gösterir. Beşinci Desiseleri: İnsanın en zayıf damarı olan enaniyetini tahrik edip ehl-i hakkı haksızlığa sevk etmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevap verilmiştir. Altıncı Desiseleri: Tembellik ve ten-perverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlerini, ihlaslarını zedelemek suretindeki hücumlarına karşı bir cevaptır. Âhirinde, umum cevapların hülâsası olarak şu iki âyet ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan mu’cizane cevap veriyor: يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ۞ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا Şu risalenin âhirinde; iki yaprakta yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız kendi kendine gelen latîf ve zarif bir tevafuktur ki sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde telif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bahsinde yirmi dokuz nükte bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz defa “dokuz” lafzı ile o mektuptan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte olması; ve ramazanın, burada işaret edilen ve İkinci Kısım’da mezkûr hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısım’da mezkûr “Kur’an” kelimesine dair âyetlerin altmış dokuz etmesi; ve Kur’an kelimesi de bu mebhasta yirmi dokuz gelmesi ve lafzullah dahi dokuz olması; ve bu risale de yirmi dokuz sahifede tamam olması cihetiyle, dokuz defa dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risalenin dahi sırr-ı tevafuktan küçük fakat parlak bir hissesi var olduğunu gösterir. Bu dokuz defa dokuzların sırrının, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru ise inşâallah esaretin dokuzuncu senesinde biteceğine işarî bir beşarettir. Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o sene dokuz dişim düştüler, o münasebetle Isparta’ya mezuniyetle gitmek o senede oldu. Hem latîf bir tevafuktur; bu parça dahi bu sahifede (Hâşiye[6]) dokuz, on dokuz defa gelmiştir. Hem fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında, aşağıdaki gösterilen tevafuk vardır: Umum elif yüz on dokuz, umum risaleler dahi yüz on dokuzdur. Demek, elifler de bir nevi fihristeye işarettir. Altıncı Kısım Olan Altıncı Risalenin Zeyli: [[وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ]] âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, [[vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın simasına ve gayretsiz adamların yüzlerine “Tuh!” dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir lâyiha]]dır. Ve Avrupa’nın insaniyet-perver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüz bin cihetten “Yaşasın cehennem!” dedirten mimsiz medeniyet-perestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek “Altı Sual”dir. Yedinci Kısım: İşarat-ı Seb’a [[فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذٖى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ]] ۞ يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ âyetlerinin bir sırrını ve mühim bir hakikatini yedi işaret ile ve yedi mühim suale yedi kat’î ve kuvvetli cevapla tefsir ediyor. Birinci Sual: “Ecnebilerden ihtida edenler, kendi dilleriyle şeair-i İslâmiyeyi tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâm’ın onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevaz-ı şer’î olduğunu göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’î ve kuvvetli bir cevaptır. İkincisi: “Frenklerdeki inkılabcılar ve feylesoflar, Katolik mezhebinde inkılab yapmakla terakki ettiklerinden, acaba İslâmiyet’te böyle bir inkılab-ı dinî olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’î, zahir ve bâhir ve müskit bir cevaptır. Üçüncüsü: “Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diyen ehl-i bid’at ve sefahetin sualine karşı, gayet müskit ve mukni ve mantıkî bir cevaptır. Dördüncüsü: “Zaafa uğrayan İslâmiyet’i takviye niyetiyle, kuvvetli olan milliyete mezcetmek ve secaya-yı milliyeti şeair-i İslâmiye ile kuvvetleştirmek, bu asırda daha iyi olmaz mı?” diye dessas ehl-i dünyanın bu müthiş sualine karşı, gayet metin bir cevaptır. Beşincisi: “[[Bu kadar heyet-i içtimaiye-i beşeriye fesada girmiş ve hissiyat-ı diniye zayıflaşmış ve şahsî dehalar ve harekât, cemaatin şahs-ı manevîsinin icraatına mağlup düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada denildiği gibi birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslah edecek? Halbuki bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa yine ıslahı pek müşkül görünüyor.]]” diye ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kavî bir cevaptır. Altıncısı: Âhir zamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi, Hazret-i İsa aleyhisselâmın Deccal komitesini dağıtması ve şeriat-ı İslâmiyeye tebaiyetine dairdir. Yedincisi: “[[Mütefekkirîn-i İslâmiye, Avrupa’nın düsturlarını ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip onların usûlüyle onlara karşı İslâmiyet’i müdafaa ettikleri halde –sen de eskiden böyle yapıyordun– şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünun-u müsbete dedikleri usûllerinin, Kur’an’ın düsturlarına nazaran pek sathî kaldığını gösteriyorsun?]]” diye çoklar tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatli bir cevaptır. Sekizinci Kısım Olan Rumuzat-ı Semaniye Sekiz remizdir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi. Dokuzuncu Kısım Olan Dokuzuncu Risale Turuk-u velayet hakkında dokuz telvihtir ki Telvihat-ı Tis’a namıyla maruf bir risaledir. Birinci Telvih: Tarîkatın sırrını ve mi’rac-ı Ahmedînin (asm) sayesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasıl ki hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalp dahi onun gibi bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına sevk etmek olduğunu ispat eder. İkinci Telvih: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve işlemesinin mehasininden hayat-ı dünyeviyenin medar-ı saadeti olan birisini beyan eder. Üçüncü Telvih: Velayet, bir hüccet-i risalet; ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasarete düştüğünü beyan eder. Dördüncü Telvih: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlı, çok kısa olmakla beraber çok uzun, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlı, çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu ve âfakî ve enfüsî iki yol ile sülûk edildiğini beyan eder. Beşinci Telvih: Vahdetü’l-vücud ve vahdetü’ş-şuhudun mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âlî meşrebinin rüçhaniyetini ispat eder. Altıncı Telvih: Velayet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, sünnet-i seniyeye ittiba olduğunu ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlas; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dârü’l-hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden talep etmemek lâzım geldiğini beyan eder. Yedinci Telvih: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; tarîkat ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri bulunduğunu; tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliya bulunabilir mi?” diye suale, merak-âver bir cevap verir. Sekizinci Telvih: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder. Dokuzuncu Telvih: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder. Bu risale ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i a’zamdır ve bir tiryak-ı enfa’dır. ZEYL En kısa ve selim ve en müstakim bir tarîkın esasını “Dört Hatve” namıyla, tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor. OTUZUNCU MEKTUP Matbu Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsiridir. OTUZ BİRİNCİ MEKTUP Otuz bir Lem’a’dır. OTUZ İKİNCİ MEKTUP Kendi kendine manzum tarzını alan matbu “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuz İkinci Lem’a” olup Sözler mecmuasının âhirinde neşredilmiştir. OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP Marifet-i İlahiyeye pencereler açan “Otuz Üç Pencereli Risale” olup bir cihette “Otuz Üçüncü Söz” olduğundan Sözler mecmuasında neşredilmiş, buraya dercedilmemiştir. İŞARAT-I GAYBİYE HAKKINDA BİR TAKRİZ HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ MEDİNE-İ MÜNEVVERE’DE BULUNAN MÜHİM BİR ÂLİMİN RİSALE-İ NUR HAKKINDA YAZDIĞI BİR MANZUME ON İKİ SENE EVVEL YAZILMIŞ VE SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ MECMUASINDA DERCEDİLMİŞ MÜHİM BİR MEKTUPTAN BİR PARÇADIR HAKİKAT IŞIKLARI:

Yirmi Dördüncü Mektup[]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ ۞ وَ يَحْكُمُ مَا يُرٖيدُ

Sual: Eâzım-ı esma-i İlahiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedud’un iktiza ettikleri şefkat-perverane terbiye ve maslahatkârane tedbir ve muhabbettarane taltif, nasıl ve ne suretle müthiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile zeval ve firak ile musibet ve meşakkat ile tevfik edilebilir? Haydi insan saadet-i ebediyeye gittiği için mevt yolunda geçtiğini hoş görelim. Fakat bu nazik ve nâzenin ve zîhayat olan eşcar ve nebatat envaları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekaya müştak olan hayvanat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnalarında ve gayet süratle onlara göz açtırmayarak idamlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?

Elcevap: Dâî ve muktezîyi gösteren beş remiz ile ve gayeleri ve faydaları gösteren beş işaretle şu suali halleden çok geniş ve çok derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzmaya uzaktan uzağa baktırmaya çalışacağız.

BİRİNCİ MAKAM[]

Beş remizdir.

Birinci Remiz[]

Yirmi Altıncı Söz’ün hâtimelerinde denildiği gibi nasıl ki bir mahir sanatkâr, kıymettar bir elbiseyi murassa ve münakkaş surette yapmak için bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak kendi sanat ve maharetini göstermek için o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki o sanatkâra desin: “Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?”

Aynen öyle de Sâni’-i Zülcelal her bir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı sanatını göstermek için her bir şeye hususan zîhayata, duygularla murassa bir vücud libasını giydirerek üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmasını gösterir. Her bir mevcuda dahi ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak bir kemal, bir lezzet, bir feyz veriyor. مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فٖى مُلْكِهٖ كَيْفَ يَشَٓاءُ sırrına mazhar olan o Sâni’-i Zülcelal’e karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki desin: “Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.” Hâşâ!

Evet, mevcudatın hiçbir cihette Vâcibü’l-vücud’a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile, verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünkü verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.

Mesela, madenler diyemezler: “Niçin nebatî olmadık?” Şekva edemezler, belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtır’ına şükrandır. Nebatat “Niçin hayvan olmadım?” deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise “Niçin insan olmadım?” diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için onun üstündeki hakkı şükrandır. Ve hâkeza kıyas et.

Ey insan-ı müşteki! Sen ma’dum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza…

Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek, imkânat ve ademiyat nevinde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak’tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun? Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım.” diye şekva ederek ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

Ey kanaatsiz hırslı ve iktisatsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan! Kat’iyen bil ki kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen “Yâ Sabûr!” de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme. Kimden kime şekva ettiğini bil, sus. Her halde şekva etmek istersen nefsini Cenab-ı Hakk’a şekva et, çünkü kusur ondadır.

İkinci Remiz[]

On Sekizinci Mektup’un âhirki meselesinin âhirinde denildiği gibi Hâlık-ı Zülcelal hayret-nüma, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i rububiyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiğinin bir hikmeti budur:

Nasıl ki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki her bir faaliyette bir lezzet nev’i vardır belki her bir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemale müteveccihtir belki bir nevi kemaldir.

Madem faaliyet bir kemal, bir lezzet, bir cemale işaret eder. Ve madem Kemal-i Mutlak ve Kâmil-i Zülcelal olan Vâcibü’l-vücud, zat ve sıfât ve ef’alinde, bütün enva-ı kemalâta câmi’dir. Elbette o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına ve tenezzüh-ü zatîsine münasip bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddeseden ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen –tabiri caiz ise– hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır.

Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber, hadsiz onun merhameti cihetiyle, faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden, o mahlukatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zat-ı Rahman ve Rahîm’e ait –tabiri caiz ise– hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor. Ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor.

Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faydalar nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzat” der.

İşte o zaman rahmet-i İlahiye, Hakîm ismini imdadıma gönderdi, bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi. Yani her bir masnû öyle bir mektub-u Rabbanîdir ki umum zîşuur onu mütalaa eder. Şu gaye bir sene bana kâfi geldi.

Sonra sanattaki hârikalar inkişaf etti, o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani her bir masnûun en mühim gayeleri Sâni’ine bakar; onun kemalât-ı sanatını ve nukuş-u esmasını ve murassaat-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini, onun nazarına arz etmek ve cemal ve kemaline bir âyine olmaktır, bildim. Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi.

Sonra sanat ve icad-ı eşyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede süratli tağyir ve tebdildeki mu’cizat-ı kudret ve şuunat-ı rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktezî ve dâî dahi lâzımdır, bildim.

İşte o vakit, şu İkinci Remiz’deki muktezîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki: “Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelan-ı eşya o kadar manidardır ki o faaliyet ile Sâni’-i Hakîm, enva-ı kâinatı konuşturuyor.” Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür.

Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve envaının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.

Üçüncü Remiz[]

Eşya, zeval ve ademe gitmiyor belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenadan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarında eşyadaki cemal ve kemal, esma-i İlahiyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esma bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki yalnız itibarî taayyünleri değişir ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler.

Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal esma-i İlahiyeye aittir, şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider. O âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez.

Eğer zîruh ise zevi’l-ukûlden değilse onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini bâki olan ervahlarına devrederek onların o ervah-ı bâkiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder, belki kendine lâyık bir saadete gider.

Eğer o zîruhlar zevi’l-ukûlden ise zaten saadet-i ebediyeye ve maddî ve manevî kemalâta medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni’-i Hakîm’in dünyadan daha güzel daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ve adem ve zeval ve firak değil belki kemalâta kavuşmaktır.

Elhasıl: Madem Sâni’-i Zülcelal vardır ve bâkidir ve sıfât ve esması daimî ve sermedîdirler; elbette o esmanın cilveleri ve nakışları, bir manevî beka içinde teceddüd eder; tahrip ve fena, idam ve zeval değildirler. Malûmdur ki insan insaniyet cihetiyle ekser mevcudatla alâkadardır. Onların saadetleriyle mütelezziz ve helâketleriyle müteellimdir. Hususan zîhayat ile ve bilhassa nev-i beşerle ve bilhassa sevdiği ve istihsan ettiği ehl-i kemalin âlâmıyla daha ziyade müteellim ve saadetleriyle daha ziyade mesud olur. Hattâ şefkatli bir valide gibi kendi saadetini ve rahatını, onların saadeti için feda eder.

İşte her mü’min derecesine göre, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile bütün mevcudatın saadetleriyle ve bekalarıyla ve hiçlikten kurtulmalarıyla ve kıymettar mektubat-ı Rabbaniye olmalarıyla mesud olabilir ve dünya kadar bir nur kazanabilir. Herkes derecesine göre bu nurdan istifade eder. Eğer ehl-i dalalet ise kendi elemiyle beraber, bütün mevcudatın helâketiyle ve fenasıyla ve zahirî idamlarıyla, zîruh ise âlâmlarıyla müteellim olur. Yani onun küfrü, onun dünyasına adem doldurur, onun başına boşaltır; daha cehenneme gitmeden cehenneme gider.

Dördüncü Remiz[]

Çok yerlerde dediğimiz gibi bir padişahın sultan, halife, hâkim, kumandan gibi muhtelif unvanlar ve sıfatlardan neş’et eden muhtelif ayrı ayrı devair-i teşkilatı olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının hadd ü hesaba gelmez türlü türlü tecelliyatı vardır. Mahlukatın tenevvüleri ve ihtilafları, o tecelliyatın tenevvülerinden ileri geliyor.

İşte her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esma dahi daimî ve sermedî oldukları için daimî bir surette Zat-ı Akdes hesabına tezahür isterler, yani nakışlarını görmek isterler; yani kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemallerini ve in’ikas-ı kemallerini görmek ve göstermek isterler, yani kâinat kitab-ı kebirini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye manidar yazmak, yani bir tek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve her bir mektubu, Zat-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes’in nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber bütün zîşuurun nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Bu hakikate işaret eden şu hakikatli şiire bak:

Kitab-ı âlemin yaprakları enva-ı nâma’dud

Huruf ile kelimatı dahi efrad-ı nâmahdud

Yazılmış destgâh-ı Levh-i Mahfuz-u hakikatte

Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ

Beşinci Remiz[]

İki nüktedir.

Birinci Nükte: Madem Cenab-ı Hak var, her şey var. Madem Cenab-ı Vâcibü’l-vücud’a intisap var, her şey için bütün eşya var. Çünkü Vâcibü’l-vücud’a nisbetle her bir mevcud, bütün mevcudata vahdet sırrıyla bir irtibat peyda eder. Demek Vâcibü’l-vücud’a intisabını bilen veya intisabı bilinen her bir mevcud, sırr-ı vahdetle Vâcibü’l-vücud’a mensup bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek her bir şey, o intisap noktasında hadsiz envar-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyale yaşamak, hadsiz envar-ı vücuda medardır.

Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünkü o halde alâkadar olabileceği her bir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevali vardır. Demek kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da intisapsız, evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.” Yani Vücud-u Vâcib’e nisbet ile bir an vücud, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır. Hem bu sır içindir ki ehl-i tahkik demişler: “Envar-ı vücud ise Vâcibü’l-vücud’u tanımakladır.” Yani o halde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melaike ve ruhaniyat ve zîşuurlar ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa adem zulümatları, firak ve zeval elemleri her bir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında boş ve hâlî bir vahşetgâh suretinde görünür.

Evet, nasıl ki bir ağaç meyvelerinin her birisi, ağacın başındaki bütün meyvelere karşı birer nisbeti var ve o nisbetle birer kardeşi, arkadaşı mevcud olduğundan onların adedince ârızî vücudları vardır. Ne vakit o meyve ağacın başından kesilse her bir meyveye karşı bir firak ve zeval hasıl olur. Her bir meyve onun için ma’dum hükmündedir. Haricî bir zulmet-i adem ona hasıl oluyor.

Öyle de kudret-i Ehad-i Samed’e intisap noktasında her şey için bütün eşya var. Eğer intisap olmazsa her şey için eşya adedince haricî ademler var.

İşte şu remizden, imanın azamet-i envarına bak ve dalaletin dehşetli zulümatını gör. Demek iman, şu remizde beyan edilen hakikat-i âliye-i nefsü’l-emriyenin unvanıdır ve iman ile ondan istifade edebilir. Eğer iman olmazsa nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama her şey ma’dumdur öyle de imansıza her şey ma’dumdur, zulümatlıdır.

İkinci Nükte: Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü var.

Birinci Yüzü: Esma-i İlahiyeye bakar, onların âyineleridir. Bu yüze zeval ve firak ve adem giremez, belki tazelenmek ve teceddüd var.

İkinci Yüzü: Âhirete bakar, âlem-i bekaya nazar eder, onun tarlası hükmündedir. Bu yüzde bâki semereler ve meyveler yetiştirmek var; bekaya hizmet eder, fâni şeyleri bâki hükmüne getirir. Bu yüzde dahi mevt ve zeval değil, belki hayat ve beka cilveleri var.

Üçüncü Yüzü: Fânilere, yani bizlere bakar ki fânilerin ve ehl-i hevesatın maşukası ve ehl-i şuurun ticaretgâhı ve vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır. İşte bu üçüncü yüzündeki fena ve zeval, mevt ve ademin acılarına ve yaralarına merhem için o üçüncü yüzün içyüzündeki beka ve hayat cilveleri var.

Elhasıl: Şu mevcudat-ı seyyale, şu mahlukat-ı seyyare, Vâcibü’l-vücud’un envar-ı icad ve vücudunu tazelendirmek için müteharrik âyineler ve değişen mazharlardır.


İKİNCİ MAKAM[]

Bir mukaddime, beş işarettir.

Mukaddime[]

İki mebhastır.

Birinci Mebhas: Bu gelecek beş işarette, şuunat-ı rububiyeti rasad etmek için birer sönük, küçük dürbün nevinden birer temsil yazılacak. Bu temsiller, şuunat-ı rububiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz fakat baktırabilir. O gelecek temsilatta ve geçen remizlerde, Zat-ı Akdes’in şuunatına münasip olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir.

Mesela, lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malûm manaları, şuunat-ı mukaddeseyi ifade edemiyor fakat birer unvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür. Hem dahi şu temsiller; muhit, azîm bir kanun-u rububiyetin küçük bir misalde ucunu göstermekle rububiyetin şuunatında o kanunun hakikatini ispat ediyor. Mesela, bir çiçek vücuddan gider, binler vücud bırakarak öyle gider, denilmiş. Onunla azîm bir kanun-u rububiyeti gösteriyor ki bütün bahar, belki bütün dünyadaki mevcudatta bu kanun-u rububiyet cereyan ediyor.

Evet Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; o Sâni’-i Hakîm aynı kanunla her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir.

Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik ederse aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan mevlevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker.

Hem o Sâni’-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder, aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlukatı da ihya eder. Şu sırra işareten مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Kur’an ferman eder. Ve hâkeza kıyas et. Bunlar gibi çok kavanin-i rububiyet vardır ki zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor.

İşte faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, her bir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, her biri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid hem muhit olduğu için Sâni’in vahdaniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat’î bir surette ispat ederler.

İşte ekser Sözlerde ekser temsilat, böyle kanunların uçlarını birer cüz’î misal ile göstermekle müddeada aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsil ile kanunun tahakkuku gösteriliyor, bürhan-ı mantıkî gibi yakînî bir surette müddeayı ispat eder. Demek Sözlerdeki ekser temsiller, birer bürhan-ı yakînî, birer hüccet-i kātıa hükmündedir.

İkinci Mebhas: Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati’nde denildiği gibi bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri vardır; her bir meyvenin her bir çiçeğin o kadar gayeleri, hikmetleri vardır. Ve o hikmetler üç kısımdır. Bir kısmı Sâni’e bakar, esmasının nakışlarını gösterir. Bir kısmı zîşuurlara bakar ki onların nazarlarında kıymettar mektubat ve manidar kelimattır. Bir kısmı kendi nefsine ve hayatına ve bekasına bakar ve insana faydalı ise insanın menfaatine göre hikmetleri vardır.

İşte her bir mevcudun böyle kesretli gayeleri bulunduğunu bir vakit düşünürken, hatırıma Arabî tarzda ve gelecek beş işaretin esasatına nota hükmünde olarak küllî gayelere işaret eden şu fıkralar gelmiştir.

وَهٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ الْجَلِيَّةُ مَظَاهِرُ سَيَّالَةٌ وَمَرَايَا جَوَّالَةٌ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اَنْوَارِ اٖيجَادِهٖ سُبْحَانَهُ

بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ الْاِعْتِبَارِيَّةِ

اَوَّلًا : مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمٖيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ

وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ

وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ الْاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ

وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلَانِ التَّسْبٖيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ الْاَسْمَائِيَّةِ

وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ

İşte bu beş fıkrada, gelecekte bahsedeceğimiz işaratın esasatı var. Evet, her bir mevcud hususan zîhayat olanların beş tabaka ayrı ayrı hikmetleri ve gayeleri var. Nasıl ki meyvedar bir ağaç, birbirinin üstündeki dalları semere verir öyle de her bir zîhayatın beş tabaka muhtelif gayeleri bulunur ve hikmetleri var.

Ey insan-ı fâni! Senin cüz’î bir çekirdek hükmündeki kendi hakikatini, meyvedar bir şecere-i bâkiyeye inkılab etmesini ve beş işarette gösterilen on tabaka meyvelerini ve on nevi gayelerini elde etmesini istersen hakiki imanı elde et. Yoksa bütün onlardan mahrum kalmakla beraber, o çekirdek içinde sıkışıp çürüyeceksin.

Birinci İşaret[]

فَاَوَّلًا: بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ الْاِعْتِبَارِيَّةِ مَعَ اِسْتِحْفَاظِ الْمَعَانِى الْجَمٖيلَةِ وَالْهُوِيَّاتِ الْمِثَالِيَّةِ

fıkrası ifade ediyor ki: Bir mevcud vücuddan gittikten sonra zahiren kendisi ademe, fenaya gider fakat ifade ettiği manalar bâki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hâfızalarda kalır. Demek bir vücud-u surî kaybeder, yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanır. Mesela, nasıl ki bir sahifenin tabına medar olan matbaa hurufatına bir vaziyet ve bir tertip verilir ve bir sahifenin tabına medar olur ve o sahife ise suretini ve hüviyetini basılan müteaddid yapraklara verip ve manalarını çok akıllara neşrettikten sonra o matbaa hurufatının vaziyeti ve tertibi de değiştirilir. Çünkü daha ona lüzum kalmadı hem başka sahifelerin tabı lâzım geliyor.

İşte aynen bunun gibi şu mevcudat-ı arziye hususan nebatiye, kalem-i kader-i İlahî onlara bir tertip, bir vaziyet verir; bahar sahifesinde kudret onları icad eder ve güzel manalarını ifade ederek, suretleri ve hüviyetleri âlem-i misal gibi âlem-i gaybın defterine geçtikleri için hikmet iktiza ediyor ki o vaziyet değişsin, tâ yeni gelecek diğer bahar sahifesi yazılsın, onlar dahi manalarını ifade etsinler.

İkinci İşaret[]

وَثَانِيًا : مَعَ اِنْتَاجِ الْحَقَائِقِ الْغَيْبِيَّةِ وَالنُّسُوجِ اللَّوْحِيَّةِ

Bu fıkra işaret eder ki: Her bir şey cüz’î olsun küllî olsun, vücuddan gittikten sonra hususan zîhayat olsa çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber, âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ı hayatı adedince suretleri bırakıp o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur.

Nasıl ki mesela, bir çiçek vücuddan gider fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücudda bırakmakla beraber; küçük elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın küçük numuneleri olan hâfızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvar-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihat-ı Rabbaniye ve nukuş-u esmaiyeyi okutturur, sonra gider.

Öyle de yeryüzünün saksısında güzel masnuatla münakkaş olan bahar mevsimi, bir çiçektir; zahiren zeval bulur, ademe gider fakat onun tohumları adedince ifade ettikleri hakaik-i gaybiye ve çiçekleri adedince neşrettiği hüviyet-i misaliye ve mevcudatı adedince gösterdikleri hikmet-i Rabbaniyeyi kendine bedel olarak vücudda bırakıp sonra bizden saklanır. Hem o giden baharın arkadaşları olan sair baharlara yer boşaltır, tâ onlar gelip vazife görsünler. Demek o bahar, zahirî bir vücudu çıkarır, manen bin vücud giyer.

Üçüncü İşaret[]

وَثَالِثًا : مَعَ نَشْرِ الثَّمَرَاتِ الْاُخْرَوِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ

fıkrası ifade ediyor ki: Dünya bir destgâh ve bir mezraadır, âhiret pazarına münasip olan mahsulatı yetiştirir. Çok Sözlerde ispat etmişiz nasıl ki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de dünyanın sair mevcudatı dahi âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulat yetiştiriyorlar. Belki küre-i arz, onlar için geziyor; belki denilebilir ki onun içindir. Bu sefine-i Rabbaniye, yirmi dört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip meydan-ı haşrin etrafında dönüyor. Mesela, ehl-i cennet elbette arzu ederler ki dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi o levhaları, o vak’aları müşahede etseler çok mütelezziz olurlar.

Madem öyledir, herhalde dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı cennette عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ işaretiyle sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları cennette bulunacaktır.

İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için bir fabrika destgâhları hükmünde görünüyor. Mesela, nasıl ki ehl-i medeniyet, fâni vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar.

Aynen öyle de şu mevcudat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçirdikten sonra onların Sâni’-i Hakîm’i, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu’cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek, mukteza-yı ism-i Hakîm ve Rahîm ve Vedud’dur.

Dördüncü İşaret[]

وَرَابِعًا : مَعَ اِعْلَانِ التَّسْبٖيحَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ الْاَسْمَائِيَّةِ

fıkrası ifade ediyor ki: Mevcudat, etvar-ı hayatıyla müteaddid enva-ı tesbihat-ı Rabbaniyeyi yapıyor. Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki mesela Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Latîf ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmanın birer birer muktezası vardır.

İşte her bir zîhayat hayatıyla ve vücuduyla o esmanın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni’-i Hakîm’e tesbihat yapıyorlar. Mesela, nasıl ki bir insan güzel meyveler yer, o meyveler midesinde dağılır, erir, zahiren mahvolur fakat ağzından, midesinden başka bütün hüceyrat-ı bedeniyede faaliyetkârane bir lezzet, bir zevk vermekle beraber, aktar-ı bedendeki vücudu ve hayatı beslemek ve idame-i hayat etmek gibi pek çok hikmetlerin vücuduna medar oluyor. O taam, kendisi de vücud-u nebatîden hayat-ı insaniye tabakasına çıkıyor, terakki ediyor.

Aynen öyle de şu mevcudat zeval perdesinde saklandıkları vakit, onların yerinde her birisinin pek çok tesbihatı bâki kalmakla beraber, pek çok esma-i İlahiyenin de nukuşlarını ve mukteziyatını o esmanın ellerine bırakır. Yani bir vücud-u bâkiyeye tevdi ederler, öyle giderler. Acaba fâni ve muvakkat bir vücudun gitmesiyle onun yerine bir nevi bekaya mazhar binler vücud kalsa denilir mi ki ona yazık oldu veyahut abes oldu veyahut şu sevimli mahluk neden gitti, şekva edilebilir mi? Belki onun hakkındaki rahmet, hikmet, muhabbet öyle iktiza ediyorlar ve öyle olmak gerektir. Yoksa bir tek zarar gelmemek için binler menfaati terk etmek lâzım gelir ki o halde binler zarar olur.

Demek Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri, zevale ve firaka muarız değiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.

Beşinci İşaret[]

وَخَامِسًا : لِظُهُورِ الشُّؤُنَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَالْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ

fıkrası ifade ediyor ki: Mevcudat hususan zîhayat olanlar, vücud-u surîden gittikten sonra bâki çok şeyleri bırakırlar, öyle giderler. İkinci Remiz’de beyan edildiği gibi Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un kudsiyet ve istiğna-i kemaline muvafık bir tarzda ve ona lâyık bir surette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihar –tabiri caiz ise– mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç –tabirde hata olmasın– hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh şuunat-ı rububiyetinde bulunur ki onların âsârı bilmüşahede görünüyor.

İşte o şuunat, iktiza ettikleri hayret-nüma faaliyet içinde, mevcudat tebdil ve tağyir ile zeval ve fena içinde süratle sevk ediliyor, mütemadiyen âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderiliyor. Ve o şuunatın cilveleri altında mahlukat; daimî bir seyr ü seyelan, bir hareket ve cevelan içinde çalkanmakta ve ehl-i gafletin kulaklarına vaveylâ-i firak ve zevali ve ehl-i hidayetin sem’ine velvele-i zikir ve tesbihi dağıtmaktadırlar. Bu sırra binaen her bir mevcud Vâcibü’l-vücud’un bâki şuunatının tezahürüne bâki birer medar olacak manaları, keyfiyetleri, haletleri vücudda bırakıp öyle gidiyorlar.

Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin unvanları olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi bırakıp öyle giderler. Demek her fâni; bir vücudu terk eder, binler bâki vücudları kazanır, kazandırır.

Mesela, nasıl ki hârikulâde bir fabrika makinesine âdi bazı maddeler atılır; içinde yanarlar, zahiren mahvolur fakat o fabrikanın imbiklerinde çok kıymettar kimya maddeleri ve edviyeler teressüb eder. Hem onun kuvvetiyle ve buharıyla o fabrikanın çarkları döner; bir taraftan kumaşları dokumasına, bir kısmı kitap tabına, bir kısmı da şeker gibi başka kıymettar şeyleri imal etmesine medar oluyor ve hâkeza… Demek o âdi maddelerin yanmasıyla ve zahiren mahvolmasıyla binler şeyler vücud buluyor. Demek âdi bir vücud gider, âlî çok vücudları irsiyet bırakır. İşte şu halde, o âdi maddeye yazık oldu denilir mi? Fabrika sahibi neden ona acımadı, yandırdı; o sevimli maddeleri mahvetti, şikayet edilir mi?

Aynen öyle de وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm ve Vedud, mukteza-yı rahmet ve hikmet ve vedudiyet olarak kâinat fabrikasına hareket veriyor; her bir vücud-u fâniyi çok bâki vücudlara çekirdek yapar, makasıd-ı Rabbaniyesine medar eder, şuunat-ı Sübhaniyesine mazhar kılar, kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar ve daha bilmediğimiz pek çok inayat-ı gâliye ve makasıd-ı âliye için kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatı faaliyete getirir. Zerratı cevelana, mevcudatı seyerana, hayvanatı seyelana, seyyaratı deverana getirir, kâinatı konuşturur; âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır. Ve mahlukat-ı arzıyeyi rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş ve toprağı hıfz ve ihyasına bir çeşit arş yapmış. O arşlardan üçünü, mahlukat-ı arzıye üstünde gezdiriyor.

Kat’iyen bil ki bu beş remizde ve beş işarette gösterilen parlak hakikat-i âliye, nur-u Kur’an ile görünür ve imanın kuvvetiyle sahip olunabilir. Yoksa o hakikat-i bâkiye yerine, gayet müthiş bir zulümat geçer. Ehl-i dalalet için dünya, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir cehennem hükmüne geçer. Her şey onun için âni bir vücud ile hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel, zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı halde, bir hazîn nur-u vücud bulabilir. Fakat sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile ezelden ebede kadar bir nur-u vücud görünür, ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.

Elhasıl: Bir Şair-i Mısrî’nin tarzında deriz:

Derya olunca nefes

Parelenince kafes

Tâ kesilince bu ses

Çağırırım: Yâ Hak! Yâ Mevcud! Yâ Hay! Yâ Mabud!

Yâ Hakîm! Yâ Maksud! Yâ Rahîm! Yâ Vedud!..

Ve bağırarak derim:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبٖينُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ صَادِقُ الْوَعْدِ الْاَمٖينُ

Ve iman ederek ispat ederim:

اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اِنَّ السَّعَادَةَ الْاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَ اِنَّ اللّٰهَ رَحٖيمٌ حَكٖيمٌ وَدُودٌ وَ اِنَّ الرَّحْمَةَ وَ الْحِكْمَةَ وَ الْمَحَبَّةَ مُحٖيطَةٌ بِجَمٖيعِ الْاَشْيَاءِ وَ شُؤُنَاتِهَا

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ ۞ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ اٰمٖينَ. وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ. سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدٖيقَةَ اَرْضِهٖ، مَشْهَرَ صَنْعَتِهٖ، مَحْشَرَ خِلْقَتِهٖ، مَظْهَرَ قُدْرَتِهٖ، مَدَارَ حِكْمَتِهٖ، مَزْهَرَ رَحْمَتِهٖ، مَزْرَعَ جَنَّتِهٖ، مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ، مَسٖيلَ الْمَوْجُودَاتِ، مَكٖيلَ الْمَصْنُوعَاتِ، فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ، مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ، مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ، مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ، مُعْجِزَاتُ عِلْمِهٖ خَوَارِقُ صُنْعِهٖ، هَدَايَاءُ جُودِهٖ، بَرَاهٖينُ لُطْفِهٖ، دَلَائِلُ الْوَحْدَةِ، لَطَائِفُ الْحِكْمَةِ، شَوَاهِدُ الرَّحْمَةِ، تَبَسُّمُ الْاَزْهَارِ مِنْ زٖينَةِ الْاَثْمَارِ، تَسَجُّعُ الْاَطْيَارِ فٖى نَسْمَةِ الْاَسْحَارِ، تَهَزُّجُ الْاَمْطَارِ عَلٰى خُدُودِ الْاَزْهَارِ، تَزَيُّنُ الْاَزْهَارِ، تَبَرُّجُ الْاَثْمَارِ فٖى هٰذِهِ الْجِنَانِ، تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى الْاَطْفَالِ الصِّغَارِ فٖى كُلِّ الْحَيْوَانَاتِ وَ الْاِنْسَانِ ، تَعَرُّفُ وَدُودٍ، تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ، تَرَحُّمُ حَنَّانٍ، تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ الْاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ.


Yirmi Dördüncü Mektup’un Birinci Zeyli[]

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ

Yani “Ey insanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” mealindeki âyetin beş nüktesini dinle:

BİRİNCİ NÜKTE: Dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi dua üç nevidir:

Birinci nevi dua: İstidat lisanıyladır ki bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidat ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için bize neşv ü nema ver, küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.”

Hem şu istidat lisanıyla dua nevinden birisi de şudur ki: Esbabın içtimaı, müsebbebin icadına bir duadır. Yani esbab bir vaziyet alır ki o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer ve müsebbebi Kadîr-i Zülcelal’den dua eder, isterler. Mesela, su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak o vaziyet bir lisan-ı duadır ki: “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlık’ımız!” derler. Çünkü o mu’cize-i hârika-i kudret olan ağaç; o şuursuz, camid, basit maddelere havale edilmez, havalesi muhaldir. Demek içtima-ı esbab bir nevi duadır.

İkinci nevi dua: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki bütün zîhayatların iktidar ve ihtiyarları dâhilinde olmayan hâcetlerini ve matlablarını ummadıkları yerden, vakt-i münasipte onlara vermek için Hâlık-ı Rahîm’den bir nevi duadır. Çünkü iktidar ve ihtiyarları haricinde, bilmedikleri yerden, vakt-i münasipte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir.

Elhasıl, bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye çıkan bir duadır. Esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.

Üçüncü nevi dua: İhtiyaç dairesinde zîşuurların duasıdır ki bu da iki kısımdır:

Eğer ıztırar derecesine gelse veya ihtiyac-ı fıtrîye tam münasebettar ise veya lisan-ı istidada yakınlaşmış ise veya safi, hâlis kalbin lisanıyla ise ekseriyet-i mutlaka ile makbuldür. Terakkiyat-ı beşeriyenin kısm-ı a’zamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir. Havârık-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri emirler, manevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidat ile istenilmiş, onlara verilmiştir. Lisan-ı istidat ile ve lisan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan dualar dahi bir mani olmazsa ve şerait dâhilinde ise daima makbuldürler.

İkinci kısım, meşhur duadır. O da iki nevidir. Biri fiilî, biri kavlî. Mesela, çift sürmek, fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalar.

Sair kısımların tafsilatını tayyedip yalnız kavlî duanın bir iki sırlarını gelecek iki üç nüktede söyleyeceğiz.

İKİNCİ NÜKTE: Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesbederek devam etse netice vermesi galiptir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki sebeb-i hilkat-i âlemin birisi de duadır. Yani kâinatın hilkatinden sonra, başta nev-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-i âlemdir. Yani Hâlık-ı âlem istikbalde o zatı, nev-i beşer namına belki mevcudat hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esma-i İlahiye isteyecek, bilmiş; o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halk etmiş.

Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs’ati vardır; hiç mümkün müdür ki bin üç yüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üç yüz milyon, cin ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ü hesaba gelmez mübarek zatlar, bi’l-ittifak Zat-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâm hakkında, rahmet-i uzma-yı İlahiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki o duaları reddedilsin?

Madem bu kadar külliyet ve vüs’at ve devam kesbedip lisan-ı istidat ve ihtiyac-ı fıtrî derecesine gelmiş. Elbette o Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki bütün ukûl toplansa bir akıl olsalar, o makamın hakikatini tamamıyla ihata edemezler.

İşte ey Müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefîin var. Bu şefîin şefaatini kendine celbetmek için sünnetine ittiba et!

Eğer desen: Madem o Habibullah’tır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var?

Elcevap: O zat (asm) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva-ı şakavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.

Eğer desen: Bazen kat’î olacak işler için dua edilir. Mesela, husuf ve küsuf namazındaki dua gibi. Hem bazen hiç olmayacak şeyler için dua edilir?

Elcevap: Başka Sözlerde izah edildiği gibi dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilan eder. Zahirî maksatlar ise o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir, hakiki faydaları değil. İbadetin faydası, âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hasıl olmazsa “O dua kabul olmadı.” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi.” denilir.

Hem hiç mümkün müdür ki bütün ehl-i imanın, bütün zamanlarda, mütemadiyen kemal-i hulus ve iştiyak ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye, onlara verilmesin ve bütün kâinatın şehadetiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak; bütün onların o duasını kabul etmesin ve saadet-i ebediye vücud bulmasın?

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti, iki cihetledir. Ya aynı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlâsı verilir.

Mesela, birisi kendine bir erkek evlat ister. Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evladını veriyor. “Duası kabul olunmadı.” denilmez. “Daha evlâ bir surette kabul edildi.” denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha enfa’ bir surette kabul edildi.” denilir. Ve hâkeza…

Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta, bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki âh ü fîzarını dinledi, işitti, cevap da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Duanın en güzel en latîf en leziz en hazır meyvesi neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ki birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah bir inşirah duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ der.

BEŞİNCİ NÜKTE: Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum.

İşte duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve safiliğine bak, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ sırrını anla ve وَ قَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanını dinle. اَگَرْ نَه خٰواهٖى دَادْ ، نَه دَادٖى خٰواهْ denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فٖى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ سَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دٖينَنَا اٰمٖينَ ۞ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ


Yirmi Dördüncü Mektup’un İkinci Zeyli[]

Mi’rac-ı Nebevî hakkındadır.

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى ۞ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ۞ عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰى ۞ اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى ۞ مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ۞ لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى

Mevlid-i Nebevînin Mi’raciye kısmında beş nükteyi beyan edeceğiz.

Birinci Nükte: Cennetten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi, hazîn bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat, ehl-i velayet olduğu ve rivayete bina ettiği için elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:

Âlem-i bekanın mahlukları, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünkü onun getirdiği nur iledir ki cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı o saadet-i ebediye olmazdı ve cennetin her nevi mahlukatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi; bir cihette sahipsiz virane kalacaktı.

Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dal’ında beyan edildiği gibi: Nasıl ki bülbülün güle karşı dasitane-i aşkı; taife-i hayvanatın, taife-i nebatata derece-i aşka bâliğ olan ihtiyacat-ı şedide-i aşk-nümayı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatın erzaklarını taşıyan kafile-i nebatata karşı ilan etmek için bir hatib-i Rabbanî olarak, başta bülbül-ü gül ve her neviden bir nevi bülbül intihab edilmiş ve onların nağamatı dahi nebatatın en güzellerinin başlarında hoşâmedî nevinden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.

Aynen bunun gibi sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesile-i saadet-i dâreyn ve Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma karşı, nasıl ki melaike nevinden Hazret-i Cebrail aleyhisselâm kemal-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem aleyhisselâma inkıyad ve itaatini ve sırr-ı sücudunu gösteriyor; öyle de ehl-i cennetin hattâ cennetin hayvanat kısmının dahi o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.

İkinci Nükte: Mi’rac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenab-ı Hakk’ın Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum.” tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcibü’l-vücud’un kudsiyetine ve istiğna-i zatîsine, mana-yı örfî ile münasip düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin Mevlid’i, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle o zat, ehl-i velayettir ve ehl-i hakikattir; elbette irae ettiği mana sahihtir. Mana da budur ki:

Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un hadsiz cemal ve kemali vardır. Çünkü bütün kâinatın aksamına inkısam etmiş olan cemal ve kemalin bütün envaı, onun cemal ve kemalinin emareleri, işaretleri, âyetleridir.

İşte her halde cemal ve kemal sahibi, bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi Zat-ı Zülcelal dahi cemalini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemalinin şuâatı olan esmasını dahi sever. Madem esmasını sever, elbette esmasının cemalini gösteren sanatını sever. Öyle ise cemal ve kemaline âyine olan masnuatını dahi sever. Madem cemal ve kemalini göstereni sever, elbette cemal ve kemal-i esmasına işaret eden mahlukatının mehasinini sever. Bu beş nevi muhabbete, Kur’an-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.

İşte Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlukat içinde en mümtaz şahsiyettir.

Hem sanat-ı İlahiyeyi, bir velvele-i zikir ve tesbih ile teşhir ediyor ve istihsan ediyor.

Hem esma-i İlahiyedeki cemal ve kemal hazinelerini lisan-ı Kur’an ile açmıştır.

Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin, Sâni’inin kemaline delâletlerini, parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’an’la beyan ediyor.

Hem küllî ubudiyetiyle rububiyet-i İlahiyeye âyinedarlık ediyor.

Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün esma-i İlahiyeye bir mazhar-ı etem olmuştur.

Elbette bunun için denilebilir ki Cemil-i Zülcelal, kendi cemalini sevmesiyle o cemalin en mükemmel âyine-i zîşuuru olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever.

Hem kendi esmasını sevmesiyle o esmanın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.

Hem sanatını sevdiği için elbette onun sanatını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinatta neşreden ve semavatın kulağını çınlatan, berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbih ile ilan eden Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve ona ittiba edenleri de sever.

Hem masnuatını sevdiği için o masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bi’l-ittifak en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı elbette daha ziyade sever.

Hem kendi mahlukatının mehasin-i ahlâkiyelerini sevdiği için mehasin-i ahlâkiyede bi’l-ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı sever ve derecata göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenab-ı Hakk’ın rahmeti gibi muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş.

İşte o hadsiz mahbublar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki “Habibullah” lakabı ona verilmiş.

İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi “Ben sana âşık olmuşum.” tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir, bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber madem bu tabir, şe’n-i rububiyete münasip olmayan manayı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine: “Ben senden razı olmuşum.” denilmeli.

Üçüncü Nükte: Mi’raciye’deki maceralar, malûmumuz olan manalarla o kudsî ve nezih hakikatleri ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer unvan-ı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaike birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikine birer ihtardır ve kabil-i tabir olmayan bazı manalara birer kinayedir. Yoksa malûmumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatleri alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nurani bir neşe-i ruhanî alabiliriz.

Çünkü nasıl Cenab Hakk’ın zat ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur, öyle de şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlukat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nevinden tutup deriz ki: Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasip bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki mi’raciye macerasıyla onu ihtar ediyor. Mi’rac-ı Nebeviyeye dair Otuz Birinci Söz, hakaik-i mi’raciyeyi usûl-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz.

Dördüncü Nükte: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş.” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcibü’l-vücud mekândan münezzehtir, her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevap: Otuz Birinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü’l-vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede ondan uzaktır.

İşte mi’racın uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mi’racı, onun seyr ü sülûkudur, onun unvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasıl ki seyr ü sülûk-u ruhanî ile kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile belki hem cismiyle hem havassıyla hem letaifiyle kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle arşa çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bi’l-âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış; bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.

Beşinci Nükte: Mevlid-i Nebevî ile Mi’raciye’nin okunması, gayet nâfi’ ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet latîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic ve müessir bir vasıtadır.

Cenab-ı Hak, bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak rahmet etsin, yerlerini cennetü’l-firdevs yapsın, âmin!

Hâtime[]

Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halk edip o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o fertte cem’edip kendine medar-ı nazar edecek. O fert her halde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve her halde zîhayat içinde o fert, zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envaı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o fert Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini, saltanat-ı maneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı maneviyesini devam ettirip bütün ehl-i kemale, bütün enva-ı hakaikte bir “Üstad-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi odur.

عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ بِعَدَدِ اَنْوَاعِ الْكَائِنَاتِ وَ مَوْجُودَاتِهَا

İşte böyle bir zatın mevlid ve mi’racını dinlemek, yani terakkiyatının mebde ve müntehasını işitmek, yani tarihçe-i hayat-ı maneviyesini bilmek, o zatı kendine reis ve seyyid ve imam ve şefî telakki eden mü’minlere; ne kadar zevkli, fahirli, nurlu, neşeli, hayırlı bir müsamere-i ulviye-i diniye olduğunu anla.

Yâ Rab! Habib-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hürmetine ve ism-i a’zam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalplerini, envar-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur’aniyeye nâşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver, âmin!

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

Advertisement